Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Sözün İkinci Makamı “Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli” konulu mektup işlenmektedir.
Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli – On Üçüncü Söz İkinci Makam – Cumartesi Dersleri 13. 5.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Cumartesi Dersleri 13. 5.
On Üçüncü Söz İkinci Makam
Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli
Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârâne, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyan edeceğim.
Birinci nokta:
Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.
İşte, ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.
İkinci nokta:
Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.
Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç
Dipnot-2
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
Dipnot-3
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z) bâki: ölümsüz, devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y) beyan: açıklama (bk. b-y-n) bilâkis: aksine, tersine cihet: yön divanelik: delilik, akılsızlık ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) elem: acı, keder, sıkıntı elem-i mânevî: mânevî elem, acı (bk. a-n-y) elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur” (bk. ḥ-m-d; e-l-h)
erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ) fâni: ölümlü, gelip geçici (bk. f-n-y) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haps-i ebedî: sonsuz bir hapis (bk. e-b-d) hariçten: dışarıdan istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak kıymettar: kıymetli, değerli mâdum: yok mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) musibet: belâ, felaket, dert mütemadiyen: sürekli olarak
muvakkat: geçici nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ) safa: zevk, keyif şerâit: şartlar sıddık: çok doğru (bk. ṣ-d-ḳ) tahassür: özlem, hasret çekme tahattur: hatırlama teessüf: eseflenme, üzülme teneffüs: nefes alma, nefeslenme zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l) zevâl-i elem: acı ve kederin sona ermesi (bk. z-v-l) zevâl-i lezzet: lezzetin sona ermesi (bk. z-v-l)
ve mâdum ve yok olmuşlar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir biçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.
Üçüncü nokta:
Mahpuslara şefkatkârâne hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte çalışanların, bir sadaka hükmünde, defter-i hasenatına yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin sevabı çok ziyadeleşir.
İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) biçare: çaresiz dahilde: içeride defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n) gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hariçte: dışarıda hususan: özellikle
ihtar: hatırlatma inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h) kâfi: yeterli lillâh: Allah için mâdum: yok, ölü mahpus: hapsedilmiş olan mahrumiyet: yoksunluk medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane meyusiyet: ümitsizlik
mezkûr: sözü geçen minnet: başa kakma musibetzede: felâkete uğrayan nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y) sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ) şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ) şekva: şikayet zarfında: içinde ziyadeleşmek: fazlalaşmak
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta hapis, mahpus ve gençlik ile ilgili Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden “Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir” bölümü işlenmektedir.
HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK – Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir – Cumartesi Dersleri 13. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 3
Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.
Şer’î bir kaidedir. “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.”
Dipnot-3
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) âkıbet: netice, son âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m) âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n) bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü bedbaht: talihsiz berzah: kabir âlemi cazibedar: cazibeli, çekici dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r) ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ) ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) elem: acı, keder, sıkıntı esef: üzüntü, acı fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma gam: üzüntü gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harekât: hareketler, davranışlar haşiye: dipnot, açıklayıcı not hissiyat: hisler, duygular hususan: özellikle katletmek: öldürmek keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan mizan: ölçü (bk. v-z-n) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d) müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ) mütemadiyen: sürekli nev-i insan: insanlık, insan türü saika: sevk sakar: yedi Cehennemden birinin ismi şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) suiistimalât: kötü kullanımlar tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma teşkil eden: oluşturan ziyade: çok, fazla
Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibâha eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.
Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) bâkileşmek: devamlı ve kalıcı hale gelmek (bk. b-ḳ-y) beşer: insanlık biçare: çaresiz cihet: yön ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i namus: namus sahibi ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) elem: acı, sıkıntı elzem: çok gerekli esef: üzüntü, acı fâni: gelip geçici, yok olucu (bk. f-n-y) fuhşiyat: çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler gam: üzüntü hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayat-ı bâkiye: kalıcı ve devamlı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)
hevesat: hevesler, arzu ve istekler hissiyat: hisler, duygular ibâha: serbest bırakma, helâl gösterme istikamet: doğruluk istikbal: gelecek kahramanâne: kahramanca kat’î: kesin Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) kütüb ve suhuf-u semaviye: Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen kitaplar ve sahifeler (bk. k-t-b; s-m-v) mahvetmek: yok etmek mâni: engel mes’ut: mutlu muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
mukabele etmek: karşılık vermek musibet: belâ, felaket, sıkıntı muzır: zararlı nevi: çeşit, tür saadet: mutluluk sair: diğer sarf etmek: harcamak sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik şimal: kuzey suiistimal: kötü kullanım taat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma terbiye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın terbiyesi (bk. r-b-b) varta: tehlike zîhayat: canlı, hayat sahibi (bk. ḥ-y-y) ziyadeleşmek: fazlalaşmak
Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”
Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudattan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakîn bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün,
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r )aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bahtiyar: talihli biçare: çaresiz çilehane-i uzlet: yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer Denizli: (bk. bilgiler) ecel: ölüm vakti ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapan, inançsız kimseler ve zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar (bk. ḍ-l-l) ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) elem: acı, sıkıntı farz: Allah’ın kesin emirleri fevkalâde: olağanüstü firâk-ı lâyezâlî: sonu olmayan ayrılık (bk. f-r-ḳ; z-v-l) hakikat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hariçteki: dışarıdaki hayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y) hüccet: delil hüsn-ü ahlâk: güzel ahlâk (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ) idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d) istikamet: doğruluk istirahathane: rahat edilecek, dinlenilecek yer ıslah: iyileştirme, düzeltme kafile: grup kàtil: adam öldüren keder: sıkıntı, üzüntü mahbubât: sevilenler, sevgililer (bk. ḥ-b-b) mahpus: hapsedilmiş olan maruz: tesiri altında olma menfaat: yarar, fayda merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
muhabbethane: sevgi yeri, muhabbet evi (bk. ḥ-b-b) müntakim: intikam alan münzevî: bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, vaktini ibadetle geçiren müptelâ: düşkün, tutulmuş müşevveş: düzensiz, karma karışık musibet: belâ, felaket müştak: düşkün, istekli saadet: mutluluk salih: dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu (bk. ṣ-l-ḥ) terhis: göreve son verme tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen tezkere: belge ziyade: çok, fazla
tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir.1 Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.
Bu derste Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de yer alan “Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır” bölümü işlenmektedir.
Bu derste iki video yer almaktadır. Birinci video kısa videoda, sadece düz bir şekilde okunmakta herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. İkinci video uzun videoda, cümlelerin ve kelimelerin üzerinde durulmakta ve çeşitli örnekler verilerek açıklamalar yapılmaya çalışılmaktadır.
Faydalı olması dileğiyle.
dersdunyasi.net
13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır – Cumartesi Dersleri 13. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır
Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:
Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r) ahval: haller, vaziyetler bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) biçare: çaresiz, zavallı cihet: yön daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a) ebedî: sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler elem: acı, keder, üzüntü endişe-i istikbal: gelecek endişesi gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hadisat: hadiseler, olaylar halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular iffet: namus ihtar: hatırlatma iktifa: yetinme istikbal: gelecek kâfi: yeterli kat’iyen: kesinlikle kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l) mazi: geçmiş medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı medet: yardım meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a) müptelâ: düşkün, tutulmuş nefrin/nefret etmek: tiksinmek nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) saadet: mutluluk sabık: geçen sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ) sürur: sevinç, mutluluk taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma tenbih: ikaz, uyarı terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b) terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m) terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d) usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r) zayi: kaybolup gitme ziyade: çok, fazla
ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada izahı var; ona bakmalısınız.
