https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Allah’ın herşeye yakın olması; ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Altıncı Söz Birinci Şua.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Altıncı Söz
اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 1
İtminan-ı nefsime medar olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan Dört Şuâı göstermekle kör nefs ime bir basiret vermek için yazılmıştır.
BİRİNCİ ŞUA
Ey nefs-i nadan! Diyorsun ki: “Ehadiyet-i Zât-ı İlâhiye ile külliyet-i ef’âli; ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i Rububiyeti; ve ferdâniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı; ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması; ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması; ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması, hakaik-ı Kur’âniyedendir. Kur’ân ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahirî bir münâfâtı görüyor. Aklı teslime sevk edecek bir izah isterim.
Elcevap: Madem öyledir; itminan için istersen, biz de Kur’ân’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur çok müşkilâtımızı halletmiş; inşaallah bunu da halleder. Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile, İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi deriz:
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir. Şanı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de ona döneceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:82-83.
basiret: görüş ve seziş (bk. b-ṣ-r) Ehadiyet-i Zât-ı İlâhiye: Allah’ın Zâtının birliği (bk. v-ḥ-d; e-l-h) ferdâniyet: birlik ve teklik (bk. f-r-d) feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) hakaik-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) ihtiyar: irade, seçme, tercih (bk. ḫ-y-r) İmam-ı Rabbânî: (bk. bilgiler) ism-i Nur: Allah’ın Nur ismi (bk. s-m-v; n-v-r) istinaden: dayanarak (bk. s-n-d) itminan: inanma, tatmin olma | itminan-ı nefis: nefsin tam kanaatle inanması (bk. n-f-s) külliyet-i ef’âl: işlerin çokluğu ve kapsamlılığı (bk. k-l-l; f-a-l) medar: sebep, vesile muinsiz: yardımcısız münâfât: tezat, zıtlık münezzehiyet: arınmış ve yüce olma (bk. n-ẓ-h) müşkilât: zorluklar nefis: kişinin kendisi; insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nefs-i nadan: cahil nefis (bk. n-f-s) nihayetsiz: sonsuz nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) | şeriksiz: ortaksız şuâ: ışık, parıltı şümul-ü tasarrufat: tasarrufların her şeyi kaplaması (bk. ṣ-r-f) tahmil etmek: yüklemek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) ulviyet: yücelik umumiyet-i Rububiyet: Cenab-ı Hakkın idare ve terbiye ediciliğinin ve egemenliğinin her şeyi kuşatması (bk. r-b-b) vahdet-i şahsiye: şahsın birliği (bk. v-h-d) vâzıh: açık, âşikar zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r) zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m) |
نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ غُلاٰمِ شَمْسَمْ اَزْشَمْسِ مِى گُويَمْ خَبَرْ 1
Temsil, i’câz-ı Kur’ân’ın en parlak bir âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsille şu sırra bakacağız. Şöyle ki:
Birtek zat, muhtelif merâyâ vasıtasıyla külliyet kesb eder. Cüz’î-yi hakikî iken, umumî şuûnâta mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ, şems, bir cüz’î-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffâfe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, rû-yi zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyası ve ziyasının içinde olan yedi renkli elvân-ı seb’ası, herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şamil oldukları halde, herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvân-ı seb’ayı gözbebeğinde saklıyor ve sâfi kalbini ona bir taht yapıyor.
Demek, şems, vâhidiyet haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi; ehadiyet cihetiyle, herbir şeyde güneş çok vasıflarıyla beraber, bir nevi cilve-i zatıyla bulunur. Madem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok envâından şu meseleye medar olacak üç nev’ine işaret ederiz.
Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil; hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin. Ötekiler ölüdürler; hayat hassaları onlarda yoktur.
İkincisi: Maddî nuranînin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor; fakat o nurânînin ekser hâsiyetlerine mâliktir, onun gibi hayy sayılıyor.
Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı—harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı—o vakit, o tek ve yekta bir
Dipnot-1
“Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum.” İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât 1:124 (130. Mektup).
