Eğitime Giriş Ders Notları – 1 “Ben ancak öğretmen olarak gönderildim.” Hz. Muhammed (S.A.S)

İÇİNDEKİLER

HZ. PEYGAMBER: SAMİMİ VE BİLGE REHBER  – 3

HZ. PEYGAMBER: EN GÜZEL MÜREBBİ  – 11

GAYET MÂNİDAR BİR KİTAP, ONU DERS VERECEK BİR MUALLİM İSTER  – 19

MAHBUB-U KULÛB, MUALLİM-İ UKUL, MÜREBBİ-İ NÜFUS, SULTAN-I ERVAH  – 22

MÜTERAKKİ, FENLİ, MEDENÎ, SİYASÎ MİLLETLERE ÜSTAD, MUALLİM, DİPLOMAT, HÂKİM-İ ÂDİL – 24

KEMÂLÂTINI İZHAR ETMEK İÇİN BİRİSİNİ MUALLİM TAYİN EDECEKTİR  – 25

UMUM İBÂDINA BİR MUALLİM – 27

REHBER BİR MUALLİM  – 28

MUALLİM-İ EKBER, BİR SADIK MUALLİM  – 30

EN BÜYÜK MUALLİM VE EN MÜKEMMEL ÜSTAD – 32

BİR MUHAKKİK ÜSTAD, BİR SADIK MUALLİM – 33

O VAHŞÎ İNSANLAR, İNSAN ÂLEMİNDE İNSANLARA MUALLİM OLDULAR – 34

ONLARI, O ZAMANA, O ÂLEME MUALLİM YAPTI  – 36

MUALLİM-İ HİKMET – 37

MUALLİM-İ EKMEL – 38

MUALLİM-İ HAKAİK VE REHBER-İ KEMÂLÂT  – 39

MUALLİM-İ AHLÂK-I ÂLİYE  – 40

AKVÂM-I BEŞERİYE BİRTEK DERS ALACAK, BİRTEK MUALLİMİ DİNLEYECEK  – 41

MENBA-I ULÛM-U ÂLİYE VE MUALLİMİ OLAN ZÂT-I MUHAMMED (A.S.M.)  – 42

PRENS BİSMARCK’IN BEYANATI  – 43

RUHLARIN MÜREBBÎSİ VE AKILLARIN MUALLİMİ VE KALBLERİN MAHBUBU  – 44

AKILLARIN MUALLİMİ VE MÜRŞİDİ  – 45

ON BİRİNCİ SÖZ  – 46

KUR’AN-I KERİM’DEN AYETLER VE TEFSİRİ   – 51

SONUÇ    – 53

HZ. PEYGAMBER:

SAMİMİ VE BİLGE REHBER

Ebû Musa (el-Eş”arî) şöyle demiştir:

“Resûlullah (sav), bazı emirlerini yerine getirmesi için ashâbından birini görevli olarak yolladığı zaman, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” buyururdu.”

(M4525 Müslim, Cihâd ve siyer, 6)

***

Ebû Saîd el-Hudrî”nin işittiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir kötülük gören kişi eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Bunu da yapamazsa kalbi ile o kötülüğe tavır koysun (ondan nefret etsin) ki bu da iman eden kişinin yapması gereken asgarî şeydir.”

(D1140 Ebû Dâvûd, Salât, 239-242)

***

Huzeyfe b. Yemân”dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Canım elinde bulunan Allah”a yemin ederim ki ya iyiliği emredip kötülükten sakındırırsınız ya da (bunu yapmamanız hâlinde) Allah size bir ceza gönderiverir de O”na dua edersiniz ama O, duanızı kabul etmez.”

(T2169 Tirmizî, Fiten, 9)

***

Temîm ed-Dârî anlatıyor: “Peygamber (sav), “Din samimiyettir.” dedi.Biz, “Kime karşı?” diye sorduk. O da, “Allah”a, Kitabı”na, Resûlü”ne, Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara.” buyurdu.”

(M196 Müslim, Îmân, 95)

***

Ebû Vâil anlatıyor: “Abdullah b. Mes”ûd her Perşembe insanlara vaaz ederdi. Bir şahıs, “Ey Ebû Abdurrahman! Senin bize her gün vaaz etmeni çok isterim.” deyince, İbn Mes”ûd ona şöyle cevap verdi: “Beni bundan alıkoyan şey, sizi bıktırmak istemeyişimdir. Peygamber”in (sav), bize bıkkınlık vereceği endişesiyle, bizim durumumuza uygun günleri kolladığı gibi ben de vaaz vermede size uygun günleri kolluyorum.”

(B70 Buhârî, İlim, 12)

Yeni Müslüman olduğu için namazda konuşulmaması gerektiğini bilmeyen Muâviye b. Hakem es-Sülemî, bir gün cemaatle namaz kılındığı sırada aksıran birisine, “Yerhamükâllâh.” (Allah, sana rahmet eylesin!) deyiverir. Bu yersiz konuşmasından ötürü herkes ona sert sert bakar. Muâviye, “Eyvah mahvoldum! Ne bakıyorsunuz yahu, ben ne yaptım?” deyince bu defa namaz kılanlar, onu susturmak için elleriyle uyluklarına vurmaya başlarlar. Muâviye, oradakilerin kendisini susturmak istediklerini anlayınca susar ve bu işin sonunu beklemeye başlar. Muâviye hadisenin devamını şöyle anlatır: “Anam, babam Resûlullah”a feda olsun! Ne ondan önce ne de sonra Peygamber (sav) kadar güzel öğreten bir öğretmen gördüm. Vallahi beni ne azarladı ne dövdü ne de sövdü. Namaz bitince sadece şunları söyledi:“Bu namazda insan kelâmı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur”an okumaktır.” 1

Hz. Peygamber, vaaz ve irşad çalışmalarında insanlarla olan ilişkisini kolaylık, hoşgörü, merhamet, nezaket, zarafet ve yumuşaklık anlayışı üzerine kurmuştu. Çünkü Allah Resûlü kesin olarak biliyordu ki yumuşak davranma (rıfk, hilm), bulunduğu her şeyi güzelleştirir, çıkarıldığı yer ise muhakkak çirkinleşirdi.2 “Allah”ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” 3 âyeti, Peygamber zarafetinin ve nezaketinin en açık delilidir. Bir rivayette de Sevgili Peygamberimizin Kitâb-ı Mukaddes”teki vasfı, “Şüphesiz o, kaba ve katı kalpli değildir. Çarşı pazarlarda bağırıp çağırmaz. Kötülüğe kötülükle muamele etmez. Bilakis af ve güzellikle muamele eder.” şeklinde anlatılmaktaydı.4 Bir defasında yeni Müslüman olmuş, fakat henüz İslâm ahlâk ve âdâbını iyice öğrenemediği için medenileşmemiş bir kişi, bugünkü gibi halı ve kilim serili olmayan mescitte küçük abdestini bozmuştu. Orada bulunanlar o kişiyi yaka paça dışarı atmak üzereyken Resûlullah müdahale edip engelleyerek, “Onu bırakın da küçük abdestini bozduğu yere bir kova su döküverin!” diye tembihledi ve orada bulunanlara, “Siz ancak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz.” buyurdu.5

Rahmet Elçisi, vaaz ve irşad görevinde takip ettiği üslûbunu, “Allah beni zorlayayım ve hata arayayım diye göndermedi. Bilakis öğreteyim ve kolaylaştırayım diye gönderdi.” 6 şeklinde açıklamıştır. Bu güzel hasletleri çevresindekilere de tavsiye eden Resûlullah (sav), bazı emirlerini yerine getirmesi için ashâbından birisini görevli olarak yolladığı zaman, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin! Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” buyururdu.7 Hz. Peygamber, günah olmadığı müddetçe iki durumdan birini tercih ettiğinde daima en kolay olanını tercih ederdi.8

Kur”ân-ı Kerîm”de Yüce Allah, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun”a hitap ederek, “Firavun”a gidin, çünkü o iyice azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır ve korkar.” 9 diye emretmişti. Firavun”a bile “yumuşak söz söylemeyi” emreden bir dinin mensupları elbette bu prensiplerden hareketle bütün insanlara karşı daha bir dikkatli, özenli ve merhametli bir şekilde öğüt vermekle yükümlüdürler.

Vaaz, bir kimseye kalbini yumuşatacak, onu günahlardan uzaklaştırıp sevaba yöneltecek, ilâhî mükâfatı ve cezayı hatırlatarak hayrı, iyiliği ve yararlı işleri yapmayı, haram ve kötülüklerden ise sakınmayı benimsetecek, Allah”a ve Hz. Peygamber”e itaate sevk edecek ve doğru yolu gösterecek güzel sözler söylemektir.10 İrşad ise insanlara doğru yolu göstermek, müminleri dinî görevlerini yerine getirmeye çağırmak demektir.11 “Mevize, zikr, zikrâ, tezkire, nasihat, tavsiye, tebliğ, tezkîr, inzar, tahzir, emir bi”l-maruf ve nehiy ani”l-münker” kavramları, vaaz ve irşadla yakın ilişkisi olan kavramlardır. Allah ve Resûlü tarafından bildirilen doğruları ve güzellikleri anlatmak, öğütlemek, hatırlatmak ve bu bağlamda nasihatte bulunmak, uyarmak anlamlarına gelen “vaaz”, “mevize”12 ve “rüşd” kökünden türeyerek hidayet, doğruluk, isabet, hayır, fayda anlamlarına gelen kelimeler13 ilâhî hitapta da yerlerini almıştır.

Yüce Allah, Kur”an”da, “vaaz etme/öğüt verme” fiillerini, zaman zaman “O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” 14 ve “Allah size ne kadar güzel öğüt veriyor.” 15 şeklinde bizzat kendi zâtına isnat ederek kullanmıştır.Kur”ân-ı Kerîm”de, “öğüt veren” ya Rabbimizin bizzat kendisi,16 ya da onun tarafından gönderilmiş peygamberlerden herhangi birisidir.17 Bu durum, vaaz ve irşad görevinin, temelde, Allah”ın emriyle bir “peygamber mesleği” olduğunu göstermekle beraber bu işi yapmanın önem ve faziletini de ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, “Sen öğüt ver/hatırlat! Çünkü öğüt, müminlere fayda verir.” 18 buyrularak vaaz ve irşadın müminlere fayda vereceği de ifade edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber, Müslüman”ın Müslüman üzerindeki haklarını saydığı bir hadisinde nasihat istediğinde ona nasihatte bulunmayı bu hakların içinde saymıştır.19 Aynı şekilde Resûl-i Ekrem, “…Sizden birisi, (mümin) kardeşinden öğüt istediğinde, kardeşi ona nasihat etsin!” 20 buyurmuştur.

Vaaz ve irşad, Müslümanların dinî görevlerini yerine getirmelerinde onlara yardımcı olma vazifesidir. Müslüman için asıl olan bu dünyada sırât-ı müstakîm üzere olabilmektir. Kur”ân-ı Kerîm, insanın iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğine21 vurgu yapmakla birlikte bunun, yetersiz kalması veya yanlış kullanılması sebebiyle yanıltıcı ve saptırıcı faktörlerin de etkisiyle insanın yanlışlar içerisine düşebileceğini ifade etmektedir: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan seni Allah yolundan saptırırlar. 22 buyurmaktadır. Yine, “Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” 23 âyeti, sosyolojik bir gerçeğe işaret etmektedir. Önleyici tedbirler alınmadığı takdirde toplumda meydana gelecek bozulmalar Kur”an”da zulüm olarak nitelendirilmiş ve bunun sonucunda ortaya çıkacak olan fitnenin sadece kötülere değil toplumun bütün fertlerine yönelik olacağı ifade edilmiştir.24

İslâm, insanın selim fıtratının özelliklerini hatırlatmakta, aklına vahiy ile ışık tutmakta ve sosyal tecrübesinin sağlıklı yürümesine katkıda bulunmaktadır. Bu sebeple vaaz ve irşad faaliyetleri Müslümanlar arasındaki manevî yardımlaşma ve dayanışmanın en başında yer alır. Gerçekte vaaz ve irşad görevi, Müslümanların kendilerine, diğer din mensuplarına ve bütün insanlara karşı sorumluluk yüklemektedir.25 Hz. Peygamber, bu sorumluluğu bir hadisinde beliğ bir üslûpla, yaşadığımız dünyayı bir gemiye, bütün insanları da bu gemide yol alan yolculara benzeterek anlatır. Yolcular kendi içlerinde iki kısma ayrılırlar. Bir kısmı Allah”ın hududunu gözeten ilim, irfan, akıl ve erdem sahibi insanlar; diğer kısmı ise bu hududu çiğneyen, hevâ ve arzularına esir düşmüş kimselerdir. Gemi hareket etmeden önce bu iki grup insan, kura ile yerlerini belirlemiş, birinciler üst kısma yerleşirken ikinciler alt kısımda yerlerini almışlardır. Gemi tam denizin ortasına vardığında aşağıdakiler güya yukarıdakileri gidip rahatsız etmemek gibi masumane görünen bir gerekçeyle su ihtiyaçlarını gidermek için geminin dibini delmeye başlarlar. Yukarıdakiler bu duruma sözle müdahale ederek böyle yapmamalarını isterler. Zira bu duruma mani olmadıkları takdirde aşağıdakiler batacakları gibi yukarıdakiler de helâk olacaktır. Ancak hikmetli bir yolla onlara engel oldukları zaman, sadece kendileri değil aşağıdakiler de batmaktan kurtulacaklardır.26

Yine Hz. Peygamber, bu konuda, “Bir kötülük gören kişi eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Bunu da yapamazsa kalbi ile o kötülüğe tavır koysun (ondan nefret etsin) ki bu da iman eden kişinin asgarî yapması gereken şeydir.” 27 buyurarak kötülüğün bir şekilde değiştirilmesinin gerekliliğine işaret etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber, “Canım elinde bulunan Allah”a yemin ederim ki ya iyiliği emredip kötülükten sakındırırsınız ya da (böyle yapmazsanız) Allah size bir ceza gönderiverir de O”na dua edersiniz ama O, duanızı kabul etmez.” buyurmuştur.28 Şüphesiz bu rivayetler, irşad görevinin ihmal edilemeyecek kadar önemli bir faaliyet olduğunu, aksi takdirde duaların reddinden, toplumun bütününün cezalandırılmasına kadar varan yaptırımları beraberinde getirebileceğini haber vermektedir.

Hz. Peygamber”in bütün hayatı peygamberlik görevinin gereği olarak insanları Allah”a çağırmakla ve irşadla geçmiştir. Resûl-i Ekrem, kısa zamanda bütün çağlara örneklik edecek altın bir nesil yetiştirmiştir. Onun başarısının altında yatan en büyük sebep, hiç şüphesiz insanlara inanmadığı ve yaşamadığı hiçbir şeyi söylememiş olmasıydı. Allah Resûlü vaaz ve nasihat ettiği her şeye önce kendisi iman etti ve söylediklerini yaşadı. Çünkü vaaz ve irşad görevini yürüten kişinin, tavsiye ettiğini bizzat uygulaması şarttı. Bu durum, görevi bizzat vaaz ve irşad olanlar için geçerli olduğu kadar çevresine İslâm”ın güzelliklerini anlatan her Müslüman için de geçerliydi. Elbette Yüce Rabbimizin, “Kendinizi unutup da başkalarına mı iyiliği emrediyorsunuz?”, 29 “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” 30 uyarıları boşuna değildi.

Uyguladığını tavsiye etme, önemli bir ahlâk ilkesi, şahsiyet ve inandırıcılık meselesidir. Hz. Peygamber”in sahâbîlerinden Ebu”d-Derdâ, “Bilmeyene bir kere yazıklar olsun, bilip de bilgisine göre amel etmeyene yedi kere yazıklar olsun!”31 uyarısını yapmıştır. Hasan-ı Basrî”nin talebelerinden Mâlik b. Dînâr da, “Âlim, bildiği ile amel etmediği zaman, onun vaaz ve nasihati, yağmur damlalarının yalçın kayadan kayması gibi gönüllerden silinir gider.”32 demiştir. Her iki söz de bildiği ile amel etmeyen kişilerin vaaz ve irşad görevinde başarılı olmalarının mümkün olmadığı anlamına gelmektedir. Hiç şüphesiz söylediklerini yaşamayan kişilerin sözleri başkalarının kalplerinde ve düşünce dünyalarında akis bulamaz. Bu meyanda Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:“Kıyamet günü bir adam getirilip cehenneme atılır ve bağırsakları dışarı fırlar. O kişi, eşeğin değirmen taşı ile döndüğü gibi bağırsaklarıyla birlikte dönmeye başlar. Derken etrafına cehennemlikler toplanır ve “Ey falan, ne bu hâl? Sen iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaz mıydın?” derler. O da “Evet, ben iyiliği emrederdim, ama onu kendim yapmazdım. Kötülükten alıkoyardım, ama onu kendim yapardım.” diye karşılık verir.” 33

Hz. Peygamber”in insanları irşad ederken uyguladığı yöntemler de son derece dikkat çekicidir. Yüce Allah, Hz. Peygamber”e hitaben, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et!” 34 buyurmuştur. Bu âyette ifade edilen yöntem, hikmet, güzel öğüt, iyi niyet ve samimiyetle yapılan tartışmadır. Kısacası muhatabın aklî ve kültürel yapısı ile yeteneklerini göz önünde bulundurmak ve bu vazifeyi en güzel tarzda yerine getirmek Allah Resûlü”nün irşad yöntemi idi. O bir hadisinde, “Din samimiyettir.” buyurmuş, “Kime karşı?” diye sorulduğunda da cevaben, “Allah”a, Kitabı”na, Resûlü”ne, Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara.” buyurmuştur.35 Ayrıca Kur”an”da insanları Allah”a çağırma ile ilgili olarak yumuşak söz anlamında “kavl-i leyyin” 36 doğru ve faydalı söz anlamında “kavl-i ma”rûf” ,37 iyi, güzel, doğru ve hak söz anlamında “kavl-i hasen” ,38 doğru ve sağlam söz anlamında “kavl-i sedîd” 39 kavramları kullanılmıştır. Tüm bu kavramların işaret ettiği metot, Lokman”ın oğluna öğüdü tarzında samimi bir sohbet ve sıcak bir öğüttür.40

Resûl-i Ekrem, insanları irşad ederken muhataplarını tanımaya özen gösterir, onların duygularını, isteklerini ve birey olarak özelliklerini dikkate alırdı. Kendilerine yakın ilgi göstererek onları en güzel şekilde irşad ederdi. Bir keresinde Hz. Peygamber”in huzuruna genç bir delikanlı gelir ve kendisine, zina etmesi için izin verilmesini ister. Orada bulunanlar, hayretler içinde genci ayıplamaya, terslemeye hatta bağrışmaya başlarlar. Hz. Peygamber ise, “Yaklaş!” buyurur. Sonra onu dizinin dibine oturtup sorar: “Annenle zina yapılmasını ister misin?” Genç, “Yoluna kurban olayım. Hayır, istemem yâ Resûlallah.” der. Hz. Peygamber, “Diğer insanlar da anneleriyle zina yapılmasını istemezler.” buyurur ve tekrar sorar: “Peki, kızın için bunu ister misin?” Genç, “Yoluna kurban olayım. Hayır, istemem yâ Resûlallah.” der. Hz. Peygamber, “Diğer insanlar da kızları için bunu istemezler.” buyurur ve aynı şekilde teker teker kız kardeşi, halası ve teyzesi için de sorusunu tekrarlar. Aldığı cevaplar üzerine insanların da bu mahremleri hakkında zinaya razı olamayacaklarını belirttikten sonra mübarek ellerini gencin göğsüne koyarak, “Yâ Rabbi! Bunun günahını bağışla! Kalbini temizle ve fercini muhafaza et!” diye dua eder. Genç, tam mânâsıyla ikna olur, Hz. Peygamber”in duasının bereketiyle bir daha böyle bir kötülüğe yönelmez.41 Bu rivayette Hz. Peygamber, genci irşad ederken ikna yöntemini kullanmış, onu yanına oturtmuş ve ona dokunmuştur. Hz. Peygamber”in insanları irşad ederken beden dilini etkili bir biçimde kullandığı da bu örnekte görülmektedir.

Allah Resûlü, insanlarla olan ilişkilerinde kusur aramadığı gibi onların kusurlarını yüzlerine de vurmazdı. Herhangi bir kişinin hoş olmayan bir hâline veya sözüne şahit olduğunda, “Filâna ne oluyor ki şöyle diyor veya şöyle yapıyor.” demez, “Bazılarına ne oluyor ki şöyle diyor veya yapıyorlar.” derdi.42 Onun bu tutumu, vaaz ve irşad görevini yerine getiren kişilerin, topluma hitap ederken şahısların hatalarını düzeltmede izleyecekleri yol ve üslûba ilişkin ölçüler sunmaktadır.

