Eğitim ve Öğretime, Bilgi ve Bilime Farklı Bir Bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ Yerine MÂNÂ-YI HARFİ İle Bakış. Kâr Amacı Gütmeyen Ücretsiz Açık Kaynak Bir Eğitim Sitesi. A Different Perspective on Education and Teaching, Knowledge and Science; Glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. A Free Non-Profit Open Source Education Site.
Bu sayfada ortaöğretim / lise Türk Dili ve Edebiyatı dersi 10. sınıf 3. ünite şiir, divan şiirinden gazel örneği; Urfalı büyük şâir Yûsüf Nâbî’nin, çağdaşı olan Çorlulu Ali Paşa’nın kararıyla evi yıkılıp perîşân olunca yazdığı “Bağı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz” gazeline yer verilmiştir.
•(Ve) yine gücenmişlik ahının topuna dayanamayan, Yüksek mevki ülkesinin taştan kalesini görmüşüz.
Bir hurûş ile eder bin hâne-i ikbâli pest Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
•Bir beddua ile bin talih evini yıkıp giden Dertlilerin sel gibi akıttıkları gözyaşlarını görmüşüz.
Bir hadeng-i can-güdâz-ı âhtır sermâyesi Biz bu meydânın nice çâpük-süvârın görmüşüz
•Biz, yere yıkılması bir can alıcı ah okuna bağlı, Bu meydanın nice usta binicilerini görmüşüz.
Bir gün eyler dest-beste pây-âh-ı cây-gâh Bi-adet mağrûr-ı sadr-ı i’tibârın görmüşüz
[Sadarette itibar üzere oturan nicelerini gördük ki; gün geldi de onlar el pençe vaziyette pabuçluğu mekân tuttular (yani hizmetçi oldular)]
Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz
•Ey Nâbî! En sonunda istek kadehi dilenci kâsesine dönen, Biz, bu eğlence meclisinin nice sarhoşlarını görmüşüz
Vezni: Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün
Nabî
(hzl: Cem Dilçin, Türk Şiir Bilgisi)
BİLİNMEYEN KELİMELER
bâde-hâr: İçki içenler. bâğ-ı dehr: Dünya bahçesi. bezm: İçki meclisi, dost toplantısı. çâpük-süvâr: Ata iyi binen. dest-beste: El bağlamış, el pençe vaziyette. hadeng-i can-güdâz: Can eriten ok. hâne-i ikbâl: Uğur evi. hezâran: Binlerce. humâr: Sarhoşluktan sonra gelen baş ağrısı. hurûş: Gürültü, ağlayıp inleme. inkisar: Kırılma, gücenme, beddua, ilenç. kâse-i deryûze: Dilenci çanağı. kişver-i câh: Makam, mevki ülkesi. sadr-ı i’tibâr: Sadârette (sadrazamlıkta) itibarlı olanlar. mest-i mağrur: Gurur sarhoşluğuna kapılan kişi. neşat: Sevinç. pây-âh-ı cây-gâh: pây-dâr: Sağlam, devamlı. pest: Alçak, aşağı. rûzgâr: Rüzgâr, zaman. seng: Taş. seyl-i eşk-i inkisâr: İnkisar gözyaşlarının seli. top-ı ah-ı inkisar: Beddua ahlarının topu.
Metinde anlamlarını bilmediğiniz kelime ve kelime gruplarının anlamını metnin bağlamından hareketle tahmin ediniz veya kaynaklardan öğreniniz.
ETKİNLİKLER
Metnin tema ve konusunu belirleyiniz.
İlk beyitte geçen ‘hazân/ bahâr’ , ‘neşât/ gam’ kelimeleri sizce nelerin simgesi olabilir? Yaşadığımız ayrılık ve üzüntüler, bize bir şeyler öğretir mi?
İkinci beyitte şair, niçin mağrur olmamak gerektiğini vurguluyor? İnsan, güzelliği, makamı veya zenginliğiyle kibirlenme hakkına sahip midir? Niçin?
“Bir hurûş ile eder bin hâne-i ikbâli pest/ Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz” beytinde şair, ne anlatmak istemiştir? Buradaki manayı ‘ahı tutmak’ deyimi ile ilişkilendirebilir miyiz?
Aşağıdaki videoyu izleyerek gazelle ilgili yorumlar hakkında düşüncelerinizi söyleyiniz.
Hayati İnanç – Muhteşem Anlatım Nâbî “Bağı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz”
Kültürel ve sosyal yapı ilişkisinden hareketle okuduğunuz gazelin yazıldığı dönemin zihniyetine dair neler söyleyebilirsiniz?
Aşağıdaki parağrafı okuyunuz. Gazelde anlatılmak istenenler ile bu parçada anlatılanlar arasında nasıl bir bağ vardır? Tartışınız.
celâl: haşmet, görkem, yücelik (bk. c-l-l) cereyan eden: meydana gelen ekseriya: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) gayret: şeref, haysiyet, izzet (bk. ğ-y-r) izzet: değer, kıymet, şeref, yücelik (bk. a-z-z) kurûn-u sâlife: geçmiş çağlar Mahkeme-i Kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)
maruz: tesirinde ve karşısında olma mazlum: zulme, haksızlığa uğrayan (bk. ẓ-l-m) mütemerrid: inatçı, inanmamakta direnen sille: tokat tehir edilmek: ertelenmek zillet: hor, hakir, aşağılanma
Divan Şiiri Grubu, hazırladığı gazellerden bir şiir dinletisi sunsun. Yapılan sunumlardan sonra dinlenen gazellerin ahenk unsurları, ses akışları ve hissettirdikleriniz ile ilgili çıkarımlarda bulununuz.
