13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır – Cumartesi Dersleri 13. 3.

Bu derste Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de yer alan “Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır” bölümü işlenmektedir.

Bu derste iki video yer almaktadır. Birinci video kısa videoda, sadece düz bir şekilde okunmakta herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. İkinci video uzun videoda, cümlelerin ve kelimelerin üzerinde durulmakta ve çeşitli örnekler verilerek açıklamalar yapılmaya çalışılmaktadır.

Faydalı olması dileğiyle.

dersdunyasi.net

Bu derste Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatı'ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz'de yer alan "Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır" bölümü işlenmektedir.
13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır – Cumartesi Dersleri 13. 3.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:

Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r)
ahval: haller, vaziyetler
bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz, zavallı
cihet: yön
daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a)
ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler
elem: acı, keder, üzüntü
endişe-i istikbal: gelecek endişesi
gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hadisat: hadiseler, olaylar
halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular
iffet: namus
ihtar: hatırlatma
iktifa: yetinme
istikbal: gelecek
kâfi: yeterli
kat’iyen: kesinlikle
kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l)
mazi: geçmiş
medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı
medet: yardım
meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)
müptelâ: düşkün, tutulmuş
nefrin/nefret etmek: tiksinmek
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
saadet: mutluluk
sabık: geçen
sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ)
sürur: sevinç, mutluluk
taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma
tenbih: ikaz, uyarı
terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b)
terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m)
terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d)
usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri
zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)
zayi: kaybolup gitme
ziyade: çok, fazla

ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyan ediyorum.

Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim.


adem: yokluk, hiçlik
alâkadarlık: ilgili olma
alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihet: yön
cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
darağacı: idam sehpası
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i dalâlet ve gaflet: doğru ve hak yoldan sapmış, inançsız ve âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ḍ-l-l; ğ-f-l)
elem: acı, sıkıntı
envâr-ı vücudiye: varlığa ait olan nurlar (bk. n-v-r; v-c-d)
ezvâk: zevkler, lezzetler
ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri
firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)
gaflet: vurdumduymazlık, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l)
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hakikat-ı mevt: ölüm gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-v-t)
hasıl olan: ortaya çıkan
hazır zaman: içinde bulunulan şimdiki zaman
hususan: özellikle
itikad: inanç
izah: açıklama
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lezzet-i hayat: hayatın zevk ve lezzeti (bk. ḥ-y-y)
mâdum: yok
muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)
mütemadiyen: sürekli olarak
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tılsım: sır, gizem
ulvî: yüksek, yüce
vefiyat: vefatlar, ölümler
vücud: varlık (bk. v-c-d)
zahiren: görünüşte (bk. ẓ-h-r)
zaman-ı hazır: şimdiki zaman
zinetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)
ziyade: çok, fazla
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)

Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.

Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur’ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.

Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi,


Dipnot-1

Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652.


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âsâr: eserler
aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)
çendan: gerçi, her ne kadar
darağacı: idam sehpası
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: veli kullar, Allah dostları (bk. v-l-y)
ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)
elem: acı, keder, üzüntü
elhasıl: özetle, sonuç olarak
emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enin: inilti
evhamlı: kuşkulu, vehimli, kuruntulu
ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri
fevkalâde: olağanüstü
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)
hevesat-ı gayr-ı meşrua: dinin izin vermediği arzu ve istekler (bk. ş-r-a)
israfat: israflar, savurganlıklar
kat’î: kesin
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
mukadderat-ı beşer: insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar (bk. ḳ-d-r)
müttefikan: ittifakla, birleşerek
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
saadet-i sermediye: sürekli mutluluk
saika: sebep, sevk etme
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık
sefalethane: aşağılık ve çirkin işlerin yapıldığı yer
şek: tereddüt, şüphe
suiistimal: kötüye kullanma
tılsım-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri
zahiren: görünüş itibariyle (bk. ẓ-h-r)
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı hava, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar1 belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde,

 اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ 

sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
âkıbet: netice, son
âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m)
âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)
bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız
batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü
bedbaht: talihsiz
berzah: kabir âlemi
cazibedar: cazibeli, çekici
dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü
ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r)
ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)
elem: acı, keder, sıkıntı
esef: üzüntü, acı
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
gam: üzüntü
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler, davranışlar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hissiyat: hisler, duygular
hususan: özellikle
katletmek: öldürmek
keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan
mizan: ölçü (bk. v-z-n)
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d)
müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mütemadiyen: sürekli
nev-i insan: insanlık, insan türü
saika: sevk
sakar: yedi Cehennemden birinin ismi
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
suiistimalât: kötü kullanımlar
tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)
teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma
teşkil eden: oluşturan
ziyade: çok, fazla

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.210

13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı – Cumartesi Dersleri 13. 2.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatı'ndan On Üçüncü Sözün İkinci Makamı bu haftaki Cumartesi Dersinin konusunu oluşturuyor.
13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı – Cumartesi Dersleri 13. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO


Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan On Üçüncü Sözün İkinci Makamı bu haftaki Cumartesi Dersinin konusunu oluşturuyor.

On Üçüncü Sözün İkinci Makamı

 Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.

BİR KISIM GENÇLER tarafından, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi namına onlara dedim ki:

Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

Birinci yol:

O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.1

İkinci yol: 

Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır.2 Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: 

Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.

Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak


Dipnot-1

bk. Buharî, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Tirmizî, Cenâiz 70, Kıyâmet 26; Nesâî, Cenâiz 110; Müsned 3:3; 4:287.

Dipnot-2

bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392.


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âlem: dünya (bk. a-l-m)
âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y)
bedihî: ap açık, âşikar
biçare: çaresiz
cazibedar: cazibeli, çekici
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
darağacı: idam sehpası
dehşetli: korkunç
ecel: ölüm vakti
ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n)
ehl-i inkâr ve dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. n-k-r; ḍ-l-l)
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
haps-i ebedî: sonsuz bir hapis, Cehennem (bk. e-b-d)
haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d)
hevesat: nefsin hoşuna giden yasak istek ve arzular
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d)
inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r)
itikad etme: inanma
lehviyat: haram eğlenceler, oyunlar
medet: yardım
muamele: davranış; karşılık
muhavere: karşılıklı konuşma
nihayetsiz: sonsuz
şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tarz: şekil
tasdik etmek: kabul etmek, doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tecrit: yalnız başına bırakma

ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık,1 ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar; ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri; ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat’î delilleriyle, o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn derecesinde HAŞİYE-1 ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î ile, “İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir” diye, ittifakan haber veriyorlar.

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimalle, dalâlet ve sefahet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebep olduğunu ve “İman, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor” diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını gösterdikleri halde, bu acip ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus Müslüman, eğer iman ve ubûdiyeti


Dipnot-1

Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652: İbni Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ 1:32, 54.

Haşiye-1

Onlardan birisi Risale-i Nur’dur. Meydandadır.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y)
âlem-i nur: nur âlemi (bk. a-l-m; n-v-r)
âsar: eserler
azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)
bahusus: özellikle
biçare: çaresiz
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
darağacı: idam sehpası
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
elem-i mânevî: mânevî acı, vicdan azabı (bk. a-n-y)
emare: işaret, belirti
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
endişe-i helâket: yok olma endişesi
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
hadd ü hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)
ihbar eden: haber veren
ihtimal-i helâket: yok olma ihtimali
ihtimal-i kat’î: kesin ihtimal, olabilirlik
ilmelyakin: kesin bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n)
itaat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma
ittifakan: birlik halinde, birleşerek
kat’î: kesin
keşif: Allah tarafından ilham olunmasıyla gizli bir şeyin meydana çıkarılması (bk. k-ş-f)
mezkûr: sözü geçen
mu’cize: peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan ve imana gelmelerine sebep olan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z)
muhakkik: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhbir: haber veren
muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygamber (bk. ṣ-d-ḳ)
musaddak: doğrulanan, onaylanan (bk. ṣ-d-ḳ)
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alamet (bk. ṣ-d-ḳ)
saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ)
saray-ı saadet: mutluluk sarayı
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizce davranış, budalalık
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
zevk: mânevî âlemlerde iman hakikatlerinin hazzına erişme
zindan-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d)

olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağırılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.

Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.

Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış; her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik saikasıyla, o hadsiz elemlerle âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihâne ve heveskârâne, muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin


âhiri: sonuncusu (bk. e-ḫ-r)
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
âlûde: bulaşmış, karışmış
ecnebî: yabancı
ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler (bk. ḍ-l-l)
ehl-i iman ve taat: iman eden ve dinin emirlerine uyanlar (bk. e-m-n)
elem: acı, sıkıntı
elîm: elemli, acı verici
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esasat: esaslar, prensipler
ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)
faik: üstün
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hadsiz: sınırsız
hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haslet: huy, özellik
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)
heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde
ihtar: hatırlatma
ihtiyar: seçme, tercih etme, irade (bk. ḫ-y-r)
inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r)
kemâlât: faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri (bk. k-m-l)
lezzet ve zevk-i mânevî: mânevî lezzet ve zevk (bk. a-n-y)
lezzet-i gayr-ı meşrua: dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet (bk. ş-r-a)
medar: sebep, vesile
mu’cizatça: mu’cizeler açısından (bk. a-c-z)
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)
mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar, kader (bk. ḳ-d-r)
musibet: belâ, felaket
muvakkat: geçici
muvakkaten: geçici olarak
nev-i beşer: insanlık, insan türü
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
saadet-i lâyezâlî: hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet
saika: sevk etme
saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ)
sefihâne: yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tecessüm: cisimleşme, cisim halinde belirme
umum: bütün, genel
üstad: hoca, öğretmen
vefiyat: vefatlar, ölümler
vesika: belge
zevk ve lezzet-i azîme: büyük zevk ve lezzet (bk. a-ẓ-m)

medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.

Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r)
ahval: haller, vaziyetler
bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz, zavallı
cihet: yön
daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a)
ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler
elem: acı, keder, üzüntü
endişe-i istikbal: gelecek endişesi
gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hadisat: hadiseler, olaylar
halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular
iffet: namus
ihtar: hatırlatma
iktifa: yetinme
istikbal: gelecek
kâfi: yeterli
kat’iyen: kesinlikle
kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l)
mazi: geçmiş
medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı
medet: yardım
meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)
müptelâ: düşkün, tutulmuş
nefrin/nefret etmek: tiksinmek
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
saadet: mutluluk
sabık: geçen
sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ)
sürur: sevinç, mutluluk
taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma
tenbih: ikaz, uyarı
terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b)
terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m)
terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d)
usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri
zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)
zayi: kaybolup gitme
ziyade: çok, fazla

KAYNAK:

http://www.erisale.com/#content.tr.1.207

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

13.1. On Üçüncü Söz Ders – i İbret – Cumartesi Dersleri 13. 1.

13.1. On Üçüncü Söz Ders - i İbret - Cumartesi Dersleri 13. 1.
13.1. On Üçüncü Söz Ders – i İbret – Cumartesi Dersleri 13. 1.

On Üçüncü Söz


 وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ 1

    وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ     2

KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami’ bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve


Dipnot-1

“Biz Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz.” İsrâ Sûresi, 17:82.

Dipnot-2

“Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.