İslâm adına vaaz ve irşadda bulunan kişiler neyi, nerede, ne zaman ve hangi üslûpla söyleyecekleri hususunda dikkatli davranmak; neyi öne çıkaracaklarını, fitneye sebep olmadan hakkı tebliğ edebilmek için nelere öncelik vereceklerini bilmek zorundadırlar. Bir defasında Sevgili Peygamberimiz, “Allah”tan başka ilâh olmadığına, kendisinin de O”nun elçisi olduğuna kalben inanan kimseye Allah”ın ateşi haram kıldığını” söylediğinde, “Bu durumu insanlara müjdeleyeyim mi ey Allah”ın Resûlü?” diye soran Muâz b. Cebel”e, “O zaman buna güvenip gevşeyiverirler.” buyurdu.43 Hz. Peygamber irşadda her zaman muhataplarının ihtiyaç ve faydalarını göz önüne alır ve “İnsanlara konumlarına göre davranın!” şeklinde tavsiyede bulunurdu.44

Hz. Peygamber, irşadda en mühim olandan başlayarak tedrîcî bir sıralamayla insanlara sorumluluklarını bildirirdi. Bir defasında Abdülkays heyeti Hz. Peygamber”e, “Biz Rebîa kabilesinin şu boyu olarak seninle ancak haram aylarda görüşebiliyoruz. Bize bir şey emret ki senden öğrenip bizden sonrakileri de ona davet edelim.” deyince Resûlullah onlara, “Dört şeyi size emrederim: Öncelikle Allah”a imanı.” dedi.Sonra Allah”a imanı şöyle açıkladı:”Allah”tan başka ilâh olmadığına benim de Allah”ın kulu ve elçisi olduğuma şehâdet etmek. Sonra namaz kılmak, zekât vermek ve ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerden beşte birini vermek.” 45

Bir keresinde de saçı başı dağınık bir bedevî Resûlullah”a geldi ve “Ey Allah”ın Resûlü! Allah”ın bana farz kıldığı namazların neler olduğunu söyle!” dedi. Resûl-i Ekrem, “Beş vakit namaz ama nafile de kılabilirsin.” buyurdu. Bedevî, “Allah”ın bana farz kıldığı orucun ne olduğunu söyle!” deyince Hz. Peygamber, “Ramazan ayında tutulan oruç ama nafile oruç da tutabilirsin.” buyurdu. Bedevî, “Allah”ın farz kıldığı zekâtın ne olduğunu söyle!” dedi. Allah Resûlü, ona (zekâtı da içine alan) İslâm”ın temel ilkelerinden bahsetti. O zaman bedevî, “Sana ikram eden Allah”a yemin ederim ki nafile hiçbir ibadet yapmayacağım fakat Allah”ın bana farz kıldığı ibadetlerden hiçbir şeyi de eksik yapmayacağım.” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Sözüne sadık kalırsa kurtuluşa ermiştir.” buyurdu.46

Muhatap kitleyi, cennete götürecek davranışlara özendirme (terğîb), cehenneme götürecek tutum ve davranışlardan uzak tutma (terhîb), vaaz ve irşad görevini yürütenlerin uygulama yöntemlerinden biri olmalıdır. Zira gönlüne cennet arzusu ve cehennem endişesi yerleşmiş kişilerin bu dünyada düzgün ve disiplinli bir hayat yaşamaları daha da kolaylaşır. Bu bakımdan, “inzâr” (uyarma) ve “tebşîr” (müjdeleme) dengesini kurup yerli yerince kullanmak esastır. Kur”ân-ı Kerîm, bu dengeyi hep gözetmiş; iman edip salih amel işleyenlere mükâfat vaad ederken inkâr edip isyan edenlere ceza olduğunu bildirmiştir.47 Ayrıca Kur”an”da bütün peygamberlerin,48 özellikle son peygamber Hz. Muhammed”in49 ve son ilâhî kitap Kur”an”ın bütün insanlara uyarıcı ve müjdeci olarak gönderildiği50 belirtilmiştir.

Vaiz ya da mürşit açısından doğru olan tutum, insanlara şefkat, merhamet, hoşgörü ve sabırla muamele etmektir. Sevgili Peygamberimizin, risâlet görevi boyunca irşad uğrunda karşılaştığı meşakkat, sıkıntı ve zorluklara sabırla göğüs gerdiği unutulmamalıdır. Nitekim Kur”an”da, hayatta karşılaşılabilecek güçlüklere karşı sabır ve namaz aracılığıyla Allah”tan yardım istenmesi tavsiye edilmiştir.51 Allah Resûlü de İslâm uğruna insanların eziyetlerine katlanmıştır. Enes b. Mâlik bu hususta bir örneği şöyle anlatır: “Ben Resûlullah ile birlikte yürüyordum. Resûlullah”ın üzerinde Necrân dokumalarından kalın kenarlı bir bürde (kaftan) bulunuyordu. Bir bedevî bize yetişti ve Resûlullah”ın ridâsından sert bir şekilde çekti. Bu hareket sebebiyle ridânın kalın kenarının Resûlullah”ın boynunda iz yapmış olduğunu gördüm. Sonra bedevî, Resûlullah”tan kendisine bir şeyler vermesini istedi. Bunun üzerine Resûlullah, bedevîye baktı, tebessüm etti, sonra da ona bir miktar yardımda bulunulmasını emretti.”52

Hz. Peygamber ve mübarek arkadaşları, vaaz ve irşadda dinleyicilere bıkkınlık vermemeye özen gösterir, onların dinlemeye arzulu oldukları vakitleri gözetirlerdi. Söz gelimi Abdullah b. Mes”ûd, her perşembe insanlara vaaz ederdi. Bir şahıs, “Ey Ebû Abdurrahman! Senin bize her gün vaaz etmeni çok isterim.” deyince İbn Mes”ûd, ona şöyle cevap vermişti: “Beni bundan alıkoyan şey, sizi bıktırmak istemeyişimdir. Peygamber”in (sav), bize bıkkınlık vereceği endişesiyle, bizim durumumuza uygun günleri kolladığı gibi ben de vaaz vermede size uygun günleri kolluyorum.”53 Diğer taraftan Hz. Peygamber, hem herkesin katılımını sağlamak hem de insanlara bıkkınlık vermemek gayesiyle vaazı belirli zamanlarda yapardı.54 Cuma günü vaaz ettiğinde vaazı uzatmazdı.55 Hutbenin de kısa tutulmasını isterdi.56

Hz. Peygamber döneminde, işin tabiatı ve İslâm”ın getirdiği ölçüler gereği, herkes bildiğini başkalarına anlatmakla mükellefti. Ancak bugün anladığımız şekliyle vaaz verme işini, Hz. Ömer”den aldığı izinle cuma günleri ilk icra eden kişinin Temîm ed-Dârî olduğu bildirilmektedir.57 Temîm ed-Dârî, Hz. Osman döneminde de vaaz etmeye devam etmiştir.58 Abdullah b. Mes”ûd da perşembe günleri vaaz ederdi.59 Birçok sahâbînin, çeşitli vesilelerle vaaz ettikleri bilinmektedir.60

Hz. Ömer, vaaz için izin verdiği Temîm ed-Dârî”yi yakından denetlemiştir.61 Bir kıssacıya rastladığı zaman nâsih mensûhu yani kaldırılan hükümler ile bunların yerine gelen yeni hükümleri bilip bilmediğini soran ve “Bilmiyorum.” cevabı alan Hz. Ali, “Hem kendin helâk oldun hem de başkalarını helâke sürükledin!” diyerek bilgisiz kimselerin vaaz vermesini eleştirmiştir.62 Muâviye, hac esnasında Mekkelilere vaaz eden bir kişinin bu iş için görevlendirilip görevlendirilmediğini tespit etmeye çalışmıştır.63 Bu tarihî gerçekler, vaaz edecek kişinin dinî bilgiler açısından yeterliliğinin sorgulanması gerektiğini göstermektedir. Allah Resûlü”nün, “İnsanlara hitap edenler genellikle yöneticiler, onların görevlendirdikleri görevliler ve insanlara büyüklük taslamak için ortaya çıkmış birtakım kimselerdir.” 64 şeklindeki sözü de bu konuda ne kadar hassas ve sorumlu davranılması gerektiğini salık vermektedir.

“Onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında etkili ve güzel söz söyle!” 65 âyetinin gereği Hz. Peygamber, insanlara vaaz ve nasihat ederdi. O, konuşmasına başlarken Allah”a hamd ve senâda bulunurdu.66 İnsanların kalplerini titretip gözlerini yaşartacak şekilde etkili konuştuğu olurdu.67 Bazen namazların ardından vaaz ederdi.68 Bazen sesinin ulaşmadığını düşünerek kadınların bulunduğu yere kadar gider ve onlara orada vaaz ve nasihat ederdi.69 Yine Hz. Peygamber, vaaz ve nasihatte bulunmak için haftada bir gününü kadınlara ayırırdı.70

Rahmet Peygamberi, gayet açık, tane tane, kelimeleri izah ederek ve yavaş yavaş konuşurdu; hatta yanında olan kimse konuştuklarını ezberleyebilirdi.71

Konuşmasını her dinleyen rahatlıkla anlardı.72 Çünkü Hz. Peygamber, “cevâmiu”l-kelim” di.73 Yani az sözle çok şey ifade etme kabiliyetine sahipti. Konuşurken, muhatabın anlayabileceği dili kullanır, onun dünyasından misaller verir, benzetmeler yapardı.

Söylenenlerin dinleyenler tarafından anlaşılması, vaaz ve irşadın ilk ve en temel şartıdır. Hz. Ali”nin bu bağlamda dile getirdiği, “İnsanlara kavrayabilecekleri şeyleri anlatın. Allah ve Resûlü”nün yalanlanmasını ister misiniz?”74 uyarısı, dikkate değerdir. Hz. Musa”nın peygamberlik görevini üstlendiği gün yaptığı, “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver! İşimi benim için kolaylaştır! Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar!” 75 duasının Müslümanlara da örnek gösterilmesi ve bu duanın vaaza başlama duası olarak vaizler tarafından okunması oldukça manidardır. Bu konuda Allah Resûlü”nün tercih ettiği tutum, öncelikle insanların zihin kalıplarını değiştirmeye, bu sayede davranışlarını değiştirmelerini sağlamaya yöneliktir. Bu husus, onun“Ben ancak öğretmen olarak gönderildim.” 76 diye tanımladığı görevi ile de yakından ilgilidir. Hz. Peygamber, bu misyonunu her yerde sürdürmüştür. Bir keresinde sahâbeden Ebû Rifâe, Hz. Peygamber hutbe irad ederken yanına yaklaşır ve kendisini kastederek, “Garip, yabancı bir adam geldi. Dinini bilmiyor, dini hakkında bilgi almak istiyor.” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber, hutbesini yarıda keserek onun yanına gelir. Kendisine bir oturak getirilir. Ardından Allah”ın kendisine öğrettiğinden Ebû Rifâe”ye öğretmeye başlar. Sözü bitince tekrar hutbeye çıkar ve kaldığı yerden devam eder.77

Allah Resûlü, içinde yaşadığı toplumda yaygın olan yanlış kanaatleri temelden sarsmayı, zihin ve düşünce kalıplarını yeniden kurmayı amaçlamıştır. Ayrıca, vaaz ve irşad çalışmalarında, yerinde ve muhatabı etkileyecek tarzda söylenmiş sözün ne denli güçlü bir tesiri olacağına dikkat çekmiştir.78 Bu bakımdan Hz. Peygamber, söylediği söz iyice anlaşılsın diye konuştuğu zaman bazen üç defa tekrar ederdi.79 Konuya dikkat çekmek, sözlerinin kolaylıkla ezberlenmesini sağlamak ve mânânın önemini vurgulamak üzere Hz. Peygamber, iman edenin cehenneme girmeyeceğini beyan edeceği zaman terkisinde bulunan Muâz b. Cebel”e üç defa seslenmiş, sonra sözlerini söylemiştir.80

Peygamberimiz bazen de insanların titizlikle üzerinde durması gereken, önemli bir konudan bahsettiği zaman sayısı tespit edilemeyecek kadar çok tekrarda bulunurdu. Büyük günahları sayarken “yalancı şahitlik” konusuna gelince yaslandığı yerden doğruluvermiş, “Aman ha, yalan yere şahitlik, aman ha yalan yere şahitlik.” diye o derece tekrarlamıştır ki ashâb-ı kirâm, “Resûlullah keşke sussa!” diye düşünmüşlerdi.81 Bir çarpışmada silahı kaldırdığı anda “Lâ ilâhe illâllâh” diyen düşmanını öldüren Üsâme b. Zeyd, yaptığı bu işten dolayı kalbine bir şüphe düşünce durumu Hz. Peygamber”e arz etmiş, Hz. Peygamber hayretler içinde,“O, “lâ ilâhe illâllâh” dedi, sen de onu öldürdün öyle mi!” diye çıkışmıştı. Üsâme mazeret beyan ederek, “Fakat yâ Resûlallah, bunu silah korkusundan söyledi.” deyince Allah Resûlü, “Bari kalbini yarsaydın da bu sözü doğru söyleyip söylemediğini öğrenseydin!” buyurmuştu. Üsâme içindeki pişmanlığı ve mahcubiyeti şöyle dile getirmişti: “Resûlullah bu sözü bana o kadar çok tekrarladı ki, “Keşke o gün yeni Müslüman olmuş olsaydım.” deme noktasına geldim.”82

Hz. Peygamber, vaazlarında bazen hiddetlenirdi.83 Zaman zaman duruma göre sert uyarılarda bulunurdu. Bir keresinde cemaate namaz kıldırdığında uzun sûreleri okuduğu için Muâz b. Cebel”e, “Sen fitneci misin?” diye kızmıştı.84 Bazen ashâbını irşad amacıyla hatalarından dolayı onlara oldukça keskin tavırlar koyduğu olurdu. Örneğin, Tebük Gazvesi”ne mazereti olmaksızın katılmayan üç kişiyle diğer sahâbîlerin görüşmesini yasaklamıştı.85

Vaazı kıssalar ile zenginleştirmek de bir Peygamber uygulamasıdır. Elbette vaazlarda kıssalardan yararlanırken sağlam rivayetlerden istifade edilmeli, sırf ilgi çekmek adına asılsız, uydurma hikâyelerle irşad yapılmamalıdır. Zira Hz. Peygamber, vaaz ve irşadlarında dinleyene ümit bahşeden kıssalara yer verir, muhatabının kıssada belirtilen duygulardan örnek alarak azimle, ümitsizliğe düşmeden İslâm”a sarılmasını amaçlardı.86 Gerçekten ümit, insan hissiyatında aşkı, azim ve iradeyi kamçılayan bir özelliktir.

Hz. Peygamber, mescidi vaaz ve irşad çalışmalarında merkez edinmiştir. Mescit, bir ilim meclisi, eğitim ve öğretim müessesesidir. Kurulduğu andan itibaren orada ders halkaları teşekkül etmiş ve mescit her türlü ilmin öğrenildiği bir kurum hâlini almıştır.87 Bununla birlikte Hz. Peygamber”in vaaz ve irşadı çarşıda, yolculukta, binek üzerinde kısacası her yerde, gerektiği her durumda sürmüştür. Örneğin, “Aldatan bizden değildir.” hadisini çarşıda ticaret yapan esnafa bir uyarı olarak dile getirmişti.88

Sonuç olarak vaaz ve irşad vazifesi, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!” 89 âyeti gereği yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Bu görev, sadece Hz. Peygamber”le de sınırlı değildir. Onun şahsında bütün Müslümanlar vaaz ve irşadla sorumludurlar. Nitekim Kur”an”da yer alan, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 90 “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah”a iman edersiniz…” 91 âyetleri, bunun en açık göstergesidir.

İslâm”ın, en güzel şekilde ve aslına uygun olarak öğrenilmesi ve yukarıda belirtilen ölçü ve ilkelere uyularak anlatılması ve tebliğ edilmesi, tüm Müslümanlar üzerinde bir borçtur. Aksi takdirde vaaz ve irşad görevinin ortada kalması veya ihmali, bütün Müslümanları sorumlu hâle getirir. Bu sorumluluğun bilinciyle Hz. Peygamber”in vefatının ardından günümüze kadar İslâm”a davet ve irşad faaliyeti Müslümanlar tarafından samimiyetle sürdürülmüştür. Allah Resûlü”nün bir hadisinde de ifade ettiği gibi, bu faaliyeti kıyamete kadar sürdürecek, hak uğrunda mücadele edecek bir grup daima var olmaya devam edecektir.92 Bir Müslüman için, “İslâm”ı öğrenme ve onu en güzel yöntemlerle anlatma” görevinden daha ulvî ve şu Peygamber müjdesinden daha değerli ne olabilir: “Benden bir söz işitip onu öğrenen ve başkalarına da aktaran kişinin Allah yüzünü ak etsin. Nice bilgili kimseler vardır ki o bilgisini kendisinden daha bilgili birisine nakleder.” 93

https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/sayfa.php?CILT=6&SAYFA=559

HZ. PEYGAMBER:

EN GÜZEL MÜREBBİ  

Ebû Saîd el-Hudrî”den rivayet edildiğine göre,

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“Size doğu tarafından ilim öğrenmek için insanlar gelecektir. Size geldiklerinde onlara iyiliği tavsiye ediniz.

(T2651 Tirmizî, İlim, 4; İM249 İbn Mâce, Sünnet, 22

***

Muâviye b. Hakem es-Sülemî (namazda konuştuğu ve ashâbın tepkisini çektiği zaman olanları) şöyle anlatmaktadır: “…Ne ondan önce ne de sonra daha güzel öğreten birini gördüm. Vallahi Resûlullah beni ne azarladı ne bana vurdu ne de hakaret etti. Sadece, “Bu namazda insan kelâmı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur”an okumaktır.” dedi.”

(M1199 Müslim, Mesâcid, 33)

***

Enes (b. Mâlik) tarafından rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!”

(B69 Buhârî, İlim, 11)

***

Abdullah (b. Mes”ûd) şöyle demiştir:  Resûlullah (sav) bıkkınlık vermekten endişe ederek bize vaaz vermek için uygun günleri kollardı.”

(T2855 Tirmizî, Edeb, 72)

***

Hz. Âişe şöyle demiştir: “Resûlullah (sav) sizin gibi böyle hızlı konuşmazdı. Aksine yanındakilerin ezberleyebileceği kadar tane tane ve yavaş konuşurdu.”

(T3639 Tirmizî, Menâkıb, 9)

Bir gün evinden çıkıp mescide giden Hz. Peygamber, orada halka olmuş iki toplulukla karşılaşmıştı. Bunların birinde Kur”an okuyorlar ve Allah”a dua ediyorlardı, diğerinde ise ilim öğreniyorlar ve öğretiyorlardı. Sevgi ve rahmet dolu bakışlarıyla onlara ilgi gösteren Resûl-i Ekrem, “Her biri hayır üzeredir. Şunlar Kur”an okuyorlar ve Allah”a dua ediyorlar; Allah dilerse onlara verir, dilerse vermez. Bunlar ise ilim öğreniyorlar ve ilim öğretiyorlar. Ben de muallim olarak gönderildim.” buyurdu ve onların halkasına katıldı.1 Diğer bir rivayette de Resûl-i Ekrem Hz. Âişe”ye “…Allah beni sıkıntı verip zorlaştırıcı olarak göndermedi. Beni ancak kolaylaştırıcı bir öğretmen olarak gönderdi.” 2 buyurarak kendisini eğitici ve öğretici olarak tarif etmişti.

Evet, Sevgili Peygamberimiz vahiyle donanmış, hikmetle bezenmiş bilge bir muallimdi. İbn Mes”ûd”un ifade ettiği gibi, o (sav), hayrın anahtarlarını da sonuçlarını da öğretmişti.3 Hayatın her alanında insanlara faydalı olan pek çok şeyi ashâbına öğretirken, “Ben size, bir babanın evlâdına öğrettiği gibi öğretiyorum.” demekteydi.4

“İlim talep etmek her Müslüman”a farzdır.” 5 buyuran Hz. Peygamber, bir anlamda, eğitim ve öğretimin dönüştüren, değiştiren, geliştiren ve geleceğe hazırlayan özelliğine atıfta bulunarak kadın-erkek bütün Müslümanları ilme teşvik ederdi: “Kim ilim tahsili için bir yola girerse Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Allah”ın evlerinden bir evde, Allah”ın Kitabı”nı okuyan ve kendi aralarında onu araştırıp öğrenen bir topluluğun üzerine sekinet (İlâhî yardım, bereket ve rahmet) iner, onları rahmet bürür, etraflarını melekler sarar ve Allah onları huzurunda bulunanlara anar. Kimin ameli kendisini geriletir ise soyu onu ileri götürmez.” 6

Eğitim ve öğretimin önemini çok iyi bilen Hz. Peygamber, bunu gerçekleştirirken farklı yöntemler uygulardı. Her şeyden önce o, kendisinden tavsiye isteyen insanların her birinin durumunu, anlayış seviyesini, ruh hâlini ve ihtiyacını dikkate alarak farklı tavsiye ve muamelede bulunurdu. O, beşerî ilişkilerde ve eğitim öğretim faaliyetlerinde muhatapların durumunun daima göz önünde bulundurulmasını öğütlerdi. Allah Resûlü”nün gözettiği bu ilkeleri onun ashâbı da dikkate alırdı. Nitekim Hz. Ali, “İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri rivayet edin! Allah ve Resûlü”nün yalanlanmasını ister misiniz?”7 uyarısını yapmıştı. Abdullah b. Mes”ûd da “Şayet bir topluluğa akıllarının ermediği bir rivayette bulunursan bu onların bir kısmı için ancak fitne olur.”8 diyerek her bilginin her topluluğa nakledilmesinin zihnî kargaşaya sebep olabileceğine işaret etmişti.