Sunulan Gazelleri sınıf veya okul panosunda sergileyiniz. İmkanlar ölçüsünde okul dergisinde ve okulun internet sayfası edebiyat köşesinde yayınlayınız.
Daha Fazlası
Hayati İnanç’ın konuyla ilgili değerlendirmelerini okuyun:
URFALI ŞÂİR YÛSÜF NÂBÎ
Urfalı büyük şâir Yûsüf Nâbî (vefat 1712), çağdaşı olan Çorlulu Ali Paşa’nın kararıyla evi yıkılıp perîşân olunca aşağıdaki gazeli yazmış. Derler ki; “keşke yüz evi olup yüzü de yıkılsaydı da Nâbî’den, böyle yüz eser kalsaydı.”
Bu şiire çok sonraları yapılan nazire ve tahmisler cidden kayda değer evsaftadır.
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz
[Zaman bağının baharını da gördük güzünü de; üzerimizden neş’e rüzgârları da geçmiştir gam fırtınaları da.]
Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
[Mevki sahibi olunca zafer sarhoşu oluverme; zîrâ böylesine mest (sarhoş) olup sabah olunca da baş ağrısı çeken binlercesini görmüşlüğümüz var.]
[Derd ehli olanların kırıklıkla döktükleri gözyaşlarının yaptığı seller önünde nice gösterişli kâşânelerin, mâlikânelerin yerle bir olduğunu biliriz.]
Bir hadeng-i cân-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz
[O garipler ki, bütün sermâyeleri can yakıcı bir âh silâhından ibarettir ama, onu şöyle bir attıkları zaman, nice hızlı süvarilerin vurulup yere serildiklerini gördük.]
Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh
Bî-aded mağrûrun sadr-ı i’tibârın görmüşüz
[Sadarette itibar üzere oturan nicelerini gördük ki; gün geldi de onlar el pençe vaziyette pabuçluğu mekân tuttular (yani hizmetçi oldular)]
Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz
[O elindeki –gururla kaldırıp kaldırıp- içtiğin kadeh var ya, gün gelir de dilenci çanağına döner; benzerlerini çok gördük.]
Söz Nâbî’den açıldığı için bir diğer meşhur şiirini de takdim etmek isterim.
Sultan Dördüncü Mehmed zamanında hacca giden surre alayında geçer hadise. Nâbî merhûmun içinde bulunduğu kafileye –bugünkü tabirle- sponsorluk eden ağa Medine-i Münevvereye yaklaşıldığı bir sırada insanlık icabı hafif uykuya dalınca, Efendimizin bu kadar yakınında uykuyu edebe mugayir gören hikmet şairimiz irticalen yüksek sesle beş beyt terennüm eder:
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.
[Edebi terketmekten sakın! Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisinin bulunduğu yerdir.
Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resûl-i Ekrem’in makâmıdır.]
Bu sayfada Sanat-ı İlahiye yani Allah’ın Sanatı ile ilgili tabiatta, doğada yaratılan ve harika bir sanat eser olan varlıkların görselleri ve videoları paylaşılmaktadır.
Elektrik Balığı
Etçil venüs bitkisi
Işık Saçan Lavra
Yeni Zelanda’da yaşayan ve ışık saçan lavra mucizesi.
Yeni Zellanda’da karanlık bir mağara tavanında yaşayan arachnocampa luminosa isminde sivrisinek lavraları …
Dünyaya gözünü açmamış, koza içerisindeki bu lavralar önce yapışkan bir ip dokuyup ardından mağaradaki oksijeni, ürettiği bir kimyasalla tepkimeye sokup ışık çıkarıyor. Bu sayede çok küçük canlıların dikkatini çekerek örümcek ağı misali kozasından sarkıttığı iplere yapışmasını sağlayıp besleniyor.
Sor aklına!
Dünyayı bilmeyen, koza içerisindeki bu lavra kimyasal tepkimeyi, ışığı, avlanması ve dikkat çekmesi gerektiğini, yapışkanı nereden biliyor?
Akıl, tefekkür ve iman.
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” ﴾Yûsuf Sûresi – 105﴿
“Bir Kara Kuşa (ya da Kara Tavuğa) Bakmanın On Üç Yolu (1917)” (Wallace Stevens)‘ndan esinlenerek hazırlanmış
BİR DENEME YA DA ŞİİR YAZMA ETKİNLİĞİ / ALIŞTIRMASI
Merhaba!
Umarım iyi vakit geçiriyorsunuzdur.
Bugün başlamanızı umduğum bir yazma alıştırması paylaşmak istiyorum!
Talimatlar:
Hakkında yazmak istediğiniz bir şey düşünün.
Somut bir şeyden başlamanız iyi olur, örneğin “toprak” veya “hava” veya “su” veya “ateş”.
Ne hakkında yazmak istediğinize karar verdiğinizde, o konuyu 13 farklı şekilde anlatmalısınız.
Nasıl yapacağınız size kalmış ama fikir, işiniz bittiğinde 13 noktadan oluşan bir örneğiniz olması gerektiğidir.