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyan ediyorum.
Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim.
adem: yokluk, hiçlik alâkadarlık: ilgili olma alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l) beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihet: yön cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i dalâlet ve gaflet: doğru ve hak yoldan sapmış, inançsız ve âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ḍ-l-l; ğ-f-l) elem: acı, sıkıntı envâr-ı vücudiye: varlığa ait olan nurlar (bk. n-v-r; v-c-d)
ezvâk: zevkler, lezzetler ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ) fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) gaflet: vurdumduymazlık, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l) gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hakikat-ı mevt: ölüm gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-v-t) hasıl olan: ortaya çıkan hazır zaman: içinde bulunulan şimdiki zaman hususan: özellikle itikad: inanç izah: açıklama kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lezzet-i hayat: hayatın zevk ve lezzeti (bk. ḥ-y-y) mâdum: yok muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) mütemadiyen: sürekli olarak temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tılsım: sır, gizem ulvî: yüksek, yüce vefiyat: vefatlar, ölümler vücud: varlık (bk. v-c-d) zahiren: görünüşte (bk. ẓ-h-r) zaman-ı hazır: şimdiki zaman zinetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n) ziyade: çok, fazla zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.
İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.
Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur’ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi,
Dipnot-1
Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âsâr: eserler aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) çendan: gerçi, her ne kadar darağacı: idam sehpası ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i velâyet: veli kullar, Allah dostları (bk. v-l-y) ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) elem: acı, keder, üzüntü elhasıl: özetle, sonuç olarak emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enin: inilti
evhamlı: kuşkulu, vehimli, kuruntulu ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri fevkalâde: olağanüstü gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) hevesat-ı gayr-ı meşrua: dinin izin vermediği arzu ve istekler (bk. ş-r-a) israfat: israflar, savurganlıklar kat’î: kesin lisan-ı hâl: hal ve beden dili mukadderat-ı beşer: insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar (bk. ḳ-d-r)
müttefikan: ittifakla, birleşerek saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) saadet-i sermediye: sürekli mutluluk saika: sebep, sevk etme sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık sefalethane: aşağılık ve çirkin işlerin yapıldığı yer şek: tereddüt, şüphe suiistimal: kötüye kullanma tılsım-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri zahiren: görünüş itibariyle (bk. ẓ-h-r) zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı hava, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar1 belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde,
اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ 2
sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) âkıbet: netice, son âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m) âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n) bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü bedbaht: talihsiz berzah: kabir âlemi cazibedar: cazibeli, çekici dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r) ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ) ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) elem: acı, keder, sıkıntı esef: üzüntü, acı fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma gam: üzüntü gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harekât: hareketler, davranışlar haşiye: dipnot, açıklayıcı not hissiyat: hisler, duygular hususan: özellikle katletmek: öldürmek keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan mizan: ölçü (bk. v-z-n) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d) müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ) mütemadiyen: sürekli nev-i insan: insanlık, insan türü saika: sevk sakar: yedi Cehennemden birinin ismi şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) suiistimalât: kötü kullanımlar tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma teşkil eden: oluşturan ziyade: çok, fazla
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı – Cumartesi Dersleri 13. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan On Üçüncü Sözün İkinci Makamı bu haftaki Cumartesi Dersinin konusunu oluşturuyor.
On Üçüncü Sözün İkinci Makamı
Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.
BİR KISIM GENÇLER tarafından, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi namına onlara dedim ki:
Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.
Birinci yol:
O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.1
İkinci yol:
Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır.2 Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.
Üçüncü yol:
Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.
Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak
bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) bedihî: ap açık, âşikar biçare: çaresiz cazibedar: cazibeli, çekici dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası dehşetli: korkunç ecel: ölüm vakti ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n) ehl-i inkâr ve dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. n-k-r; ḍ-l-l)
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma haps-i ebedî: sonsuz bir hapis, Cehennem (bk. e-b-d) haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d) hevesat: nefsin hoşuna giden yasak istek ve arzular idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d) inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r) itikad etme: inanma lehviyat: haram eğlenceler, oyunlar
medet: yardım muamele: davranış; karşılık muhavere: karşılıklı konuşma nihayetsiz: sonsuz şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y) sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tarz: şekil tasdik etmek: kabul etmek, doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ) tecrit: yalnız başına bırakma
ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.
Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık,1 ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar; ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri; ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat’î delilleriyle, o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn derecesinde HAŞİYE-1 ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î ile, “İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir” diye, ittifakan haber veriyorlar.
Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimalle, dalâlet ve sefahet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebep olduğunu ve “İman, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor” diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını gösterdikleri halde, bu acip ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus Müslüman, eğer iman ve ubûdiyeti
Dipnot-1
Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652: İbni Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ 1:32, 54.
Haşiye-1
Onlardan birisi Risale-i Nur’dur. Meydandadır.
acip: hayret verici, şaşırtıcı âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) âlem-i nur: nur âlemi (bk. a-l-m; n-v-r) âsar: eserler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bahusus: özellikle biçare: çaresiz dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) elem-i mânevî: mânevî acı, vicdan azabı (bk. a-n-y) emare: işaret, belirti enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) endişe-i helâket: yok olma endişesi evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hadd ü hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d) haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) ihbar eden: haber veren ihtimal-i helâket: yok olma ihtimali ihtimal-i kat’î: kesin ihtimal, olabilirlik ilmelyakin: kesin bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n) itaat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma ittifakan: birlik halinde, birleşerek kat’î: kesin keşif: Allah tarafından ilham olunmasıyla gizli bir şeyin meydana çıkarılması (bk. k-ş-f) mezkûr: sözü geçen mu’cize: peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan ve imana gelmelerine sebep olan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z) muhakkik: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhbir: haber veren muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygamber (bk. ṣ-d-ḳ) musaddak: doğrulanan, onaylanan (bk. ṣ-d-ḳ) nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alamet (bk. ṣ-d-ḳ) saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ) saray-ı saadet: mutluluk sarayı sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizce davranış, budalalık şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) zevk: mânevî âlemlerde iman hakikatlerinin hazzına erişme zindan-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d)
olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağırılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.
Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.
Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış; her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik saikasıyla, o hadsiz elemlerle âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihâne ve heveskârâne, muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.
Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin
âhiri: sonuncusu (bk. e-ḫ-r) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âlûde: bulaşmış, karışmış ecnebî: yabancı ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler (bk. ḍ-l-l) ehl-i iman ve taat: iman eden ve dinin emirlerine uyanlar (bk. e-m-n) elem: acı, sıkıntı elîm: elemli, acı verici enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esasat: esaslar, prensipler ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l) faik: üstün gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hadsiz: sınırsız hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haslet: huy, özellik
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde ihtar: hatırlatma ihtiyar: seçme, tercih etme, irade (bk. ḫ-y-r) inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r) kemâlât: faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri (bk. k-m-l) lezzet ve zevk-i mânevî: mânevî lezzet ve zevk (bk. a-n-y) lezzet-i gayr-ı meşrua: dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet (bk. ş-r-a) medar: sebep, vesile mu’cizatça: mu’cizeler açısından (bk. a-c-z) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar, kader (bk. ḳ-d-r)
musibet: belâ, felaket muvakkat: geçici muvakkaten: geçici olarak nev-i beşer: insanlık, insan türü Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) saadet-i lâyezâlî: hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet saika: sevk etme saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ) sefihâne: yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tecessüm: cisimleşme, cisim halinde belirme umum: bütün, genel üstad: hoca, öğretmen vefiyat: vefatlar, ölümler vesika: belge zevk ve lezzet-i azîme: büyük zevk ve lezzet (bk. a-ẓ-m)
medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.
İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.
Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r) ahval: haller, vaziyetler bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) biçare: çaresiz, zavallı cihet: yön daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a) ebedî: sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler elem: acı, keder, üzüntü endişe-i istikbal: gelecek endişesi gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hadisat: hadiseler, olaylar halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular iffet: namus ihtar: hatırlatma iktifa: yetinme istikbal: gelecek kâfi: yeterli kat’iyen: kesinlikle kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l) mazi: geçmiş medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı medet: yardım meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a) müptelâ: düşkün, tutulmuş nefrin/nefret etmek: tiksinmek nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) saadet: mutluluk sabık: geçen sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ) sürur: sevinç, mutluluk taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma tenbih: ikaz, uyarı terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b) terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m) terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d) usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r) zayi: kaybolup gitme ziyade: çok, fazla
KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami’ bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve
Dipnot-1
“Biz Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz.” İsrâ Sûresi, 17:82.
Dipnot-2
“Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
âdet: alışkanlık âdi: normal, basit, sıradan âdiyat: alışılmış olan sıradan şeyler beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) cahilâne: cahilce, bilgisizce cami’: kapsamlı (bk. c-m-a) celb etmek: çekmek derece-i ilim: ilim derecesi (bk. a-l-m) ders-i ibret: ibret dersi hakaik-ı acibe: şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici hazine-i ulûm: ilimler hazinesi (bk. a-l-m) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)
umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister. HAŞİYE-1
İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!
İşte bu sırdandır ki, Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami’ olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san’atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:
Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.
Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı
Haşiye-1
Amerika’da aynen bu vakıa olmuştur.
adem-i intizam: düzensizlik, düzenin yokluğu (bk. n-ẓ-m) âdi: basit, normal, sıradan beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n) cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a) cihet: yön cüda olmak: ayrı düşmek daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b) hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l) hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b) hazine-i ilm-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi (bk. a-l-m; v-ḥ-d) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m) i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) iaşe: beslenme, geçim (bk. a-y-ş)
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) intizâmât-ı san’at: san’attaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṣ-n-a) intizamsız: düzensiz (bk. n-ẓ-m) kemâl-i nizam ve intizam: mükemmel bir düzen ve tertip (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün evren (bk. k-t-b; k-v-n) küfran: iyilik bilmeme, nankörlük (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f) mâbeyn: aramanzum: şiir gibi vezinli yazılmış eser (bk. n-ẓ-m) marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; e-l-h) marifet-i Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; ṣ-n-a)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’cize-i rahmet: Allah’ın rahmet mu’cizesi (bk. a-c-z; r-ḥ-m) münasebet-i mâneviye: mânevî ilişki, bağlantı (bk. n-s-b; a-n-y) muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müstağni: ihtiyaç duymayan, muhtaç olmayan (bk. ğ-n-y) müteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş müteveccih: yönelmiş necm: kısım, durak; yıldız nevi: çeşit, tür nihayetsiz: sonsuz rabıta: bağ, ilgi sema: gökyüzü (bk. s-m-v) sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r) şüzuz etmek: kural dışı kalmak tazammun: içine alma, içerme tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r) terkibat: birleşimler, sentezler teşkil: meydana getirme umumî: genel uslûp: ifade tarzı vakıa: olay vezin: şiirdeki ahenk ölçüsü zi’l-ecniha: çok yönlü (bk. ẕi)
cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 1
nın bir sırrını bil.
Hem âyet-i
وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 2
sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ,
Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvisinden
“Biz Peygambere şiir öğretmedik…” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-2
“…bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-3
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.
Dipnot-4
“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter.” A’râf Sûresi, 7:54.
Dipnot-5
“Tek bir sesledir ki, onların hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler.” Yâsin Sûresi, 36:53.
Dipnot-6
“Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.” Cum’a Sûresi, 62:1.
âli: yüksek, yüce asr-ı cahiliyet: İslâmdan önceki asır, küfür ve cehâlet asrı beyn: ara cihet: yön daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) farz etmek: varsaymak hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b) hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y) i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)
ibret: düşündürücü ders intizamsızlık: düzensizlik (bk. n-ẓ-m) kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) lisan-ı ulviye: yüce lisan mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) müteveccih: yönelmiş necm-i âyet: âyet yıldızı necm-i sâkıp: karanlığı delip geçen parlak yıldız neşir: yayma nevi: çeşit, tür nisbet edilmek: kıyaslanmak (bk. n-s-b) nisbet-i hafiye: gizli bağ (bk. n-s-b)
nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r) perde-i cümud: donuk, katı perde revnaktar: göz alıcı güzellik sahrâ-yı bedeviyet: bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) zulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve duyarsızlık karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l) zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem,
يُسَبِّحُ
sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikr ediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat
sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.
Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile, yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı içinde bu nevi i’câzını zevk edemezsin.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan
Dipnot-1
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu (Allah’ı) tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
acip: şaşırtıcı, hayret verici arz: dünya arz-ı dîdar etmek: kendini göstermek ateşpare: ateş parçası âzâ: uzuvlar, organlar bahr: deniz ber: kara, yer camid: cansız, katı cüz’: parça (bk. c-z-e) dekaik: incelikler derece-i i’câz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z) envâ-ı i’câz: mu’cizelik türleri (bk. a-c-z) farz etmek: varsaymak hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hudut: sınır huşyar: uyanık i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) kelime-i hikmetnümâ: hikmet ifade eden kelime, hikmetli söz (bk. k-l-m; ḥ-k-m) kelime-i tesbihfeşan: Allah’ı çok çok tesbih eden kelime (bk. k-l-m; s-b-ḥ)
kıyam etme: ayağa kalkma (bk. ḳ-v-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lisan: dil mahiyet: özellik, nitelik, içyüz mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m) mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m) mezkûr: sözü geçen mukabil: karşılık münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) mürur-u zaman: zamanın geçmesi muvazenet: denge (bk. v-z-n) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nebatat: bitkiler neşretmek: yaymak nevi: çeşit, tür neyyirât-ı İslâmiye: İslâmın nurlu hakikatleri (bk. n-v-r; s-l-m) nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
nur-u hakikat-edâ: gerçeğin ve doğrunun ortaya çıkmasına vesile olan nur, ışık (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ) perde-i gayb: görünmeyen perde (bk. ğ-y-b) perde-i ülfet: alışkanlık perdesi sada: ses sair: diğer sathî: sığ, yüzeysel sayha: sesleniş suret: şekil, biçim; görüntü, resim (bk. ṣ-v-r) tabakat-i mestûriyet: gizlilik tabakası temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b) ulûm-u müteârife: herkesçe bilinen bilgiler (bk. a-l-m; a-r-f) uzuv: organ zemzeme-i i’caz: mu’cizelik nağmesi ve ahengi (bk. a-c-z) zikretmek: Allah’ı anmak zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine “Maşaallah, bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” demişler.