Allah Resûlü, bilginin peşinde koşan, ilim öğrenmek isteyen insanlarla yakından ilgilenilmesini, onların güzel bir şekilde karşılanıp ihtiyaç duydukları konularda bilgilendirilmelerini ister ve şöyle derdi: “Size doğu tarafından ilim öğrenmek için insanlar gelecektir. Size geldiklerinde onlara iyiliği tavsiye ediniz. 9

Hz. Peygamber, muhatabını mahcup etmez ve onu güç durumda bırakmazdı. Medineli genç sahâbî Muâviye b. Hakem, yasak olduğunu henüz bilmediği sıralarda namaz esnasında aksıran birisine “Yerhamükâllâh” demişti. Cemaat, bakışlarıyla ona tepki göstermiş, o da “Yazıklar olsun! Ne oluyor da bana bakıyorsunuz?” diye karşılık vermişti. İnsanların üstelemeleri üzerine ise susmak durumunda kalmıştı. Namazın ardından Hz. Peygamber”in kendisine nasıl davrandığını şöyle anlatıyordu: “Ne ondan önce ne de sonra daha güzel öğreten birini gördüm. Vallahi Resûlullah beni ne azarladı ne bana vurdu ne de hakaret etti. Sadece, “Bu namazda insan kelâmı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur”an okumaktır.” dedi.”10

Hz. Peygamber, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hoşlanmadığı tutum ve davranışlar karşısında, “Şu insanlara ne oluyor ki!” veya “İçinizden bazıları şöyle şöyle yapıyorlarmış!” gibi ifadelerle isim vermeden uyarıda bulunarak anlatımda dolaylı bir üslûbu tercih ederdi. Böylelikle muhataplar, topluluk içinde bir mahcubiyet duymadan gerekli dersleri çıkarırlardı. Resûl-i Ekrem, Ezd kabilesinden İbnü”l-Lütbiyye”yi zekât toplamakla görevlendirmişti. Bu zât daha sonra bazı mallarla gelip Resûl-i Ekrem”e, “Şu size aittir, bu da bana hediye olarak verildi.” demişti. Bunun üzerine Resûlullah minbere çıkıp, “Benim görevli olarak gönderdiğim bir memura ne oluyor ki, “Şu size aittir, bu da bana hediye olarak verildi.” diyebiliyor! Bu kişi babasının veya anasının evinde otursaydı da bir baksaydı kendisine yine hediye verilir miydi, yoksa verilmez miydi?” diyerek zekât tahsildarının hediye almasını bir nevi rüşvet veya görev suistimali olarak görmüş ve bu vesileyle herkesi bu tür şeylerden sakındırmıştı.11

Kutlu Nebî, insanları eğitirken zaman zaman onlara iltifat ederek teşvik etme yöntemini kullanırdı. Bir gün sahâbenin hafızlarından olan12 Übey b. Kâ”b”a, “Ey Ebu”l-Münzir! Ezberinde olan âyetlerden hangisi daha büyüktür?” diye sormuştu. O da Allah ve Resûlü daha iyi bilir, deyince, Resûlullah aynı soruyu tekrar sordu. Übey b. Kâ”b, “Allâhü lâ ilâhe illâ hüve”l-hayyü”l-kayyûm” deyince Kutlu Nebî onun göğsüne hafifçe vurarak, “Ebu”l-Münzir, ilim sana mübarek olsun!” buyurdu.13

Ebû Hüreyre”nin, “Kıyamet gününde senin şefaatinle en çok kim mutlu olacak?” sorusu üzerine ise Allah Resûlü, “Ey Ebû Hüreyre, senin bu konulara düşkünlüğünü bildiğim için bu soruyu senden önce kimsenin sormayacağını tahmin ediyordum. Kıyamet günü, benim şefaatimden en çok mutlu olacak kişiler içten bir şekilde “Allah”tan başka bir ilâh olmadığını” söyleyenlerdir.” 14 buyurarak onun soru sormasından memnun olmuş, onu övmüş ve bu şekilde davranmaya teşvik etmişti.

İnsanları eğitirken ve onlara bir şeyler öğretirken kolaylık göstermek, Hz. Peygamber”in öne çıkan eğitim metoduydu. “Kolaylaştırın zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” 15 ifadeleri, onun eğitimdeki yaklaşımını ortaya koyuyordu. Hz. Âişe diyor ki, “Peygamber (sav), iki durum arasında tercih yapma durumunda kaldığında, eğer günah değilse en kolay olanını tercih ederdi. Eğer günah ise ondan en uzak duran kimse olurdu. Vallahi, Resûlullah (sav) kendisine dair hiçbir konuda asla intikam peşinde olmamıştır. Fakat o, Allah”ın bir kanunu çiğnenince mutlaka bunun cezasını verirdi.”16

Resûl-i Ekrem, bu düsturu ashâbına da tavsiye ederdi. Bir gün yeni Müslüman olmuş fakat henüz dininin ahlâk ve âdâbını öğrenememiş bir adam, zemini toprak ve kumluk olan mescide küçük abdestini bozmuştu. Orada bulunanlar adamın üzerine yürümek üzereyken Resûlullah onlara, “Siz ancak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz. Onun küçük abdestini bozduğu yere bir kova su döküverin.” 17 diyerek müdahale etmiş, sonra da bu adamı yanına çağırıp mescitlerde bu tür şeylerin yapılmayacağına dair nasihatte bulunmuştu.18

Allah Resûlü”nün terbiye usulünde muhataplarına yumuşak davranmak esastı. O, mütebessim çehresi, tatlı dil ve güzel üslûbuyla muhataplar üzerinde hep olumlu izler bırakırdı. Nitekim Allah onun bu yönünü şöyle anlatıyordu: “Allah”tan bir rahmet ile sen onlara yumuşak davrandın! Şayet kaba ve katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz onlar etrafından dağılıp giderlerdi…” 19 Ayrıca o, Firavun gibi ceberut yöneticilerin bile yumuşak sözden, nazik tutum ve davranıştan etkilenebilecekleri gerçeğini âyet-i kerimelerden öğrenmiş ve bu yöntemi kendisi de uygulamıştı.20

Huneyn Savaşı”nda, Resûl-i Ekrem ganimet taksim ettikten sonra bir adam, yapılan taksimatın âdil olmadığını ve Allah rızasının gözetilmediğini söylemişti. Onun bu lafları Resûl-i Ekrem”e ulaşınca, “Allah ve Resûlü adaletli değilse, kim adaletli olabilir ki? Allah, Musa”ya rahmet eylesin, o bundan daha çok eziyet görmüştü fakat sabretti.” demekle yetinmişti.21 Adamın edep ve nezaketten uzak bir üslûpla gösterdiği bu tepki, Rahmet Peygamberi”nin, müellefe-i kulûba yani İslâm”a ısındırılması ve kazandırılması arzu edilen bazı kimselere biraz fazla ganimet vermesi sonrasında meydana gelmişti. Halbuki Resûl-i Ekrem”in, Beytülmâl”in beşte bir (humus) hissesinden dilediği gibi harcama hak ve yetkisi bulunuyordu ve sanıldığı gibi herhangi bir adaletsizlik de söz konusu değildi.

Rahmet Elçisi, her şeye rağmen insanları eğiterek kazanmaya çalışırdı. Onlara daima yumuşak davranır ve bu şekilde davranılmasına öncü olurdu. Elbette bireyler yanlış düşünebilir hatta yanlış işler yapabilirdi. Hatalarından dolayı onları dışlamak, rencide etmek, fayda yerine zarar verebilirdi. Bu açıdan Allah Resûlü böylesi insanlara da anlayışla yaklaşır ve onları güzellikle eğitirdi.

Bir gün yanına gelen ve zina etmek istediğini söyleyen bir gencin insanlar tarafından azarlandığını görünce onlara mani olmuş, onu yakınına oturtmuştu. Rencide etmeden ve onurunu kırmadan,“Sen annenle zina yapılmasını ister misin? Kızınla zina yapılmasını ister misin? Kız kardeşinle zina yapılmasını ister misin? Halanla zina yapılmasını ister misin? Teyzenle zina yapılmasını ister misin?” şeklinde birkaç soru sormuştu. Genç her defasında, “Hayır. Allah”a yemin ederim, Allah beni sana feda etsin ki, istemem.” diye cevap vermiş, bunun üzerine Allah Resûlü hiç kimsenin annesiyle, kızıyla, kız kardeşiyle, halasıyla teyzesiyle zina yapılmasını isteyemeyeceğini bildirerek ikna olmasını sağlamış ve ona dua ederek göndermişti.22

Rahmet Elçisi”nin sadece insanlara değil, hayvanlara da aynı şekilde şefkatli ve nazik davrandığı görülmektedir. Bir gün Hz. Âişe hırçın bir deveye binmiş ve hayvanı sakinleştirmek için yularını sert bir şekilde ileri geri çekmeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah (sav) ona, “Ey Âişe, yumuşak davran! Çünkü rıfk (nezaket) nerede bulunursa onu güzelleştirir, nereden çıkarılıp alınırsa o da çirkinleşir.” 23 buyurarak bineğine iyi davranmasını öğütlemişti.

Hz. Peygamber, kimi zaman muhatabını uyarmak, onun ilgi ve merakını artırmak için farklı şekillerde sorular sorarak konuya dikkat çekerdi. Bir gün beraber yolculuk yaptığı Muâz b. Cebel”e, “Ey Muâz! Allah”ın kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” diye sormuştu. Muâz, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dedi. Resûlullah, “Allah”ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O”na ibadet etmeleridir.” buyurdu. Bir süre yol aldıktan sonra yine onun mübarek sesi işitildi: “Peki Ey Muâz! Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” Yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dedi Muâz. Resûlullah, “Allah”ın onlara azap etmemesi, 24 onları cennetine koymasıdır.” 25 buyurdu.

Peygamber Efendimize Kevser sûresi nazil olduktan sonra, “Bismillâhirrahmânirrahîm.” diyerek okumaya başladı ve sûreyi bitirdi. Sonra, “Kevser nedir bilir misiniz?” diye sordu. Sahâbe, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. Bunun üzerine, “O, Rabbimin bana vaad ettiği, cennette bir nehirdir.” buyurdu.26 Buna benzer olarak Hz. Peygamber, “Müflis kimdir bilir misiniz?” 27 “Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” 28 gibi sorular sorarak ashâbının dikkatini çekmişti. Fakat yeni hükümlerin konulmasına, sorumlulukların ağırlaşmasına sebep olabileceği endişesiyle yerli yersiz soru sormak âyetle yasaklanmış ve Allah Resûlü de bu şekilde sorulan gereksiz soruları hoş karşılamamıştı.29

Bir soruna değişik yollar göstererek çözüm yolu bulmak, Hz. Peygamber tarafından uygulanan bir yöntemdi. Bu temelde Râfi” b. Amr el-Gıfârî”nin anlattıkları eğitim üslûbu açısından oldukça dikkat çekicidir: “Henüz çocuk iken ensarın hurma ağaçlarını taşlamıştım. Bunun üzerine beni Peygamber”e (sav) götürdüler. O bana, “Yavrum, hurmayı niçin taşlıyorsun?” diye sordu. Ben, “Yemek için!” diye cevap verince Resûlullah (sav), “Hurmayı taşlama, altına düşenlerden ye.” dedi. Sonra başımı okşadı ve “Allah”ım, bu çocuğun karnını doyur!” diye dua etti.”30

Öyle görünüyor ki korku ve telaş içinde kolundan tutulup götürülen çocuğun cezalandırılması bekleniyordu. Oysa Resûlullah”ın (sav), “Yavrum” hitabıyla kurduğu şefkat dolu iletişim karşısında çocuk, “Yemek için!” diyerek samimi itirafta bulunmuştu.

Hz. Peygamber bazen bir konuyu herkesin anlayabileceği bir örnekle tasvir ederek anlatırdı. “Temsil” adı verilen bu yöntemde, soyut olan şey somut olana benzetilerek zihnin daha kolay kavramasına yardımcı olunuyordu. Meselâ, Resûl-i Ekrem risâleti kabul edenlerle etmeyenleri şöyle bir meselle tasvir etmişti:

“Allah”ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, (farklı yapılardaki) topraklara düşen bol yağmura benzer. Bunlardan bazıları temizdir, suyu alır, bol bitki ve ot yetiştirir. Bazıları kuraktır, suyu (yüzeyinde) tutar. Bu sudan insanlar yararlanır; hem kendileri içerler hem de (hayvanlarını) sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir toprak çeşidi de vardır ki dümdüzdür. (Ona da yağmur düşer ama) o ne su tutar ne de bitki yetiştirir. Allah”ın dinini inceden inceye kavrayan, Allah”ın beni kendisiyle gönderdiğinden (hidayet ve ilimden) faydalanan, öğrenen ve öğreten kimse ile (bunları duyduğu vakit kibrinden) başını bile kaldırmayan ve kendisiyle gönderildiğim Allah”ın hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali işte böyledir.” 31 Resûl-i Ekrem, “Yeryüzündeki âlimler, gökyüzündeki yıldızlar gibidir.” 32 hadisinde de ulemanın etrafını ilimle aydınlatmasını yıldız benzetmesini kullanarak anlatmıştı.

İnanç, amel ve ahlâk konularına dair Hz. Muhammed (sav) tarafından anlatılan kıssalar, Müslümanların terbiye ve eğitiminde son derece önemli bir tesir oluşturuyordu. Çünkü kıssa anlatımı, muhatabın ilgisini çeken, dinlendiren, özendiren hatta onu büyüleyen bir yöntemdi. Kur”an”da da sıkça zikredilen geçmiş nesillerin iyi ve kötü örneklerinin anlatıldığı, iyiliğe teşvik edici veya kötülükten caydırıcı bu kıssalarda, dinî ve ahlâkî mesajlar mükemmel bir uyumla yerleştirilmiş, eski kavimlerin yaşadıkları iyi ve kötü olaylar edebî sanat ve tasvirlerle anlatılmıştı. Onlar gibi davrananların aynı akıbete uğrayacakları vurgusu yapılarak hitap kitlesinin anlatılanlardan ibret ve ders alması hedeflenirdi. “…Kıssayı anlat; belki düşünürler.” 33 âyeti, bir yöntem olarak eğitimde kıssaların etkisinden faydalanmaya işaret etmektedir.

His ve heyecan uyandıran, düşündüren ve geçmişten ibret almayı sağlayan kıssalar, yüce değerlerin, zor ve çetrefil konuların anlaşılmasında etkili birer vasıtaydı. Zira somut örnek vererek tasvir, teşbih ve temsil gibi edebî sanatlar kullanarak bir konuyu anlatmak, muhatap için eğitici bir değer taşıyor ve manevî bir destek sağlıyordu. Ayrıca kıssalar, felâket ve sıkıntılara karşı dayanma gücünü artırıyor; dua, teselli, sabır ve tevekkül çağrılarıyla benzer sorunları yaşayan kişileri teşvik ediyordu. Bu yüzden çocuklar ve gençler başta olmak üzere sahâbe, Hz. Peygamber”in anlattığı kıssaları büyük bir dikkat, iştiyak ve heyecanla dinlerlerdi. Hapsettiği bir kedinin ölümüne sebep olduğundan cehenneme giren ve azap gören bir kadının hâli,34 susuzluktan nemli toprağı yalamakta olan bir köpeğe kuyudan su çıkarıp verdiği için Allah”ın hoşnut olup bağışladığı bir adamın durumu35 Hz. Peygamber”in anlattığı kıssalardan bazılarıdır.

Saadet asrının terbiye, eğitim ve öğretim faaliyetlerinde, verimli ve uygun zaman dilimini seçme ilkesi de göz önünde bulundurulurdu.

Bir adam Abdullah b. Mes”ûd”a gelerek, “Senin her gün bize vaaz vermeni isterdim!” demişti. Abdullah b. Mes”ûd ona, “Sizi usandırırım endişesi beni bundan alıkoyuyor. Bu sebeple ben vaaz için sizin uygun zamanlarınızı gözetiyorum. Nitekim Resûlullah (sav), bıkkınlık vermekten endişe ederek bize vaaz vermek için uygun günleri kollardı.” şeklinde karşılık vermişti.36 Zira anlatılanlara ilgi ve iştiyak uyandırması bakımından bu yöntem, oldukça işlevseldi.

Resûlullah (sav) terbiye ve eğitim üslûbunun gereği olarak her muhatabına ayrı bir değer verirdi. Onunla muhatap olan her bir sahâbî, kendisine daha çok değer verildiğini düşünürdü. Özellikle onun nezdinde çocukların ve gençlerin özel bir yeri vardı. Çocukluk ve gençlik yıllarında hayatı anlamlı kılacak pratik öğütler, düşünce ve inanç esasları onun ilk öğrettiği şeyler arasındaydı. Nitekim bir gün Abdullah b. Abbâs, Resûlullah”ın (sav) arkasına binmiş, aynı binek üzerinde yolculuk yaparlarken Hz. Peygamber ona şunları söylemişti: “Delikanlı! Sana bazı şeyler öğreteceğim. Allah”ı gözet ki Allah da seni gözetsin. Allah”ı gözet ki Allah”ı daima yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah”tan iste! Yardıma muhtaç olduğunda Allah”tan yardım dile! Şunu bil ki bütün insanlar sana fayda vermek için toplansa Allah”ın takdiri dışında sana faydalı olamazlar. Ayrıca bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah”ın takdiri dışında sana hiçbir şeyde zarar veremezler. Bu konuda kalemler kaldırılmış, sayfalar(daki yazılar) kurumuştur.” 37

Resûlullah (sav), bazen “Yavrucuğum” ifadesiyle çocuğun duygu dünyasına hitap ediyor, dikkatini topluyor ve söylediklerinin iyi bellenmesini sağlıyordu. Nitekim Enes b. Mâlik der ki, “Resûlullah (sav) bana, “Yavrucuğum! Hiçbir kimseye kin ve düşmanlığın olmadığı hâlde sabahlamayı ve akşamlamayı başarabilirsen bunu yap!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:“Yavrucuğum! Bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi hayata geçirirse gerçekten beni seviyor demektir. Beni seven kimse de benimle birlikte cennette olur.” ”38 Yine Resûlullah (sav) himayesi altında yetişen Ömer b. Ebû Seleme”nin tabağın içinde elini gezdirdiğini görmüş ve “Yavrum, besmele çek, sağ elinle ye ve önünden ye!” 39 diyerek sofra âdâbı konusunda onu uyarmıştı.