âdet: alışkanlık
âdi: normal, basit, sıradan
âdiyat: alışılmış olan sıradan şeyler
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
cahilâne: cahilce, bilgisizce
cami’: kapsamlı (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
derece-i ilim: ilim derecesi (bk. a-l-m)
ders-i ibret: ibret dersi
hakaik-ı acibe: şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici
hazine-i ulûm: ilimler hazinesi (bk. a-l-m)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)
hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)
huruç etme: çıkma
intizam-ı hilkat: yaratılıştaki düzen (bk. n-ẓ-m; ḫ-l-ḳ)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâl-i fıtrat: yaratılıştaki mükemmellik (bk. k-m-l; f-ṭ-r)
kemâl-i hilkat: yaratılıştaki mükemmelik, kusursuzluk (bk. k-m-l; ḫ-l-ḳ)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lâkaydâne: ilgisizce, duyarsızca
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
mahsul-ü hikmet: hikmet ürünü, neticesi (bk. ḥ-k-m)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nam: ad
nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)
nazar-ı ibret: ibretle bakış (bk. n-ẓ-r)
sukut eden: düşen
teşhir etme: sergileme
ukûl: akıllar
ülfet: alışkanlık, gaflet
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
velvele-i istiğrab: garip karşılayarak bağırma, hayret feryadı
yad olunan: anılan
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister. HAŞİYE-1

İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!

İşte bu sırdandır ki, Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami’ olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san’atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:

Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı


Haşiye-1

Amerika’da aynen bu vakıa olmuştur.


adem-i intizam: düzensizlik, düzenin yokluğu (bk. n-ẓ-m)
âdi: basit, normal, sıradan
beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n)
cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)
cihet: yön
cüda olmak: ayrı düşmek
daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b)
hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l)
hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b)
hazine-i ilm-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi (bk. a-l-m; v-ḥ-d)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)
i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)
iaşe: beslenme, geçim (bk. a-y-ş)
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
intizâmât-ı san’at: san’attaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṣ-n-a)
intizamsız: düzensiz (bk. n-ẓ-m)
kemâl-i nizam ve intizam: mükemmel bir düzen ve tertip (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m)
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün evren (bk. k-t-b; k-v-n)
küfran: iyilik bilmeme, nankörlük (bk. k-f-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f)
mâbeyn: aramanzum: şiir gibi vezinli yazılmış eser (bk. n-ẓ-m)
marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; e-l-h)
marifet-i Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; ṣ-n-a)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül
mevcut: var olan (bk. v-c-d)
mu’cize-i rahmet: Allah’ın rahmet mu’cizesi (bk. a-c-z; r-ḥ-m)
münasebet-i mâneviye: mânevî ilişki, bağlantı (bk. n-s-b; a-n-y)
muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)
müstağni: ihtiyaç duymayan, muhtaç olmayan (bk. ğ-n-y)
müteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş
müteveccih: yönelmiş
necm: kısım, durak; yıldız
nevi: çeşit, tür
nihayetsiz: sonsuz
rabıta: bağ, ilgi
sema: gökyüzü (bk. s-m-v)
sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)
şüzuz etmek: kural dışı kalmak
tazammun: içine alma, içerme
tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r)
terkibat: birleşimler, sentezler
teşkil: meydana getirme
umumî: genel
uslûp: ifade tarzı
vakıa: olay
vezin: şiirdeki ahenk ölçüsü
zi’l-ecniha: çok yönlü (bk. ẕi)

cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.

İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.

 وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 1 

nın bir sırrını bil.

Hem âyet-i

 وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 2

sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ,

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ 3

    يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا 4

    اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ     5

gibi hadsiz hakikatleri buna şahittir.

Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvisinden

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ     6


Dipnot-1

“Biz Peygambere şiir öğretmedik…” Yâsin Sûresi, 36:69.

Dipnot-2

“…bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.

Dipnot-3

“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.

Dipnot-4

“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter.” A’râf Sûresi, 7:54.

Dipnot-5

“Tek bir sesledir ki, onların hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler.” Yâsin Sûresi, 36:53.

Dipnot-6

“Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.” Cum’a Sûresi, 62:1.


âli: yüksek, yüce
asr-ı cahiliyet: İslâmdan önceki asır, küfür ve cehâlet asrı
beyn: ara
cihet: yön
daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
farz etmek: varsaymak
hadsiz: sayısız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b)
hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y)
i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)
ibret: düşündürücü ders
intizamsızlık: düzensizlik (bk. n-ẓ-m)
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
lisan-ı ulviye: yüce lisan
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
müteveccih: yönelmiş
necm-i âyet: âyet yıldızı
necm-i sâkıp: karanlığı delip geçen parlak yıldız
neşir: yayma
nevi: çeşit, tür
nisbet edilmek: kıyaslanmak (bk. n-s-b)
nisbet-i hafiye: gizli bağ (bk. n-s-b)
nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
perde-i cümud: donuk, katı perde
revnaktar: göz alıcı güzellik
sahrâ-yı bedeviyet: bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl
şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)
tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
zulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve duyarsızlık karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem,

 يُسَبِّحُ 

sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikr ediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat 

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ 1 

sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.

Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile, yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı içinde bu nevi i’câzını zevk edemezsin.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:

Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan


Dipnot-1

“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu (Allah’ı) tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.


acip: şaşırtıcı, hayret verici
arz: dünya
arz-ı dîdar etmek: kendini göstermek
ateşpare: ateş parçası
âzâ: uzuvlar, organlar
bahr: deniz
ber: kara, yer
camid: cansız, katı
cüz’: parça (bk. c-z-e)
dekaik: incelikler
derece-i i’câz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z)
envâ-ı i’câz: mu’cizelik türleri (bk. a-c-z)
farz etmek: varsaymak
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hudut: sınır
huşyar: uyanık
i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)
kelime-i hikmetnümâ: hikmet ifade eden kelime, hikmetli söz (bk. k-l-m; ḥ-k-m)
kelime-i tesbihfeşan: Allah’ı çok çok tesbih eden kelime (bk. k-l-m; s-b-ḥ)
kıyam etme: ayağa kalkma (bk. ḳ-v-m)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lisan: dil
mahiyet: özellik, nitelik, içyüz
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)
mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m)
mezkûr: sözü geçen
mukabil: karşılık
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
mürur-u zaman: zamanın geçmesi
muvazenet: denge (bk. v-z-n)
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nebatat: bitkiler
neşretmek: yaymak
nevi: çeşit, tür
neyyirât-ı İslâmiye: İslâmın nurlu hakikatleri (bk. n-v-r; s-l-m)
nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
nur-u hakikat-edâ: gerçeğin ve doğrunun ortaya çıkmasına vesile olan nur, ışık (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)
perde-i gayb: görünmeyen perde (bk. ğ-y-b)
perde-i ülfet: alışkanlık perdesi
sada: ses
sair: diğer
sathî: sığ, yüzeysel
sayha: sesleniş
suret: şekil, biçim; görüntü, resim (bk. ṣ-v-r)
tabakat-i mestûriyet: gizlilik tabakası
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)
ulûm-u müteârife: herkesçe bilinen bilgiler (bk. a-l-m; a-r-f)
uzuv: organ
zemzeme-i i’caz: mu’cizelik nağmesi ve ahengi (bk. a-c-z)
zikretmek: Allah’ı anmak
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine “Maşaallah, bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” demişler.

وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 

temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef’âl-i Rabbâniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki, o şecere-i nuraniye nin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenahi fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı,

يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ 2

    فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى     3

هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَۤاءُ     4


Dipnot-1

“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.

Dipnot-2

“Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer.” Enfâl Sûresi, 8:24.

Dipnot-3

“Daneleri ve çekirdekleri çatlatan Allah.” En’âm Sûresi, 6:95.

Dipnot-4

“Annelerinizin rahimlerinde size kendi dilediği gibi bir şekil veren de Odur.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:6.


hududundan tut, ta

وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ 1

    خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ     2

وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ     3

hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nuraniyeyi, bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle, o kadar tenasüple ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef’âli beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Furkaniyeye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!” diyerek tasdik ediyorlar.

Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, ta en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüp tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır.

Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz’î semerâtına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’ân-ı cami’in nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin


Dipnot-1

“Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.

Dipnot-2

“Gökleri ve yeri altı günde yaratan Odur.” Hûd Sûresi, 11:7.

Dipnot-3

“Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi.” Ra’d Sûresi, 13:2.


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
âdâb: davranış kuralları
akl-ı beşer: insan aklı
ashab-ı irfan ve hikmet: ilim ve hikmet sahibi kimseler (bk. a-r-f; ḥ-k-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
beyanat-ı Furkaniye: hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın açıklamaları, izahları (bk. b-y-n; f-r-ḳ)
cevelân eden: dolaşan, gezen
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
daire-i imkân: bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat (bk. m-k-n)
daire-i melekût: varlıkların iç yüzüyle alakalı görünmeyen daire (bk. m-l-k)
daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi (bk. v-c-b)
ehl-i keşif ve hakikat: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah’ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler (bk. k-ş-f; ḥ-ḳ-ḳ)
erkân: esaslar, şartlar (bk. r-k-n)
erkân-ı hamse: beş esas, şart (bk. r-k-n)
erkân-ı sitte: altı esas, şart (bk. r-k-n)
gayat: gayeler, amaçlar
hakaik-ı esmâ ve sıfât ve şuûn ve ef’âl: Cenâb-ı Allah’ın isim, sıfat, iş ve fiillerinin hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-m-v; v-ṣ-f; ş-e-n; f-a-l)
hakikat-i nuraniye: nurlu, parlak gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-v-r)
hikemiyât: hikmetli söz ve düşünceler (bk. ḥ-k-m)
hudut: sınır, uç
hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)
hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b)
idrak: anlayış, kavrayış
işarat: işaretler, deliller
izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r)
kemâl-i münasebet: mükemmel bir uygunluk (bk. k-m-l; n-s-b)
Kur’ân-ı cami’: herşeyi içinde bulunduran Kur’ân-ı Kerim (bk. c-m-a)
mutabık: uygun
muvazenet: denge, denklik (bk. v-z-n)
nusus: nasslar, açık hükümler
rümuz: remizler, işaretler
şecere-i azîme: çok büyük ağaç (bk. a-ẓ-m)
semerât: meyveler, neticeler
Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiye: İslâmın büyük ve yüce kanunları (bk. ş-r-a; k-b-r; s-l-m)
Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)
teferruat: ayrıntılar
tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)
tevahhuş: korkmak, ürkmek
vücuh: vecihler, yönler

kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır.

Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِۤى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا     1

bu hakikate işaret eder.

اَللّٰهُمَّ يَا مُنَزِّلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ وَبِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ اٰمِينَ يَا مُسْتَعَانُ     2


Dipnot-1

“Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir.” Kehf Sûresi, 18:1.