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1
temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef’âl-i Rabbâniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki, o şecere-i nuraniye nin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenahi fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı,
hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nuraniyeyi, bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle, o kadar tenasüple ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef’âli beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Furkaniyeye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!” diyerek tasdik ediyorlar.
Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, ta en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüp tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır.
Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz’î semerâtına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’ân-ı cami’in nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin
Dipnot-1
“Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.
Dipnot-2
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan Odur.” Hûd Sûresi, 11:7.
Dipnot-3
“Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi.” Ra’d Sûresi, 13:2.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) âdâb: davranış kuralları akl-ı beşer: insan aklı ashab-ı irfan ve hikmet: ilim ve hikmet sahibi kimseler (bk. a-r-f; ḥ-k-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyanat-ı Furkaniye: hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın açıklamaları, izahları (bk. b-y-n; f-r-ḳ) cevelân eden: dolaşan, gezen cüz’î: küçük (bk. c-z-e) daire-i imkân: bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat (bk. m-k-n) daire-i melekût: varlıkların iç yüzüyle alakalı görünmeyen daire (bk. m-l-k) daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi (bk. v-c-b) ehl-i keşif ve hakikat: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah’ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler (bk. k-ş-f; ḥ-ḳ-ḳ)
erkân: esaslar, şartlar (bk. r-k-n) erkân-ı hamse: beş esas, şart (bk. r-k-n) erkân-ı sitte: altı esas, şart (bk. r-k-n) gayat: gayeler, amaçlar hakaik-ı esmâ ve sıfât ve şuûn ve ef’âl: Cenâb-ı Allah’ın isim, sıfat, iş ve fiillerinin hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-m-v; v-ṣ-f; ş-e-n; f-a-l) hakikat-i nuraniye: nurlu, parlak gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-v-r) hikemiyât: hikmetli söz ve düşünceler (bk. ḥ-k-m) hudut: sınır, uç hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n) hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b) idrak: anlayış, kavrayış işarat: işaretler, deliller izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r) kemâl-i münasebet: mükemmel bir uygunluk (bk. k-m-l; n-s-b) Kur’ân-ı cami’: herşeyi içinde bulunduran Kur’ân-ı Kerim (bk. c-m-a)
mutabık: uygun muvazenet: denge, denklik (bk. v-z-n) nusus: nasslar, açık hükümler rümuz: remizler, işaretler şecere-i azîme: çok büyük ağaç (bk. a-ẓ-m) semerât: meyveler, neticeler Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiye: İslâmın büyük ve yüce kanunları (bk. ş-r-a; k-b-r; s-l-m) Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r) teferruat: ayrıntılar tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b) tevahhuş: korkmak, ürkmek vücuh: vecihler, yönler
kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır.
Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.
“Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir.” Kehf Sûresi, 18:1.
Dipnot-2
Ey Kur’ân’ı indiren Allahım! Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın hakkı için, kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Âmin, ey kendisinden istimdad edilen Müsteân!
bâhusus: özellikle beşer: insan beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) burhan-ı kàtı’: kesin delil cemî: bütün (bk. c-m-a) cerh edilmez: çürütülmez ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d) eşya: şeyler, varlıklar ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l) hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b) ilm-i cüz’î: az ve sınırlı ilim (bk. a-l-m; c-z-e) ilm-i muhît: herşeyi ihata edici, kuşatıcı ilim (bk. a-l-m) istinad: dayanma (bk. s-n-d) kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kemâl-i intizam ve muvazenet: mükemmel düzen ve denge (bk. k-m-l; n-ẓ-m; v-z-n)
müşahede etme: görme (bk. ş-h-d) müstenid: dayanan (bk. s-n-d) resanet: sağlamlık şahid-i âdil: adaletli ve doğruları söyleyen şahit (bk. ş-h-d; a-d-l) ümmî: okuma yazma bilmeyen
Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş’e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir. – Sözler 25.2.2.8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.
On İkinci Söz
…
DÖRDÜNCÜ ESAS
Kur’ân’ın bütün kelimât-ı İlâhiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen, şu iki temsîle bak.
beşer: insan cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a) cidal: mücadele, kavga cihet-i tefevvuk: üstünlük yönü cihet-i ulviyet: yücelik yönü düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y) düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l) gayât: gayeler, amaçlar hâcât-ı beşeriye: insanî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c) hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri (bk. n-f-s) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefenin hikmeti (bk. ḥ-k-m) hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m) hissiyat-ı ulviye: yüksek hisler, yüce duygular incizap: kendine çekme istinad: dayanma (bk. s-n-d) ittifak: birlik, birleşme kâfi: yeterli kavî: kuvvetli, güçlü kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l) kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) livechillâh: Allah için maâliyât: yüksek ve yüce fikirler menfî milliyet: zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) rabıta: bağ rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı rıza-i İlâhî: Allah rızası (bk. e-l-h) saadet: mutluluk saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) sed çekmek: engel olmak selb olmak: ortadan kalkmak semerât: meyveler, neticeler tecavüz: saldırma, sataşma temsîl: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d) tezyid: arttırma tilmiz: talebe, öğrenci uhuvvet: kardeşlik unsuriyet: ırkçılık
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.
İkinci temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar, o âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hâl ile böyle minnettârâne bir sohbet eder, der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.
İşte, bu iki temsîlin dürbünüyle Kur’ân’a bak, ta ki i’câzını göresin ve kudsiyetini anlayasın.
Evet, Kur’ân der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa, Cenâb-ı Hakkın kelimâtını yazsalar, bitiremezler.”1 Şimdi, şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam Kur’ân’a verilmesinin sebebi şudur ki:
Kur’ân, İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semâvât ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye
Dipnot-1
bk. Lokman Sûresi, 31:27.
âdi: normal, sıradan arz: yer âsâr: eserler âyine: ayna cami’: kapsayan (bk. c-m-a) cüz’î: küçük (bk. c-z-e) evâmir: emirler ferman: buyruk hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkimiyet-i amme: genel hâkimiyet, egemenlik (bk. ḥ-k-m) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hane: evhas: özel haşmet: heybet, görkem haysiyet: itibar, özellik hilâfet-i kübrâ: insanın yeryüzünde temsil ettiği mânevî görev (bk. ḫ-l-f; k-b-r) hitap: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b) hususî: özel i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z) İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
izhar: açığa çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r) kayıt: sınır kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelimât: kelimeler (bk. k-l-m) kudsiyet: kusur ve noksandan yücelik, kutsallık (bk. ḳ-d-s) lisan-ı hâl: hal ve beden dili mahdut: sınırlanmış mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d) minnettârâne: minnetli bir şekilde mükâleme: konuşma (bk. k-l-m) münasebettar: ilişkili, bağlantılı (bk. n-s-b) nam: ad, ünvan nazdâr: nazlı nazenin: ince, nazik neşir: yayma nihayetsiz: sonsuz nisbet: oran (bk. n-s-b) Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
raiyet: halk, vatandaş Rububiyet-i mutlaka: Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ) saltanat-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın herşeye hükmeden, herşeyi kuşatan saltanatı, egemenliği (bk. s-l-ṭ; s-b-ḥ) saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m) semavat: gökler (bk. s-m-v) tarz: şekil temsil: örnek, benzetme (bk. m-s̱-l) teşhir: ilan etme, duyurma tevcih etme: yöneltme ulvî: yüce, yüksek ziya: ışık
hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş.