Bir seri sadece birkaç kelime olabilirken bir başkası herhangi bir uzunlukta büyüyebilir.
Tüm 13 aşamayı yazmaya çalışın.
En az 10 dakika yazın.
Durmayın!
Yazma alıştırması, Wallace Stevens’ın “Bir Kara Kuşa (ya da Kara Tavuğa) Bakmanın On Üç Yolu (1917)” adlı şiirinden esinlenmiştir.
Türkçe çevirisi aşağıda yer almaktadır.
Birlikte okumak isterseniz, sırayla ve şiir bitene kadar herkes birer nokta okuyabilir.
Bir sonraki derste yazılarınızın nasıl gittiğini konuşacağız.
Yazıp yazmadığınızı ve nasıl hissettirdiğinizi.
Yazdıysanız – lütfen getirin.
Ayrıca yazmakla ilgili her konuda soru sorabilirsiniz; yazma süreci, yayın dünyası, genel olarak edebiyat …
Başarılar dilerim.
Öğretmen ……………………
Bir Karatavuğa Bakmanın On Üç Yolu (Wallace Stevens)
I Yirmi karlı dağın arasında, Kımıldayan tek şey Karatavuğun gözüydü.
II Üç fikrim vardı, Üstünde üç karatavuğun bulunduğu Bir ağaç misali.
III Fırıldanır karatavuk güz rüzgârlarında. Küçük bir parçasıdır bu pandomimin.
IV Bir erkek ve bir kadın Yektir. Bir erkek ve bir kadın ve bir karatavuk Yektir.
V Neyi yeğleyeceğimi bilmem, Fiil çekimlerinin güzelliğini mi Yoksa kinayelerin güzelliğini mi, Karatavuk ıslık çaldığında Ya da hemen sonrasında.
VI Saçak buzları doldurdu uzun pencereyi Barbar camla. Karatavuğun gölgesi Çaprazladı onu, bir uçtan öbür uca. Ruh hali Sökülmez bir gayenin İzini sürdü gölgede.
VII Ey Haddamlı sıska adamlar, Niçin düşlersiniz altın kuşları? Görmez misiniz karatavuk nasıl da Yürür ayakları arasında Kadınlarınızın?
VIII Bilirim soylu şiveleri Ve duru, kaçınılmaz ritimleri; Fakat karatavuğun Bütün bildiklerime tabi olduğunu da Bilirim.
IX Uçup gözden yittiğinde karatavuk, Bir çok çemberinden birinin Kenarını işaretledi.
X Yeşil bir ışıkta uçan Karatavukların görüntüsü karşısında, Ses ahenginin yosmaları bile Keskin bir çığlık atardı.
XI Connecticut’u aşıp gitti Cam bir faytonda. Bir keresinde, bir korku işledi içine, Atlarla faytonun gölgesini Karatavuklarla Karıştırdı mı diye.
XII Deviniyor ırmak. Karatavuklar uçuyor olmalı.
XIII Bütün ikindi boyunca akşamdı. Kar yağıyordu Ve kar yağmaya devam edecekti. Karatavuk tünedi Sedir dallarına.
ŞAİR: Wallace Stevens (1879-1955, ABD) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
İsmail Aksoy Kayıt Tarihi : 27.2.2009 12:56:00
ŞİMDİ SIRA SİZDE
Siz de yukarıdaki örnekteki gibi bir konuya on üç farklı açıdan bakarak bir deneme yazısı ya da şiir yazınız.
Hakkında yazmak istediğiniz bir şey düşünün.
Somut bir şeyden başlamanız iyi olur, örneğin “toprak” veya “hava” veya “su” veya “ateş”.
Ne hakkında yazmak istediğinize karar verdiğinizde, o konuyu 13 farklı şekilde anlatmalısınız.
Nasıl yapacağınız size kalmış ama fikir, işiniz bittiğinde 13 noktadan oluşan bir örneğiniz olması gerektiğidir.
Bir seri sadece birkaç kelime olabilirken bir başkası herhangi bir uzunlukta büyüyebilir.
Tüm 13 aşamayı yazmaya çalışın. Her aşamada ana konunuz mutlaka yer almalıdır.
En az 10 dakika yazın. Hiç durmayın.
Aşağıda bu etkinlikten yola çıkarak yazılmış bir deneme yer almaktadır. Nasıl olduğunu inceleyiniz. Kendi yazdıklarınızla karşılaştırınız.
“GÖÇMEN“
BİR GÖÇMENE BAKMANIN ON ÜÇ YOLU
1
Neden göçer insan, hüç düşündünüz mü,
Neden doğduğu, sevdiği memleketini terk etsin ki?
Belki birşey arıyordur.
Ama ne?
2
Göçmen olmak zordur.
Ama gitmek zorunda,
Çünkü karnı aç,
Çünkü iş yok,
Çünkü aş yok, yemek yok.
3
Göçmen gitmek zorunda,
Çünkü güvende değil,
Çünkü hergün tepesinden bombalar yağıyor.
Ölen ne için ölüyor,
Öldüren ne için öldürüyor,
Bilmiyor.
4
Göçmen gitmek zorunda,
Gitmezse hapse girecek,
Gitmezse konuşamayacak,
Hep susacak.
Gitmezse kendi olamayacak.
5
Göçmen gitmek zorunda,
Yeni bir dünya arıyor,
Huzur arıyor.