Dipnot-2

Ey Kur’ân’ı indiren Allahım! Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın hakkı için, kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Âmin, ey kendisinden istimdad edilen Müsteân!


bâhusus: özellikle
beşer: insan
beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)
burhan-ı kàtı’: kesin delil
cemî: bütün (bk. c-m-a)
cerh edilmez: çürütülmez
ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d)
eşya: şeyler, varlıklar
ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)
hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b)
ilm-i cüz’î: az ve sınırlı ilim (bk. a-l-m; c-z-e)
ilm-i muhît: herşeyi ihata edici, kuşatıcı ilim (bk. a-l-m)
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kemâl-i intizam ve muvazenet: mükemmel düzen ve denge (bk. k-m-l; n-ẓ-m; v-z-n)
müşahede etme: görme (bk. ş-h-d)
müstenid: dayanan (bk. s-n-d)
resanet: sağlamlık
şahid-i âdil: adaletli ve doğruları söyleyen şahit (bk. ş-h-d; a-d-l)
ümmî: okuma yazma bilmeyen

KAYNAK

http://www.erisale.com/#content.tr.1.200

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

CUMARTESİ DERSLERİ

Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshir eden, gece ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. - Sözler 25.2.2.3.
"And olsun ki Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını rahme asılı pıhtılaşmış bir kan olarak yarattık. O pıhtılaşmış kanı bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bam başka bir yaratışla inşa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şânı ne yücedir!" Mü'minûn Sûresi, 23:12-14. - Sözler 25.2.2.4.
“And olsun ki Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını rahme asılı pıhtılaşmış bir kan olarak yarattık. O pıhtılaşmış kanı bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bam başka bir yaratışla inşa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şânı ne yücedir!” Mü’minûn Sûresi, 23:12-14. – Sözler 25.2.2.4.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı

13.1. On Üçüncü Söz Ders – i İbret

12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas

12. 2. On İkinci Söz – İkinci ve Üçüncü Esas

12. 1. On İkinci Söz – Birinci Esas

11. 3. Onbirinci Söz Hakikatin Yüzü 2

10.16. Onuncu Söz Hatime

10.15. Onuncu Söz Onikinci Hakikat

10.14. Onuncu Söz Onbirinci Hakikat

10.13. Onuncu Söz Onuncu Hakikat

10.12. Onuncu Söz Dokuzuncu Hakikat

10.11. Onuncu Söz Sekizinci Hakikat

10.10. Onuncu Söz Yedinci Hakikat

10.9. Onuncu Söz Altıncı Hakikat

10.8. Onuncu Söz Beşinci Hakikat

10.7. Onuncu Söz Dördüncü Hakikat

10.6. Onuncu Söz Üçüncü Hakikat

10.5. Onuncu Söz İkinci Hakikat

10.4. Onuncu Söz 3. ve 4. İşaret ile 1. Hakikat

10.3. Onuncu Söz Mukaddime İkinci İşaret .

10.2. Onuncu Söz Mukaddime Birinci İşaret

10.1. Onuncu Söz Temsili Hikayecik 1-12. Suretler

9.2. Dokuzuncu Söz Beşinci Nükte

9. 1. Dokuzuncu Söz 1.-4. Nükteler

8. Sekizinci Söz

7. Yedinci Söz

6. Altıncı Söz

5. Beşinci Söz

4. Dördüncü Söz

3. Üçüncü Söz

2. İkinci Söz

1. Birinci Söz


12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.

12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.
12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.

On İkinci Söz

DÖRDÜNCÜ ESAS

Kur’ân’ın bütün kelimât-ı İlâhiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen, şu iki temsîle bak.


beşer: insan
cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a)
cidal: mücadele, kavga
cihet-i tefevvuk: üstünlük yönü
cihet-i ulviyet: yücelik yönü
düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi
düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y)
düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi
fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l)
gayât: gayeler, amaçlar
hâcât-ı beşeriye: insanî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri (bk. n-f-s)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefenin hikmeti (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)
hissiyat-ı ulviye: yüksek hisler, yüce duygular
incizap: kendine çekme
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
ittifak: birlik, birleşme
kâfi: yeterli
kavî: kuvvetli, güçlü
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
livechillâh: Allah için
maâliyât: yüksek ve yüce fikirler
menfî milliyet: zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)
rabıta: bağ
rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı
rıza-i İlâhî: Allah rızası (bk. e-l-h)
saadet: mutluluk
saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu
şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)
sed çekmek: engel olmak
selb olmak: ortadan kalkmak
semerât: meyveler, neticeler
tecavüz: saldırma, sataşma
temsîl: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d)
tezyid: arttırma
tilmiz: talebe, öğrenci
uhuvvet: kardeşlik
unsuriyet: ırkçılık

Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.

İkinci temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar, o âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hâl ile böyle minnettârâne bir sohbet eder, der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.

İşte, bu iki temsîlin dürbünüyle Kur’ân’a bak, ta ki i’câzını göresin ve kudsiyetini anlayasın.

Evet, Kur’ân der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa, Cenâb-ı Hakkın kelimâtını yazsalar, bitiremezler.”1 Şimdi, şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam Kur’ân’a verilmesinin sebebi şudur ki:

Kur’ân, İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semâvât ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye


Dipnot-1

bk. Lokman Sûresi, 31:27.


âdi: normal, sıradan
arz: yer
âsâr: eserler
âyine: ayna
cami’: kapsayan (bk. c-m-a)
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
evâmir: emirler
ferman: buyruk
hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkimiyet-i amme: genel hâkimiyet, egemenlik (bk. ḥ-k-m)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hane: evhas: özel
haşmet: heybet, görkem
haysiyet: itibar, özellik
hilâfet-i kübrâ: insanın yeryüzünde temsil ettiği mânevî görev (bk. ḫ-l-f; k-b-r)
hitap: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b)
hususî: özel
i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z)
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
izhar: açığa çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r)
kayıt: sınır
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)
kudsiyet: kusur ve noksandan yücelik, kutsallık (bk. ḳ-d-s)
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
mahdut: sınırlanmış
mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
minnettârâne: minnetli bir şekilde
mükâleme: konuşma (bk. k-l-m)
münasebettar: ilişkili, bağlantılı (bk. n-s-b)
nam: ad, ünvan
nazdâr: nazlı
nazenin: ince, nazik
neşir: yayma
nihayetsiz: sonsuz
nisbet: oran (bk. n-s-b)
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
raiyet: halk, vatandaş
Rububiyet-i mutlaka: Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ)
saltanat-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın herşeye hükmeden, herşeyi kuşatan saltanatı, egemenliği (bk. s-l-ṭ; s-b-ḥ)
saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
semavat: gökler (bk. s-m-v)
tarz: şekil
temsil: örnek, benzetme (bk. m-s̱-l)
teşhir: ilan etme, duyurma
tevcih etme: yöneltme
ulvî: yüce, yüksek
ziya: ışık

hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş.

Amma sair kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellîsiyle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir.1 Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır.2 Sonra avâm-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:

 حَدَّثَنِى قَلْبِى عَنْ رَبِّى 

Yani, “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.”

Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.”

Hem der: “Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.”

Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.”

Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların4 nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.


Dipnot-1

bk. Tâhâ Sûresi, 20:38-39.

Dipnot-2

bk. Nahl Sûresi, 16:68.

Dipnot-3

bk. İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs s.217, 390, 450, 451; İbni Kayyım, İğasetü’l-Lehefân 1:123; İbni Kayyım, Medâricü’s-Sâlikîn 1:40, 3:412; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî 11:345; İbni Hacer, el-İsâbe, 2:528.

Dipnot-4

bk. Ebû Ya’lâ, el-Müsned 13:520; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 6:278, 8:382; er-Rûyânî, el-Müsned 2:212; İbni Ebî Âsım, es-Sünne 2:367; et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân 16:95.


arş: taht (bk. a-r-ş)
Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)
avâm-ı melâike: meleklerden dereceleri düşük olanlar (bk. m-l-k)
avâm-ı nas: sıradan halk tabakası
âyine: ayna
azamet-i haşmet: haşmetin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m)
cihet: yön
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
defter-i iltifâtât-ı Rahmâniye: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içeren defter (bk. r-ḥ-m)
derecat: dereceler
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
has: özel
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hicap: perde, örtü
hikmetfeşan: hikmet yayan (bk. ḥ-k-m)
hususiyet: özel olma, hususîlik
hutbe-i ezeliye: varlığının başlangıcı olmayan Allah’ın konuşması (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l)
ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
Kelâmullah: Allah’ın kelamı (bk. k-l-m)
kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h)
kemâl-i liyakat: tam layık oluş (bk. k-m-l)
kitab-ı mukaddes: kutsal kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s)
külliyet: genellik, umumilik (bk. k-l-l)
mahsus: özel
mazhar-ı hitap: muhatap alınma, muhatap kabul edilme (bk. ẓ-h-r; ḫ-ṭ-b)
mecmua: kitap (bk. c-m-a)
melâike-i izam: büyük melekler (bk. m-l-k; a-ẓ-m)
muhabere: haberleşme
muhât: kapsama alanı
muhit: çevre, taraf
muhtelif: çeşitli
münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v)
mütefavit: farklı farklı, çeşitli
nisbet-i ref’: ortadan kalkma oranı (bk. n-s-b)
nüzul: inme (bk. n-z-l)
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
Rabbü’l-Âlemin: âlemlerin Rabbi Allah (bk. r-b-b; a-l-m)
rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)
rahmet-i vâsia-i muhîta: Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti, merhamet ve şefkati (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer
saltanat: hâkimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
tecellî: belirme, görünme (bk. c-l-y)
teftiş: kontrol
Ulûhiyet: İlâhlık (bk. e-l-h)
zahir olan: görünen, ortaya çıkan (bk. ẓ-h-r)

İşte, bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âli ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik ise; Kur’ân-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.

Kur’ân’dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin, dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır; o sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur’ân’ın İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen, Âyetü’l-Kürsî ve âyet-i

 وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ 1

ve âyet-i

 قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ 2

ve âyet-i

 يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ 3

ve âyet-i

 يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى 4

ve âyet-i

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ 5

ve âyet-i

 مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 6

ve âyet-i

 اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ 7

ve âyet-i

 8 يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ


Dipnot-1

“Gaybın anahtarları Allah katındadır.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allahım!” Âl-i İmran Sûresi, 3:26.

Dipnot-3

“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter. O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı.” A’râf Sûresi, 7:54.

Dipnot-4

“Ey yer, vazifen bitti suyunu yut. Ey gök, hacet kalmadı, yağmuru kes.” Hûd Sûresi, 11:44.

Dipnot-5

“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-6

“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.

Dipnot-7

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-8

“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.


âdi: normal, basit, sıradan
akis: yansıma
âli: yüce, yüksek
Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti
âyine: ayna
cilve: görünme (bk. c-l-y)
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
fâik: üstün
fehmetmek: anlamak
ferman: buyruk
fevkinde: üstünde
feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
haysiyet: itibar, özellik
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
istifade: faydalanma, yararlanma
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân (bk. a-ẓ-m)
kütüb-ü mukaddese: mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; ḳ-d-s)
mertebe-i kudsiye: mukaddes mertebe, yüce derece (bk. ḳ-d-s)
mükâleme: konuşma (bk. k-l-m)
nisbet: ölçü, oran (bk. n-s-b)
saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
sırr-ı tefevvuk: üstünlük sırrı
suhuf-u semâviye: bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar (bk. s-m-v)
tanzir etmek: benzerini yapmak (bk. n-ẓ-r)
tefevvuk: üstünlük
tereşşuh etmek: sızmak

ve âyet-i

 وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ 

ve âyet-i

 لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ 

gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak. Hem başlarında

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 

veyahut

 سَبَّحَ 

ve

 يُسَبِّحُ 

bulunan sûrelerin başlarına dikkat et. Ta bu sırr-ı azîmin şuâını göresin. Hem

 الۤمۤ 

lerin ve

 الۤرٰ 

ların ve

 حٰمۤ 

lerin fâtihalarına bak, Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakkın yanında ehemmiyetini bilesin.

Eğer şu Dördüncü Esasın kıymettar sırrını fehmettinse, enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’ân’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’câzının sırrını anlarsın. Hem Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta semâvâta, ta Sidretü’l-Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip,

 اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 

olan Zât-ı Zülcelâl ile münacat edip, tarfetü’l-aynda yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet, şakk-ı kamer nasıl ki bir mucize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de, Mirac dahi bir mucize-i ubûdiyetidir; habibiyetini ervah ve melâikeye gösterdi.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ اٰمِينَ     10


Dipnot-1

“Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır.” Zümer Sûresi, 39:67.

Dipnot-2

“Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, elbette görürdün ki…” Haşir Sûresi, 59:21.

Dipnot-3

Fâtiha Sûresi, 1:2; Enâm Sûresi, 6:1; Kehf Sûresi, 18:1; Sebe Sûresi, 34:1; Fâtır Sûresi, 35:1.

Dipnot-4

Hadîd, Sûresi, 57:1, Haşir Sûresi, 59:1; Saf Sûresi, 61:1; A’lâ Sûresi, 87:1.

Dipnot-5

Cum’a Sûresi, 62:1; Teğâbün Sûresi, 64:1.