âmm: umumî, genel âyine: ayna ayn: aslı, kendisi ayn-ı ilmi: ilmin kendisi (bk. a-l-m) ayn-ı kudret: kudretin kendisi (bk. ḳ-d-r) cilve: yansıma (bk. c-l-y) cilve-i zât: zâtın görüntüsü (bk. c-l-y) cüz’î-yi hakikî: gerçek fert, tek kişi (bk. c-z-e; ḥ-ḳ-ḳ) cüz’î-yi müşahhas: somut bir fert, birey (bk. c-z-e) ehadiyet: her bir varlıkta görünen birlik tecellisi (bk. v-ḥ-d) ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) elvân-ı seb’a: yedi renk envâ: çeşitler, türler eşya-yı şeffâfe: şeffaf şeyler faraza: varsayalım ki gayr: diğeri, başkası hararet: sıcaklık, ısı | hâsiyet: özellik, hususiyet hassa: özellik hayy: diri, canlı (bk. ḥ-y-y) hüviyet-i suriye: görünüşteki şahsiyet i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) katarat: damlalar kesb etmek: kazanmak kesif: yoğun, şeffaf olmayan küllî: fertlerden oluşan topluluk, bireyler topluluğu (bk. k-l-l) külliyet: fertlerden oluşan topluluk hâli (bk. k-l-l) mahiyet: özellik, nitelik, iç yapı mahzen: depo mâlik: sahip (bk. m-l-k) medar: dayanak, vesile merâyâ: aynalar mevat: ölmüş (bk. m-v-t) muhit: kapsayıcı, kuşatıcı mukabil: karşılık | nev’: çeşit nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r) rû-yi zemin: yeryüzü sâfi: saf, temiz (bk. ṣ-f-y) şamil: kapsamlı şems: güneş sıfât-ı seb’a: yedi sıfat (bk. v-ṣ-f) şuûnât: özellikler, haller ve işler (bk. ş-e-n) temessül: görüntünün belirmesi (bk. m-s̱-l) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) umumî: genel vâhidiyet: varlıkları kaplayan birlik tecellisi (bk. v-ḥ-d) yekta: tek, eşsiz zerrat: zerreler, atomlar zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) ziya: ışık |
güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.
Üçüncüsü: Nuranî ruhların aksidir. Şu akis hem hayydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor.
Meselâ, Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu1 bir anda, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider,2 hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı.
İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden ve abdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.
Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler. Ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o merâyâ-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.
Madem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyet nim-nuranî masnular, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken pek çok yerlerde bulunabilirler. Mukayyet bir cüz’î iken mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir ihtiyar ile pek çok muhtelif işleri yapabilirler. Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberrâ; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat Onun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif
Dipnot-1
bk. Buharî, Menâkıb 25, Fezâilü’l-Kur’ân 1; Müslim, Îmân 271, Fezâili’s-Sahabe 100.
Dipnot-2
bk. Buharî, Bed’ü’l-Halk 6, Edeb 41, Tevhîd 33; Müslim, Îmân 346; Tirmizî, Tefsîru Sûre (16) 6.