Merak ediyor,
Öteki dünyalarda neler oluyor?
6
Ama göçmen olunca herşey bitmiyor.
Aslında herşey yeniden başlıyor.
Yeni bir ülke,
Yeni bir dil,
Yeni bir kültür,
Hayat belki de sıfırdan başlıyor.
7
Göçmen olmak zordur,
Çünkü bilmediğin bir dünyaya yelken açıyorsun,
Ne ile karşılaşacağını bilmiyorsun.
Belki de karşı taraftan ateş açacaklar,
Belki bir nehir ya da soğuk bir deniz suyunda boğulacaksın,
Belki de huzur aradığın yerde işkence göreceksin.
Göçmen olmak zordur,
Ama bir umut işte, belki …
8
Göçmen hayata tutunmak ister.
Göçmen aslında kimseye yük olmak istemez,
İstememeli de zaten.
Göçmen, var olduğunu hissetmek ister,
Göçmen yaşamak ister,
Sadece yaşamak,
Kendi gibi,
Kendi değerleriyle,
Ama dahil olduğu toplumla entegre olmuş, uyum içinde.
9
Göçmen sevmek ister, sever de,
Hem geldiği ülkeyi,
Hem gittiği ülkeyi,
Çünkü birisinde doğmuştur, büyümüştür, anıları vardır,
Çünkü diğerinde yaşıyordur, anıları vardır ve olacaktır.
10
Göçmenin hayalleri vardır,
Yeni bir dünya, yeni bir dünya,
Barış ve huzur içinde,
Yeni bir dünya.
11
Göçmen bir yolcudur aslında,
Aslında bütün insanlar bir yolcudur.
Ruhlar aleminden,
Anne karnından,
Çocukluktan,
Gençlikten,
İhtiyarlıktan,
Ölümden,
Kabirden,
Mahşerden,
Sırattan,
Sonsuzluğa uzanan bir yolda yolcudur.
Geldiği ülkede de kalmayacaktır.
O, öteki bir dünyaya gidecektir,
Aslında arzusu cennete gitmektir.
12
Aslında göçmenin arzusu cennet değil, sonsuzluktur.
5. Hz. Ali Dönemi’nin dinî, sosyal ve siyasi olaylarını tartışır.
5 inci kazanım işlenirken Cemel ve Sıffin olaylarının sebep ve sonuçları üzerinde de durulacaktır. Söz konusu olaylar işlenirken asıl amacın bunları anlamak ve bunlardan ders çıkarmak olduğu, bu olaylar etrafında geçmişte yaşanan bölünme ve kamplaşmaları günümüze taşımanın yanlışlığı vurgulanmalıdır
2. Hilafetin saltanata dönüşmesine yönelik gösterilen tepkileri ve bu tepkilerin sebeplerini yorumlar.
3. Kerbela Olayı’nı ve sebeplerini açıklar.
İslam tarihinde derin etkileri olan Kerbela ve Harre gibi olaylar işlenirken asıl amacın bunları anlamak ve bunlardan ders çıkarmak olduğu, bu olaylar etrafında geçmişte yaşanan bölünme ve kamplaşmaları günümüze taşımanın yanlışlığı vurgulanmalıdır.
ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ
İSLAM TARİHİ
Hz. Ali (R.A.) Dönemi
Emeviler
Hilafetin Saltanata Dönüşmesi
Hz. Hüseyin (R.A.) ve Kerbelâ Olayı
OKUMA PARÇASI
ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ İSLAM TARİHİ Dersinde;
1- Hz. Ali Dönemi – Emeviler – Hilafetin Saltanata Dönüşmesi – Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Olayı konuları işlenirken aşağıdaki metinleri altlarında verilen kelime anlamları ile birlikte okuyunuz.
2- Metinleri okuduktan sonra sizde oluşan duygu ve düşünceleri metinlerin sonunda verilen boş satırlara veya boş bir sayfa ya da defterinize yazınız.
3- Duygu ve düşüncelerinizi sınıfta arkadaşlarınızla paylaşınız.
Dördüncü Lem’a
“Minhâcü’s-Sünne” bu risaleye lâyık görülmüştür.
Mesele-i İmamet bir mesele-i fer’iye olduğu halde, ziyadeehemmiyet verildiğinden, bir mesâil-i imaniye sırasına girip, ilm-i kelâmda ve usulüddinde medar-ı nazar olduğu (1) cihetle Kur’ân’a ve imana ait hizmet-i esasiyemize münasebeti bulunduğundan, cüz’î bahsedildi.
Şu âyet-i azîmenin çok hakaik-i azîmesinden bir iki hakikatine İki Makam ile işaret edeceğiz.
Dipnot-1
el-İcî, Kitabü’l-Mevakıf: 3:331; Ahmed bin Muhammed, Kitabü Usûli’d-Dîn: 269, 279.
Dipnot-2
“Size, kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir. Ey Peygamber, eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur.” Tevbe Sûresi, 9:128-129.
Dipnot-3
“De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.” Şûrâ Sûresi, 42:23.