Dipnot-6

Bakara Sûresi, 2:1; Âl-i İmran Sûresi, 3:1; Ankebût Sûresi, 29:1; Rûm Sûresi, 30:1; Lokman Sûresi, 31:1; Secde Sûresi, 32:1.

Dipnot-7

Yunus Sûresi, 10:1; Hûd Sûresi, 11:1; Yusuf Sûresi, 12:1; İbrahim Sûresi, 14:1; Hicr Sûresi, 15:1.

Dipnot-8

Mü’min Sûresi, 40:1; Fussilet Sûresi, 41:1; Şûrâ Sûresi, 42:1; Zuhruf Sûresi, 43:1; Duhân Sûresi, 44:1; Câsiye Sûresi; 45:1; Ahkaf Sûresi, 46:1.

Dipnot-9

“(Allah) ona şahdamarından daha yakın.” Kaf Sûresi, 50:16.

Dipnot-10

Allah’ım! Senin rahmetine ve onun hürmetine nasıl yaraşırsa, ona ve âline öylece salât ve selâm olsun. Âmin.


azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
cin ve ins: cinler ve insanlar
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fâtiha: başlangıç
fehmetmek: anlamak
habibiyet: sevgililik (bk. ḥ-b-b)
ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
izzet-i kudsiyet: mukaddesliğinin izzeti, yüceliği (bk. a-z-z; ḳ-d-s)
Kab-ı Kavseyn: Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür (bk. ḳ-v-b)
küllî: kapsamlı (bk. k-l-l)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c)
mu’cize-i risalet: peygamberlik mu’cizesi (bk. a-c-z; r-s-l)
mu’cize-i ubûdiyet: kulluk mu’cizesi (bk. a-c-z; a-b-d)
münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v)
nebî: peygamber (bk. n-b-e)
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
semavat: gökler (bk. s-m-v)
Sidretü’l-Müntehâ: yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam
sırr-ı âzim: büyük sır (bk. a-ẓ-m)
sırr-ı lüzum: gerekliliğin sırrı
şuâ: ışın, güçlü ışık hüzmesi
tarfetü’l-ayn: bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an
ulvî: yüce, yüksek
ulviyet-i i’câz: mu’cizeliğin yüceliği (bk. a-c-z)
vahy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y)
velî: Allah dostu (bk. v-l-y)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)

KAYNAK:

http://www.erisale.com/#content.tr.1.195

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/taha-suresi-20/ayet-38/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/nahl-suresi-16/ayet-68/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/bakara-suresi-2/ayet-255/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1


12. 2. On İkinci Söz – İkinci ve Üçüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 2.


On İkinci Söz

İKİNCİ ESAS

Kur’ân-ı Hakîmin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi:

Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.

Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz


abd: kul (bk. a-b-d)
abd-i aziz: izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul (bk. a-b-d; a-z-z)
âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)
âzam-ı mahlûkat: yaratılmışların en büyüğü (bk. a-ẓ-m; ḫ-l-ḳ)
âzam-ı menfaat: menfaatin en büyüğü (bk. a-ẓ-m)
batn: mide, karın
cebbar: zorba, zalim (bk. c-b-r)
cebbâr-ı hodfuruş: kendini beğenen zorba
daire-i izni haricinde: izin verdiği daire dışında
denî: alçak
dessas: hilekâr, aldatıcı
fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)
Fâtır: benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r)
ferc: üreme organı, avret
firavun-u zelil: alçak bir firavun
gaye-i himmet: gayret ve çabanın gayesi
gaye-i ibadet: ibadetin gayesi (bk. a-b-d)
gayr: başkası
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halim: yumuşak huylu, uysal
halis: samimi, temiz, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hasis: âdi, değersiz
hayat-ı şahsiye: kişisel hayat (bk. ḥ-y-y)
hevesat: hevesler, arzu ve istekler
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefe ilmi (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)
hod-endiş: kendini düşünen
hodgâm: kendi keyfini düşünen, bencil
iddihar: biriktirmek, saklamak
ihtiyar: irade, tercih gücü, istek (bk. ḫ-y-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mağrur: gururlu, kendini beğenmiş
Mâlik-i Kerîm: bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; k-r-m)
menfaat-i hasise: âdi, değersiz çıkar
menfaat-i kavmiye: milletin çıkarı
menfaat-i şahsiye: kişisel çıkar
menfaatperest: çıkarına tapan
miskin: uyuşuk, tembel
muannid: inatçı, direnen
müstağnî: zengin, minnetsiz, tok gönüllü (bk. ğ-n-y)
müştekî: şikayetçi
mütemerrid: inatçı, dikkafalı
mütevazi: alçakgönüllü
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nefis: kişinin kendisi; insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nihayetsiz: sonsuz
nokta-i istinat: dayanak noktası (bk. s-n-d)
safsata: yalan, uydurma
şâkirt: talebe, öğrenci
selim: sağlam, doğru (bk. s-l-m)
Seyyid: efendi, sahip
tahkir: hakaret etme, küçümseme
tenezzül etmek: inmek, alçalmak (bk. n-z-l)
terbiye-i ahlâkiye: ahlâk terbiyesi (bk. r-b-b; ḫ-l-ḳ)
tezellül: aşağılanma
tilmiz: talebe, öğrenci
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
zaaf: zayıflık
zillet: alçaklık, aşağılık

kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır.

İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:

Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet, menfi milliyeti” tutar. Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”

Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.

Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate bedel “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine “düstur-u teâvünü” esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.

Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir.


beşer: insan
cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a)
cidal: mücadele, kavga
cihet-i tefevvuk: üstünlük yönü
cihet-i ulviyet: yücelik yönü
düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi
düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y)
düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi
fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l)
gayât: gayeler, amaçlar
hâcât-ı beşeriye: insanî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri (bk. n-f-s)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefenin hikmeti (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)
hissiyat-ı ulviye: yüksek hisler, yüce duygular
incizap: kendine çekme
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
ittifak: birlik, birleşme
kâfi: yeterli
kavî: kuvvetli, güçlü
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
livechillâh: Allah için
maâliyât: yüksek ve yüce fikirler
menfî milliyet: zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)
rabıta: bağ
rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı
rıza-i İlâhî: Allah rızası (bk. e-l-h)
saadet: mutluluk
saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu
şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)
sed çekmek: engel olmak
selb olmak: ortadan kalkmak
semerât: meyveler, neticeler
tecavüz: saldırma, sataşma
temsîl: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d)
tezyid: arttırma
tilmiz: talebe, öğrenci
uhuvvet: kardeşlik
unsuriyet: ırkçılık

KAYNAK

http://www.erisale.com/#content.tr.1.194

12. 1. On İkinci Söz – Birinci Esas – Cumartesi Dersleri 12. 1.


On İkinci Söz

 وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا     1

 Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmâlen muvazenesi; hem hikmet-i Kur’âniyenin, insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi; hem Kur’ân’ın sair kelimât-ı İlâhiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüçhaniyetine bir işarettir. İşte bu Sözde Dört Esas vardır.

BİRİNCİ ESAS

Hikmet-i Kur’âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak.

Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur’ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i’câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’ân’ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü’ ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş


Dipnot-1

“Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir.” Bakara Sûresi, 2:269.


acip: ilginç, hayret vericiakik: çoğunlukla kırmızı renkte olan bir süs taşıcevher: kıymetli taşcihet-i rüçhaniyet: üstünlük yönü, tercih sebebiders-i terbiye: terbiye dersi (bk. r-b-b)fezleke: özet, neticehakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim-i namdar: ün sahibi meşhur padişah, hâkim (bk. ḥ-k-m)hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)hayat-ı şahsiye: kişisel hayat (bk. ḥ-y-y)hikâye-i temsiliye: analojik, kıyaslamaya dayanan benzetme şeklinde hikâye (bk. m-s̱-l)hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hikmet-i fenniye: fen ve felsefe ilmi (bk. ḥ-k-m)hikmet-i kudsiye: mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet (bk. ḥ-k-m; ḳ-d-s)hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)hurufat: harfleri’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)icmâlen: kısaca (bk. c-m-l)istimal etmek: kullanmakkamet: manevi biçim ve şekil; endamkelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h)kıymettar: kıymetli, değerlikudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık (bk. ḳ-d-s)Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)libas: elbiselü’lü’: incimaânî: mânâlar (bk. a-n-y)mu’ciznümâ: mu’cizeli (bk. a-c-z)mücessem: cisimleşmiş, maddîmünakkaş etme: nakışlarla süsleme (bk. n-ḳ-ş)muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)nakkaş: nakışlayan, süsleme yapan sanatkâr (bk. n-ḳ-ş)nev’: çeşitsair: diğerşayeste: layık, yaraşırtaife: topluluk, gruptenevvü: çeşitlilik

etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temâşâsından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatin nazarına, o surî güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.

Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur’ân’ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki, “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.”

Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitap telif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’ân’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san’atlara göre eserini yazdı.

Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur’ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami’… Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.

Sonra, ikisi eserlerini götürüp o hâkim-i zîşâna takdim ettiler. O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik


âli: yüksek, yüceArabî hat: Arapça yazıbahusus: özelliklecami’: kapsamlı (bk. c-m-a)çendan: gerçicevher: kıymetli taşecnebî: yabancıedepsizlik: görgüsüzlükehl-i hakikat: gerçeği ve doğruyu bulan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)envâr-ı esrar: sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları (bk. n-v-r)evvelâ: öncefeylesof: filozof, felsefecigalî: pahalı, kıymetlihakaik-ı kudsiye: mukaddes, yüce hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḳ-d-s)hâkim: hükmeden, padişah (bk. ḥ-k-m)hâkim-i zîşân: şan ve şeref sahibi idareci (bk. ḥ-k-m; ẕî)hakperest: hakkı üstün tutan, hak taraftarı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâsiyet: özellik, hususiyethikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hodpesend: kendini beğenenhürmetsizlik: saygısızlık (bk. ḥ-r-m)huruf: harflerişârât: işaretleriştigal etme: meşgul olma, ilgilenmeistihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)kimyager: kimyacıKitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; b-y-n)kıymettar: kıymetli, değerliKur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)lâkin: ama, fakatlâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)mahir: maharetli, beceriklimânâ: anlam (bk. a-n-y)menba-ı hakaik: hakikatlerin kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)mükafat: ödülmünakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)murassâ: kıymetli taşlarla süslenmişmusannâ: sanatlı bir şekilde yapılan (bk. ṣ-n-a)müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n)nâfi: faydalınazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)nazarıyla: gözüyle, bakışıylanukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)sarraf: anlayan, değerini bilenşerif: şereflisurî: dış görünüşe aittabiatperest: herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia eden, tabiatçı (bk. ṭ-b-a)takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m)tarifat: tarifler, anlatımlar (bk. a-r-f)tasvirci: ressamtefsir-i şerif: şerefli ve değerli tefsir (bk. f-s-r)telif etmek: yazmaktemâşâ: seyir, hoşlanarak bakmatezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)tezyinat-ı zahiriye: görünüşteki süslemeler (bk. z-y-n; ẓ-h-r)

olan Kur’ân’ı, mânâsız nukuş zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı. Gördü ki, gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîmâne, mürşidâne bir teliftir. “Aferin, bârekâllah,” dedi. “İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır.” Sonra, onun eserine bir mükâfat olarak, herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden on altın verilsin irade etti.

Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör:

Amma o müzeyyen Kur’ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur’ân ve şakirtleridir.

Evet, Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata “mânâ-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.

Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mânâ-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip “mânâ-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.