Amma sair kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellîsiyle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir.1 Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır.2 Sonra avâm-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:
حَدَّثَنِى قَلْبِى عَنْ رَبِّى 3
Yani, “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.”
Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.”
Hem der: “Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.”
Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.”
Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların4 nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.
arş: taht (bk. a-r-ş) Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) avâm-ı melâike: meleklerden dereceleri düşük olanlar (bk. m-l-k) avâm-ı nas: sıradan halk tabakası âyine: ayna azamet-i haşmet: haşmetin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m) cihet: yön cüz’î: küçük (bk. c-z-e) defter-i iltifâtât-ı Rahmâniye: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içeren defter (bk. r-ḥ-m) derecat: dereceler ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) has: özel hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hicap: perde, örtü hikmetfeşan: hikmet yayan (bk. ḥ-k-m) hususiyet: özel olma, hususîlik hutbe-i ezeliye: varlığının başlangıcı olmayan Allah’ın konuşması (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l) ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m) kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) Kelâmullah: Allah’ın kelamı (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h) kemâl-i liyakat: tam layık oluş (bk. k-m-l) kitab-ı mukaddes: kutsal kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) külliyet: genellik, umumilik (bk. k-l-l) mahsus: özel mazhar-ı hitap: muhatap alınma, muhatap kabul edilme (bk. ẓ-h-r; ḫ-ṭ-b) mecmua: kitap (bk. c-m-a) melâike-i izam: büyük melekler (bk. m-l-k; a-ẓ-m) muhabere: haberleşme muhât: kapsama alanı muhit: çevre, taraf muhtelif: çeşitli münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v) mütefavit: farklı farklı, çeşitli nisbet-i ref’: ortadan kalkma oranı (bk. n-s-b) nüzul: inme (bk. n-z-l)
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) Rabbü’l-Âlemin: âlemlerin Rabbi Allah (bk. r-b-b; a-l-m) rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m) rahmet-i vâsia-i muhîta: Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti, merhamet ve şefkati (bk. r-ḥ-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) sair: diğer saltanat: hâkimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ) tecellî: belirme, görünme (bk. c-l-y) teftiş: kontrol Ulûhiyet: İlâhlık (bk. e-l-h) zahir olan: görünen, ortaya çıkan (bk. ẓ-h-r)
İşte, bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âli ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik ise; Kur’ân-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.
Kur’ân’dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin, dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır; o sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur’ân’ın İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen, Âyetü’l-Kürsî ve âyet-i
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-6
“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
Dipnot-7
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” Ahzâb Sûresi, 33:72.
Dipnot-8
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.
âdi: normal, basit, sıradan akis: yansıma âli: yüce, yüksek Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti âyine: ayna cilve: görünme (bk. c-l-y) cüz’î: küçük (bk. c-z-e) fâik: üstün fehmetmek: anlamak ferman: buyruk fevkinde: üstünde feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) haysiyet: itibar, özellik İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
istifade: faydalanma, yararlanma kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân (bk. a-ẓ-m) kütüb-ü mukaddese: mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; ḳ-d-s) mertebe-i kudsiye: mukaddes mertebe, yüce derece (bk. ḳ-d-s) mükâleme: konuşma (bk. k-l-m) nisbet: ölçü, oran (bk. n-s-b) saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
sırr-ı tefevvuk: üstünlük sırrı suhuf-u semâviye: bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar (bk. s-m-v) tanzir etmek: benzerini yapmak (bk. n-ẓ-r) tefevvuk: üstünlük tereşşuh etmek: sızmak
gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak. Hem başlarında
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 3
veyahut
سَبَّحَ 4
ve
يُسَبِّحُ 5
bulunan sûrelerin başlarına dikkat et. Ta bu sırr-ı azîmin şuâını göresin. Hem
الۤمۤ 6
lerin ve
الۤرٰ 7
ların ve
حٰمۤ 8
lerin fâtihalarına bak, Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakkın yanında ehemmiyetini bilesin.
Eğer şu Dördüncü Esasın kıymettar sırrını fehmettinse, enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’ân’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’câzının sırrını anlarsın. Hem Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta semâvâta, ta Sidretü’l-Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip,
اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 9
olan Zât-ı Zülcelâl ile münacat edip, tarfetü’l-aynda yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet, şakk-ı kamer nasıl ki bir mucize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de, Mirac dahi bir mucize-i ubûdiyetidir; habibiyetini ervah ve melâikeye gösterdi.
“(Allah) ona şahdamarından daha yakın.” Kaf Sûresi, 50:16.
Dipnot-10
Allah’ım! Senin rahmetine ve onun hürmetine nasıl yaraşırsa, ona ve âline öylece salât ve selâm olsun. Âmin.
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) cin ve ins: cinler ve insanlar ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) fâtiha: başlangıç fehmetmek: anlamak habibiyet: sevgililik (bk. ḥ-b-b) ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ izzet-i kudsiyet: mukaddesliğinin izzeti, yüceliği (bk. a-z-z; ḳ-d-s) Kab-ı Kavseyn: Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür (bk. ḳ-v-b) küllî: kapsamlı (bk. k-l-l)
melâike: melekler (bk. m-l-k) Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c) mu’cize-i risalet: peygamberlik mu’cizesi (bk. a-c-z; r-s-l) mu’cize-i ubûdiyet: kulluk mu’cizesi (bk. a-c-z; a-b-d) münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v) nebî: peygamber (bk. n-b-e) nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi semavat: gökler (bk. s-m-v) Sidretü’l-Müntehâ: yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam
sırr-ı âzim: büyük sır (bk. a-ẓ-m) sırr-ı lüzum: gerekliliğin sırrı şuâ: ışın, güçlü ışık hüzmesi tarfetü’l-ayn: bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an ulvî: yüce, yüksek ulviyet-i i’câz: mu’cizeliğin yüceliği (bk. a-c-z) vahy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y) velî: Allah dostu (bk. v-l-y) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
Kur’ân-ı Hakîmin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi:
Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz
abd: kul (bk. a-b-d) abd-i aziz: izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul (bk. a-b-d; a-z-z) âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z) âzam-ı mahlûkat: yaratılmışların en büyüğü (bk. a-ẓ-m; ḫ-l-ḳ) âzam-ı menfaat: menfaatin en büyüğü (bk. a-ẓ-m) batn: mide, karın cebbar: zorba, zalim (bk. c-b-r) cebbâr-ı hodfuruş: kendini beğenen zorba daire-i izni haricinde: izin verdiği daire dışında denî: alçak dessas: hilekâr, aldatıcı fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r) Fâtır: benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r) ferc: üreme organı, avret firavun-u zelil: alçak bir firavun gaye-i himmet: gayret ve çabanın gayesi gaye-i ibadet: ibadetin gayesi (bk. a-b-d) gayr: başkası hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halim: yumuşak huylu, uysal halis: samimi, temiz, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hasis: âdi, değersiz hayat-ı şahsiye: kişisel hayat (bk. ḥ-y-y) hevesat: hevesler, arzu ve istekler hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmet-i felsefe: felsefe ilmi (bk. ḥ-k-m) hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m) hod-endiş: kendini düşünen hodgâm: kendi keyfini düşünen, bencil iddihar: biriktirmek, saklamak ihtiyar: irade, tercih gücü, istek (bk. ḫ-y-r) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mağrur: gururlu, kendini beğenmiş Mâlik-i Kerîm: bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; k-r-m) menfaat-i hasise: âdi, değersiz çıkar menfaat-i kavmiye: milletin çıkarı menfaat-i şahsiye: kişisel çıkar
menfaatperest: çıkarına tapan miskin: uyuşuk, tembel muannid: inatçı, direnen müstağnî: zengin, minnetsiz, tok gönüllü (bk. ğ-n-y) müştekî: şikayetçi mütemerrid: inatçı, dikkafalı mütevazi: alçakgönüllü muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) nefis: kişinin kendisi; insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nihayetsiz: sonsuz nokta-i istinat: dayanak noktası (bk. s-n-d) safsata: yalan, uydurma şâkirt: talebe, öğrenci selim: sağlam, doğru (bk. s-l-m) Seyyid: efendi, sahip tahkir: hakaret etme, küçümseme tenezzül etmek: inmek, alçalmak (bk. n-z-l) terbiye-i ahlâkiye: ahlâk terbiyesi (bk. r-b-b; ḫ-l-ḳ) tezellül: aşağılanma tilmiz: talebe, öğrenci uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) zaaf: zayıflık zillet: alçaklık, aşağılık
kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır.
İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.
ÜÇÜNCÜ ESAS
Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet, menfi milliyeti” tutar. Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”
Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.
Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate bedel “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine “düstur-u teâvünü” esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.
beşer: insan cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a) cidal: mücadele, kavga cihet-i tefevvuk: üstünlük yönü cihet-i ulviyet: yücelik yönü düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y) düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l) gayât: gayeler, amaçlar hâcât-ı beşeriye: insanî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c) hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri (bk. n-f-s) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefenin hikmeti (bk. ḥ-k-m) hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m) hissiyat-ı ulviye: yüksek hisler, yüce duygular incizap: kendine çekme istinad: dayanma (bk. s-n-d) ittifak: birlik, birleşme kâfi: yeterli kavî: kuvvetli, güçlü kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l) kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) livechillâh: Allah için maâliyât: yüksek ve yüce fikirler menfî milliyet: zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) rabıta: bağ rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı rıza-i İlâhî: Allah rızası (bk. e-l-h) saadet: mutluluk saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) sed çekmek: engel olmak selb olmak: ortadan kalkmak semerât: meyveler, neticeler tecavüz: saldırma, sataşma temsîl: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d) tezyid: arttırma tilmiz: talebe, öğrenci uhuvvet: kardeşlik unsuriyet: ırkçılık
Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmâlen muvazenesi; hem hikmet-i Kur’âniyenin, insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi; hem Kur’ân’ın sair kelimât-ı İlâhiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüçhaniyetine bir işarettir. İşte bu Sözde Dört Esas vardır.
BİRİNCİ ESAS
Hikmet-i Kur’âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak.
Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur’ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i’câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’ân’ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü’ ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş
Dipnot-1
“Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:269.
acip: ilginç, hayret vericiakik: çoğunlukla kırmızı renkte olan bir süs taşıcevher: kıymetli taşcihet-i rüçhaniyet: üstünlük yönü, tercih sebebiders-i terbiye: terbiye dersi (bk. r-b-b)fezleke: özet, neticehakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim-i namdar: ün sahibi meşhur padişah, hâkim (bk. ḥ-k-m)hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)hayat-ı şahsiye: kişisel hayat (bk. ḥ-y-y)hikâye-i temsiliye: analojik, kıyaslamaya dayanan benzetme şeklinde hikâye (bk. m-s̱-l)hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i fenniye: fen ve felsefe ilmi (bk. ḥ-k-m)hikmet-i kudsiye: mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet (bk. ḥ-k-m; ḳ-d-s)hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)hurufat: harfleri’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)icmâlen: kısaca (bk. c-m-l)istimal etmek: kullanmakkamet: manevi biçim ve şekil; endamkelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h)kıymettar: kıymetli, değerlikudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık (bk. ḳ-d-s)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)libas: elbiselü’lü’: incimaânî: mânâlar (bk. a-n-y)mu’ciznümâ: mu’cizeli (bk. a-c-z)mücessem: cisimleşmiş, maddîmünakkaş etme: nakışlarla süsleme (bk. n-ḳ-ş)muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)nakkaş: nakışlayan, süsleme yapan sanatkâr (bk. n-ḳ-ş)nev’: çeşitsair: diğerşayeste: layık, yaraşırtaife: topluluk, gruptenevvü: çeşitlilik
etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temâşâsından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatin nazarına, o surî güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.
Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur’ân’ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki, “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.”
Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitap telif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’ân’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur’ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami’… Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.
Sonra, ikisi eserlerini götürüp o hâkim-i zîşâna takdim ettiler. O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik
âli: yüksek, yüceArabî hat: Arapça yazıbahusus: özelliklecami’: kapsamlı (bk. c-m-a)çendan: gerçicevher: kıymetli taşecnebî: yabancıedepsizlik: görgüsüzlükehl-i hakikat: gerçeği ve doğruyu bulan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)envâr-ı esrar: sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları (bk. n-v-r)evvelâ: öncefeylesof: filozof, felsefecigalî: pahalı, kıymetlihakaik-ı kudsiye: mukaddes, yüce hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḳ-d-s)hâkim: hükmeden, padişah (bk. ḥ-k-m)hâkim-i zîşân: şan ve şeref sahibi idareci (bk. ḥ-k-m; ẕî)hakperest: hakkı üstün tutan, hak taraftarı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâsiyet: özellik, hususiyethikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hodpesend: kendini beğenenhürmetsizlik: saygısızlık (bk. ḥ-r-m)huruf: harflerişârât: işaretleriştigal etme: meşgul olma, ilgilenmeistihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)kimyager: kimyacıKitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; b-y-n)kıymettar: kıymetli, değerliKur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)lâkin: ama, fakatlâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)mahir: maharetli, beceriklimânâ: anlam (bk. a-n-y)menba-ı hakaik: hakikatlerin kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)mükafat: ödülmünakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)murassâ: kıymetli taşlarla süslenmişmusannâ: sanatlı bir şekilde yapılan (bk. ṣ-n-a)
olan Kur’ân’ı, mânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı. Gördü ki, gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîmâne, mürşidâne bir teliftir. “Aferin, bârekâllah,” dedi. “İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır.” Sonra, onun eserine bir mükâfat olarak, herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden on altın verilsin irade etti.
Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur’ân ve şakirtleridir.
Evet, Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata “mânâ-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.
Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mânâ-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip “mânâ-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.