Resûl-i Ekrem”in konuşma ve söyleşilerinde, beden dilini de güzel bir şekilde kullandığı anlaşılmaktadır. Eğitim faaliyetinde muhatabın durumuna göre yumuşak, içten ve dokunaklı bir ses tonuyla veya yüksek sesle konuşmasının yanı sıra jest ve mimikleriyle de muhatabın ruh dünyasını ve fizik varlığını harekete geçirirdi. Câbir b. Abdullah, Resûllullah”ın hutbe verişini şöyle anlatmaktadır: “Hz. Peygamber hitap ettiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, sanki bir orduyu uyarıyormuşçasına celallenirdi… Bir defasında işaret parmağıyla orta parmağını bitiştirerek, “Kıyamet ile ben, şu şekilde (yakın) gönderildim.” buyurdu.40

Hz. Peygamber”in, ellerini de şöyle kullandığı anlatılmıştır: “…(Herhangi bir şeye veya yere) işaret ettiği zaman bütün avucuyla işaret ederdi. (Herhangi bir hususa) şaşırdığı zaman avucunu ters çevirirdi. Konuşurken avuçlarını birleştirir ve sağ avuç içini, sol başparmağına vururdu…”41 O, “Mümin, mümin için âdeta birbirini destekleyen bir bina gibidir.” derken parmaklarını birbirine kenetlemişti.42 Müslümanların kardeş olduklarından ve birbirleri üzerindeki hak ve dokunulmazlıklarından bahsederken ise sözü takvaya getiren Allah Resûlü, takvanın kalbî bir tavır olduğunu belirtmek üzere üç defa, “Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır.” buyurmuş ve o esnada eliyle göğsüne işaret etmişti.43 Yine işaret parmağıyla orta parmağını bitiştirerek, yetimi himaye eden kişinin cennette kendisine ne denli yakın olacağını göstermişti.44 “Şüphesiz ki Allah sizin bedenlerinize ve suretlerinize bakmaz; lâkin kalplerinize bakar.” buyurduktan sonra aynı şekilde parmaklarıyla göğsüne işaret etmişti.45 Hz. Peygamber”in yüzü kızardığında, kızdığı anlaşılırdı.46 Hoşuna giden bir durum olduğunda yine sevinci yüzünden okunurdu.47

Hz. Peygamber, anlatacağı konuların daha iyi anlaşılması ve öğrenilmesi için zaman zaman şekiller çizer, benzetmeler yapardı. Abdullah b. Mes”ûd”dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sav) bir gün düz bir çizgi çizdi ve “Bu, Allah”ın yoludur.” buyurdu. Ardından bunun sağından solundan bazı çizgiler çizdi. Sonra, “Bunlar birtakım yollardır. Her yolun başında, ona çağıran bir şeytan vardır.” buyurdu. Sonra da şu âyeti okudu: “Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O hâlde ona uyun. Başka yollara tâbi olmayın. Sonra sizi onun (yani Allah”ın) yolundan ayırır.” 48

Bazı durumlarda anlattıklarının daha iyi anlaşılıp kavranabilmesi için bizâtihi uygulayarak anlatırdı. Bir gün bir bedevî Resûlullah”ın yanına gelerek abdestin nasıl alınacağını sordu. Hz. Nebî, abdest uzuvlarını üçer defa yıkayarak ona abdest almayı gösterdi. Sonra da “Abdest budur. Bundan fazla yapan kimse, günah işlemiş, sınırı aşmış veya haksızlık etmiş olur.” 49 buyurdu.

Allah Resûlü”nün tavsiyelerine uymayan kişileri zaman zaman ikaz ettiği de oluyordu. Bir gün sahâbîlerinden birisi, “Yâ Resûlallah! Falan kişi bize namaz kıldırırken o kadar uzatıyor ki neredeyse namaza gelmeyeceğim.” dedi.

Hadisi rivayet eden Abdullah b. Mes”ûd, Hz. Peygamber”i o güne kadar şahit olmadığı bir kızgınlık içersinde, “Ey insanlar! Sizler nefret ettiriyorsunuz. Her kim insanlara namaz kıldırırsa namazı hafifletsin. Çünkü cemaatin içinde hasta olanlar, zayıf olanlar ve iş güç sahibi olanlar vardır.” 50 şeklinde hitap ederken gördüğünü belirtmiştir. Yine Allah Resûlü, zor seferlerden biri olan Tebük Seferi için Müslümanların hazırlık yapmalarını istemiş ancak üç sahâbî bu sefere herhangi bir mazeretleri olmadığı hâlde katılmamışlardı. İnanç ve ibadet noktasında bir ihmalleri olmayan bu sahâbîlerin zor günde sefere katılmamalarına Hz. Peygamber çok üzülmüştü. Sefer dönüşünde Allah”ın emri gelinceye kadar hiçbir kimsenin bu insanlarla konuşmamasını istemişti. Onların yaptıkları hatayı anlayıp pişman olmalarından ancak elli gün sonra, Allah Resûlü onlarla konuşmaya başlamıştı.51

Peygamber Efendimiz insanları terbiye edip eğitirken konuşma üslûbuna da çok dikkat ederdi. Hz. Âişe, Peygamber Efendimizin üslûbunu şöyle anlatıyordu: “Resûlullah (sav) sizin gibi böyle hızlı konuşmazdı. Aksine yanındakilerin ezberleyebileceği kadar tane tane ve yavaş konuşurdu.”52 Hatta “Bir olayı anlattığı zaman isteyen kişi onun sözlerini sayabilirdi.”53 Önemli gördüğü hususları tekrarlardı.54 Bazen de dikkatleri toplamak için sadece giriş cümlelerini tekrarlardı. Bir gün, “Burnu yere sürtülsün! Burnu yere sürtülsün! Burnu yere sürtülsün!” buyurarak söze başlamıştı. Ashâb hemen meraklanmış, “Kimin yâ Resûlallah?” diye sormaktan kendilerini alamamışlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Yaşlı anne babasına veya birine yetişip de onlardan dolayı cennete girmeyenin!” buyurmuştu.55

Zaman zaman ashâbına isimleriyle seslenir, “Buyur ey Allah”ın Resûlü.” cevabını alırdı. Aynı şekilde seslenir, aynı cevabı alır, bunu birkaç defa tekrarlardı. Bu şekilde muhataplarının dikkatlerini topladıktan sonra söyleyeceklerini anlatırdı.56 Önemli konuları bütün cemaate toplu olarak anlattığı gibi tek tek isim söyleyerek anlattığı durumlar da olurdu.57

Resûlullah (sav), eğitiminin bir parçası olarak kadınlara özel zaman ayırırdı. Nitekim Buhârî, “İlim İçin Kadınlara Özel Bir Gün Tahsis Edilir mi?” başlığı altında şu hadise yer verir: Bir gün bir kadın Resûlullah”a (sav) gelerek, “Yâ Resûlallah! Erkekler senin sözlerini rahatça dinliyor. Bize de bir gün ayır, o gün sana gelelim; Allah”ın sana öğrettiklerinden bize öğretirsin.” dedi. Resûlullah (sav), “Şu gün toplanın.” buyurdu. Bunun üzerine kadınlar toplandılar. Resûlullah (sav) onların yanına gelerek Allah”ın kendisine öğrettiklerinden onlara öğretti.58

Demek oluyor ki saadet asrının kadınları, mescidin kapıları kendilerine devamlı açık tutulmasına rağmen Resûlullah”ın (sav) genele hitap eden vaaz, hutbe ve sohbetleriyle yetinmeyerek müstakil bir günde daha özel bir eğitim istemişlerdi. Kadınlara özel olan bu eğitim programında, meseleler doğrudan Resûl-i Ekrem”e soruluyor ve cevapları alınıyordu. Bazen de kadınlar Hz. Âişe vasıtasıyla bilgi sahibi oluyorlardı. Nitekim Hz. Âişe bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Ensâr kadınları ne iyi kadınlardır! Hayâ duyguları onların, dinlerini sormalarına ve dinde derin anlayış sahibi olmalarına engel teşkil etmiyordu.”59

Medine”ye hicretten sonra Mescid-i Nebî”ye bitişik yapılan ve Suffe adı verilen sade bir gölgelik, bir anlamda sistemli eğitim kurumlarının çekirdeğini teşkil ediyordu. Kendilerini bu ilim ve irfan yuvasına adayan ve Ashâb-ı Suffe diye bilinen sahâbîler, Hz. Peygamber”in özel ilgisine mazhar oluyor, iâşe ve ibâte giderleri bizzat onun tarafından karşılanıyordu.60 En çok hadis rivayet eden sahâbîlerden olan Ebû Hüreyre,61 Abdullah b. Ömer62 ve Ukbe b. Âmir de63 bu mektepten mezun olmuştu. Vali, kumandan, hâkim, muallim gibi kamu görevlileri, genellikle onlar arasından seçiliyordu.

Ayrıca uzak yerlerde ikamet eden bazı sahâbîler, Resûlullah”ı (sav) ziyaret ederler ve bir süre Suffe”de misafir olarak kalırlardı. Onlar, günümüz kurs ve seminerlerini düşündüren bu kısa süreli eğitim programlarında, dinin hükümlerini öğrenirler, evlerine döndüklerinde aile fertlerine ve yakınlarına öğrendiklerini öğretirlerdi. Nitekim Mâlik b. Huveyris, Suffe”de kalmalarıyla ilgili şu hatırayı aktarmaktadır: “Resûlullah”ın (sav) yanına gelmiştik, bizler aşağı yukarı aynı yaşlarda delikanlılardık. Yirmi gün onun yanında kaldık. Resûlullah (sav) çok merhametli ve çok şefkatli idi. Ailelerimizi özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de onları kendisine haber verdik. Resûlullah (sav) bize, “Ailelerinizin yanına dönün, onlarla birlikte oturun, (burada öğrendiklerinizi) onlara da öğretin. Namaz vakti gelince namaz kılmalarını emredin. Biriniz ezan okusun, yaşça en büyüğünüz de size imam olsun!” buyurdu.”64

Resûl-i Ekrem, ilke olarak faydasız ilimden kaçınır, faydalı ilim isterdi. Onun en çok tekrarladığı ve hatırda tutulmasını arzu ettiği dua cümlelerinden birisi şöyleydi: “Allah”ım, senden faydalı bir ilim, helâl bir rızık, tarafından kabul gören bir amel istiyorum!” 65 O, “Allah”ım, doymayan nefisten, korkmayan kalpten, faydasız ilimden ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım!” 66 diyerek de faydasız bilgiden kaçınılması gerektiğini vurgulardı. Zira insanın maddî-manevî dünyasına katkı sağlayan ve fiilî kıymet taşıyan faydalı bilgi, canlı-cansız bütün varlıklar için rahmet ve bereket kaynağı olurken faydasız bilgi, hafızaya yük olmasının yanı sıra faydalı bilgilerin unutulmasına da yol açmaktaydı.

İlmin ve âlimin kıymetini bilen Hz. Peygamber, ilimle meşgul olan, ilmi öğreten insanların bulunmamasının yanlışa yönelmeye, hakikati kaybetmeye neden olacağını bildiriyordu. “Allah, ilmi insanlardan bir anda söküp almaz. Fakat âlimlerin ruhunu alarak ilmi alır. Nihayet geride tek bir âlim kalmadığında, insanlar cahil önderler edinirler. Onlara sorular sorulur ve bilgisizce fetva verirler. Böylece hem saparlar hem saptırırlar!” 67

Netice olarak Hz. Peygamber”in ahlâk anlayışı, onun terbiye, eğitim ve öğretim yöntemi, beden, zihin, ruh ve duygu dünyası bakımından güçlü, sağlıklı ve dengeli bir neslin yetişmesi ve geleceğe hazırlanması için en değerli örneğimizdir. Zira insan eğitimi gibi kutlu bir görev, yumuşaklık ve tevazu kadar ciddiyet, izzet ve vakar da ister. Farklı ortam ve şartlara bağlı olarak Hz. Peygamber”in rehberliğinde, onun hadis ve sünnetlerinde kolaylık, uygulanabilirlik, uyumlu ve ahenkli bir çeşitlilik mevcuttur. Doğrusu, tabiatı ve yetişme tarzı ne olursa olsun her insanın, Kur”ân-ı Kerîm”in zengin ve canlı örneğini sergileyen ve ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderilen Kutlu Nebî”den alacağı numûne-i imtisal hâller, örnek tutum ve davranışlar mutlaka olacaktır. Kısaca söylemek gerekirse, Rahmet Elçisi”nin uyguladığı terbiye ve eğitim, merhamet eğitimidir.

https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/sayfa.php?CILT=6&SAYFA=575

GAYET MÂNİDAR BİR KİTAP, ONU DERS VERECEK BİR MUALLİM İSTER

İKİNCİ MESELE: İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve istilzam ediyor denilebilir.

Evet, madem gayet mânidar bir kitap, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellâl ister. Elbette, herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemâl-i san’atını, cemâl-i esmâsını bildirecek, âyinedarlık edecek. Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip, ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdisle o zîşuurların nazarını o san’atların Sâniine çevirecek; ve kudsî dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı cemâliye ve celâliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zât, güneşin vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir.

Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun arz: yeryüzü âyinedarlık: ayna tutuculuk bedâhet: açıklık, aşikâr olma ber ve bahr: kara ve deniz cemâl: güzellik cemâl-i esmâ: isimlerin güzelliği cezbe: Allah aşkıyla kendinden geçme delâlet: delil olma, işaret etme dellâl: ilan edici, duyurucu ehemmiyet: değer, önem ehl-i akıl: akıl sahipleri ekmel: en mükemmel hakikî: asıl, gerçek Hâlık: herşeyi yaratan Allah hikmet: fayda, gaye hilkat: yaratılış husul: meydana gelme iktiza etmek: gerektirmek irade etmek: dilemek ism-i Hakem ve Hakîm: Allah’ın küllî hükmünü ve her şeyi hikmetle yarattığını ifade eden isimleri istilzam etmek: gerekli kılmak izhar: ortaya çıkarma, gösterme kâinat: evren kemâl: mükemmellik, kusursuzluk kemâl-i san’at: eksiksiz ve mükemmel san’atkitab-ı kebîr-i kâinat: büyük bir kitabı andıran kâinat kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân mahlûk: varlık makasıd-ı İlâhiye: Allah’ın varlıkları yaratmasındaki maksatları makasıd-ı Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın yüce maksatları, gayeleri mânidar: mânâlı, anlamlı mevcudat: varlıklar muallim: öğretmen muallim-i ekber: en büyük öğretmen muhatap: hitab olunan, kendisine söz söylenilen mukabele: karşılık verme namına: adına nazar: bakış nev-i insan: insan türü, insanlık rehber-i ekmel: en mükemmel rehber Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) risalet: elçilik, peygamberlik Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah Sâni-i Hakem-i Hakîm: her varlığa hakkını veren, herşeyi hikmetle ve san’atla yaratan Allahsemâvât: gökler suret: biçim, şekil talimat: eğitimler teşhirci: sergileyici tezahür: ortaya çıkma, görünme tezahürât-ı cemâliye ve celâliye: Allah’ın sonsuz güzelliğiyle birlikte heybet ve haşmetinin sürekli bir şekilde kendini göstermesi tezahürât-ı rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin gözle görülür olması ubudiyet: Allah’a kulluk umum: bütün velvele-i teşhir ve takdis: güzellikleri dile getirme ve kusursuzluğu ilân etme sesleri vesile: aracı vücud: var olma zarurî: zorunlu zîşuur: şuur sahibi zuhur etmek: ortaya çıkmak, görünmek

Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam eder.

Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.

Meselâ, ism-i Rahmân’ın cilvesi olan rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan bütün cemaller, yani, cemâl-i Zât, cemâl-i esmâ, cemâl-i san’at, cemâl-i masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyetin ve saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır.

Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âyine-i Ahmediye: Hz Muhammed’in (a s m ) Allah’ın bütün güzelliklerini yansıtan bir ayna olması âzamî: en büyük bilmüşahede: gözle görerek burhan: güçlü, sarsılmaz delil cemâl: güzellik cemâl-i esmâ: Allah’ın isimlerinin güzelliği cemâl-i masnuat: Allah’ın yaratıklarındaki sanatkârane, mükemmel, kusursuz güzellikler cemâl-i san’at: Allah’ın san’atının güzelliği cemâl-i Zât: Allah’ın Zâtının güzelliği Cemîl: bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi Allah cilve: görünme, yansıma cilve-i âzam: en büyük yansıma, görünme dellâl-ı saltanat-ı rububiyet: Allah’ın rububiyet saltanatının ilâncısı ekmel: en mükemmel ekser: çok elhasıl: kısaca, özetle Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri Habib-i Rabbü’l-Âlemîn: Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed hâkezâ: bunun gibi haşmet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemihikmet: fayda, gaye iktiza etmek: gerektirmek ism-i Cemîl: Allah’ın bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olduğunu ifade eden ismi ism-i Hakem ve Hakîm: Allah’ın küllî hükmünü ayırdığını ve herşeyi hikmetle yarattığını bildiren ismi ism-i Rahmân: Allah’ın sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu ifade eden ismi ism-i Vedûd: Allah’ın yarattığı varlıkları çok sevdiğini ve onlar tarafından da çok sevildiğini ifade eden ismi istilzam etmek: gerektirmek kâinat: evren Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah mertebe-i kat’iyet: kesinlik derecesi mevcut: var misal: benzer, örnek mukabele görmek: karşılık görmek Mün’im: gerçek nimet verici olan Allah netice: sonuç Rab: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren AllahRahmân: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah rahmet-i vâsia: geniş rahmet Rahmeten li’l-Âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) risalet: elçilik, peygamberlik risalet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği saltanat-ı ulûhiyet: hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın bütün âlemdeki egemenliği suret: biçim, görünüş taarrüf-ü Rabbânî: Allah’ın kendisini tanıtması tahabbüb-ü İlâhî: Allah’ın kendisini sevdirmesi tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak tezahür etmek: ortaya çıkmak, görünmek Vedûd: kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah zât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendisi ziya: ışık

Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.

(Günlerin âşireleri ve mahlûkatın zerreleri sayısınca ona ve âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.)

(“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.)

Adl: sonsuz adalet sahibi olan Allah âlem-i hakikat: hakikat âlemi, gerçek dünya Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âyine-i Samedânî: herşeyin kendisine muhtaç olduğu halde, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna cemâl: güzellik Cemîl: bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi Allah cihet: taraf, yön dellâl-ı âzam: en büyük duyurucu, ilân edici fâil: işi yapan Habib-i Rahmânî: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah’ın sevgili kulu; Hz. Muhammed (a.s.m.)Hakem: herbir şey hakkında küllî hüküm veren ve onların hangi keyfiyetle olacağına hükmeden Allah hakikat: gerçek Hakîm: her işini hikmetle ve belli bir sebeple yapan Allah hikmet: fayda, gaye inâyet: Allah’tan gelen yardım, ihsan, iyilik inkâr etme: yok sayma, reddetme kabil: mümkün, olabilir kâinat: evren Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah keşşaf: keşfedici, açığa çıkarıcı medar-ı kemal: mükemmellik sebebi medar-ı tahakkuk: gerçekleşme sebebi medar-ı zuhur: görünme sebebi meşhud: görünen mevsuf: belli bir sıfatı taşıyanmizan: ölçü, denge muallim-i ekmel: en mükemmel öğretmen nizam: düzen rabıta: bağ Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren Allah rahmet: İlâhî şefkat, merhamet rehber-i ekber: en büyük rehber risalet: elçilik, peygamberlik tılsım-ı kâinat: evrenin ve yaratılan tüm varlıkların içinde gizli olduğu ve anlaşılması zor sır, gizem Zât-ı Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Zât, Allah ziya: ışık ziynet: süs

http://www.erisale.com/#content.tr.3.574

MAHBUB-U KULÛB, MUALLİM-İ UKUL, MÜREBBİ-İ NÜFUS, SULTAN-I ERVAH

YEDİNCİ REŞHA

İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu.

acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) âdât: âdetler ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ; ḥ-s-n) ahlâk-ı seyyie-i vahşiyâne: ilkel ve kötü ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) akvâm: kavimler bedî: eşsiz güzel (bk. b-d-a) berk-i hâtıf: göz kamaştıran şimşek burhan-ı hak: hakkın delili (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cezire-i vâsia: geniş yarımada def’aten: birden bire dellâl: ilancı, duyurucu eflâk: felekler, âlemler fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) fîzar: ağlayıp inleme garp: batı halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f) hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hediye-i hidayet: hak ve doğru yol hediyesi (bk. h-d-y) hırz-ı can etmek: bağrına basıp canı gibi korumak hums-u beşer: insanlığın beşte biri kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) kal’ ve ref’ etmek: söküp kaldırmak kâşif/keşşâf: keşfedici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f)künûz-u esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerinin hazineleri (bk. s-m-v; e-l-h) Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h) mahbub-u kulûb: kalplerin sevgilisi (bk. ḥ-b-b) mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) meratib: mertebeler, dereceler misal-i muhabbet: sevgi misali (bk. m-s̱-l; ḥ-b-b) muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muallim-i ukul: akılların öğretmeni (bk. a-l-m) muhbir: haberci mürebbi-i nüfus: nefislerin terbiyecisi (bk. r-b-b; n-f-s) mutaassıp: tutucu, inanç veya geleneklerine aşırı derecede bağlı nazdar: nazlı nazenin: ince, duyarlı, nazlı nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) niyaz: dua, yalvarma nısf-ı arz: yeryüzünün yarısı nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r) rahmet-i bînihâye: sonsuz rahmet (bk. r-ḥ-m)risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b) şark: doğu semere-i şecere-i hilkat: yaratılış ağacının meyvesi (bk. ḫ-l-ḳ) şems-i hidayet: hak ve doğru yol güneşi (bk. h-d-y) şeref-i insaniyet: insanlığın şerefi sirac-ı hakikat: hakikatın ışığı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) sultan-ı ervah: ruhların sultanı (bk. s-l-ṭ; r-v-h) tasallut: sataşma teçhiz etmek: donatmak teshir: boyun eğdirme timsal-i rahmet: rahmet örneği (bk. m-s̱-l; r-ḥ-m) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) ümem: milletler vesile-i saadet: mutluluk vesilesi zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)

http://www.erisale.com/#content.tr.1.322

SEKİZİNCİ REŞHA

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

Asr-ı Saadet: Peygamberimizin yaşadığı dönem, mutluluk asrı bilâhicap: utanmaksızın (bk. lâ) bilâpervâ: korkmadan (bk. lâ) bilâtereddüt: tereddütsüz (bk. lâ) cazibedar: çekici Ceziretü’l-Arab: (bk. bilgiler) dem: kan emniyet: güven (bk. e-m-n) feylesof: filozof, felsefeci hacâlet-âver: utanç verici hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikatbîn: doğru görüşlü (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkim: idareci (bk. ḥ-k-m) hasım: düşman haysiyet: şeref, itibar hicapsız: utanmadan hilâf: aykırılık, terslik himmet: ciddî gayret husumet: düşmanlık (bk. lâ) kellâ: asla öyle değil merak-âver: merak verici mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l) münazaralı: tartışmalı (bk. n-ẓ-r) müstağnî: ihtiyaç duymayan (bk. ğ-n-y) Müşteri: Jüpiter gezegenimutaassıp: tutucu nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b) pervâsız: korkmadan, çekinmeden ref etmek: kaldırmak safvet: paklık, temizlik (bk. ṣ-f-y) secâyâ-yı âliye: yüksek ve güzel huylar, yüksek karakter şedit: şiddetli tahrik eden: harekete geçiren Kamer teessür: üzüntü ulvî: yüce vaz etmek: koymak, yerleştirmek zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)

http://www.erisale.com/#content.tr.1.323

MÜTERAKKİ, FENLİ, MEDENÎ, SİYASÎ MİLLETLERE ÜSTAD, MUALLİM, DİPLOMAT, HÂKİM-İ ÂDİL

Onuncu: Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile şarktan garba kadar âdilâne idare edip, cihangir devletleri mağlûp ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler, Muhammed’in (a.s.m.) her halini tetkik ve taharrîden sonra gözleriyle gördükleri çok mu’cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdatlarının mesleklerini ve çokları (Halid ibni Velid ve İkrime ibni Ebu Cehil gibi) pederlerinin taraftarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârâne bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed’in (a.s.m.) sadıkıyetine, risaletine imanları, sarsılmaz, küllî bir şehadettir.