âli: yüksek, yüceâyât-ı tekvîniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar (bk. k-v-n)bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k)beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cihet: yöncin ve ins: cinler ve insanlardelâlet: işaret etme, delil olmaecnebî: yabancıfehmetmek: anlamakFurkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ)haddi tecavüz: sınırı aşma, ileri gitmehakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim: hükümdar, hükmedici (bk. ḥ-k-m)Hakîm-i Ezelî: her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah (bk. ḥ-k-m; e-z-l)hâkim-i hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden (bk. ḥ-k-m)hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)hakperest: doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan (bk. ḥ-ḳ-ḳ)harf-i mânidar: mânâlı harf (bk. a-n-y)hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hükemâ: filozof, felsefeci (bk. ḥ-k-m)huruf-u mevcudat: büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar (bk. v-c-d)ilm-i felsefe: felsefe ilmi (bk. a-l-m)ilm-i hikmet: hikmet ilmi (bk. ḥ-k-m)irade etmek: dilemek, istemek (bk. r-v-d)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)kitab-ı kebirin hurufatı: büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar (bk. k-t-b; k-b-r)Kur’ân-ı Azîm-i Kâinat: büyük bir Kur’ân gibi derin mânâlar ifade eden kâinat (bk. a-ẓ-m; k-v-n)Kur’ân-ı Hakîm: hikmetli Kur’ân (bk. ḥ-k-m)mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mâna (bk. a-n-y)mânâ-yı ismî: bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)müdakkik: inceden inceye araştıranmüfessir: yorumlayıcı (bk. f-s-r)mukabil: karşılıkmükafat: ödülmünasebat: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)mürşidâne: hak ve doğru yolu göstererek, irşad edici (bk. r-ş-d)musannâ: sanatlı bir şekilde yapılmış (bk. ṣ-n-a)
müştekî: şikayetçi
müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n)nâfi: faydalınazarıyla: gözüyle, bakışıylanukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)şakirt: talebe, öğrenciSâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
safsata: yalan, uydurma
suret: şekil, tarz (bk. ṣ-v-r)tahkir: hakaret etme, aşağılamatefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-s-r)telif: yazılmış esertemsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)


KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On İkinci Söz, Birinci Esas, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.191

11. 3. Onbirinci Söz Hakikatin Yüzü 2 – Cumartesi Dersleri 11. 3.


Onbirinci Söz

Hakikatin Yüzü 2

Cumartesi Dersleri 11. 3.

Amma, füccar ve eşrar olan diğer güruh ise, hadd-i bulûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdâniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirâne bir itham ile tahkir ettiler. Ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler, nihayetsiz bir azaba müstehak oldular.


ahsen-i takvim: insanın yaratılışının en güzel şekilde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n)
âkıbet: son, netice
âlem: dünya (bk. a-l-m)
âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)
âyinedar: ayna olan, yansıtan
bâki kalmak: kalıcı ve sürekli olmak (bk. b-ḳ-y)
bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
dar-ı dünya: dünya yurdu
dârüsselâm: esenlik yurdu, Cennet (bk. s-l-m)
destgâh-ı imtihan: sınav tezgahı
ebed/ebediyet: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eda etmek: yerine getirmek
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
emn ü emanet: emanetin güvenliği (bk. e-m-n)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
eşrar: şerli ve kötü kimseler
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
farîze-i ömür: ömür borcu
füccar: günahkârlar, açıktan günah işleyenler
gûnâgûn: türlü türlü, renk renk
güruh: grup, topluluk
hadd-i bulûğ: ergenlik çağı
halife-i arz: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan (bk. ḫ-l-f)
hülâsa: özet, öz
hutur etmek: hatıra gelmek
inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r)
itham: suçlama
kâfirâne: kâfirce, inkâr ederek (bk. k-f-r)
kalb-i beşer: insan kalbi
küfran: nankörlük, inkâr (bk. k-f-r)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mazhar etmek: eriştirmek (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mescid-i kebir: büyük mescid (bk. k-b-r)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)meydan-ı tecrübe: deneme alanımücehhez: cihazlanmış, donanmış
mukabele etmek: karşılık vermek
mükâfat: ödül
müştâk: düşkün, aşık
müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
nihayetsiz: sonsuz
Rabb-i Kerim: sonsuz ikram, ihsan ve iyilik sahibi, herşeyi idare ve terbiye eden Allah (bk. r-b-b; k-r-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
şakirt: öğrenci, talebe
sermedî: sürekli, devamlı
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tahkir etmek: hakaret etmek, aşağılamak
tecelliyât: görünümler, yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi (bk. c-l-y)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu (bk. v-ḥ-d)
vazife-i hayat: hayat görevi (bk. ḥ-y-y)
yümn-ü iman: inanmanın getirdiği bereket ve uğur (bk. e-m-n)


Evet, insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, mezkûr vezâif için verilmiştir. Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ, zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefis etmek, ayıp olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde derc edilen şu nazik letâif ve mâneviyat ve şu hassas âzâ ve âlât ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi, şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesât-ı süfliyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki, vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır:

Biri: Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip şükür ve ibadetini etmelisiniz.

İkincisi: Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.

İşte, bu iki esas üzerine kemâlât-ı insaniye neşvünemâ bulur. Bununla insan, insan olur.

İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:

Meselâ, bir zat bir hizmetçisine yirmi altın verdi, ta mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.

Sonra gördü ki, o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki, o sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünkü evvelki hizmetkâr yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette


aksam: kısımlar
âlâ: üstün, kıymetli
âlât: aletler
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
âyâ: acaba
âzâ: âzalar, organlar
batın: mide, karın
Cenâb-ı Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m; ḥ-ḳ-ḳ)
cevarih: organlar
cihazat: cihazlar, organ ve duyular
cihazat-ı insaniye: insanın duyu ve organları
derc edilen: yerleştirilen
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
ferc: üreme organı, avret
fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)
gaye-i idhal: yerleştirilme gayesi
gaye-i yegâne: tek gaye
hâşâ ve kellâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil
havas: duygular
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı fâniye: geçici hayat (bk. ḥ-y-y; f-n-y)
hevesât-ı süfliye: aşağılık arzular
hissiyat: hisler, duygular
hizmetkâr: hizmetçi
ihsas ettirmek: hissettirmek
istimal: kullanma
kemâlât-ı insaniye: insanın mükemmel özellikleri, üstün yetenekleri (bk. k-m-l)
letâif: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)
libas: elbise
mahsus: özel
mâneviyat: mânevî âleme ait olan şeyler (bk. a-n-y)
mezkur: sözü geçen
muhafaza-i nefis: kişinin kendisini ve canını koruması (bk. ḥ-f-ẓ; n-f-s)
münhasır: bağlı, sınırlı
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
mütecessis: araştıran, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan
nazik: zarif, ince
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nefs-i rezile: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu (bk. n-f-s)
neşvünemâ: gelişme
pürheves: heveslerinin peşinde koşan
sermaye-i ömür: ömür sermayesi
şükür: nimetlere karşı memnunluk gösterme, Allah’a teşekkür etme (bk. ş-k-r)
tecelli: yansıma (bk. c-l-y)
tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terbiye-i medeniye: medeniyetin verdiği eğitim (bk. r-b-b)
vazife-i hayat: hayat vazifesi (bk. ḥ-y-y)
vezâif: vazifeler, görevler

bu bin altın bir kat libasa sarf edilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için, şiddetle tazip ve hiddetle te’dip edilecektir.

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı, hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarf etmeyiniz. Yoksa, sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednâsından elli derece aşağı düşersiniz.

Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak. Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir.

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san’atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.

Dördüncüsü: Lisan-ı hâl ve kalinle Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla


ahmaklık: aptallık, akılsızlık
âlâ: üstün, kıymetli
cihazat: organlar ve duygular
cilve: görünüş, akis (bk. c-l-y)
define: hazine
dergâh-ı rububiyet: yarattığı bütün varlıkları terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın yüce katı (bk. r-b-b)
ednâ: basit, aşağı
emir: iş
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
evvelki: önceki
fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l)
hâdim: hizmetçi
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hayat-ı fâniye: geçici dünya hayatı (bk. ḥ-y-y; f-n-y)
hizmetkâr: hizmetçi
icmâl: özet (bk. c-m-l)
iddihar edilen: biriktirilen, depolanan
iltifâtât-ı âsâr: eserlerin iltifatları
istidad-ı hayat: hayat kabiliyeti (bk. a-d-d; ḥ-y-y)
izhar etmek: göstermek, ortaya çıkarmak (bk. ẓ-h-r)
kemâl-i saadet: tam ve mükemmel mutluluk (bk. k-m-l)
küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)
lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
letâif-i insaniye: insandaki mânevî duygular (bk. l-ṭ-f)
lezzet-i maddiye: maddî lezzet
libas: elbise
lisan-ı hâl ve kal: hal ve konuşma dili
mahiyet: esas, nitelik, içyüzmahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)murassaât: süslenmiş şeyler
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
nefis: kişinin kendisi; insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)
nihayet: son
nişan: madalya
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın şefkat ve merhameti, ikram ve bağışı (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
sarf etmek: harcamak
sermaye-i ömür: ömür sermayesi
sırr-ı hakikat: gerçeğin sırrı, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
suret: biçim, görünüş (bk. ṣ-v-r)
tazip: cezalandırma
te’dip: edeplendirme, haddini bildirme
teşhir: sergileme
teşhirgâh-ı dünya: dünya sergisi
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vaz edilen: konulan
Zât-ı Akdes: her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)

bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.

Altıncısı: Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz’î iktidarın ve cüz’î ilminve cüz’î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir.

Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye ve gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin derecatını fehmetmelisin.

İşte, senin hayatının gayeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmâli şudur:


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
Alîm: herşeyi hakkıyla bilen, ilmi herşeyi kuşatan, sonsuz ilim sahibi Allah (bk. a-l-m)
arz-ı ubûdiyet: kulluğun sunulması (bk. a-b-d)
cüz’î: az, küçük, sınırlı (bk. c-z-e)
derecat: dereceler
derecât-ı tecelliyât: görünüm ve yansıma dereceleri (bk. c-l-y)
emir: iş
envâ: çeşitler, türler
fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)
fehmetmek: anlamak
gınâ-yı İlâhiye: Allah’ın sınırsız zenginliği (bk. ğ-n-y; e-l-h)
gınâ-yı Rabbâniye: herşeyi terbiye eden ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sonsuz zenginliği (bk. ğ-n-y; r-b-b)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
hane: ev
icmâl: özet (bk. c-m-l)
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
irade: istek, dileme, seçim yapma gücü (bk. r-v-d)
ittihaz: kabullenme, edinme
Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)
kasr-ı âlem: âlem sarayı (bk. a-l-m)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
mahiyet: esas, öz nitelik, içyüz
mahsus: özel
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)
muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)
müşahede etmek: görmek, gözlemlemek (bk. ş-h-d)
nazar-ı şuhud ve işhad: görme ve gösterme bakışı (bk. n-ẓ-r; ş-h-d)
nihayetsiz: sonsuz
nisbet: ölçü, oran (bk. n-s-b)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
rumûzât-ı hayatiye: hayatın belirtileri, işaretleri (bk. ḥ-y-y)
Şâhid-i Ezelî: Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah (bk. ş-h-d; e-z-l)
Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
semerat ve gayât-ı hayatiye: hayatın gayeleri ve meyveleri (bk. ḥ-y-y)
sıfât-ı mutlaka: sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler (bk. v-ṣ-f; ṭ-l-ḳ)
şuûn-u mukaddese: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n; ḳ-d-s)
taam: yemek
tahiyyat: selâmlar ve tebrikler (bk. ḫ-y-y)
tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler ve varlıkların hal diliyle bu anlamı ifade etmesi (bk. s-b-ḥ)
tezahürât-ı hayatiye: hayat belirtileri ve görüntüleri (bk. ẓ-h-r; ḥ-y-y)
vahdâniyet: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı (bk. v-ḥ-d)
Vâhibü’l-Hayat: hayatı veren Allah (bk. ḥ-y-y)
vahid-i kıyasî: ölçü birimi (bk. v-ḥ-d)
zevilhayat: hayat sahipleri, canlılar (bk. ḥ-y-y)

· Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi,

· hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiye nin bir mikyası,

· hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı,

· hem bu âlem-i kebirin bir listesi,

· hem şu kâinatın bir haritası,

· hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi,

· hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi,

· hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir.