âyet-i azîme: büyük ve yüce âyet cüz’î: ferdî, az, sınırlı ehemmiyet: önem hakaik-i azîme: büyük gerçekler hakikat: asıl, esas, gerçek ve doğru mahiyet hizmet-i esasiye: asıl hizmet ilm-i kelâm: kelâm ilmi; iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı
lem’a: parıltı medar-ı nazar: tartışma alanı, konusu mesâil-i imaniye: imanla ilgili meseleler mesele-i fer’iye: asılla, esasla ilgili olmayıp ayrıntılarla ilgili mesele mesele-i imamet: ümmete imamlık meselesi, halifelik meselesi
Minhâcü’s Sünne: sünnet yolu münasebet: bağlantı, ilgi risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden herbiri usulüddin: din usulü, kelâm ziyade: çok
Birinci Makam
Dört Nüktedir.
BİRİNCİ NÜKTE
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve merhametini ifade ediyor.
Evet, rivayet-i sahiha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya dahi “nefsî, nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “ümmetî, ümmetî” diye (1) refet ve şefkatini göstereceği gibi, (2) yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, validesi onun münâcâtından “ümmetî, ümmetî” (3) işitmiş. Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâk, kemâl-i şefkat ve refetini gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, (4) ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş.
İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.
İKİNCİ NÜKTE
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş.
bk. Ahzap Sûresi, 33:56; Ayrıca bk.: Tirmizî, Kıyamet: 24.
alâkadar: alâkalı, ilgili Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun azîm: büyük, yüce cüz’î: ferdî, küçük, az dehşet: korku, ürkme ehl-i keşif: mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözlemleme seviyesine ulaşmış insanlar enbiya: nebiler, peygamberler fevkalâde: olağanüstü hadsiz: sayısız hakikat: doğru gerçek kemâl-i şefkat: tam ve mükemmel şefkat kıyas etmek: karşılaştırmak küllî: kapsamlı, genel mahşer: haşir meydanı
makam: derece, yer medar: dayanak noktası, sebep mekârim-i ahlâk: ahlâkın en güzel ve üstün olanı merhamet: acıma, şefkat mümessil: temsilci münâcât: Allah’a yalvarış, dua müraat etmek: riayet etmek, uymak nefsî, nefsî: nefsim, nefsim neşretmek: yaymak nükte: ince ve derin anlamlı söz refet: esirgeme, koruma, acıma Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) rivayet-i sahiha: sağlam ve doğru olarak aktarılan haber
saadet: mutluluk salâvat: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası sarf etme: kullanma, harcama şefkatkârâne: şefkat dolu silsile: zincir silsile-i azîme: büyük zincir sünnet-i seniyye: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler tarih-i hayat: hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş ümmetî, ümmetî: ümmetim, ümmetim umumî: özel valide: anne vazife-i nübüvvet: peygamberlik vazifesi zâhir: açık, âşikar
Meselâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, (1) yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.
Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle,(2) Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.
Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelabidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, (3) kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.
Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînisi, elbette Hazret-i Hasan
alâmet: belirti, işaret Asr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı Cafer-i Sadık: (bk. bilgiler) çeşm-i istikbal-bîni: geleceği gören gözü cibillî: soy ve ırk gibi yaratılıştan gelen topluluğa ve kavme ait cihet: taraf, yön din-i İslâm: İslâm dini ebed: sonu olmayan, sonsuz ehemmiyet-i azîme: büyük önem verme eimme-i âlişan: çok yüksek şan sahibi imamlar fevkalâde: olağanüstü fihriste: özet, içerik Gavs-ı Azam Şah-ı Geylânî: [bk. bilgiler – Abdulkàdir-i Geylânî (k.s.)] gayb-âşinâ: gaybi bilen, görünmeyenden haberi olan hâdisât: hadiseler, olaylar hamele-i şeriat-ı Ahmediye: Peygamberimizin getirmiş olduğu dini nesilden nesile taşıyanlar
hayt-ı nuranî: nurlu bağlantı, ip Hazret-i Hasan: [bk. bilgiler – Hasan (r.a.)] Hazret-i Hüseyin: [bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)] hiss-i karâbet: akrabalık hissi hizmet-i kudsiye: kutsal hizmet istihsan etme: güzel görerek beğenme istikbal: gelecek zaman kemâl-i şefkat: tam bir şefkat mazhar olan: erişen, nail olan mazi: geçmiş mehdî-misal: mehdî gibi melâike: melekler menşe: kaynak meydan-ı haşir: haşir meydanı, öldükten sonra tekrar diriltildikten sonra insanların toplanacakları meydan mümessil: temsilci müşahede eden: gözlemleyen nazar-ı nübüvvet: Peygamberlik bakışı nazar-ı nuranî: nurlu, aydınlık bakış nesl-i mübarek: mübârek nesil
nuranî: nurlu, nur saçan rüyet: görme silsile-i nuraniye: nurlu zincir, nurlu nesil temâşâ etmek: bakmak, seyretmek teselsül: zincirleme devam etme vazife-i nübüvvet: peygamberlik vazifesi vazife-i risalet: peygamberlik vazifesi verâset-i Nebevî: Peygamberliğe varis olma verese-i nübüvvet/verese-i nebeviye: Peygamberlik vârisleri zaman-ı Âdem: Hz. Âdem zamanı zât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin zâtı, kendisi Zât-ı Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah zemin: yeryüzü zevât-ı nuraniye: nurlu kimseler Zeynelâbidin: (bk. bilgiler) zulümat: karanlıklar
ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi var.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى
âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”
Eğer denilse: “Bu mânâya göre, karâbet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki,
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ اَتْقٰيكُمْ (1)
sırrına binaen, karâbet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor.”
Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, ümmetin âl hakkındaki duası ki,
Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; (3) ümmet-i Muhammediyede
Dipnot-1
“Allah katında en şerefliniz, en ziyade takvâ sahibi olanınızdır.” Hucurat Sûresi, 49:13.
Dipnot-2
Allah’ım! Tıpkı İbrahim’e ve İbrahim’in âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin herşeyden nihayetsiz derecede yüksektir. bk. Buhârî, Enbiya 10; Müslim, Salât: 65-66.
Dipnot-3
bk. İbni Hacer, Fethü’l-Bârî: 11:162.
aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler âl: Peygamber Efendimizin sülalesi, mübarek soyu Âl-i Beyt: Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkı âlem-i İslâm: İslâm dünyası âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi binaen: dayanarak cereyan etmek: meydana gelmek eimme-i verese: peygamberlik varisi olan imamlar ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk enbiya: nebiler, peygamberler gayb-âşinâ: gaybı bilen, görünmeyenlerden haberi olan Hazret-i Hasan: [bk. bilgiler – Hasan (r.a.)] Hazret-i Hüseyin: [bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)]
Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)] hisse-i azîme: büyük pay icra etme: yerine getirme karâbet-i nesliye: soy yakınlığı kavl: söz, rivayet kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler kurbiyet-i İlâhiye: Allah’a yakınlık makbul: kabul edilen mehdî: insanları hidayete sevk eden meveddet: sevgi millet-i İbrahimiye: İbrahim milleti; Hz. İbrahim’in dinini kabul edenler mukabil: karşılık mürşid: doğru yol gösteren nazar: bakış nükte: ince ve derin anlamlı söz nuranî: nurlu Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
Şah-ı Geylânî: [bk. bilgiler – Abdülkàdir-i Geylânî (k.s.)] şecere-i nuraniye: nurlu ağaç, nurlu soy tabakat: tabakalar, dereceler teşehhüd: namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm teselsül eden: zincirleme devam eden, peşpeşe gelen ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler ümmet-i Muhammediye: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler umum: bütün, genel vazife-i risalet: peygamberlik görevi
de (a.s.m.), vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı Benî İsrail gibi, (1) aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (a.s.m.) görmüş.
demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş.
Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş:
“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.” (3) Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz. (4)
Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun (5) sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyât-ı mâneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.
Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri
aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) neslinden gelen ve bulunduğu yerde veya memleketteki evliyanın başı hükmünde olan büyük veliler Âl-i Beyt: Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkı âlem-i İslâm: İslâm dünyası binaen: dayanarak cemaat-i mütesânide: dayanışma içindeki topluluk cibilliyet: yaratılıştan kaynaklanan hal ve durum cihet: taraf, yön efrad: fertler ekser: çoğunluk enbiya-yı Benî İsrail: İsrailoğullarına gönderilen peygamberler ferman etmek: buyurmak fıtraten: yaratılış itibariyle
hakikat: gerçek, esas hakikat-i hadîsiye: hadis-i şerifle vurgulanan hakikat hakikî: asıl, gerçek, doğru olan hususunda: konusunda iltizam: sıkıca sarılma itikad: inanç ittibâ: uyma izn-i İlâhî: Allah’ın izni kesretli: çok sayıda Kitap/Kitabullah: Allah’ın kitabı; Kur’ân-ı Kerim medar: dayanak, sebep menba: kaynak mesâlik: meslekler, tutulan yollar meveddet: sevgi muhafız: koruyan, saklayan mükellef: yükümlü mükerrer: tekrarlanan murad: kast edilen necat bulma: kurtulma neslen: soy olarak rivayet: Peygamberimizden duyulan ve görülen şeylerin nakledilmesi
silsile-i ecdad: atalar silsilesi, soy defteri Sünnet-i Seniyye/Sünnet: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler tarafgirlik: taraftarlık tekessür etmek: çoğalmak temessük etme: sarılma, tutunma terakkiyât-ı mâneviye: manevî ilerlemeler teyid eden: doğrulayan turuk: yollar ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler vazife-i âzîme-i İslâmiyet: İslâmın büyük görevi vazife-i risalet: peygamberlik vazifesi
bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Üçüncü Nükte münasebetiyle, Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin medar-ı nizâı, hattâ akaid-i imaniye kitaplarına ve esasat-ı imaniye sırasına girecek derecede (1) büyütülmüş bir meseleye kısaca bir işaret edeceğiz. Mesele şudur:
Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali Hulefâ-i Erbaanın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık daha efdaldir ve hilâfete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.” (2)
Şîalar derler ki: “Hak Hazret-i Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (r.a.).” Dâvâlarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında vârid ehâdis-i Nebeviye (3) ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) “Şah-ı Velâyet” ünvanıyla, ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadette harikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki, en efdal odur. Daima hilâfet onun hakkı idi, ondan gasp edildi.