âli: yüksek, yüceâyât-ı tekvîniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar (bk. k-v-n)bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k)beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cihet: yöncin ve ins: cinler ve insanlardelâlet: işaret etme, delil olmaecnebî: yabancıfehmetmek: anlamakFurkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ)haddi tecavüz: sınırı aşma, ileri gitmehakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim: hükümdar, hükmedici (bk. ḥ-k-m)Hakîm-i Ezelî: her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah (bk. ḥ-k-m; e-z-l)hâkim-i hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden (bk. ḥ-k-m)hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)hakperest: doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan (bk. ḥ-ḳ-ḳ)harf-i mânidar: mânâlı harf (bk. a-n-y)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hükemâ: filozof, felsefeci (bk. ḥ-k-m)huruf-u mevcudat: büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar (bk. v-c-d)ilm-i felsefe: felsefe ilmi (bk. a-l-m)ilm-i hikmet: hikmet ilmi (bk. ḥ-k-m)irade etmek: dilemek, istemek (bk. r-v-d)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)kitab-ı kebirin hurufatı: büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar (bk. k-t-b; k-b-r)Kur’ân-ı Azîm-i Kâinat: büyük bir Kur’ân gibi derin mânâlar ifade eden kâinat (bk. a-ẓ-m; k-v-n)Kur’ân-ı Hakîm: hikmetli Kur’ân (bk. ḥ-k-m)mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mâna (bk. a-n-y)
mânâ-yı ismî: bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)müdakkik: inceden inceye araştıranmüfessir: yorumlayıcı (bk. f-s-r)mukabil: karşılıkmükafat: ödülmünasebat: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)mürşidâne: hak ve doğru yolu göstererek, irşad edici (bk. r-ş-d)musannâ: sanatlı bir şekilde yapılmış (bk. ṣ-n-a) müştekî: şikayetçi müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n)nâfi: faydalınazarıyla: gözüyle, bakışıylanukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)şakirt: talebe, öğrenciSâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) safsata: yalan, uydurma suret: şekil, tarz (bk. ṣ-v-r)tahkir: hakaret etme, aşağılamatefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-s-r)telif: yazılmış esertemsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On İkinci Söz, Birinci Esas, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Amma, füccar ve eşrar olan diğer güruh ise, hadd-i bulûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdâniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirâne bir itham ile tahkir ettiler. Ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler, nihayetsiz bir azaba müstehak oldular.
ahsen-i takvim: insanın yaratılışının en güzel şekilde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n) âkıbet: son, netice âlem: dünya (bk. a-l-m) âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n) âyinedar: ayna olan, yansıtan bâki kalmak: kalıcı ve sürekli olmak (bk. b-ḳ-y) bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y) cemâl: güzellik (bk. c-m-l) Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) dar-ı dünya: dünya yurdu dârüsselâm: esenlik yurdu, Cennet (bk. s-l-m) destgâh-ı imtihan: sınav tezgahı ebed/ebediyet: sonsuzluk (bk. e-b-d) eda etmek: yerine getirmek emin: güvenilir (bk. e-m-n) emn ü emanet: emanetin güvenliği (bk. e-m-n) esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h) eşrar: şerli ve kötü kimseler fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
farîze-i ömür: ömür borcu füccar: günahkârlar, açıktan günah işleyenler gûnâgûn: türlü türlü, renk renk güruh: grup, topluluk hadd-i bulûğ: ergenlik çağı halife-i arz: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan (bk. ḫ-l-f) hülâsa: özet, öz hutur etmek: hatıra gelmek inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r) itham: suçlama kâfirâne: kâfirce, inkâr ederek (bk. k-f-r) kalb-i beşer: insan kalbi küfran: nankörlük, inkâr (bk. k-f-r) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mazhar etmek: eriştirmek (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mescid-i kebir: büyük mescid (bk. k-b-r)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)meydan-ı tecrübe: deneme alanımücehhez: cihazlanmış, donanmış
mukabele etmek: karşılık vermek mükâfat: ödül müştâk: düşkün, aşık müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ) nihayetsiz: sonsuz Rabb-i Kerim: sonsuz ikram, ihsan ve iyilik sahibi, herşeyi idare ve terbiye eden Allah (bk. r-b-b; k-r-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) şakirt: öğrenci, talebe sermedî: sürekli, devamlı suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tahkir etmek: hakaret etmek, aşağılamak tecelliyât: görünümler, yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi (bk. c-l-y) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu (bk. v-ḥ-d) vazife-i hayat: hayat görevi (bk. ḥ-y-y) yümn-ü iman: inanmanın getirdiği bereket ve uğur (bk. e-m-n)
Evet, insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, mezkûr vezâif için verilmiştir. Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefis etmek, ayıp olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde derc edilen şu nazik letâif ve mâneviyat ve şu hassas âzâ ve âlât ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi, şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesât-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki, vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır:
Biri: Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip şükür ve ibadetini etmelisiniz.
İkincisi: Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.
İşte, bu iki esas üzerine kemâlât-ı insaniye neşvünemâ bulur. Bununla insan, insan olur.
İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:
Meselâ, bir zat bir hizmetçisine yirmi altın verdi, ta mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.
Sonra gördü ki, o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki, o sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünkü evvelki hizmetkâr yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette
aksam: kısımlar âlâ: üstün, kıymetli âlât: aletler âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m) âyâ: acaba âzâ: âzalar, organlar batın: mide, karın Cenâb-ı Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m; ḥ-ḳ-ḳ) cevarih: organlar cihazat: cihazlar, organ ve duyular cihazat-ı insaniye: insanın duyu ve organları derc edilen: yerleştirilen esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h) ferc: üreme organı, avret fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r) gaye-i idhal: yerleştirilme gayesi gaye-i yegâne: tek gaye hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil havas: duygular hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı fâniye: geçici hayat (bk. ḥ-y-y; f-n-y) hevesât-ı süfliye: aşağılık arzular hissiyat: hisler, duygular hizmetkâr: hizmetçi ihsas ettirmek: hissettirmek istimal: kullanma kemâlât-ı insaniye: insanın mükemmel özellikleri, üstün yetenekleri (bk. k-m-l) letâif: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f) libas: elbise mahsus: özel mâneviyat: mânevî âleme ait olan şeyler (bk. a-n-y) mezkur: sözü geçen muhafaza-i nefis: kişinin kendisini ve canını koruması (bk. ḥ-f-ẓ; n-f-s) münhasır: bağlı, sınırlı muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) mütecessis: araştıran, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan nazik: zarif, ince nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nefs-i rezile: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu (bk. n-f-s) neşvünemâ: gelişme pürheves: heveslerinin peşinde koşan sermaye-i ömür: ömür sermayesi şükür: nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah’a teşekkür etme (bk. ş-k-r) tecelli: yansıma (bk. c-l-y) tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) terbiye-i medeniye: medeniyetin verdiği eğitim (bk. r-b-b) vazife-i hayat: hayat vazifesi (bk. ḥ-y-y) vezâif: vazifeler, görevler
bu bin altın bir kat libasa sarf edilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için, şiddetle tazip ve hiddetle te’dip edilecektir.
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı, hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarf etmeyiniz. Yoksa, sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednâsından elli derece aşağı düşersiniz.
Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak. Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir.
Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.
İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.
Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san’atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.
Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla
ahmaklık: aptallık, akılsızlık âlâ: üstün, kıymetli cihazat: organlar ve duygular cilve: görünüş, akis (bk. c-l-y) define: hazine dergâh-ı rububiyet: yarattığı bütün varlıkları terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın yüce katı (bk. r-b-b) ednâ: basit, aşağı emir: iş esmâ: isimler (bk. s-m-v) esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h) esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h) evvelki: önceki fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r) gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l) hâdim: hizmetçi Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hayat-ı fâniye: geçici dünya hayatı (bk. ḥ-y-y; f-n-y) hizmetkâr: hizmetçi icmâl: özet (bk. c-m-l) iddihar edilen: biriktirilen, depolanan iltifâtât-ı âsâr: eserlerin iltifatları istidad-ı hayat: hayat kabiliyeti (bk. a-d-d; ḥ-y-y) izhar etmek: göstermek, ortaya çıkarmak (bk. ẓ-h-r) kemâl-i saadet: tam ve mükemmel mutluluk (bk. k-m-l) küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l) lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) letâif-i insaniye: insandaki mânevî duygular (bk. l-ṭ-f) lezzet-i maddiye: maddî lezzet libas: elbise lisan-ı hâl ve kal: hal ve konuşma dili mahiyet: esas, nitelik, içyüzmahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)murassaât: süslenmiş şeyler
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nefis: kişinin kendisi; insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s) nihayet: son nişan: madalya rahmet-i İlâhiye: Allah’ın şefkat ve merhameti, ikram ve bağışı (bk. r-ḥ-m; e-l-h) sarf etmek: harcamak sermaye-i ömür: ömür sermayesi sırr-ı hakikat: gerçeğin sırrı, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ) suret: biçim, görünüş (bk. ṣ-v-r) tazip: cezalandırma te’dip: edeplendirme, haddini bildirme teşhir: sergileme teşhirgâh-ı dünya: dünya sergisi ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) vaz edilen: konulan Zât-ı Akdes: her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)
bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.