İşte, mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.

Şimdi senin hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi şudur ki: Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür. Görünüp ve işitilip Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder. İşte, hayatının sureti bu gibi emirlerdir.

Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zât-ı Ehad-i Samede âyineliktir.

Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadis-i kudsînin1 meâl-i şerifi olan


Dipnot-1

Hadis-i kudsînin metni şöyledir: مَا وَسِعَن۪ى سَمَٓائ۪ى وَلَٓا اَرْض۪ى وَلٰكِنَّ وَسِعَن۪ى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.” El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.


ahsen-i takvim: insanın yaratılışça en güzel biçimde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n)
aks-i nur: ışığın yansıması (bk. n-v-r)
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
âlem: dünya; evren, kâinat (bk. a-l-m)
âlem-i kebir: büyük âlem, kâinat (bk. a-l-m; k-b-r)
âyine: ayna
camiiyet: kapsayıcılık (bk. c-m-a)
cilve-i Samediyet: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın isim ve sıfatlarının varlıklar üzerindeki yansımasının görünümü (bk. c-l-y; ṣ-m-d)
define: hazine
delâlet: delil olma, işaret etme
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
evkat: vakitler
fezleke: netice, özet
garâib: hayranlık uyandırıcı ve şaşırtıcı şeyler
hadis-i kudsî: Peygamber Efendimizin Cenab-ı Haktan rivayet ettiği Kur’ân dışındaki ilâhî sözler (bk. ḥ-d-s̱; ḳ-d-s)
hikmetnümâ: hikmetli, anlamlı (bk. ḥ-k-m)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
kelime-i mektube: yazılmış kelime (bk. k-l-m; k-t-b)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler, üstünlükler, faziletler (bk. k-m-l)
kitab-ı ekber: en büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r)
kudret: güç ve iktidar (bk. ḳ-d-r)
mahiyet-i hayat: hayatın mahiyeti, esası, içyüzü (bk. ḥ-y-y)
meâl-i şerif: yüce anlam
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mikyas: ölçek
mizan: terazi, ölçü (bk. v-z-n)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
nokta-i mihrakiye: odak noktası
saadet: mutluluk
Şems-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve herşeyi nurlandıran Allah (bk. e-z-l)
şevk: çok arzu, şiddetli istek
sıfat-ı İlâhiye: Allah’ın sıfatları, vasıfları, nitelikler (bk. v-ṣ-f; e-l-h)
sırr-ı hakikat: gerçeğin sırrı, iç yüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûn: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)
tarz-ı vazife: görev şekli
tecelli eden: yansıyan (bk. c-l-y)
tecellî-i Ehadiyet: Allah’ın birliğinin herbir yaratıkta görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d)
temessül etme: görüntünün belirmesi (bk. m-s̱-l)
Zât-ı Ehad-i Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, bir ve benzersiz olup ortağı olmayan Zât, Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

  مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَاتُ وَزَمِينْ     اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بِقَلْبِ مُؤْمِنِينْ

denilmiştir.

İşte, ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gayâta müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazineleri cami’ olduğu halde, hiç akıl ve insafa lâyık mıdır ki, hiç ender hiç olan muvakkat huzûzât-ı nefsaniyeye, geçici lezâiz-i dünyeviyeye sarf edip zayi edersin? Eğer zayi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden

وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا     وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا     وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا     وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا     وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا     وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا     وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا     فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا     قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا     وَقَدْخَابَ مَنْ دَسّٰيهَا     1

sûresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى شَمْسِ سَمَۤاءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ بُرْجِ النُّبُوَّةِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَارْحَمْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ اٰمِينْ اٰمِينْ اٰمِينْ     2


Dipnot-1

“Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve insana ve onu intizamla yaratana; sonra da ona kötülüğü bildirip ondan sakınmayı ilham edene. Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsini günaha daldıran da hüsrana düşmüştür.” Şems Sûresi, 91:1-10.

Dipnot-2

Allahım! Risalet semâsının güneşi ve nübüvvet burcunun ayına, hidayet yıldızları olan âl ve ashâbına salât ve selâm olsun. Bize ve erkek-kadın bütün mü’minlere rahmet et. Âmin, âmin, âmin


cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)
cevab-ı kasem: yemine cevap
gayât: gayeler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hiç ender hiç: hiç içinde hiç
huzûzât-ı nefsaniye: nefsin hoşlandığı şeyler, zevkler ve hazlar (bk. n-f-s)
kasem: yemin
lezâiz-i dünyeviye: dünyaya ait lezzetler
müteveccih: yönelik
muvakkat: geçici
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
remz: işaret
sarf etmek: harcamak
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
ulvî: yüce
zayi etmek: kaybetmek


KAYNAK

http://www.erisale.com/#content.tr.1.185

11. 2. On Birinci Söz Hakikatin Yüzü 1 – Cumartesi Dersleri 11. 2.


On Birinci Söz Hakikatin Yüzleri 1

Ey arkadaş, hikâye burada bitti.

Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.

İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis


ahali: halk
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
arz: yer
bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)
beyhude: sonuçsuz, boşuna
bina etmek: yapmak, inşa etmek
dâi: var olmasına sebep olan
daimi: sürekli
düstur: kural, prensip
ezel-ebed sultanı: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı sürekli devam eden sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)
garb: batı
gûnâgûn: türlü türlü, renk renk
güruh: grup
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. ḥ-k-m; ẕi)
husul: meydana gelme
ihzar edilen: hazırlanan (bk. ḥ-ḍ-r)
ikazât: uyarılar
iksir: ilaç
iltifat: yönelme, değer verme
irşâdât: nasihatler, doğru yolu gösteren sözler (bk. r-ş-d)
istimâ: dinleme
kasr: saray, köşk
lisan: dil
mağlup olmak: yenilmek
mahsus: özel
maksat: gaye, istenilen şey (bk. ḳ-ṣ-d)
mânâ: anlam (bk. a-n-y)
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
melik: hükümdar, sultan (bk. m-l-k)
melik-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. m-l-k; ẕi)
mezkûr: adı geçen
muallim: öğretmen (bk. a-l-m)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
mütevakkıf: bağlı
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nutuk: konuşma
saadet: mutluluk
şakirt: öğrenci
sâni-i zîşan: şanı yüce san’atkâr (bk. ṣ-n-a; ẕi)
şark: doğu
şayan: layık, yaraşır
semavat: gökler (bk. s-m-v)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taam: yiyecek
takdis: Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma (bk. ḳ-d-s)
talimat: emirler (bk. a-l-m)
tebdil ve tahvil: değiştirme ve başka hale dönüştürme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir edilmek: ışıklandırılmak, aydınlatılmak (bk. n-v-r)
üstad: hoca, öğretmen
vücud: varlık (bk. v-c-d)
vücud-u kasr: köşkün, sarayın varlığı (bk. v-c-d)
vücud-u üstad: öğretmenin varlığı (bk. v-c-d)
Zât-ı Mukaddes: her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)

edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.

O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı harikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâlin esmâsına delâlet ederler. Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Avânesi ise, enbiya aleyhimüsselâmdır. Ve şakirtleri ise evliya ve asfiyadır. O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde melâike aleyhimüsselâma işarettir. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’ân-ı Hakîmin şakirtleridir. Diğer güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi, belki daha aşağı, sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur.1


Dipnot-1

bk. Et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân 1:63; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 2:219.


âlem: dünya (bk. a-l-m)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Arş-ı Rububiyet: Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; r-b-b)
arz: yer, dünya
asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y)
avâne: yardımcılar
âyât: âyetler, deliller
Barla: (bk. bilgiler)
cevher: kıymetli taş
cilve: görüntü, yansıma (bk. c-l-y)
cin ve ins: cinler ve insanlar
dâllîn: doğru yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)
delâlet: delil olma, işaret etme
ehl-i iman: iman etmiş, inanmış kimseler (bk. e-m-n)
ehl-i küfür ve tuğyan: inkârcılar, inanmayanlar ve azgınlık ve taşkınlıkta çok ileri gidenler (bk. k-f-r; ṭ-ğ-y)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
fırka: grup
güruh: grup, topluluk
hâkim: hükmeden, idareci (bk. ḥ-k-m)
hat: çizgi
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n)
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. s-n-a)
matbah: mutfak
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Melik-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ḳ-d-r)
menzil: ev, oda (bk. n-z-l)
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
misal: örnek (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müfessir: tefsir edici, açıklayıcı, yorumlayıcı (bk. f-s-r)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musahhar: boyun eğen
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nukuş-u kalem-i kudret: Allah’ın kudret kaleminin işlemeleri (bk. n-ḳ-ş; ḳ-d-r)
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti, şefkati, merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
remiz: işaret
şakirt: öğrenci, talebe
sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a)
sath-ı arz: yeryüzü
semavat: gökler (bk. s-m-v)
semerât-ı harika: harika meyveler
seyyid: efendi
taam: yiyecek
tabi olmak: uymak
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)
üstad: hoca, öğretmen
zîhaşmet: haşmetli, görkemli, heybetli (bk. ẕi)
zîkudret: kudretli, güçlü, kuvvetli (bk. ẕi; ḳ-d-r)

Birinci kafile olan süedâ ve ebrar ise, zülcenâheyn olan Üstadı dinlediler. O üstad hem abddir; ubûdiyet noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenâb-ı Hakkın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem resuldür; risalet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur’ân vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.

Şu bahtiyar cemaat, o Resulü dinleyip Kur’ân’a kulak verdiler. Kendilerini, envâ-ı ibâdâtın fihristesi olan namaz ile, birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet, namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi, makamatı mufassalan gördüler. Şöyle ki:

Evvelen: Âsâra bakıp, gaibâne muamele suretinde, saltanat-ı Rububiyetin mehâsinine temâşâger makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahu ekber dediler.

Saniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle, Sübhanallah Velhamdülillâh diyerek takdis ve tahmid vazifesini ifa ettiler.

Salisen: Rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zâhir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında şükür ve senâ vazifesini edaya başladılar.