Elcevap: Hazret-i Ali (r.a.) mükerreren, kendi ikrarı (4) ve yirmi seneden ziyade o hulefâ-i selâseye ittibâ ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu dâvâlarını cerh ediyor. Hem hulefâ-i selâsenin zaman-ı hilâfetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’dâ hadiseleri ve Hazret-i Ali’nin zamanındaki
Dipnot-1
bk. et-Teftazânî, Şerhü’l-Akâid (Terc: Süleyman Uludağ) s.321.
akaid-i imaniye: iman esasları Âl-i Beyt/Ehl-i Beyt: Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkı Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun bilbedâhe: açık bir şekilde burhan: sağlam ve güçlü delil cerh etmek: çürütmek cihet: taraf, yön dâvâ: iddia din-i İslâm: İslâm dini ednâ: en basit, en küçük efdal: üstün, faziletli ehâdis-i Nebeviye: Hz. Peygamber tarafından söylenen sözler, hadisler Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler) ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk emâre: işaret, belirti esasat-ı imaniye: imanın esasları evliya: Allah dostları evvel: önce fıtrî: doğal fütuhat-ı İslâmiye: İslâm adına yapılan fetihler
gasp edilmek: zorla alınmak hakikat: gerçek, esas Hazret-i Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] Hazret-i Sıddık: [bk. bilgiler – Ebû Bekir (r.a.)] hilâfet: halifelik; Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik hülâsa: özet, öz Hulefâ-i Erbaa: dört büyük halife; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali hulefâ-i selâse: Hz. Ali’den önceki üç büyük halife; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ikrar: doğrulama iltizam: sıkıca sarılma ittibâ etmek: tabi olmak, uymak medar-ı nizâ: kavga, çekişme sebebi merci: başvurulacak yer mücahede-i a’dâ: düşmanla savaş mükerreren: defalarca, tekrar ile
münasebet: ilişki, bağlantı müstehak: hak etmiş, layık nükte: ince ve derin anlamlı söz Şah-ı Velâyet: velilerin şahı; Hz. Ali şecaat: yiğitlik, cesurluk şeyhülislâm: halifeyi veya devlet başkanını temsilen devletin ilim, eğitim ve şer’î mahkemelerinden sorumlu en yüksek makamdaki kişi Şîa: Hz. Ali’nin (r.a.) taraftarlığını esas alan topluluk şiddet-i alâka: aşırı ilgi şiddet-i iltizam: çok sıkı bağlılık tarik: yol teselsül: peşpeşe gelme, birbirini takip etme umum: bütün vârid: söylenen zaman-ı hilâfet: halifelik dönemi zât: kişi ziyade: çok
vakıalar, yine hilâfet-i İslâmiye noktasında Şîaların dâvâlarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dâvâsı haktır.
Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri Şîa-i Velâyettir, diğeri Şîa-i Hilâfettir. Haydi, bu ikinci kısım, garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki Şîa-i Velâyet, Şîa-i Hilâfete iltihak etmiş. Yani, ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali’yi efdal görüyorlar, siyaset cihetinde olan Şîa-i Hilâfetin dâvâlarını tasdik ediyorlar.
Elcevap: Hazret-i Ali’ye (r.a.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti şahsî kemâlât ve mertebesi noktasından, ikinci cihet Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsi ise Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir nevi mahiyetini gösteriyor.
İşte, birinci nokta itibarıyla, Hazret-i Ali (r.a.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i (r.a.) takdim ediyorlar. (1) Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlâhiyede makamlarını daha yüksek görmüşler.
İkinci nokta cihetinde, Hazret-i Ali (r.a.) şahs-ı mânevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt bir hakikat-i Muhammediyeyi (a.s.m.) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte, Hazret-i Ali hakkında fevkalâde senâkârâne ehâdis-i Nebeviye (2) bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her nebînin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (r.a.) neslidir.” (3)
Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefâdan ziyade senâkârâne ehâdisin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ve Haricîler ona haksız hücum ve
Dipnot-1
bk. el-Gazâlî, Kavâidü’l-Akâid: 1:228; el-Kelâbâzî, et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf: 1:57.
Âl-i Beyt: Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkı cerh etmek: çürütmek cihet: taraf, yön efdal: en faziletli, en üstün ehâdis/ehâdis-i Nebeviye: Hz. Peygamber tarafından söylenen sözler, hadisler ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler ehl-i şirk ve dalâlet: Allah’a ortak koşanlar ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler) ehl-i turuk: tarikatlere mensup olanlar Emevîler: (bk. bilgiler) evliya: Allah dostları ferman etmek: buyurmak fevkalâde: olağanüstü garaz: kötü niyet, art niyet hak: doğru gerçek hakikat: gerçek mahiyet hakikat-i Muhammediye: Hz. Peygamberin mânevî şahsiyeti, İslâmiyet’in aslı ve esası
Haricîler: (bk. bilgiler) Hazret-i Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] Hazret-i Ebu Bekir: [bk. bilgiler – Ebû Bekir (r.a.)] Hazret-i Ömer: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)] hilâfet-i İslâmiye: İslâm halifeliği hizmet-i İslâmiyet: İslâm hizmeti hulefâ: halifeler iltihak etmek: katılmak intişar: yayılma itibarıyla: bakımından kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler kesret: çokluk kurbiyet-i İlâhiye: Allah’a yakınlık mahiyet: nitelik, özellik makam: yer, derece mertebe: derece, makam mümessil: temsilci muvazene: karşılaştırma, kıyaslama nebî: peygamber nesil: soy nevi: çeşit, tür Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
rivayet-i sahiha: Peygamberimizden doğru olarak nakledilmiş hadis şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen manevî kişilik şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt: Hz. Peygamberin (a.s.m.) neslinden gelenlerin oluşturduğu manevî şahsiyet [bk. a-n-y; bilgiler – Âl-i Beyt] sair: diğer, başka senâkârâne: senâ ederek, överek Şîa: Hz. Ali’nin (r.a.) taraftarlığını esas alan topluluk Şîa-i Hilâfet: (bk. bilgiler – Şîa) Şîa-i Velâyet: (bk. bilgiler – Şîa) takdim etmek: öne çıkarmak tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak teyid eden: doğrulayan vakıa: olay ziyade: çok
tenkis ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivâyâtı çok neşrettiler.