âdilâne: adâletli Ahmed-i Bedevî: (bk. bilgiler – Seyyid Ahmed Bedevî) Ahmed-i Rüfâî: (bk. bilgiler – Seyyid Ahmed Rüfâî) aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler Âl-i İbrahim: Hz. İbrahim’in ailesi ve onun soyundan gelenler [bk. bilgiler – İbrahim (a.s)] Âl-i Muhammed: Hz. Muhammed’in ailesi ve onun soyundan gelenler Aleyhisselâm: Allah selâmı onun üzerine olsun Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] allâme: büyük âlim asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden ilim ve takvâ sahibi velî kullar Asr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı aynelyakîn: gözlem ve müşahedeye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme bedevî: çölde yaşayan, göçebe cihangir: meşhur, dünyayı zapteden diplomat: memleket ve millet meseleleri hakkında siyasî söz sahibi Ebü’l-Hasan-ı Şâzelî: (bk. bilgiler – Seyyid Ebü’l-Hasen-i Şâzelî) ecdad: cedler; dedeler, atalar, Ehl-i Beyt: (bk. bilgiler)enbiya: nebiler, peygamberler evliya: Allah dostu, veli fedakârâne: fedakârca garb: batı Gavs-ı Âzam: [bk. bilgiler – Abdülkadir-i Geylânî (k.s.)] hâkim-i âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar hakkalyakîn: bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme hakkaniyet: doğruluk Hâlid ibni Velid: (bk. bilgiler) Hasan: [bk. bilgiler – Hasan (r.a.)] Hüseyin: [bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)] İbrahim-i Dessûkî: (bk. bilgiler) İkrime ibni Ebû Cehil: (bk. bilgiler) irşâdât: nasihatler, doğru yolu gösteren sözler itikad: inanç ittifak: birleşme, oy birliği kabile: topluluk keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görünen olağanüstü hal keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı hakikatleri keşfetme halleri küllî: genel, geniş, kapsamlı mu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareketlermuallim: öğretmen müçtehid: âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan muhterem: hürmete lâyık, saygıdeğer mukàbil: karşılık müşahedat: mânevî âlemlerde bazı hakikatleri gözlemleme, görme halleri müterakkî: ilerlemiş, terakki etmiş nur-u Muhammedî: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in nuru peder: baba risalet: peygamberlik ruh u can: ruh ve can, bütün içtenlik sadıkıyet: doğruluk sadıkıyet-i Muhammediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) doğruluğu Sahabe: Hz. Peygamber’i (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar şark: doğu şehadet: şahitlik, tanıklık sıddîkîn: çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar taharrî: araştırma, inceleme taife: grup, topluluk tetkik: inceleme, araştırma ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler ümmî: okuma yazma bilmeyen üstad: hoca, öğretmen

http://www.erisale.com/#content.tr.4.771

KEMÂLÂTINI İZHAR ETMEK İÇİN BİRİSİNİ MUALLİM TAYİN EDECEKTİR

Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i san’at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyâtı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir.

Öyle ise, zîşuurlardan birisini tayin edip onunla o rububiyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san’atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvî makàsıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhar etmek için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta derc ettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muammâ-i rububiyeti mânâsız kalmamak için, herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzârın temâşâsına neşrettiği mehâsin-i san’at faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.

Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor. Ve şu vezâife en elyak Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır. Öyle ise, o Zât, doğrudan doğruya, bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte, Mirac dahi bu hakikati ifade ediyor.

Elhasıl: Madem şu azîm kâinatı, mezkûr maksatlar gibi çok azîm makàsıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumî rububiyeti bütün dekaikiyle, şu azîm saltanat-ı Ulûhiyeti bütün hakaikiyle görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak o insanla konuşacaktır, makàsıdını bildirecektir.

abes: anlamsız, gayesiz âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âsâr-ı lütuf ve merhamet: iyilik, bağış ve merhamet eserleri, neticeleri (bk. l-ṭ-f; r-ḥ-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) bilfiil: fiilen, uygulamada (bk. f-a-l) dekaik: incelikler dellâl: ilan edici, duyurucu derc etmek: yerleştirmek elhasıl: özetle, sonuç olarak elyak: en layık enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r) fevkinde: üstünde fevkine: üstüne garaib-i san’at: sanatın gariplikleri, hârikalıkları (bk. ṣ-n-a) hakaik: gerçekler, doğrular (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâkim-i Mutlak: herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)iktiza: gerektirme izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâlât: mükemmellikler, üstünlükler (bk. k-m-l) küllî: genel, kapsamlı (bk. k-l-l) kurb-u huzur: Allah’ın yüce huzuruna yakınlık (bk. ḥ-ḍ-r) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) makàsıd: maksatlar, istekler, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d) maksat: gaye, hedef (bk. ḳ-ṣ-d) marziyât: Allah’ın rızasına vesile olan iş ve hareketler mehâsin-i san’at: sanat güzellikleri (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mezkûr: sözü geçen, anılan Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c) muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muammâ-i rububiyet: rububiyetin sırrı, gizemi (bk. r-b-b) mübelliğ: tebliğ edici, elçi (bk. b-l-ğ) müşerref etmek: şereflendirmek neşretme: yaymanev’i: tür, cins nur-u İslâmiyet: İslâmiyet nuru (bk. n-v-r; s-l-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) şahid-i âdil ve sadık: adâletli ve doğru sözlü şâhit (bk. ş-h-d; a-d-l; ṣ-d-ḳ) sair: diğer saltanat-ı Ulûhiyet: ortak kabul etmeyen İlâhî saltanat (bk. s-l-ṭ; e-l-h) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tayin: görevlendirme tebliğ etmek: bildirmek (bk. b-l-ğ) temâşâ: seyretme, hoşlanarak bakma tertip: düzenleme teşhir: sergileme teşkil: oluşturma tezyin: süsleme (bk. z-y-n) tılsım: sır, gizli gerçek ulvî: yüce umumî: genel vezâif: vazifeler, görevler zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette, o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazifeyle muvazzaf olacaklar, tâ iki cihetle münasebeti bulunsun: hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.

Şimdi, madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makàsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammâsını açan ve rububiyetin mehâsin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Elbette, bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûkü olacaktır ki, cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir Miracı olacaktır. Yetmiş bin perde1 tabir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef’âl ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı merâtip edecektir. İşte Mirac budur.

Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âyine: ayna âyine-misal: ayna gibi (bk. m-s̱-l) berzah-ı esmâ: Allah’ın güzel isimlerinin tecellîsindeki ara bölgeler, isimler arasındaki mânâlar (bk. s-m-v) Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cihet: yön, şekil cismanî: maddî yapısı olan cüz’iyet: ferdîlik (bk. c-z-e) dellâllık: ilan edicilik, duyuruculuk efrad-ı insaniye: insan fertleri (bk. f-r-d) efrad-ı mahsus: özel ve seçilmiş fertler, kişiler (bk. f-r-d) Hâkim: herşeyi hükmü altında tutup idare eden ve yargılayan ve herşeye galip olan Allah (bk. ḥ-k-m) hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ) hitab: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kamer: ay kat etme: aşma, yol almakat’-ı merâtip: mertebeleri aşma, yükselme keşfetmek: gizli bir şeyi ortaya çıkarmak (bk. k-ş-f) küllî: genel ve kapsamlı (bk. k-l-l) makam-ı küllîye: genele bakan kapsamlı makam (bk. k-l-l) makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d) mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r) mehâsin-i saltanat: saltanatın güzellikleri (bk. ḥ-s-n; s-l-ṭ) Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c) muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muammâ: anlaşılması zor sır muvazzaf: görevli münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b) müstemi’: dinleyici (bk. s-m-a) nihayetsiz: sonsuz Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) seyr ü seyahat: yolculuk seyr ü sülûk: mânevî ve ruhî yolculuk suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) süfliyet: alçaklık, aşağılık şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) tabakat-ı mevcudat: varlık tabakaları (bk. v-c-d) tabir: ifade, adlandırma (bk. a-b-r) tasarruf: dilediği gibi kullanma, yönetme (bk. ṣ-r-f) tecellî-i sıfât ve ef’âl: Allah’ın sıfat ve fiillerinin tecellisi, görünmesi (bk. c-l-y; v-ṣ-f; f-a-l) tecerrüd: sıyrılma terakki: yükselme, ilerleme tılsım: sır, gizli gerçek ulvî: yüce

http://www.erisale.com/#content.tr.1.771

UMUM İBÂDINA BİR MUALLİM

Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcut pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, bütün desâtiriyle, şu kitab-ı kâinatı zaman-ı Âdem’den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-ü mişarını daha okuyamamış.

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemâlât ve cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâlin hikmeti iktiza ediyor ki, şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menbalarını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyede birisini gezdirsin ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin. Umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl ve marziyât-ı İlâhiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyesine bir müfessir gibi, çok vazifelerle tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’ân gibi bir fermanla o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

abes: anlamsız, gayesiz acaib: şaşırtıcı ve garip şeyler âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya, kâinat (bk. a-l-m) âlem-i arz: dünya âlemi (bk. a-l-m) avâlim-i ulviye: yüce âlemler (bk. a-l-m) âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait deliller (bk. k-v-n) âyet: delil Celîl-i Zülcemâl: sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve heybet sahibi olan Allah (bk. c-l-l; ẕü; c-m-l) cemâl: güzellik (bk. c-m-l) cemâl-i mânevî: mânevî güzellik (bk. c-m-l; a-n-y) Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve heybetiyle beraber, sonsuz güzellik sahibi Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l) dellâl: ilan edici, duyurucu desâtir: düsturlar, prensipler esmâ ve kemâlât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın isimleri ve Ona ait mükemmellikler (bk. s-m-v; k-m-l; e-l-h) Esmâ-i Hüsnâ: Cenâb-ı Hakkın güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) Ezel ve Ebed Sultanı: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)ferman: buyruk fevkine: üstüne fünun: fenler, ilimler has: özel hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ibâd: kullar (bk. a-b-d) iktiza: gerektirme imtiyaz: farklılık, ayrıcalık kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı, evren (bk. k-t-b; k-v-n) kurb-u huzur: Allah’ın yüce huzuruna yakınlık (bk. ḥ-ḍ-r) letâif: güzellikler, incelikler (bk. l-ṭ-f) mahfî: gizli mahzen: depo marziyât-ı İlâhiye: Allah’ın razı olduğu şeyler (bk. e-l-h) menba: kaynak meşher: sergi mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mevcut: varlık (bk. v-c-d) mu’cizât: mu’cizeler, yaratma noktasında bütün sebepleri âciz bırakan şeyler (bk. a-c-z) mübelliğ: tebliğ edici, bildirici (bk. b-l-ğ) müfessir: yorumlayıcı (bk. f-s-r) müşerref etmek: şereflendirmekmütalâa: etraflıca inceleyip düşünme netâic: neticeler nihayetsiz: sonsuz nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b) nişan: alâmet, işaret öşr-ü mişar: yüzde bir sadık: doğru sözlü (bk. s-d-ḳ) saltanat-ı Rububiyet: rububiyetin, Rablığın egemenliği (bk. s-l-ṭ; r-b-b) Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) Sâni-i Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; k-m-l) saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m) tavzif: görevlendirme umum: bütün ünvan-ı mukaddes: her türlü kusur ve çirkinlikten yüce ünvan (bk. ḳ-d-s) zaman-ı Âdem: Hz. Âdem’in yaşadığı dönem Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zikretmek: anmak zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

 http://www.erisale.com/#content.tr.1.781

REHBER BİR MUALLİM

Hem mümkün olur mu ki, gayet cemâlde bir kemâl-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celb eden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zât, ubûdiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla—ki hem habibdir, ubûdiyetiyle kendini Ona sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, Onu mahlûkatına sevdirir, cemâl-i esmâsını gösterir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mu’cizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?

Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş’ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?

acip: şaşırtıcı, hayret verici arz: sunma âyine: ayna âyinedarlık: aynalık beyan: açıklama (bk. b-y-n) celb etmek: çekmek cemâl: güzellik (bk. c-m-l) cemâl-i esmâ: isimlerin güzelliği (bk. c-m-l; s-m-v) cihet: yön, taraf cüz’iyat tabakatı: küçük varlıklardan oluşan varlık tabakaları (bk. c-z-e) dellâl: duyurucu, rehber dergâh-ı İlâhiye: Allah’ın yüce katı (bk. e-l-h) enzar-ı dikkat: dikkatli bakışlar (bk. n-ẓ-r) enzar-ı halk: insanların dikkati (bk. n-ẓ-r; ḫ-l-ḳ) esmâ: isimler (bk. s-m-v) habib: sevgili (bk. ḥ-b-b) hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n) hüsn-ü zatî: kendisinde olan güzellik (bk. ḥ-s-n) irade: isteme, dileme (bk. r-v-d) izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâl-i san’at: sanattaki mükemmellik (bk. k-m-l; ṣ-n-a) kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l)kesret tabakatı: çokluk tabakaları; sayısız varlıklardan oluşan tabakalar (bk. k-s̱-r) kıymettar: kıymetli, değerli kurbiyet: Allah’a yakınlık letaif: güzellikler, incelikler (bk. l-ṭ-f) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) maksat: amaç, gaye (bk. ḳ-ṣ-d) masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) meb’us: görevli, temsilci mehasin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muamma: anlamı gizli ve zor anlaşılır söz müş’ir: bildiren, haber veren nihayet: son resul: peygamber (bk. r-s-l) risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) rububiyet-i âmme: Allah’ın bütün varlıklara yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç oldukları şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)saltanat-ı külliye: herşeyi kuşatan ve herşeye hükmeden egemenlik (bk. s-l-ṭ; k-l-l) samedâniyet: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması (bk. ṣ-m-d) sarraf: anlayan, değer veren sual-i müşkül: zor soru tahavvülât: başkalaşmalar târif edici: tanıtıcı, açıklayıcı (bk. a-r-f) tayin: görevlendirme teşhir: sergileme tezyin: süsleme, donatma (bk. z-y-n) tılsım-ı muğlâk: anlaşılması zor sır ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) ubûdiyet-i külliye: büyük ve umumî kulluk (bk. a-b-d; k-l-l) vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) vassaf: herşeyin vasıf ve özelliklerini bilen ve bildiren (bk. v-ṣ-f) zülcenâheyn: iki kanatlı; Allah katında kulların, kullar arasında Allah’ın elçisi

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubûdiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?

Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir burhan-ı kat’îdir ki, Ulûhiyet risaletsiz olamaz.

Şimdi, acaba âlemde Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmdan beyan olunan evsâf ve vezaife daha ehil ve daha cami’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir?

Hayır, asla ve kat’a! Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır.

Evet, ehl-i tahkikatın ittifakıyla, şakk-ı kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mucizâtından, had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vech ile mucize olan mucize-i kübrâ, güneş gibi risaletini göstermeye kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırka karib vücuh-u i’câzından bahsettiğimizden, burada kısa kesiyoruz.

akreb: en yakın âlem: dünya (bk. a-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zâtlar (bk. ṣ-f-y) asla ve kat’a: asla, kesinlikle öyle değil bahr-i hakaik: hakikatler, gerçekler denizi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) bâliğ: ulaşan beyan olunan: anlatılan, açıklanan (bk. b-y-n) bilhassa: özellikle burhan-ı kat’î: sağlam ve kesin delil cami’: kapsamlı (bk. c-m-a) delâil-i nübüvvet: peygamberlik delilleri (bk. n-b-e) ehil: layık ehl-i tahkik: gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) elyak: daha layık enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evfak: daha uygun evsaf: vasıflar, özellikler, nitelikler (bk. v-ṣ-f) had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)ittifak: birleşme, fikir birliği kâfi: yeterli karib: yakın kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Azîmüşşan: şanı yüce Kur’ân (bk. a-ẓ-m) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) marziyyat: hoşa giden, razı olunan şeyler; Allah’ın razı olacağı şeyler masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) muallim: öğreten, yetiştiren (bk. a-l-m) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mukabil: karşılık mukarrebîn: Allah’a ibadet ve dua yönüyle yakın olan büyük zâtlar müheyya: hazırlanmış müptelâ: bağımlı, düşkün mürşid: irşad eden, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d) nev-i insan: insanlık, insan türü resul: peygamber (bk. r-s-l) risale: küçük kitap (bk. r-s-l)risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) rütbe-i risalet: peygamberlik rütbesi (bk. r-s-l) Sâni-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) server: reis, baş seyyid: efendi suret: şekil (bk. ṣ-v-r) şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r) ubûdiyet-i külliye: büyük ve umumî kulluk (bk. a-b-d; k-l-l) Ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, ilâhlık (bk. e-l-h) vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d) vazife-i tebliğ: tebliğ vazifesi (bk. b-l-ğ) vecih: yön, tarz vezaif: vazifeler, görevler vezaif-i nübüvvet: peygamberlik görevleri (bk. n-b-e) vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)

http://www.erisale.com/#content.tr.1.98

MUALLİM-İ EKBER, BİR SADIK MUALLİM

Altıncısı: Bu zâtın, ümmîliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyenin dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikîn ve sıddîkîn-i muhakkikîn ve dâhi hükema-i mü’minîn bu zâtın üssül’esas dâvâsı olan vahdâniyeti kuvvetli burhanlarıyla bil’ittifak ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin ve bu üstâd-ı âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının birtek burhanıdır.