Rabian: Esmâ-i İlâhiyenin definelerindeki cevherleri, mânevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında tenzih ve medih vazifesine başladılar.


abd: kul (bk. a-b-d)
ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)
Allahu ekber: “Allah en büyüktür” (bk. k-b-r)
âsâr: eserler
bahtiyar: talihli
bedâyi: harika özellikler (bk. b-d-a)
cemaat: topluluk (bk. c-m-a)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cevher: değerli şey
cihazat: duyular, donanımlar
cilve: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)
cin ve ins: cinler ve insanlar
dellâl: ilan edici, duyurucu
dergâh: huzur, makam
ebrar: iyi insanlar
eda etmek: yerine getirmek
envâ-i ibâdât: çeşit çeşit ibadetler (bk. a-b-d)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
evvelen: ilk olarak
ezkâr: zikirler
fihriste: özet
gaibâne muamele: yüz yüze olmadan, üçüncü şahıs olarak anmak
harekât: hareketler
iddihar edilen: depolanan, toplanan
ifa etmek: yerine getirmek
kafile: grup, topluluk
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
makamat: makamlar
makamat-ı âliye: yüce makamlar
medih: övme
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mizan: ölçü, terazi (bk. v-z-n)
mufassalan: ayrıntılı olarak
mütenevvi: çeşitli
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
rabian: dördüncü olarak
rahmet-i İlâhiyenin hazineleri: Allah’ın rahmet hazineleri (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
resul: elçi, peygamber (bk. r-s-l)
Resul: Peygamber (bk. r-s-l)
risalet: elçilik, peygamberlik (bk. r-s-l)
salisen: üçüncü olarak
saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
saniyen: ikinci olarak
senâ: övme ve yüceltme
Sübhanallah Velhamdülillah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir; teşekkür ve övgü de Allah’a mahsustur” (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d)
süedâ: seyyidler, efendiler
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tahmid: Allah’ı övme ve Ona teşekkürlerini sunma (bk. ḥ-m-d)
takdis: kutsama, Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma (bk. ḳ-d-s)
tarif etmek: anlatmak, tanıtmak (bk. a-r-f)
tavsif: vasıflandırma, özelliklerini anlatma (bk. v-ṣ-f)
tebliğ: bildirme, ulaştırma (bk. b-l-ğ)
tekbir: Allah’ın herşeyden büyük olduğunu ifade etmek (bk. k-b-r)
telebbüs: giyinme
temâşâger: seyirci, gözlemci
tenzih: her türlü noksan ve çirkinliklerden arınmış tutma (bk. n-z-h)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
ubûdiyet: kulluk, ibadet (bk. a-b-d)
ümmet: peygambere inanıp onun yolundan gidenler, mü’minler
vezâif: vazifeler, görevler
zâhir ve bâtın duygular: insanın maddî ve mânevî duyuları (bk. ẓ-h-r)
zülcenâheyn: iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)

Hamisen: Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektubât-ı Rabbâniyeyi mütalâa makamında tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.

Sadisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın san’atındaki lâtif incelik ve nazenin güzellikleri temâşâ ile tenzih makamında, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâllerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.

Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelâlin kendi san’atının mucizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ 1 dediler. “Senin tarif edicilerin, bütün masnuatındaki mu’cizelerindir.”

Sonra, o Rahmân’ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 2 dediler.

Sonra, o Mün’im-i Hakikînin, tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler, dediler:

سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ 3 “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık lisan-ı hâlleri,


Dipnot-1

“Ey Rabbimiz! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Seni hakkıyla tanıyamadık.” El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 2:410; Mer’î b. Yûsuf; Ekâvîlü’s-Sikât s. 45.

Dipnot-2

“Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.

Dipnot-3

Bu ifade pekçok hadiste geçmektedir: Müslim, salât 218; EbûDâvud, edeb 98; Nesâî, iftitâh 17; Müsned 6:77,151.


âsâr: eserler
eda etmek: yerine getirmek
ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)
eşya: varlıklar
evvelâ: ilk olarak
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
gaibâne: yüzyüze olmadan, gaybî olarak (bk. ğ-y-b)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
hamd: övgü ve teşekkür (bk. ḥ-m-d)
hamisen: beşinci olarak
hazırâne muamele: yüz yüze, karşılıklı muamele
ihsânât: ihsanlar, ikramlar, bağışlar (bk. ḥ-s-n)
istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
iştiyak: şiddetli arzu ve istek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
lâtif: ince, güzel (bk. l-ṭ-f)
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
makamat: makamlar, yerler
marifet: Allah’ı bilme ve tanıma (bk. a-r-f)
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mektubât-ı Rabbâniye: şuur sahiplerine hitap eden birer mektup gibi anlamlı şekilde yaratılmış varlıklar (bk. k-t-b; r-b-b)
meşkûr: kendisine şükredilen (bk. ş-k-r)
mezkûr: sözü geçen
mistar-ı kader: kader şablonu (bk. ḳ-d-r)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muamele-i ubûdiyet: kulluğa ait davranışlar (bk. a-b-d)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
mukabele etmek: karşılık vermek
Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m; ḥ-ḳ-ḳ)
mütalâa: inceleme
nazenin: pek ince ve değerli
Rahmân: rahmet ve şefkati sınırsız olan Allah (bk. r-ḥ-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
sadisen: altıncı olarak
Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)
Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tarif edici: tanıtıcı (bk. a-r-f)
tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)
temâşâ: seyretme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma (bk. n-z-h)
terahhum: şefkat ve merhamet gösterme (bk. r-ḥ-m)
vezâif: görevler
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cûd ve keremine şehadet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifa ederler.”

Sonra, şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemâl ve celâl ve kemâl ve kibriyâsının izharına karşı Allahu ekber deyip, tazim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.

Sonra, o Ganiyy-i Mutlakın, servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hacetlerini izhar edip, dua edip, istemekle mukabele edip وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 dediler.

Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin, kendi san’atının lâtiflerini, harikalarını, antikalarını sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı, Maşaallah2 deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış” deyip istihsan ederek, Bârekallah deyip müşahede etmek, Âmennâ deyip şehadet etmek, “Geliniz, bakınız,” hayran olarak Hayye ale’l-felâh deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler.

Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktârında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdâniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip Semi’nâ ve eta’nâ3 diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini,


Dipnot-1

“Yalnız senden yardım dileriz.” Fatiha Sûresi, 1:5.

Dipnot-2

bk. En’âm Sûresi, 6:128; A’râf Sûresi, 7:188.

Dipnot-3

bk. Mâide Sûresi, 5:7; Nûr Sûresi, 24:51.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
aktâr: bölgeler, taraflar
âlem: dünya (bk. a-l-m)
Allahu ekber: “Allah en büyüktür” (bk. k-b-r)
Âmennâ: “İman ettik” (bk. e-m-n)
âyine: ayna
Bârekallah: Allah mübarek etsin (bk. b-r-k)
celâl: haşmet (bk. c-l-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cûd: cömertlik (bk. c-v-d)
enzâr-ı mahlûkat önünde: bütün varlıkların gözü önünde (bk. n-ẓ-r; ḫ-l-ḳ)
fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)
Ganiyy-i Mutlak: sınırsız zenginliğe sahip olan Allah (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)
hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
hamd: teşekkür ve övgü (bk. ḥ-m-d)
Hayye ale’l-felâh: “Haydi kurtuluşa!”
ifa etmek: yerine getirmek
ilânât: duyurular
inkıyad: boyun eğme
istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
izhar: ortaya çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kâinatın aktârı: kâinatın dört bir tarafı (bk. k-v-n)
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kerem: lütuf, cömertlik, iyilik (bk. k-r-m)
kibriyâ: büyüklük (bk. k-b-r)
lâtif: ince, hoş (bk. l-ṭ-f)
mahviyet: alçakgönüllülük
manzum: düzenli (bk. n-ẓ-m)
Maşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yaratmış
medih: övgü, şükür
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
mukabele: karşılık verme
müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d)
neşr: yayma
Rabbü’l-Âlemîn: bütün âlemlerin rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Allah’ın bütün varlıklar üzerindeki malikiyet ve egemenliği, her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran terbiyesi (bk. r-b-b)
rükûa gitmek: namazda eğilmek
saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
secde etmek: namazda yere kapanmak
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
Semi’nâ ve eta’nâ: “İşittik ve itaat ettik!” (bk. s-m-a)
senâ: övme, yüceltme
Sultan-ı Ezel ve Ebed: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah (bk. s-l-ṭ; e-z-l; e-b-d)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tâzim: Allah’ın büyüklüğünü dile getirme (bk. a-ẓ-m)
teşhirgâh-ı enam: yaratılmışların sergi yeri
tevhid: Allah’ın birliğini kabul etme (bk. v-ḥ-d)
ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, ilâhlık (bk. e-l-h)
vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)
zaaf: zayıflık
zemin: yer

ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler.

Daha bunlar gibi gûnâgûn ubûdiyet vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar.1 Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet2 ile mücehhez, emin bir halife-i arz3 oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş derecede4 parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve bekà verdi.

Çünkü ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte Kur’ân şakirtlerinin akıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak bizleri onlardan eylesin. Âmin!

Amma, füccar ve eşrar olan diğer güruh ise, hadd-i bulûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdâniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirâne bir itham ile tahkir ettiler. Ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler, nihayetsiz bir azaba müstehak oldular.


Dipnot-1

bk. Tîn Sûresi, 95:4.

Dipnot-2

bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-3

bk. Bakara Sûresi, 2:30; Enâm Sûresi, 6:165; Yunus Sûresi, 10:14.

Dipnot-4

bk. Secde Sûresi, 32:17; Zuhruf Sûresi, 43:71; Buharî, Bed’ü’l-Halk 8; Tefsîru Sûre (32) 1, Tevhid35; Müslim, İmân 312, Cennet 2-5; Tirmizî, Cennet 15, Tefsîru Sûre (32) 2, (56) 1; İbni Mâce, Zühd 39; Dârimî, Rikak 98, 105; Müsned 2:313, 370, 407, 416, 438, 462, 466, 495, 506, 5:334.


ahsen-i takvim: insanın yaratılışının en güzel şekilde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n)
âkıbet: son, netice
âlem: dünya (bk. a-l-m)
âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)
âyinedar: ayna olan, yansıtan
bâki kalmak: kalıcı ve sürekli olmak (bk. b-ḳ-y)
bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
dar-ı dünya: dünya yurdu
dârüsselâm: esenlik yurdu, Cennet (bk. s-l-m)
destgâh-ı imtihan: sınav tezgahı
ebed/ebediyet: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eda etmek: yerine getirmek
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
emn ü emanet: emanetin güvenliği (bk. e-m-n)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
eşrar: şerli ve kötü kimseler
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
farîze-i ömür: ömür borcu
füccar: günahkârlar, açıktan günah işleyenler
gûnâgûn: türlü türlü, renk renk
güruh: grup, topluluk
hadd-i bulûğ: ergenlik çağı
halife-i arz: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan (bk. ḫ-l-f)
hülâsa: özet, öz
hutur etmek: hatıra gelmek
inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r)
itham: suçlama
kâfirâne: kâfirce, inkâr ederek (bk. k-f-r)
kalb-i beşer: insan kalbi
küfran: nankörlük, inkâr (bk. k-f-r)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mazhar etmek: eriştirmek (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mescid-i kebir: büyük mescid (bk. k-b-r)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
meydan-ı tecrübe: deneme alanı
mücehhez: cihazlanmış, donanmış
mukabele etmek: karşılık vermek
mükâfat: ödül
müştâk: düşkün, aşık
müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
nihayetsiz: sonsuz
Rabb-i Kerim: sonsuz ikram, ihsan ve iyilik sahibi, herşeyi idare ve terbiye eden Allah (bk. r-b-b; k-r-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
şakirt: öğrenci, talebe
sermedî: sürekli, devamlı
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tahkir etmek: hakaret etmek, aşağılamak
tecelliyât: görünümler, yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi (bk. c-l-y)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu (bk. v-ḥ-d)
vazife-i hayat: hayat görevi (bk. ḥ-y-y)
yümn-ü iman: inanmanın getirdiği bereket ve uğur (bk. e-m-n)

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler, On Birinci Söz, Söz Matbaacılık Yayıncılık Rek. Org. Hiz. San. ve Tic. Ltd. Şti. İSTANBUL

www.erisale.com internet sitesindeki Türkçe Risaleler Söz Basım Yayın’ın Mart 2012 tarihli birebir matbu basılmış halidir.

Yayın amacı Risale-i Nur Külliyatının web üzerinden yayınlanması olup sitenin herhangi bir ticari amacı yoktur.

Genel dağıtım: Nesil Basım Yayın

http://www.erisale.com/#content.tr.1.180

On Birinci Söz Hakikatin Yüzü 1 – Cumartesi Dersleri 11. 2.
On Birinci Söz Hakikatin Yüzü 1 – Cumartesi Dersleri 11. 2.

On Birinci Söz Temsili Hikayecik – Cumartesi Dersleri 11. 1.