abdal: Allah’a yönelmiş kimse, derviş âlem-i misal: görüntüler âlemi (bk. a-l-m; m-s̱-l) arş: taht (bk. a-r-ş) Arş-ı Âzam: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-z-m) asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi kimseler (bk. ṣ-f-y) âyine: ayna ayn: aslı, kendisi berk: şimşek Cebrâil: (bk. bilgiler) cismaniyat: maddî varlıklar cüz’î: fert, birey; az (bk. c-z-e) Dıhye: (bk. bilgiler) envar: nurlar (bk. n-v-r) envâr-ı kudsiye-i esmâ: Allah’ın isimlerinin mukaddes nurları (bk. n-v-r; ḳ-d-s; s-m-v) esir: kâinatı kapladığına inanılan ince ve lâtif madde evâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h) | evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hayy: diri, canlı (bk. ḥ-y-y) huzur-u İlâhi: Cenab-ı Allah’ın huzuru (bk. ḥ-ḍ-r; e-l-h) huzur-u Nebevî: Hz. Peygamberin huzuru (bk. ḥ-ḍ-r; n-b-e) ihtiyar: irade, tercih (bk. ḫ-y-r) kesb etmek: kazanmak kesif: yoğun, şeffaf olmayan küllî: bireyler topluluğu (bk. k-l-l) mahiyet-i nefsü’l-emir: birşeyin gerçek niteliği (bk. n-f-s) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) masnu: sanat eseri varlık (bk. ṣ-n-a) menâzil-i lâtife: güzel yerler (bk. n-z-l; l-ṭ-f) merâyâ-yı nazife: temiz aynalar mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) muallâ: yüce müberrâ: temiz, pâk mücerred: soyutlanmış mukayyet: kayıtlı, sınırlı münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h) | müşahede: görme (bk. ş-h-d) musahhar: boyun eğmiş mutlak: sınrsız, kayıtsız (bk. ṭ-l-ḳ) nevi: çeşit, tür nim-nuranî: yarı parlak (bk. n-v-r) nisbet: oran, ölçü (bk. n-s-b ) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) nuraniyat: nurdan varlıklar (bk. n-v-r) nuraniyet: nur özelliği (bk. n-v-r) ruhaniyat: ruhanîler (bk. r-v-ḥ) salâvat: Peygamberimize rahmet ve esenlik duası (bk. ṣ-l-v) tahdid-i kayıt: kayıt altına alınma tezahür: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r) vasıta-i seyir ve seyahat: seyir ve yolculuk vasıtası zulmet-i kesafet: madde ve yoğunluğun karanlığı (bk. ẓ-l-m) |
zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhîta; ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahıs külliyet kesb etmeden ona yanaşabilir?
Evet, nasıl güneş kayıtsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet olduğun için ondan gayet uzaksın. Ona yanaşmak için çok kayıtlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım gelir. Adeta, mânen yer kadar büyüyüp, kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin. Öyle de, Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülkemâl sana gayet yakındır; sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış.
âlem-i ervah: ruhlar âlemi (bk. a-l-m; r-v-ḥ) âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l) âyine-i cemâl: güzelliğin aynası (bk. c-m-l) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) Celîl-i Zülcemâl: sonsuz güzellik, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah (bk. c-l-l; ẕü; c-m-l) Cemîl-i Zülkemâl: kemâl ve güzellik sahibi Allah (bk. c-m-l; ẕü; k-m-l) cilve-i ef’âl: İlâhî fiillerin yansıması (bk. c-l-y; f-a-l) dakik: pek ince, nazik def’î: birden bire feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) | ilm-i muhit: her şeyi kuşatan ilim (bk. a-l-m) irade-i külliye: herşeyi kuşatan irade (bk. r-v-d; k-l-l) istinaden: dayanarak (bk. s-n-d) kamer: ay kesb etmek: kazanmak kudret: kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) kudret-i mutlaka: sınırsız güç ve iktidar (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) külliye: kapsamlı (bk. k-l-l) külliyet: genellik; istidatların tamamını geliştirme (bk. k-l-l) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) merâtib-i külliye: büyük ve kalabalık mertebeler (bk. k-l-l) mertebe-i asliye: asıl mertebe muhîta: kuşatıcı mukayyet: kayıtlı, sınırlı nefs-i bîhuş: akılsız nefis (bk. n-f-s) nim-şeffaf: yarı şeffaf | sıfât: vasıflar, nitelikler (bk. v-ṣ-f) şuûnat: işler, faaliyetler (bk. ş-e-n) tecellî-i sıfât: sıfâtın görünmesi (bk. c-l-y; v-ṣ-f) tecerrüd: sıyrılma, arınma tedricî: yavaş yavaş temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l) teveccüh-ü ehadiyet: Allah’ın herbir varlığa ayrı ayrı ve doğrudan teveccühü (bk. v-ḥ-d) ulviyet: yücelik umum: bütün vech-i tevfik: uygunluk yönü vücud-u eşya: varlıkların yaratılması (bk. v-c-d) Zât-ı Akdes: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)zılâl: gölgeler |
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Altıncı Söz, Birinci Şua, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
http://www.erisale.com/#content.tr.1.271
Ders Dünyası - WORLD OF COURSES sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.