Yedincisi: Âl ve Ashâb namında ve nev-i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı ve en dindar ve keskin nazarlı taife-i azîmesi, kemâl-i merakla ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharrî ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla ve icmâ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Âl: Peygamberimizin ailesi ve onun soyundan gelenler asfiya-yı müdakkikîn: Hz. Peygambere vâris olup onun yolundan giden takvâ sahibi ve gerçekleri tam olarak araştıran, delilleriyle isbat eden büyük velîler Ashâb: Sahabiler, Peygamberimizi dünya gözüyle görüp, onun yolundan giden Müslümanlar âşikâr: ap açık aynelyakin: gözlem ve müşahedeye dayanarak, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bilme bil’ittifak: ittifakla, birleşerek burhan: kesin delil, kanıt delâlet etmek: delil olmak, işaret etmek derece-i hakkaniyet: doğruluk derecesi enbiya: nebiler, peygamberler ferâset: çabuk sezme ve anlama kàbiliyeti hakaik-ı kudsiye: mukaddes, yüce hakikatler hakikat: doğru, gerçek hakkalyakin: bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilmehakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik hüccet-i risalet: peygamberlik delili hükema-i mü’minîn: Müslüman âlimler, iman etmiş ilim adamları icad: var etme, yaratma icmâ: fikir birliği ihtirâ etmek: yeni bir şey meydana getirme ilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme itikad: inanma, inanç ittifak: birleşme, birlik kemâl-i merak: tam bir merak kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar keşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmak marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme mertebe-i ilmiye: ilim mertebesi, derecesi muallim-i ekber: en büyük öğretmen; Peygamber Efendimiz (a.s.m) nam: ad namdar: şan ve şöhret sahibi nazar: bakış, düşünce nev-i beşer: insanlar, insanlık nihayet: son nur-u iman: iman nuru, ışığı sadâkat: doğruluk sadık: doğrusadıkıyet: doğruluk şehadet: şahitlik, tanıklık sıddîkîn-i muhakkikîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olan, hakikatleri delilleriyle bilen büyük araştırmacı âlimler suret: biçim, şekil taharrî: araştırma, inceleme taife-i azîme: büyük topluluk, gurup talim: öğretme, eğitme tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak tasvir: şekil ve suret verme tedbir: çekip çevirme, idare etme temâşâgâh: seyir yeri tertip etmek: düzenlemek, düzene koymak tetkik etmek: incelemek, derinliğine araştırmak ulûm-u âliye: yüksek ilimler ümmîlik: okuma yazma bilmeme üssü’l-esas: temel esas üstad-ı âzam: en büyük üstad; Peygamber Efendimiz (a.s.m) vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının bulunmayışı ziya: ışık, parlaklık

Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi tasarruf eden Sâniine ve Kâtibine ve Nakkâşına delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki makàsıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

azametli: büyük, yüce cihet: şekil, yön dehşetli: korkunç, ürkütücü delâlet etmek: delil olmak, işaret etmek dellâl: davetçi, ilân edici hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah hallâkiyet: yaratıcılık harekât: hareketler haşmetli: görkemli, heybetli hikmet: fayda, gaye; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması hilkat: yaratılış himâyet: koruma iaşe: besleme, yedirip içirme ihtilâf: anlaşmazlık, uyuşmazlık ihzar etmek: hazırlamak iktiza etmek: gerektirmek imha etmek: yok etmek inkıyad: boyun eğme, itaat etme it’am: yedirme izale: giderme izhar etmek: göstermek kâinat: evren, bütün yaratılmışlar Kâtib: bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel bir şekilde yaratan Allahkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar keşşaf: keşf edici, açığa çıkarıcı kitab-ı kebîr: büyük kitap, kâinat mahiyet: esas, nitelik, özellik mahlûkat: yaratılmışlar makàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler masnuat: san’at eseri varlıklar mevcudat: varlıklar minnettârâne: minnet duyarak, yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür hissi taşıyarak muallim: öğretmen muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen müteşekkirâne: teşekkür ederek Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah nev’i: çeşit, tür nihayetsiz: sınırsız, sonsuz perestişkârâne: taparcasına Rabbânî: Rab olan Allah’a ait rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasısadık: doğru Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allah şehadet: şahitlik, tanıklık semâvî: Allah tarafından olan, İlâhî suret: biçim, şekil tahavvülât: başkalaşmalar tahvil: dönüşüm talim etmek: öğretmek tasarruf etmek: dilediği gibi kullanmak ve yönetmek tasarrufât: kullanımlar, faaliyetler tatmin etmek: doyurmak tebdil: değişim teşhir etmek: sergilemek ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığı umumî: genel, herkese ait vazifedarâne: vazifeli olarak, görevli olarak ziyade: çok ziynetli: süslü

http://www.erisale.com/#content.tr.4.178

EN BÜYÜK MUALLİM VE EN MÜKEMMEL ÜSTAD

Hem madem Hâlıkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn ve hakkalyakîn mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere, herşeyden evvel bu üstadımızdan, Hâlıkımızdan sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor.

Çünkü o zât, Hâlıkımız tarafından herbiri birer nişane-i tasdik olan bin mu’cizatıyla, Kur’ân’ın bir mu’cizesi olarak, Kur’ân’ın hak ve kelâmullah olduğunu ispat ettiği gibi; Kur’ân dahi, kırk nevi i’câz ile o zâtın bir mu’cizesi olup, onun doğru ve Resulullah olduğunu ispat ederek, ikisi beraber, biri âlem-i şehadet lisanı (bütün hayatında, bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında) diğeri âlem-i gayb lisanı bütün semâvî fermanların ve kâinat hakikatlerinin tasdikleri içinde binler âyâtıyla iddia ve ispat ettikleri hakikat-i haşriye elbette güneş ve gündüz gibi bir kat’iyettedir. Evet, haşir gibi, en acip ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mes’ele, ancak ve ancak böyle harika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.

Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur’ân gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufûliyet devri olmasıdır. İptidaî derslerde izah az olur.

acip: hayret verici, şaşırtıcı âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi âlem-i gayb: gayb âlemi, görünmeyen âlem âlem-i şehadet: gözle gördüğümüz âlem Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âyât: âyetler, deliler aynelyakin: gözlem ve müşahedeye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme bedeviyet: göçebelik Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref sahibi Allah cihet: taraf, yön dehşetli: korkunç, ürkütücü delâlet etmek: delil olmak, işaret etmek ekser: çoğunluk elhasıl: özetle, kısaca enbiya: nebiler, peygamberler evliya: Allah’ın sevgili kulları, velilerferman: buyruk, emir hak: doğru, gerçek hakikat-i haşriye: haşir gerçeği hakkalyakîn: bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme Hâlık: her şeyi yaratan Allah haşr: insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması hüccet: kesin, güçlü delil i’câz: mu’cize oluş iktiza etmek: gerektirmek ilmelyakin: ilmî ve sağlam delillere dayanarak, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak derecede kesin bilme iptidaî: basit, ilkel; ilköğretim seviyesi izah: açıklama izahat: açıklamalar kâinat: evren, yaratılan herşey kat’iyet: kesinlik kelâmullah: Allah’ın kelamı, Kur’ân lisan: dil melâike: melekler mu’cizât: mu’cizelermu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü haller nevi: tür nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alâmet ruhaniyât: maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlıklar şehadet: şahitlik, tanıklık semâvî: Allah tarafından olan, İlâhî tahakkuk: gerçekleşme tasdik: doğrulama, onaylama tavr-ı akl: akıl ölçüsü, akıl çizgisi tekemmül etmek: mükemmelleşmek, olgunlaşmak terakki: ilerleme, yükselme tufûliyet: çocukluk, küçüklük ubûdiyet: Allah’a kulluk vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu ve ortağının olmayışı vücud: varlık, var oluş

http://www.erisale.com/#content.tr.4.291

BİR MUHAKKİK ÜSTAD, BİR SADIK MUALLİM

Bu kâinat nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray, bir kitap gibi, bir sergi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden Sâniine ve Kâtibine ve Nakkaşına delâlet eder; öyle de, kâinatın hilkatindeki makàsıd-ı İlâhiyeyi bilecek, bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini tâlim edecek ve vazifedârâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve “Nereden geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve niçin buraya geliyorlar ve çok durmuyorlar, gidiyorlar?” diye dehşetli suallere cevap verecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ve âyât-ı tekvîniyesinin hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın hakkaniyetine ve bu Kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna kuvvetli ve küllî şehadet edip “Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın resulü olduğuna şehadet ederim” der.

Evet, Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı ve içindeki mevcudatın vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk eder. Ve kâinat, baştan başa gayet mânidar mektubat-ı İlâhiye ve mücessem bir Kur’ân-ı Rabbânî ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhâniye olur. Yoksa, adem ve hiçlik ve zevâl ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virâne, dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemâlâtı ve hikmetli tahavvülâtı ve sermedî mânâları, kuvvetli bir tarzda “Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın resulü olduğuna şehadet ederiz” der.

adem: hiçlik, yokluk Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âyât-ı tekvîniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar binaen: -dayanarak cihet: yön, taraf delâlet: delil olma, işaret etme dellâl: davetçi, ilan edici hakikat: gerçek, doğru hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik Hâlık: her şeyi yaratan Allah hikmet: fayda, gaye hilkat: yaratılış iktiza: gerektirme kâinat: evren, bütün yaratılmışlar Kâtib: bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel bir şekilde yaratan Allah kemâlât: mükemmellik, kusursuzlukkeşşaf: keşf edici, açığa çıkarıcı kitab-ı kebîr: büyük kitap, kâinat küllî: genel, kapsamlı Kur’ân-ı Rabbânî: Rab olan Allah’ın Kur’ân’ı mahiyet: asıl, esas, nitelik makàsıd-ı İlâhiye: Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler mânidar: anlamlı matemhane: hüzün yeri, yas evi mektubat-ı İlâhiye: İlahî mektuplar, mesajlar meşher-i âsâr-ı Sübhâniye: Cenab-ı Hakkın eserlerinin teşhir yeri mevcudat: varlıklar muallim: öğretmen mücessem: cisimleşmiş, maddi yapısı olan muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen muhteşem: görkemli, ihtişamlıNakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah Rabbânî: Rab olan Allah’a ait sadık: doğru Sâni: herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah şehadet: şahitlik, tanıklık sermedî: devamlı, sürekli tahakkuk: gerçekleşme tahavvülât: başkalaşmalar talim etme: öğretme tasarruf: dilediği gibi kullanma tefsir: açıklama, yorum temaşagâh: seyir yeri vahşet: ürküntü, korku vazifedârâne: vazifeli, görevli olarak virâne: harap, yıkık zevâl: geçip gitme, kaybolma ziyade: çok, fazla

http://www.erisale.com/#content.tr.4.775

O VAHŞÎ İNSANLAR, İNSAN ÂLEMİNDE İNSANLARA MUALLİM OLDULAR

YEDİNCİ REŞHA: Arkadaş! O zâtı harekete getirip o inkılâpları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet, bilhassa Ceziretü’l-Arabda yaptığı inkılâp ve icraata bak:

O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıp ve asabiyetlerinde fevkalâde inatçı ve kasâvet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşî kavimler oturmakta idiler. O zât-ı nuranî, kısa bir zamanda, o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerini kaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ, o zât-ı mürşidin (a.s.m.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşî insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular.

âdet: alışkanlık, örf ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk ahlâk-ı seyyie: kötü ahlâk asabiyet: ırkçılık, kendi akraba ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti azîm: büyük, yüce bahâdar: kıymetli bilhassa: özellikle burhan: güçlü ve sarsılmaz delil, kanıt Ceziretü’l-Arab: (bk. bilgiler – Arap Yarımadası) cihet: yön, taraf dâvâ: iddia define: hazine, gizli servet dellâl: duyurucu, ilân edici emsalsiz: benzersiz esmâ-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın isimleri fevkalâde: olağanüstü, çok güzel hakikat: bir şeyin aslı ve esası, gerçek mahiyeti hakikat-i insaniye: insanın gerçek mahiyeti hidayet: doğru ve hak olan yol, İslâmiyet hüviyet: şahsiyet, kişilik icraat: faaliyet, iş ihata etmek: kuşatmak inkılâp: değişim, dönüşüm itibarıyla: özelliğiyle kasâvet-i kalb: kalb sertliği, kalb katılığı kavim: topluluk keşfetmek: açığa çıkarmak, göstermek keşşâf: keşfeden, gizli şeyleri bulup meydana çıkarankıymettar: kıymetli, değerli kuvve-i kudsiye: kudsî kuvvet; kaynağı Allah’tan gelen güç medenî: çağdaş, uygar medeniyet: uygarlık mehâsin: güzellikler, iyilikler misal: örnek, benzer muallim: öğreten, yetiştiren muhabbet-i Rahmâniye: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah’a duyulan sevgi muhafaza: koruma, saklama mutaassıp: tutucu, inanç veya geleneklerine aşırı derecede bağlı müteessir olma: etkilenme, tesiri altında kalma, üzülme nefis: bir kimsenin kendisi; insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden duygu nev-i beşer: insanlık türü, insanlar nihayetsiz: sınırsız, sonsuz nur: aydınlık, ışık rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet rahmet-i Rabbâniye: herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın merhamet ve şefkati reşha: “sızıntı” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisisaadet: mutluluk sahra: çöl saltanat: egemenlik, hâkimiyet saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması şark ve garp: doğu ve batı şecere-i hilkat: yaratılış ağacı semere: meyve sür’at: hız tebdil etmek: değiştirmek tebliğ etmek: bildirmek, sunmak telkin etmek: fikir aşılamak, öğüt vermek timsal: görüntü, yansıma üstad: hoca, öğretmen vahşî: medenî olmayan, kaba vesile: aracı zahirî: açık, görünürde zât: kişi; Hz. Muhammed (a.s.m.) zât-ı mürşid: doğru yolu gösteren, Hz. Muhammed (a.s.m.) zât-ı nuranî: etrafını nûruyla aydınlatan zât, Hz. Peygamber (a.s.m.) ziya: ışık, aydınlık

O zâtın (a.s.m.) şu kadar geniş ve azîm saltanatı, yalnız zahirî bir saltanat değildir. Daha geniş ve daha derin yerde saltanat-ı bâtıniyesi vardır ki, bütün kalbleri ve akılları kendisine cezb ve celb etmiştir. Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbî ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır.

SEKİZİNCİ REŞHA: Arkadaş! Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, birşeyi tiryakisinden ref etmek pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azimle, küçük bir kavimde itiyad edilen bir hasleti kaldırmakta büyük müşkilâta rastgelir. Halbuki bu zât-ı nuranî, pek çok âdetleri, pek çok asabî, inatçı kavimlerden, cüz’î bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih ahlâk ve âdetlerle doldurmuştur.

Evet, Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb’ın (radıyallahü teâlâ anh) İslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu meseleye güzel bir misaldir. Bunun gibi, icraat-ı esasiyesinden binlerce harikalar vardır. O zâtın, o zamandaki icraatına harika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, o zamanda, o vahşet-âbâd cezireye gidip, pek uzun zamanlarda o vahşîleri ıslah için çalışsalar, o zât-ı mürşidin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Hâşâ!

âdet: alışkanlık âdi: basit, sıradan ahlâk: huy, tabiat, insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı asabî: sinirli azim: kesin karar bilâhare: daha sonra cemaat: topluluk cezb ve celb etmek: bir şeyi çekmek cezire: yarımada cüz’î: küçük; ferdî evvel: önce filozof: felsefe ile uğraşan, felsefeci hâkim: hükmeden, idareci hâşâ: asla öyle değil hasım: düşman haslet: huy, özellik haysiyet: itibar Hazret-i Ömer İbnü’l-Hattâb: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)] hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe; Allah’ın insanlara ve cinlere bir hutbesi olan Kur’ânicraat: faaliyet, iş icraat-ı esasiye: temel faaliyetler itiyad edilen: alışkanlık hâline gelen ıslah: düzelme, iyileşme kavim: topluluk, millet keza: aynı, aynı biçimde lâübâli: saygısız, çekinmesi olmayan, dikkatsiz mahbub: sevgili mahcup olmak: utanmak misal: örnek, benzer muallim: öğreten, yetiştiren münazara: tartışma mürebbî: terbiye edici, eğitici müşkilât: zorluklar muvaffak olmak: başarmak nefis: bir kimsenin kendisi nezih: temiz, pâk pervasız: korkusuz radıyallahü teâlâ anh: Allah ondan razı olsun ref etmek: ortadan kaldırmak reşha: “sızıntı ” mânâsını taşıyan başlıklardan her birisisaltanat: egemenlik, hâkimiyet saltanat-ı bâtıniye: insanların iç dünyalarında kurulan hâkimiyet, egemenlik şedit: çok şiddetli tenvir etmek: aydınlatmak, ışıklandırmak teshir etmek: boyun eğdirmek; etkisi altına almak tiryaki: bağımlı vahşet-âbâd: vahşetlerle dolu vahşî: medenî olmayan, kaba vazifedar: görevli velev: eğer, gerçi zahmet: zorluk, sıkıntı zât-ı mürşid: insanlara doğru yolu gösteren, Hz. Muhammed (a.s.m.) zât-ı nurânî: etrafını nuruyla aydınlatan zât, Hz. Peygamber (a.s.m.)

http://www.erisale.com/#content.tr.5.39

ONLARI, O ZAMANA, O ÂLEME MUALLİM YAPTI

Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimî aleyhissalâtü vesselâma bak. O Zât, ümmîliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itmi’nan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sâhirlerin sihirlerini yutan asâ-yı Mûsâ gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istilâ eden zulüm, fesat, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zâtın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delâlet etmez mi?

âdât: âdetler Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âmil: sebep asâ-yı Mûsâ: Hz. Musa’nın mu’cizeli asâsı, bastonu cevher-i insâniyet: insanlık cevheri, insanı insan yapan hakikat, öz delâlet: delil olma, gösterme devlet-i İslâmiye: İslâm devleti ecdad: atalar, cedler efkâr-ı âmme: genel düşünce, kamuoyu evc-i medeniyet: medeniyetin zirvesi, doruğu fen: ilim fesat: bozgunculuk fıtrat: yaratılış fıtrî: yaratılışa uygun, tabii galebe çalmak: üstün gelmek garb: batı hâkimiyet: egemenlik, hükümranlık hissiyat: duygular, hisler içtimaiyat: toplumsal, sosyal olaylara aitihlâl: bozma, karıştırma ihtilâl: ayaklanma, karışıklık istikbal: gelecek istilâ etme: işgal etme, kuşatma ittisal peydâ olmak: bağ, iletişim kurulma, meydana gelme izhar etme: gösterme, açığa çıkarma kasavet: katılık, sertlik kemal-i vüsuk ve itmi’nan: tam bir güven, inanç ve kararlılık mâlik: sahip meleke: maharet, beceri mevki: yer, konum meyil: eğilim, arzu, istek muallim: öğretmen muhafaza: koruma Muhammed-i Haşimî: Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) münasebet: alâka, ilgi mütehassıs: ihtisas sahibi, uzman muvazene: denge, ölçünazara almak: dikkate almak nev-i beşer: insan, insanlık nükte: ince ve derin mânâ rabıta: bağ, ilişki sâhir: sihirbaz saltanat: egemenlik, hâkimiyet şark: doğu sebkat: daha önce gelme, geçme şekavet: mutsuzluk, sıkıntı tabiat: huy, karakter tebdil etmek: değiştirmek tesis etmek: kurmak teşkil etme: meydana getirme, oluşturma tevsi ettirme: genişletme, yayma tezelzül: sarsıntı ümmîlik: okuma yazma bilmeme vahşet: ürküntü, korku vikaye: koruma yegâne: tek, eşsiz zâlim: zulmeden, acımasız zulüm: haksızlık, eziyet, işkence

http://www.erisale.com/#content.tr.6.230

MUALLİM-İ HİKMET

Vahşi bir bedevî sahradan gelir, kelime-i şehâdetten sonra sohbet-i nebeviyenin iksiriyle birdenbire başkalaşır. Kendi kendine benzemez. Başka kavme gider, muallim-i hikmet olurdu.

Beşincisi: Noktayı dinle!

İşte tarih-i âlem şehâdet eder ki; dâhî odur: Umumda bir veya iki hissin ve seciyenin ve istidadın inkişafına ve îkazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim îkaz edilmezse, sa’y hebaen gider ve muvakkat olur.

İşte en büyük dâhî, ancak âmmede bir veya iki hiss-i umumînin îkazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet ve seciye-i hamiyet ve fikr-i milliyet ve muhabbet-i vataniye ve uhuvvet-i insaniye gibi.

Bu noktaya binaen, Ceziretü’l-Arab sahrâ-yı vesîasında olan akvâm-ı bedevîde kâmine ve nâime ve mestûre olan hissiyât-ı âliye, secâyâ-yı sâmiye—ki binlere bâliğdir—birden inkişaf, birden îkaz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakikatin ziya-yı şûlefeşanının hassasıdır. Bu noktayı aklına sokmayan, biz Cezîretü’l-Arab’ı gözüne sokacağız. İşte Cezîretü’l-Arab, on üç asr-ı beşerin terakkiyatından sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin. Yüz sene kadar çalışsın! Acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet; yaptığının yüzde birini yapabiliyor mu?