On Birinci Söz

 وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا     وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا     وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا     وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا     وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا     وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا     وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا .. الخ     1

EY KARDEŞ! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rümuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış. Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.

İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i mânevî sini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.


Dipnot-1

“Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye; ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve nefse (kişiye) ve onu intizamla yaratana.” Şems Sûresi, 91:1-7.


acaip: şaşırtıcı, hayret verici
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cemâl ve kemâl-i mânevî: madde ile sınırlı olmayan mânevî güzellik ve üstünlük (bk. c-m-l; k-m-l; a-n-y)
cevahir: cevherler, değerli şeyler
define: hazine
enzar: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
fehmetmek: anlamak
fünun-u acibe: şaşırtıcı fen ve ilimler
garibe: benzersiz, garip şey
gayrın nazarı: başkasının bakışı (bk. n-ẓ-r)
hakikat-i salât: namazın hakikati, anlam ve niteliği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ṣ-l-v)
haşmet: büyüklük, heybet, görkem
hikmet-i âlem: âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m; a-l-m)
hilkat-i insan: insanın yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ)
ihata: kapsama, kuşatıcılık
izhar: ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r)
ıttıla: bilgi sahibi olma
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlat: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)
maharet: beceri
marifet: geniş bilgi ve beceri (bk. a-r-f)
meşher: sergi
muammâ: anlaşılması zor sır, gizem
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
nâs: insanlar
nazar-ı dekaik-âşinâ: inceliklere nüfuz eden bakış (bk. n-ẓ-r)
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nihayetsiz: sonsuz
rümuz: ince işaretler
saltanat: hükümranlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a)
şaşaa: gösteriş
sultan-ı zîşan: şan ve şeref sahibi sultan (bk. s-l-ṭ; ẕi)
temsilî: analojik, kıyaslamalı benzetme şeklinde (bk. m-s̱-l)
tılsım: sır, şifre
ulûm-u bedia: güzel san’atlar, estetik bilimleri (bk. a-l-m; b-d-a)
vecih: yön, tarz

Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en lâtif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mucizekârâneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami’ sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehâvetkârâne ve san’atperverâne bir ziyafet-i amme ihzar etti ki, güya herbir sofra yüz sanayi-i lâtifenin eserleriyle vücut bulmuş gibi, kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.

Sonra, bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Ta ki, sarayın sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin; ve sarayın nakışlarının rümuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir, ve ne vech ile saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin; ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

İşte, o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

“Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.

“Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.


âdâb: edep ve görgü kuralları
ahali: halk
aktâr-ı memleket: memleketin dört bir yanı (bk. m-l-k)
âsâr-ı mu’cizekârâne: mu’cize eserleri (bk. a-c-z)
avene: yardımcı
binaen: –dayanarak
cami’: içinde toplayan (bk. c-m-a)
cesîm: çok büyük
delâlet: delil olma, işaret etme
derun: içyüz, içyapı
dest-i san’at: san’at eli (bk. ṣ-n-a)
fünun-u hikmet: varlıklardaki hikmeti ve ince sırları ortaya çıkaran fenler, ilimler (bk. ḥ-k-m)
güya: sanki
hadsiz: sayısız
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
izhar: ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r)
kasr: saray, köşk, büyük ve süslü konak
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)
lâtif: ince, güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
leziz: lezzetli
mânâ: anlam (bk. a-n-y)
manzum: düzenli (bk. n-ẓ-m)
marziyât: hoşa giden, razı olunan şeyler
melik: sahip (bk. m-l-k)
menzil: oda, ev (bk. n-z-l)
merasim: tören
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
muarrif: tarif edici, tanıtıcı (bk. a-r-f)
muhteşem: ihtişamlı, görkemli
murassâ: değerli mücevherlerle süslenmiş şey
müştemilât: içindekiler
nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)
raiyet: halk, vatandaşlar
rümuz: işaretler, semboller
şakirt: öğrenci
san’atperverâne: san’ata düşkün bir şekilde (bk. ṣ-n-a)
sanayi-i lâtife: güzel, ince san’atlar (bk. ṣ-n-a; l-ṭ-f)
sâni: sanatkâr (bk. ṣ-n-a)
sehâvetkârâne: cömertçe (bk. c-v-d)
seyyid: efendi
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
taam: yiyecek
taife: topluluk
taksim etmek: kısımlara ayırmak
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tarif: tanıtma (bk. a-r-f)
tayin etme: vazifelendirme
tebligat: bildiri (bk. b-l-ğ)
tekmil: tamamlama (bk. k-m-l)
tenezzüh: gezinti, seyir (bk. n-z-h)
teşrifat: kabul töreni, protokol
tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
üstad: hoca, öğretmen
vecih: yön, tarz
vücut bulmak: var olmak (bk. v-c-d)
yaver-i ekrem: çok değerli, yüksek rütbeli memur (bk. k-r-m)
ziyafet-i âmme: genel ziyafet
ziynetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)

“Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

“Hem şu görünen in’âm ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

“Hem şu kemâlâtının âsârıyla mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.

“Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazirsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiplere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki, beyhude değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler:

“Esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyâtı dairesinde amel ettiler.

Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli


acaip: hayret verici ve şaşırtıcı şeyler
âdi: basit, sıradan
ahali: halk
amel etmek: iş görmek, davranmak
âsâr: eserler
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
beyhude: boşu boşuna, gayesiz
bîhemtâ: eşsiz, benzersiz
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cevâd-ı melik: çok cömert hükümdar (bk. c-v-d; m-l-k)
edep: terbiye, güzel ahlâk
eser-i dest: el yapımı
esrar: sırlar, gizemler
esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad: sana selâm olsun, ey üstad (bk. s-l-m)
evvel: önce
güruh: bölük, grup
hakkan: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
has: özel
hâtem: mühür, damga
hürmet etmek: saygı göstermek (bk. ḥ-r-m)
hususî: özel
ihsan: iyilik, ikram, bağış (bk. ḥ-s-n)
ihsanat: ihsanlar, iyilikler, bağışlar (bk. ḥ-s-n)
in’am: nimet verme (bk. n-a-m)
infirad: tek başına olma (bk. f-r-d)
istifade: faydalanma, yararlanma
istiklâl: bağımsızlık
iştiyak: şiddetli arzu ve istek
itaat etme: emre uyma
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)
mahsus: özel
marziyât: hoşa giden, razı olunan şeyler
masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
misilsiz: benzersiz, eşsiz (bk. m-s̱-l)
muamele: davranış, iş
muarrif: tarif edici, tanıtıcı (bk. a-r-f)
müdakkik: inceden inceye araştıran
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
muhteşem: ihtişamlı, görkemli
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müteveccihen: yönelerek
mutî: itaatkar
müzeyyenat: süsler (bk. z-y-n)
nazirsiz: benzersiz (bk. n-ẓ-r)
nutuk: konuşma
sadık: doğru sözlü (bk. ṣ-d-ḳ)
şayeste: lâyık, yakışır
şefkat: karşılıksız merhamet ve sevgi (bk. ş-f-ḳ)
seyyid: efendi
sikke: mühür, işaret
tavsif edilmez: özellikleri anlatılmakla bitmez (bk. v-ṣ-f)
teveccüh: ilgi
tılsım: sır, şifre
turra: mühür, nişan
üstad: hoca, öğretmen
vaziyet: durum
yektâ: tek, benzersiz
zikri: geçen anılan, sözü geçen

misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti. Daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler. Bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şakirtlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni-i Zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, bu kasrı şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir. Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.

Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir. Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

Ey arkadaş, hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.

İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis


ahali: halk
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
arz: yer
bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)
beyhude: sonuçsuz, boşuna
bina etmek: yapmak, inşa etmek
dâi: var olmasına sebep olan
daimi: sürekli
düstur: kural, prensip
ezel-ebed sultanı: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı sürekli devam eden sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)
garb: batı
gûnâgûn: türlü türlü, renk renk
güruh: grup
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. ḥ-k-m; ẕi)
husul: meydana gelme
ihzar edilen: hazırlanan (bk. ḥ-ḍ-r)
ikazât: uyarılar
iksir: ilaç
iltifat: yönelme, değer verme
irşâdât: nasihatler, doğru yolu gösteren sözler (bk. r-ş-d)
istimâ: dinleme
kasr: saray, köşk
lisan: dil
mağlup olmak: yenilmek
mahsus: özel
maksat: gaye, istenilen şey (bk. ḳ-ṣ-d)
mânâ: anlam (bk. a-n-y)
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
melik: hükümdar, sultan (bk. m-l-k)
melik-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. m-l-k; ẕi)
mezkûr: adı geçen
muallim: öğretmen (bk. a-l-m)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
mütevakkıf: bağlı
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nutuk: konuşma
saadet: mutluluk
şakirt: öğrenci
sâni-i zîşan: şanı yüce san’atkâr (bk. ṣ-n-a; ẕi)
şark: doğu
şayan: layık, yaraşır
semavat: gökler (bk. s-m-v)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taam: yiyecek
takdis: Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma (bk. ḳ-d-s)
talimat: emirler (bk. a-l-m)
tebdil ve tahvil: değiştirme ve başka hale dönüştürme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir edilmek: ışıklandırılmak, aydınlatılmak (bk. n-v-r)
üstad: hoca, öğretmen
vücud: varlık (bk. v-c-d)
vücud-u kasr: köşkün, sarayın varlığı (bk. v-c-d)
vücud-u üstad: öğretmenin varlığı (bk. v-c-d)
Zât-ı Mukaddes: her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)

edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.

O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı harikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâlin esmâsına delâlet ederler. Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Avânesi ise, enbiya aleyhimüsselâmdır. Ve şakirtleri ise evliya ve asfiyadır. O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde melâike aleyhimüsselâma işarettir. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’ân-ı Hakîmin şakirtleridir. Diğer güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi, belki daha aşağı, sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur.1


Dipnot-1

bk. Et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân 1:63; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 2:219.


âlem: dünya (bk. a-l-m)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Arş-ı Rububiyet: Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; r-b-b)
arz: yer, dünya
asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y)
avâne: yardımcılar
âyât: âyetler, deliller
Barla: (bk. bilgiler)
cevher: kıymetli taş
cilve: görüntü, yansıma (bk. c-l-y)
cin ve ins: cinler ve insanlar
dâllîn: doğru yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)
delâlet: delil olma, işaret etme
ehl-i iman: iman etmiş, inanmış kimseler (bk. e-m-n)
ehl-i küfür ve tuğyan: inkârcılar, inanmayanlar ve azgınlık ve taşkınlıkta çok ileri gidenler (bk. k-f-r; ṭ-ğ-y)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
fırka: grup
güruh: grup, topluluk
hâkim: hükmeden, idareci (bk. ḥ-k-m)
hat: çizgi
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n)
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. s-n-a)
matbah: mutfak
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Melik-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ḳ-d-r)
menzil: ev, oda (bk. n-z-l)
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
misal: örnek (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müfessir: tefsir edici, açıklayıcı, yorumlayıcı (bk. f-s-r)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musahhar: boyun eğen
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nukuş-u kalem-i kudret: Allah’ın kudret kaleminin işlemeleri (bk. n-ḳ-ş; ḳ-d-r)
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti, şefkati, merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
remiz: işaret
şakirt: öğrenci, talebe
sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a)
sath-ı arz: yeryüzü
semavat: gökler (bk. s-m-v)
semerât-ı harika: harika meyveler
seyyid: efendi
taam: yiyecek
tabi olmak: uymak
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)
üstad: hoca, öğretmen
zîhaşmet: haşmetli, görkemli, heybetli (bk. ẕi)
zîkudret: kudretli, güçlü, kuvvetli (bk. ẕi; ḳ-d-r)

KAYNAK:

http://www.erisale.com/#content.tr.1.177