Altıncısı: Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.
Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz’î iktidarın ve cüz’î ilminve cüz’î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.
Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir.
Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye ve gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin derecatını fehmetmelisin.
İşte, senin hayatının gayeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmâli şudur:
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m) Alîm: herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m) arz-ı ubûdiyet: kulluğun sunulması (bk. a-b-d) cüz’î: az, küçük, sınırlı (bk. c-z-e) derecat: dereceler derecât-ı tecelliyât: görünüm ve yansıma dereceleri (bk. c-l-y) emir: iş envâ: çeşitler, türler fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r) fehmetmek: anlamak gınâ-yı İlâhiye: Allah’ın sınırsız zenginliği (bk. ğ-n-y; e-l-h) gınâ-yı Rabbâniye: herşeyi terbiye eden ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sonsuz zenginliği (bk. ğ-n-y; r-b-b) Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hane: ev icmâl: özet (bk. c-m-l) iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r) irade: istek, dileme, seçim yapma gücü (bk. r-v-d)
ittihaz: kabullenme, edinme Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) kasr-ı âlem: âlem sarayı (bk. a-l-m) kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h) mahiyet: esas, öz nitelik, içyüz mahsus: özel mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r) muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müşahede etmek: görmek, gözlemlemek (bk. ş-h-d) nazar-ı şuhud ve işhad: görme ve gösterme bakışı (bk. n-ẓ-r; ş-h-d) nihayetsiz: sonsuz nisbet: ölçü, oran (bk. n-s-b) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) rumûzât-ı hayatiye: hayatın belirtileri, işaretleri (bk. ḥ-y-y) Şâhid-i Ezelî: Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah (bk. ş-h-d; e-z-l)
Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) semerat ve gayât-ı hayatiye: hayatın gayeleri ve meyveleri (bk. ḥ-y-y) sıfât-ı mutlaka: sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler (bk. v-ṣ-f; ṭ-l-ḳ) şuûn-u mukaddese: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n; ḳ-d-s) taam: yemek tahiyyat: selâmlar ve tebrikler (bk. ḫ-y-y) tefekkür: düşünme (bk. f-k-r) tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi (bk. s-b-ḥ) tezahürât-ı hayatiye: hayat belirtileri ve görüntüleri (bk. ẓ-h-r; ḥ-y-y) vahdâniyet: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı (bk. v-ḥ-d) Vâhibü’l-Hayat: hayatı veren Allah (bk. ḥ-y-y) vahid-i kıyasî: ölçü birimi (bk. v-ḥ-d) zevilhayat: hayat sahipleri, canlılar (bk. ḥ-y-y)
· Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi,
· hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiye nin bir mikyası,
· hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı,
· hem bu âlem-i kebirin bir listesi,
· hem şu kâinatın bir haritası,
· hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi,
· hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi,
· hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir.
İşte, mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.
Şimdi senin hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi şudur ki: Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür. Görünüp ve işitilip Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder. İşte, hayatının sureti bu gibi emirlerdir.
Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zât-ı Ehad-i Samede âyineliktir.
Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadis-i kudsînin1 meâl-i şerifi olan
ahsen-i takvim: insanın yaratılışça en güzel biçimde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n) aks-i nur: ışığın yansıması (bk. n-v-r) âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi âlem: dünya; evren, kâinat (bk. a-l-m) âlem-i kebir: büyük âlem, kâinat (bk. a-l-m; k-b-r) âyine: ayna camiiyet: kapsayıcılık (bk. c-m-a) cilve-i Samediyet: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın isim ve sıfatlarının varlıklar üzerindeki yansımasının görünümü (bk. c-l-y; ṣ-m-d) define: hazine delâlet: delil olma, işaret etme envâr: nurlar (bk. n-v-r) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h) evkat: vakitler fezleke: netice, özet garâib: hayranlık uyandırıcı ve şaşırtıcı şeyler hadis-i kudsî: Peygamber Efendimizin Cenab-ı Haktan rivayet ettiği Kur’ân dışındaki ilâhî sözler (bk. ḥ-d-s̱; ḳ-d-s)
hikmetnümâ: hikmetli, anlamlı (bk. ḥ-k-m) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r) kelime-i mektube: yazılmış kelime (bk. k-l-m; k-t-b) kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler, üstünlükler, faziletler (bk. k-m-l) kitab-ı ekber: en büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r) kudret: güç ve iktidar (bk. ḳ-d-r) mahiyet-i hayat: hayatın mahiyeti, esası, içyüzü (bk. ḥ-y-y) meâl-i şerif: yüce anlam mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mikyas: ölçek mizan: terazi, ölçü (bk. v-z-n) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) nokta-i mihrakiye: odak noktası saadet: mutluluk Şems-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve herşeyi nurlandıran Allah (bk. e-z-l) şevk: çok arzu, şiddetli istek
sıfat-ı İlâhiye: Allah’ın sıfatları, vasıfları, nitelikler (bk. v-ṣ-f; e-l-h) sırr-ı hakikat: gerçeğin sırrı, iç yüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûn: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n) tarz-ı vazife: görev şekli tecelli eden: yansıyan (bk. c-l-y) tecellî-i Ehadiyet: Allah’ın birliğinin herbir yaratıkta görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d) temessül etme: görüntünün belirmesi (bk. m-s̱-l) Zât-ı Ehad-i Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, bir ve benzersiz olup ortağı olmayan Zât, Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d) zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
İşte, ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gayâta müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazineleri cami’ olduğu halde, hiç akıl ve insafa lâyık mıdır ki, hiç ender hiç olan muvakkat huzûzât-ı nefsaniyeye, geçici lezâiz-i dünyeviyeye sarf edip zayi edersin? Eğer zayi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden
“Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve insana ve onu intizamla yaratana; sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakınmayı ilham edene. Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini günaha daldıran da hüsrana düşmüştür.” Şems Sûresi, 91:1-10.
Dipnot-2
Allahım! Risalet semâsının güneşi ve nübüvvet burcunun ayına, hidayet yıldızları olan âl ve ashâbına salât ve selâm olsun. Bize ve erkek-kadın bütün mü’minlere rahmet et. Âmin, âmin, âmin
cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a) cevab-ı kasem: yemine cevap gayât: gayeler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hiç ender hiç: hiç içinde hiç huzûzât-ı nefsaniye: nefsin hoşlandığı şeyler, zevkler ve hazlar (bk. n-f-s)
kasem: yemin lezâiz-i dünyeviye: dünyaya ait lezzetler müteveccih: yönelik muvakkat: geçici nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) remz: işaret sarf etmek: harcamak temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)