âdatullah: Allah’ın âdetleri, kâinata koyduğu kanunları adem-i iltifat: yüz vermeme, kale almama adem-i mübâlât: aldırış etmeme adem-i tahavvuf: korkusuzluk adem-i tereddüd: tereddütsüz, şüphesiz adem-i vüsûk: güvensizlik, itimatsızlık bidayet ve nihayet: birşeyin başlangıcı ve sonu bilâperva: pervasızca hareket etme binaen: bu sebepten dolayı, buna dayanarak cereyan-ı umumiye: genel akış, gidişat ciddiyet: ciddilik, hafife almaktan ve sunîlikten uzaklık delil-i sıdk: sıdkın, doğruluğun delili (bk. d-l-l; ṣ-d-ḳ) destedâd-ı teslim: bir otoritenin ellerine teslim olma elhâsıl: özet olarak evamir: işler hacet: ihtiyaç hakikatin ruhu: gerçeğin ruhu, özü, aslı ve esası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakkıyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâl: durum, vaziyet harekat: hareketler, davranışlar hârika: olağanüstü hatarlı: tehlikeli îma etme: dolaylı ifadelerle işarette bulunma itminansızlık: güvensizlik, gönül rahatlığı içinde güvenememe izhar: ortaya koyma, gösterme (bk. ẓ-h-r) kâl: söz, ifade kavânin: kanunlar (bk. ḳ-n-n) kuvvet-i itminan: güçlü bir güven, tam bir kalp rahatlığı lemeân etme: parlama, parıldama mazbut-u ümmet: aynen yazıya geçirdiği menabi-i şeriat: İslâm kanunlarının kaynakları (bk. ş-r-a) muarız: karşı çıkan mübâlât: dikkatli davranma müberra: arınmış, uzak muhalif: karşıt, karşı görüşte olan (bk. ḫ-l-f) mukaddeme: giriş, önsöz münasip: uygun (bk. n-s-b) müracaat: başvurumutâbaat: uyum, uygunluk muteriz: itirazcı, itiraz eden Nebiyy-i Kureyşî: Kureyş kabilesinden olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. n-b-e) nihayette olan: son sınırda, en üst derecede olan Resul-ü Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) semere: meyve, netice sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) şuâ: ışık kaynağından çıkan ışık huzmesi, ışın tahavvuf: korkma tasdik-i müddea: iddia edilen bir meseleyi onaylama, kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ) tereddüt: şüphe tesis etme: kurma umurlar: haller, durumlar, işler Zât-ı Nûrânî: nurânî, nurlu Zât; Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. n-v-r) zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

http://www.erisale.com/#content.tr.15.240

MUALLİM-İ EKMEL

Elhasıl, madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemal, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı mümkün değildir.

Elbette o sıfatların mevsufu ve o fiillerin fâili ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Cemîl, Hakem, Adl dahi hiçbir cihetle inkâr edilmez ve inkârı kabil olmaz.

Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları, belki medar-ı kemalleri, belki medar-ı tahakkukları olan rehber-i ekber, muallim-i ekmel ve dellâl-ı âzam ve tılsım-ı kâinatın keşşafı ve âyine-i Samedânî ve Habib-i Rahmânî olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti hiçbir cihetle inkâr edilmez.

Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın ziyaları gibi, bunun risaleti dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.

Adl: sonsuz adalet sahibi olan Allah âlem-i hakikat: hakikat âlemi, gerçek dünya Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun âyine-i Samedânî: herşeyin kendisine muhtaç olduğu halde, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan ayna cemâl: güzellik Cemîl: bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi Allah cihet: taraf, yön dellâl-ı âzam: en büyük duyurucu, ilân edici fâil: işi yapan Habib-i Rahmânî: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah’ın sevgili kulu; Hz. Muhammed (a.s.m.)Hakem: herbir şey hakkında küllî hüküm veren ve onların hangi keyfiyetle olacağına hükmeden Allah hakikat: gerçek Hakîm: her işini hikmetle ve belli bir sebeple yapan Allah hikmet: fayda, gaye inâyet: Allah’tan gelen yardım, ihsan, iyilik inkâr etme: yok sayma, reddetme kabil: mümkün, olabilir kâinat: evren Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah keşşaf: keşfedici, açığa çıkarıcı medar-ı kemal: mükemmellik sebebi medar-ı tahakkuk: gerçekleşme sebebi medar-ı zuhur: görünme sebebi meşhud: görünen mevsuf: belli bir sıfatı taşıyanmizan: ölçü, denge muallim-i ekmel: en mükemmel öğretmen nizam: düzen rabıta: bağ Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren Allah rahmet: İlâhî şefkat, merhamet rehber-i ekber: en büyük rehber risalet: elçilik, peygamberlik tılsım-ı kâinat: evrenin ve yaratılan tüm varlıkların içinde gizli olduğu ve anlaşılması zor sır, gizem Zât-ı Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Zât, Allah ziya: ışık ziynet: süs

http://www.erisale.com/#content.tr.3.576

MUALLİM-İ HAKAİK VE REHBER-İ KEMÂLÂT

Sohbet-i nebeviye ne derece bir iksir-i nuranî olduğu bununla anlaşılır ki:

Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi.

Hem cahil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur, sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu.

âlâ: yüce, üstün âlâ-yı illiyyîn-i kemâlât: mükemmelliğin en yüce derecesi (bk. k-m-l) bahis: konu bâtıl: gerçek dışı, yalan bedevî: göçebe, çölde yaşayan beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyn: ara Çin: (bk. bilgiler) dellâl: ilan edici, duyurucu dereke: aşağı seviye ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ) fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) Habibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamberimiz (a.s.m.) (bk. ḥ-b-b) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayat-ı içtimaiye-i insaniye: insanlığın toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayır: iyilik himmet: ciddî gayret Hint: (bk. bilgiler – Hindistan) hissiyât-ı ulviye: yüce duygular içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma (bk. c-h-d)ihtiyar: tercih, seçme gücü (bk. r-v-d) iksir-i nuranî: her derde devâ olan nurlu ve tesirli ilâç (bk. n-v-r) inkılâb-ı azîm-i İslâmî: İslâmın meydana getirdiği büyük değişim (bk. a-ẓ-m; s-l-m) izzet: şeref, değer, itibar (bk. a-z-z) kasavet-i vahşiyâne: kaskatı bir vahşet kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l) kesb: elde etme, kazanma kizb: yalan küfür: inkar, inançsızlık (bk. k-f-r) maâlî-i ahlâk: ahlâkî yücelik, yüce ahlâklar (bk. ḫ-l-ḳ) mabeyn: ara maskara: gülünç, rezil medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti meftun: tutkun, düşkün metâ: kıymetli mal, eşya meyyal: çok arzulu ve istekli muallim-i hakaik: gerçekleri anlatan öğretmen (bk. a-l-m; ḥ-ḳ-ḳ)mübahat: güzelliği göstererek iftihar etme mukteza-yı seciye: karakter ve yaratılışın gereği müşerref olma: şereflenme Müseylime-i Kezzab: (bk. bilgiler) mütemeddin: medenileşmiş, şehirleşmiş nümune: örnek rehber-i kemâlât: mükemmellikleri, güzellikleri gösteren rehber (bk. k-m-l) Sahâbe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler şefkat-i rahîmâne: çok mükemmel bir şefkat ve merhamet duygusu (bk. ş-f-ḳ; r-ḥ-m) şer: kötülük sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) sohbet-i nebeviye: Peygamberimizin sohbeti (bk. n-b-e) zehr-i katil: öldürücü zehir

http://www.erisale.com/#content.tr.1.659

MUALLİM-İ AHLÂK-I ÂLİYE

DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem maden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat tarafından söylettiriliyor. Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir. Çünkü, sabık işaretlerde kısmen beyan edilen binler delâil-i nübüvvetle, Hâlık-ı Kâinat, bütün o mu’cizâtı onun elinde halk etmekle gösterdi ki, o, Onun hesabına konuşuyor, Onun kelâmını tebliğ ediyor.

Hem ona gelen Kur’ân ise, içinde, dışında kırk vech-i i’câz ile gösterir ki, o Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır.

Hem o kendi zâtında bütün ihlâsıyla ve takvâsıyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval ve etvârıyla gösterir ki, o kendi namına, kendi fikriyle demiyor, belki Hâlıkı namına konuşuyor.

Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, keşif ve tahkikle tasdik etmişler ve ilmelyakîn iman etmişler ki, o kendi kendine konuşmuyor; belki Hâlık-ı Kâinat onu konuşturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor.

Öyle ise, onun sıdk ve hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esasların icmâına istinad eder.

ahlâk-ı âliye: yüksek, üstün ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) ahval: hâller, davranışlar âlem-i ervah: ruhlar âlemi, ruhânî varlıkların bulunduğu âlem (bk. a-l-m; r-v-ḥ) âlem-i melâike: melekler dünyası (bk. a-l-m; m-l-k) beyan: açıklama, izah (bk. b-y-n) Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cihet: yön delâil-i nübüvvet: peygamberlik delilleri (bk. d-l-l dellâl-ı vahdâniyet ve saadet: Allah’ın birliğine ve mutluluğa çağırıp ilân eden (bk. d-l-l; v-ḥ-d) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olân kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) etvâr: hâller, tavırlar fevkinde: üstünde hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: herşeyi var eden yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) Hâlık-ı Kâinat: evreni ve bütün varlıkları yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-k) icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a) ihlâs: samimiyet, ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ) ilmelyakin: ilmî bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n) ins: insanlar irşad etme: doğru yol gösterme (bk. r-ş-d) istinad etmek: dayanmak (bk. s-n-d) kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kemâlât: mükemmellikler, faziletler (bk. k-m-l) keşif: Allah tarafından ilham olunmasıyla gizli bir şeyin meydana çıkarılması (bk. k-ş-f) maden-i kemâlât: mükemmellikler mâdeni, kaynağı (bk. k-m-l) mâverâ: yaşanan alemin ötesi, öte melâike: melekler (bk. m-l-k) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hâl ve hareketler (bk. a-c-z)muallim-i ahlâk-ı âliye: yüksek ahlâkı öğreten, ders veren (bk. a-l-m; ḫ-l-ḳ) mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l) münasebet: bağlantı, ilgi (bk. n-s-b) nam: ad nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) sabık: geçen, önceki sair: diğer, başka sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) tahkik: doğruluğunu araştırma (bk. ḥ-ḳ-ḳ) takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y) tasdik: doğrulama, onay (bk. ṣ-d-ḳ) tebliğ: bildirme, ulaştırma (bk. b-l-ğ) tercüman-ı Kelâm-ı Ezelî: Allah’ın ezelî kelâmının tercümanı, Hz. Muhammed (bk. k-l-m; e-z-l) timsal: numune, örnek (bk. m-s̱-l) Üstad-ı Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve bütün ilimlerin öğreticisi olan Allah (bk. e-z-l) vech-i i’câz: mu’cizelik yönü (bk. a-c-z)

http://www.erisale.com/#content.tr.2.276

AKVÂM-I BEŞERİYE BİRTEK DERS ALACAK, BİRTEK MUALLİMİ DİNLEYECEK

Enbiya-yı sâlife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş.

Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtatla akvâm-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.

Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhepler taaddüt etmiştir. Eğer, beşerin ekseriyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.

Âhirzaman Peygamberi: son peygamber olan ve dünya hayatının kıyamete yakın son devresinde gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. e-ḫ-r) ahkâm: hükümler, esaslar (bk. ḥ-k-m) ahkâm-ı şer’iye: şeriatın hükümleri, esasları (bk. ḥ-k-m; ş-r-a) ahvâl-i beşeriye: insanların halleri, durumları akvâm-ı beşeriye: insan kavimleri, toplulukları bedeviyet: göçebelik beşer: insanlar efkârca: fikir ve düşünce bakımından (bk. f-k-r) ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ) enbiya-yı sâlife: daha önce gelmiş peygamberler (bk. n-b-e)hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hal-i âlem: dünya hali, insanların şimdiki durumu (bk. a-l-m) Hâtemü’l-Enbiya: peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m) (bk. n-b-e) hâtime: sonuç, son bölüm idadiye: hazırlığa ait; ortaöğretim seviyesi ihtilâtat: karışıklıklar inkılâbat: değişiklikler iptidaî: basit, ilkel; ilköğretim seviyesi istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kâfi: yeterli mekteb-i âli: yüksek okul (bk. k-t-b) mezâhib: mezhepler, tutulan yollar (bk. ẕ-h-b) mezhep: dinde tutulan yol (bk. ẕ-h-b) mizaç: tabiat, yaratılış, bünyemuallim: öğretmen (bk. a-l-m) muhtelif: çeşitli, değişik muvafık: uygun muzır: zararlı seciye: huy, karakter şeriat: Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler (bk. ş-r-a) şeriat-ı kübrâ: büyük İslâm şeriatı (bk. ş-r-a; k-b-r) taaddüt etmek: çoğalmak, artmak tabakat-ı beşeriye: insan tabakaları tahavvül: değişme tarz-ı hayat-ı içtimaiye: toplum hayatının şekli (bk. ḥ-y-y; c-m-a) tebeddül: değişme teferruat: ayrıntılar terakki: yükselme tevhid: birleştirme (bk. v-ḥ-d) vâcip: zorunlu, gerekli (bk. v-c-b)

http://www.erisale.com/#content.tr.1.653

MENBA-I ULÛM-U ÂLİYE VE MUALLİMİ OLAN ZÂT-I MUHAMMED (A.S.M.)

İnayet-i İlâhiyenin ziyası olan mehasin-i mücerredenin şulesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı, enbiya düstur-u hareket ettiklerini ve nev-i beşer tarafından enbiyaya karşı keyfiyet-i telâkkileri ve ümeme karşı suret-i muameleleri ve terk-i menafi-i şahsiye ve sair umurlar ki, onlara nebî dedirmiş ve nübüvvete medar olmuş olan esaslar ise, evlâd-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziretü’l-Arapta menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan zât-ı Muhammed’de (a.s.m.) daha ekmel ve daha azhar bulunur.

Demek oluyor ki, istikrâ-i tam ile, hususan nev-i vahidde, lâsiyyema intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin iânesiyle ve kıyas-ı evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed’i (a.s.m.) netice vermekle beraber tenkihü’l-menat denilen hususiyattan tecrit nokta-i nazardan, cemi’ enbiya, lisan-ı mu’cizatlarıyla, vücud-u Sâniin bir burhan-ı bâhiresi olan Muhammed’in (a.s.m.) sıdkına şehadet ederler.

azhar: çok zahir ve açık burhan-ı bâhir: çok açık ve güçlü delil cemî: bütün düstur-u hareket etme: hareket kuralı olarak benimseme ekmel: en mükemmel, kusursuz enbiya: nebiler, peygamberler esas: temel husus, temel konu evlâd-ı beşer: insanoğulları febihâ: ne alâ hakaik: hakikatler; gerçekler, esaslar hukuk-u ibad: kulların hukuku hukukullah: Allah’ın hukuku hususan: bilhassa, özellikle hususiyat: hususî ve özel durumlar iâne: yardım illâ: ancak inayet-i İlâhiye: Allah’ın inâyeti, yardımı intizam-ı muttarid: muntazam şekilde devam eden yerleşmiş düzen istikrâ-i tam: cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım itizar: özür beyan etme keyfiyet-i telâkki: kavrayış biçimi, karşılama keyfiyeti kıyas-ı evlevî: fer’deki illetin asıldaki illetten daha kuvvetli olduğu kıyaskıyas-ı hafî: sebebi gizli olan ve zihne birden gelmeyen kıyas lâsiyyema: bilhassa, özellikle lisan-ı mu’cizat: mu’cizelerin dili mahsur kalma: sıkıştırılma, etrafı sarılma mazur: özürlü, mazeretli medar olma: hareket noktası olma medrese-i Ceziretü’l-Arap: bir okulu andıran Arap yarımadası mehasin-i mücerrede: soyut güzellikler; maddî olmaktan, her türlü sınırlayıcı özelliklerden uzak olan güzellikler menba-ı ulûm-u âliye: yüksek ilimlerin kaynağı muallim: öğretmen müesses: kurulmuş, kurulu muğlâk: kapalı, zor anlaşılır nebî: peygamber nev-i beşer: insanlık nev-i vahid: tek bir tür nokta-i nazar: bakış açısı nübüvvet: peygamberlik nübüvvet-i Muhammed: Hz. Muhammed’in peygamberliği sair: diğer, başka şehadet: şahitlik, tanıklık sinn-i tekemmül ve kuhulet: gençlik ve ihtiyarlık yaşısıdk: doğruluk şule: parıltıcık suret-i mesele: bir meselenin sûreti, genel yapısı; asıl yapısı suret-i muamele: davranış biçimi tahakküm: baskı, zorbalık tecrit: soyutlama tenkihü’l-menat: menatın (illetin) ayıklanması; kıyasın dört esasından biri olan illetin, hükümle ilgisi olmayan yabancı unsurlardan ayıklanması terk-i menafi-i şahsiye: şahsi menfaatleri terk etme, bırakma teyid: destek ümem: ümmetler; bir dinin mensupları umur: işler, durumlar üstad: hoca, öğretmen vücud-u Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı zât-ı Muhammed: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, şahsiyeti ziya: ışık, nur

http://www.erisale.com/#content.tr.13.157

Prens Bismarck’ın Beyanatı

SANA MUASIR BİR VÜCUT OLAMADIĞIMDAN MÜTEESSİRİM, EY MUHAMMED (A.S.M.)

MUALLİMİ VE NÂŞİRİ OLDUĞUN BU KİTAP, SENİN DEĞİLDİR; O LÂHUTÎDİR

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı Lâhutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semâvî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (a.s.m.) Kur’ân’ı, bu kayıttan âzâdedir.

Ben, Kur’ân’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (a.s.m.) düşmanları, bu kitap Muhammed’in (a.s.m.) zâde-i tab’ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hatta en mütekâmil bir dimağdan böyle harikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki, Muhammed (a.s.m.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim, ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap, senin değildir; o Lâhutîdir. Bu kitabın Lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemâl-i hürmetle eğilirim.

 Prens Bismarck

âlem-i İslâm: İslâm âlemi (bk. a-l-m; s-l-m) Amerika: (bk. bilgiler) Anadolu: (bk. bilgiler) Asya: (bk. bilgiler) Avrupa: (bk. bilgiler) Bediüzzaman Said Nursî: (bk. bilgiler) beliğ: belâgatçi, maksadını muhatabın hâline en uygun şekilde en güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) berrak: açık bilâkis: aksine, tersine cazibedar: cazibeli, çekici câzip: çekici cehd: gayret, azim (bk. c-h-d) cengâver: yiğit, kahraman cereyan: akım cihad-ı İslâmiye: İslâmî değerler uğrunda çaba ve gayret harcama, mücadele etme (bk. c-h-d; s-l-m) cihazat: cihazlar, âletler edip: edebiyatçı emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l) fıtrat: yaratılış (bk. f-ḳ-r)hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ihtizaza getirme: sarsma, titretme, uyandırma inkişaf ettirme: geliştirme, açığa çıkarma (bk. k-ş-f) istilâ etmek: ele geçirmek (bk. v-l-y) izah: açıklama kabil-i kıyas olmama: kıyası mümkün olmama, kıyas edilemez olma (bk. ḳ-y-s) kat’iyen: kesin olarak külliyat: Risale-i Nur’un bütünü için kullanılan bir isim (bk. k-l-l) lâfz: ifade, kelime (bk. l-f-ẓ) lâtife: insan yapısındaki duyu ve duygulardan her biri (bk. l-ṭ-f) mağlubiyete dûçar etme: yenilgiye uğratma mâlik: sahip (bk. m-l-k) mazhar olma: ayna olma, nail olma (bk. ẓ-h-r) mesele-i imâniye: imana dair mesele (bk. e-m-n) müellif: telif eden, yazanmüessir: tesirli, etkili müfessir-i Kur’ân: Kur’ân’ı mânâ yönüyle tefsir eden, açıklayıp yorumlayan (bk. f-s-r) nesl-i cedid: yeni nesil nihayet: son pâyidar olma: devamlı ve sürekli olma, tam yerleşik ve kalıcı olma şâheser: eserlerin şâhı, çok değerli ve büyük eser sarf etme: harcama (bk. ṣ-r-f) sır: insanda İlâhî hakikatleri idrak ve müşahede eden mânevî melekelerden biri (bk. l-ṭ-f) takdir: beğendiğini dile getirme (bk. ḳ-d-r) telif: yazma tesir: etki üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) üslûp: ifade tarzı zatına has: kendisine özel zihnî: zihinle ilgili, zihinsel ziyadeleşme: fazlalaşma, artma

http://www.erisale.com/#content.tr.15.154

RUHLARIN MÜREBBÎSİ VE AKILLARIN MUALLİMİ VE KALBLERİN MAHBUBU

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbîsi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, es-sebebü ke’l-fâil sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, sahife-i hasenâtına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlâhiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlîsinin sebebi olan o zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “Ümmetî, ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “Nefsî, nefsî” dediği zaman, yine “Ümmetî, ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyeye ittibâdır.

ahbap: dostlar, sevgililer âlem: dünya, evren Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi büyük zâtlar berzah: öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem, kabir hayatı ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler es-sebebü ke’l-fâil: sebeb olan yapan gibidir evham: vehimler, kuruntular evliya: Allah’ın dostları feryad eylemek: bağırıp çağırmak firak: ayrılık gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlık Habibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)hadsiz: sayısız hasenât: iyilikler, sevaplar hatîat: hatâlar, yanlışlar idame ettiren: devam ettiren ihtiyare: yaşlı kadın istifade etmek: faydalanmak ittibâ: tâbi olma, bağlanma kâinat: evren, yaratılmış herşey keşf-i sadık: doğruluğundan şüphe olunmayan mânevî keşif kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak mahbub: sevgili mahşer: haşir meydanı makasıd-ı âliye-i İlâhiye: Allah’ın kâinatı yaratmasındaki yüce maksatlar mecma: toplanılan yer medar: dayanak, vesile mevcudat: varlıklar misli: benzeri muallim: öğretmen muhterem: hürmete ve saygıya lâyık olan mürebbî: terbiye eden, eğiten, yetiştiren müttefikan: birleşerek nefsî, nefsî: nefsim, nefsim! Niyazi-i Mısrî: (bk. bilgiler)rica: ümit rivâyet-ı sahiha: Hz. Peygamberden (a.s.m.) nakledildiği kesin olan hadis-i şerif sahife-i hasenât: sevap defteri şefaat: af için aracılıkta bulunma şefî: şefaat eden sermaye-i ömür: ömür sermayesi sevkiyat: toplu halde gönderme sıhhat-i beden: vücut sağlığı sünnet-i seniyye: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler teâlî: yükselme, yücelme ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler ümmetî, ümmetî: ümmetim, ümmetim! zât-ı Ahmedî: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velî kişiliği zayi etmek: kaybetmek zulümat: karanlıklar, inançsızlık karanlığı zulümat-ı berzahiye: kabir karanlıkları

http://www.erisale.com/#content.tr.3.357

AKILLARIN MUALLİMİ VE MÜRŞİDİ

Üçüncüsü: O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat, bir İslâmiyet, bir ubûdiyet ve bir dua, bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl ve akvâl ve ahvâlinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.

âdilâne: adaletli bir şekilde ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk ahvâl: haller, davranışlar akvâl: sözler, konuşmalar ayn-ı hak: doğrunun ta kendisi beyan etmek: açıklamak cihet: şekil, yön ef’âl: fiiller, işler emsal: benzerler envâ: çeşitler, türler ferman: buyruk, emir fevkalâde: olağanüstü hadsiz: sınırsız hakikat: gerçek hakkaniyet: doğruluk Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah hıyanet: hainlik, ihanet hums: beşte bir ibâdât: ibadetler kàbil: mümkün kâinat: evren, bütün yaratılmışlar kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ânmaden-i terakkiyat: ilerleme ve kalkınmaların kaynağı medâr-ı inkişafât: gelişme ve yükselme kaynağı merci: başvurulacak, sığınılacak yer misl: benzer Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey muallim: öğretmen mucizat-ı bâhire: ap açık, aşikâr mu’cizeler müdakkikane: dikkatlice, araştırıp inceleyerek münevvir: nurlandıran, aydınlatan mürebbî: terbiye edici, eğitici mürşid: doğru yol gösterenmusaffî: arındıran, temizleyen müzekkî: arındıran, ıslah eden nam: ad nev-i beşer: insanlar, insanlık risale: mektup, Risale-i Nur Külliyatı’ndan her bir bölüm şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâmiyet tafsilen: ayrıntılı olarak tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak tebliğ etmek: bildirmek tenezzül etmek: inmek, alçalmak ubûdiyet: Allah’a kulluk ümmî: okuma yazma bilmeyen vecih: şekil, yön ziyade: çok, fazla zuhur etmek: ortaya çıkmak, görünmek

http://www.erisale.com/#content.tr.14.437

ON BİRİNCİ SÖZ

“Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye; ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve nefse (kişiye) ve onu intizamla yaratana.” Şems Sûresi, 91:1-7.

EY KARDEŞ! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rümuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış. Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.

İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i mânevî sini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.

acaip: şaşırtıcı, hayret verici cemâl: güzellik (bk. c-m-l) cemâl ve kemâl-i mânevî: madde ile sınırlı olmayan mânevî güzellik ve üstünlük (bk. c-m-l; k-m-l; a-n-y) cevahir: cevherler, değerli şeyler define: hazine enzar: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r) fehmetmek: anlamak fünun-u acibe: şaşırtıcı fen ve ilimler garibe: benzersiz, garip şey gayrın nazarı: başkasının bakışı (bk. n-ẓ-r) hakikat-i salât: namazın hakikati, anlam ve niteliği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ṣ-l-v) haşmet: büyüklük, heybet, görkem hikmet-i âlem: âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m; a-l-m)hilkat-i insan: insanın yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ) ihata: kapsama, kuşatıcılık izhar: ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r) ıttıla: bilgi sahibi olma kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâlat: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) maharet: beceri marifet: geniş bilgi ve beceri (bk. a-r-f) meşher: sergi muammâ: anlaşılması zor sır, gizem müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) nâs: insanlar nazar-ı dekaik-âşinâ: inceliklere nüfuz eden bakış (bk. n-ẓ-r) nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) nihayetsiz: sonsuzrümuz: ince işaretler saltanat: hükümranlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a) şaşaa: gösteriş sultan-ı zîşan: şan ve şeref sahibi sultan (bk. s-l-ṭ; ẕi) temsilî: analojik, kıyaslamalı benzetme şeklinde (bk. m-s̱-l) tılsım: sır, şifre ulûm-u bedia: güzel san’atlar, estetik bilimleri (bk. a-l-m; b-d-a) vecih: yön, tarz

http://www.erisale.com/#content.tr.1.177

Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en lâtif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mucizekârâneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami’ sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehâvetkârâne ve san’atperverâne bir ziyafet-i amme ihzar etti ki, güya herbir sofra yüz sanayi-i lâtifenin eserleriyle vücut bulmuş gibi, kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.

Sonra, bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Ta ki, sarayın sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin; ve sarayın nakışlarının rümuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir, ve ne vech ile saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin; ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

İşte, o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

“Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.

“Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.

âdâb: edep ve görgü kuralları ahali: halk aktâr-ı memleket: memleketin dört bir yanı (bk. m-l-k) âsâr-ı mu’cizekârâne: mu’cize eserleri (bk. a-c-z) avene: yardımcı binaen: –dayanarak cami’: içinde toplayan (bk. c-m-a) cesîm: çok büyük delâlet: delil olma, işaret etme derun: içyüz, içyapı dest-i san’at: san’at eli (bk. ṣ-n-a) fünun-u hikmet: varlıklardaki hikmeti ve ince sırları ortaya çıkaran fenler, ilimler (bk. ḥ-k-m) güya: sanki hadsiz: sayısız hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n) izhar: ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r) kasr: saray, köşk, büyük ve süslü konakkemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) lâtif: ince, güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) leziz: lezzetli mânâ: anlam (bk. a-n-y) manzum: düzenli (bk. n-ẓ-m) marziyât: hoşa giden, razı olunan şeyler melik: sahip (bk. m-l-k) menzil: oda, ev (bk. n-z-l) merasim: tören mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) muarrif: tarif edici, tanıtıcı (bk. a-r-f) muhteşem: ihtişamlı, görkemli murassâ: değerli mücevherlerle süslenmiş şey müştemilât: içindekiler nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş) raiyet: halk, vatandaşlar rümuz: işaretler, semboller şakirt: öğrenci san’atperverâne: san’ata düşkün bir şekilde (bk. ṣ-n-a) sanayi-i lâtife: güzel, ince san’atlar (bk. ṣ-n-a; l-ṭ-f) sâni: sanatkâr (bk. ṣ-n-a)sehâvetkârâne: cömertçe (bk. c-v-d) seyyid: efendi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) taam: yiyecek taife: topluluk taksim etmek: kısımlara ayırmak tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tarif: tanıtma (bk. a-r-f) tayin etme: vazifelendirme tebligat: bildiri (bk. b-l-ğ) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) tenezzüh: gezinti, seyir (bk. n-z-h) teşrifat: kabul töreni, protokol tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) üstad: hoca, öğretmen vecih: yön, tarz vücut bulmak: var olmak (bk. v-c-d) yaver-i ekrem: çok değerli, yüksek rütbeli memur (bk. k-r-m) ziyafet-i âmme: genel ziyafet ziynetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)

“Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

“Hem şu görünen in’âm ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

“Hem şu kemâlâtının âsârıyla mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.

“Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazirsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiplere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki, beyhude değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler:

“Esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyâtı dairesinde amel ettiler.

Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli

acaip: hayret verici ve şaşırtıcı şeyler âdi: basit, sıradan ahali: halk amel etmek: iş görmek, davranmak âsâr: eserler beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyhude: boşu boşuna, gayesiz bîhemtâ: eşsiz, benzersiz cemâl: güzellik (bk. c-m-l) cevâd-ı melik: çok cömert hükümdar (bk. c-v-d; m-l-k) edep: terbiye, güzel ahlâk eser-i dest: el yapımı esrar: sırlar, gizemler esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad: sana selâm olsun, ey üstad (bk. s-l-m) evvel: önce güruh: bölük, grup hakkan: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) has: özel hâtem: mühür, damga hürmet etmek: saygı göstermek (bk. ḥ-r-m)hususî: özel ihsan: iyilik, ikram, bağış (bk. ḥ-s-n) ihsanat: ihsanlar, iyilikler, bağışlar (bk. ḥ-s-n) in’am: nimet verme (bk. n-a-m) infirad: tek başına olma (bk. f-r-d) istifade: faydalanma, yararlanma istiklâl: bağımsızlık iştiyak: şiddetli arzu ve istek itaat etme: emre uyma kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) mahsus: özel marziyât: hoşa giden, razı olunan şeyler masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) misilsiz: benzersiz, eşsiz (bk. m-s̱-l) muamele: davranış, iş muarrif: tarif edici, tanıtıcı (bk. a-r-f) müdakkik: inceden inceye araştıranmuhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muhteşem: ihtişamlı, görkemli münasip: uygun (bk. n-s-b) müteveccihen: yönelerek mutî: itaatkar müzeyyenat: süsler (bk. z-y-n) nazirsiz: benzersiz (bk. n-ẓ-r) nutuk: konuşma sadık: doğru sözlü (bk. ṣ-d-ḳ) şayeste: lâyık, yakışır şefkat: karşılıksız merhamet ve sevgi (bk. ş-f-ḳ) seyyid: efendi sikke: mühür, işaret tavsif edilmez: özellikleri anlatılmakla bitmez (bk. v-ṣ-f) teveccüh: ilgi tılsım: sır, şifre turra: mühür, nişan üstad: hoca, öğretmen vaziyet: durum yektâ: tek, benzersiz zikri: geçen anılan, sözü geçen

misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti. Daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler. Bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şakirtlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni-i Zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, bu kasrı şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir. Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.

Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir. Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

Ey arkadaş, hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.

İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis 

ahali: halk âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m) arz: yer bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y) beyhude: sonuçsuz, boşuna bina etmek: yapmak, inşa etmek dâi: var olmasına sebep olan daimi: sürekli düstur: kural, prensip ezel-ebed sultanı: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı sürekli devam eden sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ) garb: batı gûnâgûn: türlü türlü, renk renk güruh: grup hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkim-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. ḥ-k-m; ẕi) husul: meydana gelme ihzar edilen: hazırlanan (bk. ḥ-ḍ-r) ikazât: uyarılar iksir: ilaç iltifat: yönelme, değer verme irşâdât: nasihatler, doğru yolu gösteren sözler (bk. r-ş-d)istimâ: dinleme kasr: saray, köşk lisan: dil mağlup olmak: yenilmek mahsus: özel maksat: gaye, istenilen şey (bk. ḳ-ṣ-d) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) melik: hükümdar, sultan (bk. m-l-k) melik-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. m-l-k; ẕi) mezkûr: adı geçen muallim: öğretmen (bk. a-l-m) münasip: uygun (bk. n-s-b) mütevakkıf: bağlı nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nutuk: konuşma saadet: mutluluk şakirt: öğrenci sâni-i zîşan: şanı yüce san’atkâr (bk. ṣ-n-a; ẕi) şark: doğu şayan: layık, yaraşır semavat: gökler (bk. s-m-v) suret: şekil (bk. ṣ-v-r)taam: yiyecek takdis: Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma (bk. ḳ-d-s) talimat: emirler (bk. a-l-m) tebdil ve tahvil: değiştirme ve başka hale dönüştürme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir edilmek: ışıklandırılmak, aydınlatılmak (bk. n-v-r) üstad: hoca, öğretmen vücud: varlık (bk. v-c-d) vücud-u kasr: köşkün, sarayın varlığı (bk. v-c-d) vücud-u üstad: öğretmenin varlığı (bk. v-c-d) Zât-ı Mukaddes: her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)

edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.

O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı harikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâlin esmâsına delâlet ederler.

Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Avânesi ise, enbiya aleyhimüsselâmdır. Ve şakirtleri ise evliya ve asfiyadır. O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde melâike aleyhimüsselâma işarettir. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’ân-ı Hakîmin şakirtleridir. Diğer güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi, belki daha aşağı, sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur.

âlem: dünya (bk. a-l-m) aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Arş-ı Rububiyet: Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; r-b-b) arz: yer, dünya asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y) avâne: yardımcılar âyât: âyetler, deliller Barla: (bk. bilgiler) cevher: kıymetli taş cilve: görüntü, yansıma (bk. c-l-y) cin ve ins: cinler ve insanlar dâllîn: doğru yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) delâlet: delil olma, işaret etme ehl-i iman: iman etmiş, inanmış kimseler (bk. e-m-n) ehl-i küfür ve tuğyan: inkârcılar, inanmayanlar ve azgınlık ve taşkınlıkta çok ileri gidenler (bk. k-f-r; ṭ-ğ-y) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) fırka: grup güruh: grup, topluluk hâkim: hükmeden, idareci (bk. ḥ-k-m) hat: çizgi hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n) kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. s-n-a) matbah: mutfak melâike: melekler (bk. m-l-k) Melik-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ḳ-d-r) menzil: ev, oda (bk. n-z-l) mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) misal: örnek (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müfessir: tefsir edici, açıklayıcı, yorumlayıcı (bk. f-s-r)muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musahhar: boyun eğen nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nukuş-u kalem-i kudret: Allah’ın kudret kaleminin işlemeleri (bk. n-ḳ-ş; ḳ-d-r) rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti, şefkati, merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h) remiz: işaret şakirt: öğrenci, talebe sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a) sath-ı arz: yeryüzü semavat: gökler (bk. s-m-v) semerât-ı harika: harika meyveler seyyid: efendi taam: yiyecek tabi olmak: uymak tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tezyin: süsleme (bk. z-y-n) üstad: hoca, öğretmen zîhaşmet: haşmetli, görkemli, heybetli (bk. ẕi) zîkudret: kudretli, güçlü, kuvvetli (bk. ẕi; ḳ-d-r)

KUR’AN-I KERİM’DEN AYETLER VE TEFSİRİ

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik. ﴾151﴿ (Bakara Sûresi)

Tefsir

Bu âyet, yukarıda özetle belirtilen gelişmenin temelinde bilgi ve ahlâkî arınmanın bulunduğuna işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir. Kuşkusuz Hz. Muhammed’i peygamber olarak göndermesi, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin başta gelenlerindendir. Bu âyette, Allah’ın rahmet ve inâyetini hak etmenin yolları da gösterilmiş bulunmaktadır.

Buna göre Hz. Peygamber’in risâletini tanıdıktan sonra, onun tebliğ ettiği âyetlerden ilham alarak ruhumuzu arındırıp ahlâkımızı güzelleştirirsek, Hz. Peygamber’in öğrettiği şekilde kitabı yani Kur’an’ı ve hikmeti özümseyip kavrar, bilmeyip de öğrenmemiz gereken daha başka şeyleri de öğrenerek ilim ve irfanda gelişirsek Allah’ın nimetlerine liyakat kazanmış oluruz.

İslâm’dan önceki döneme Câhiliye denmesinin sebebi, bu dönem insanlarının hem zihnen hem de ahlâkî bakımdan geri olmalarıydı. Onları bu gerilikten kurtaran da Hz. Peygamber olmuştur. Zira o, insanlara bir yandan kitabı, bir yandan da “hikmet”i yani dini ve dinî konularla ilgili en doğru bilgileri ve genellikle sünnet diye ifade edilen en güzel davranış biçimlerini öğrettiği gibi, bilmedikleri daha başka konularda da insanları aydınlattı ya da aydınlanmanın yollarını açtı. Böylece müslümanlar, bilgi ve erdemlerle donanmış olarak başarıdan başarıya koştular.

Hz. Peygamber’in açtığı bu aydınlık yolda ilerleyerek sonraki yüzyıllarda dinî ve dünyevî ilimlerde ve bunların uygulamaya geçirilmesinde insanlığa örnek ve önder olacak bir konuma yükseldiler. Müslümanların gerileyişi de “kitap ve hikmet”i ihmal etmeleriyle başladı (hikmet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269).

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 237

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/bakara-suresi-2/ayet-151/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. ﴾1-2﴿ (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, ﴾3﴿  Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. ﴾4﴿ Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; ﴾5﴿ Sen, ona yöneliyorsun. ﴾6﴿ (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! ﴾7﴿ Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. 8﴾-10﴿ Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür. ﴾11﴿ Dileyen ondan öğüt alır. ﴾12﴿ (Abese Sûresi)

Tefsir

Hz. Peygamber putperest önderlerin ikna edilmesi halinde onları izleyen halkın İslâm’ı daha kolay benimseyecekleri düşüncesiyle onlarla da meşgul oluyordu. Böyle biriyle yaptığı görüşmenin ortasında yanlarına gelen görme engelli sahâbî Abdullah İbn Ümmü Mektûm’un kendisine yönelttiği sorudan rahatsız olarak yüzünü ekşitmiş, ona cevap vermemişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ, resulünü âyetlerdeki sitemli ifadelerle uyardı.

Bundan etkilenen Hz. Peygamber’in, daha sonra zaman zaman Abdullah’ı gördüğünde, “Kendisinden dolayı rabbimin beni azarladığı şahsa merhaba!” diyerek ona iltifatta bulunduğu rivayet edilir (Hattâbî, Me‘âlimü’s-Sünen, III, 3; Sa‘lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, X, 131; Begavî, Tefsîru’l-Beğavî, V, 210). Bu vb. bazı iltifatlarının yanında, sefere çıktığında iki defa yerine Medine’de kalanlara namaz kıldırmak üzere Abdullah’ı görevlendirdiği de rivayet edilmiştir (Zemahşerî, IV, 217).

Birkaç âyette Hz. Peygamber’in “zelle” denilen bazı hataları hatırlatılmış ve düzeltilmiştir (meselâ buna yakın bir uyarı örneği için bk. Tevbe 9/43). Ancak bunlar içinde nisbeten sert bir üslûp taşıyan tek öğüt ve uyarı konumuz olan âyetlerdedir.

Bu âyetler, vahyin objektifliğini ve peygamberin insanlığa kendi istek ve düşüncelerini değil, ilâhî vahyi tebliğ ettiğini, ayrıca onun bir ilâh gibi yanılgısız sayılmaması gerektiğini göstermesi bakımından son derece anlamlıdır.

Bunun kadar önemli bir husus da Resûlullah’ın, kendi tutumunu eleştiren bu âyetleri, en ufak bir kaygı ve komplekse kapılmadan halka okuması, duyurmasıdır. Bu da onun dâvetindeki samimiyetini, hakikat sevgisini ve üstün ahlâkını gösterir.

“Kendini her bakımdan ihtiyaçsız gören” diye çevirdiğimiz 5. âyet Mekke’nin ileri gelen zenginlerinin ve kabile reislerinin hâkim karakterini ifade eder. Bunlar mal ve adamlarının çokluğu sebebiyle büyüklük taslayarak inkârcılıkta devam ediyor, Allah ve peygamberinin kendilerine doğru yolu göstermelerine ihtiyaçlarının olmadığını söylüyor veya böyle bir tutum sergiliyorlardı. Allah korkusu ile huzuruna gelen görme engelli kişi ise Kur’an’ın nuruyla aydınlanarak cehaletten kurtulmak ve günahlardan arınmak istiyordu.

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 555

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/abese-suresi-80/ayet-12/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

SONUÇ:

Öğretmenler olarak Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.S)’in getirdiği hakikatleri öğretirsek ve O’nun sünnetini uygularsak, yani onun gibi hareket ederek, O nasıl insanlara öğretiyorsa bizler de öyle öğretirsek Peygamber varisi olabliriz, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Böylece insanlara ve insanlığa gerçekleri öğrenme ve ebedi mutluğun yolları açılabilir.

Feel free to comment. Yorum yapmaktan çekinmeyin.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.