Sair Hulefâ-i Râşidîn ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehâdisin intişarına ihtiyaç görülmedi.
Hem istikbalde Hazret-i Ali (r.a.) elîm hâdisâta ve dahilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (r.a.) meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için,
gibi mühim hadislerle Ali’yi (r.a.) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.
مَنْ كُنْتُ مَوْلاَهُ فَعَلِىٌّ مَوْلاَهُ (1)
Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı Şîa-i Velâyetin ifratkârâne muhabbetleri ve tarikat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini Şîa-i Hilâfet derecesinde mes’ul etmez. Çünkü, ehl-i velâyet, meslek itibarıyla, muhabbetle mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni ifrattır. (2) Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor. Ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mâzur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefâ-i Râşidînin zemmine ve adâvetine gitmemek şartıyla ve usul-ü İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mâzur olabilirler.
Şîa-i Hilâfet ise, ağrâz-ı siyaset, içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar. Hattâ,
لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ (3)
cümlesine mâsadak olarak, Hazret-i Ömer’in (r.a.) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için, (4) intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi, Amr ibnü’l-Âs’ın Hazret-i Ali’ye (r.a.) karşı hurucu ve Ömer ibni Sa’d’ın Hazret-i Hüseyin’e (r.a.)
Dipnot-1
“Ben kimin efendisiysem, Ali de onun efendisidir.”
adâvet: düşmanlık ağrâz-ı siyaset: siyasi taraftarlığın doğurduğu kin ve düşmanlık Amr ibnü’l-Âs: (bk. bilgiler) ceriha: yara ehâdis: hadisler, Peygamber Efendimizin söz, fiil ve davranışları ehl-i hak: hak ve doğru yolda olan kimseler ehl-i hal: İlâhî aşka bağlanmış, çoşkunluk ve vecd sahibi Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler) ehl-i velâyet: veli kullar, Allah dostları elîm: acı veren, üzücü fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma garaz: kötü kasıt hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hâdisât: hadiseler, olaylar Hazret-i Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] Hazret-i Hüseyin: [bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)] Hazret-i Ömer: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)] hubb-u Ali: Hz. Ali sevgisi Hulefâ-i Râşidîn: dört büyük halife; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali huruç: isyan ifrat: aşırılık ifratkârâne: aşırıya giderek intişar: yayılma İran: (bk. bilgiler) irşad etme: doğru yolu gösterme istikbal: gelecek zaman itizar: mazur görünme, özrün kabul edilebilir olması mahbub: sevgili mâsadak olmak: uygun, muvafık mâzur: mazeretli, özür sahibi meslek: gidilen yol, usül meyusiyet: ümitsizlik mukabil: karşılık
mürşid: doğru yolu gösteren nazar-ı nübüvvet: Peygamberlik bakışı neşretmek: yaymak Ömer ibni Sa’d: (bk. bilgiler – Ömer ibni Sa’d bin Ebî Vakkas) rivâyât: Hz. Peygamber’den (a.s.m.) aktarılan sözler sair: diğer şe’n: nitelik, bir şeyin gereği Şîa-i Hilâfet: (bk. bilgiler – Şîa) Şîa-i Velâyet: (bk. bilgiler – Şîa) sû-i zan: kötü zan, şüphe suret: görünüş, şekil tafdil: üstün tutma tarikat: yol tecavüz: haddi aşma, saldırma tenkis: eksik ve kusurlu görme, ve gösterme ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler usul-ü İslâmiye: İslâm esasları zemm: kınama, ayıplama
karşı feci muharebesi, (1) Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adâveti Şîalara vermiş.
Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı Şîa-i Velâyetin hakkı yoktur ki, Ehl-i Sünneti tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis etmedikleri gibi, ciddî severler. Fakat hadisçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten (2) çekiniyorlar. Hadisçe Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîası hakkındaki senâ-yı Nebevî, (3) Ehl-i Sünnete aittir. Çünkü istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (r.a.) şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. Hazret-i İsâ aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet Nesârâ için tehlikeli olduğu gibi, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte, tehlikeli olduğu tasrih edilmiş. (4)
Şîa-i Velâyet eğer dese ki: “Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı fevkalâdesi kabul olunduktan sonra Hazret-i Sıddık’ı (r.a.) ona tercih etmek kabil olmuyor.”
Elcevap: Hazret-i Sıddık-ı Ekberin ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) şahsî kemâlâtıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilâfetteki kemâlâtıyla beraber bir mizanın kefesine; Hazret-i Ali’nin (r.a.) şahsî kemâlât-ı harikasıyla, hilâfet zamanındaki dahilî, bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara mâruz olan hilâfet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa, elbette Hazret-i Sıddık’ın (r.a.) veyahut Fâruk’un (r.a.) veyahut Zinnureyn’in (r.a.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.
Hem, On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvet, velâyete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki, nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velâyetin cilvesine müreccahtır. Bu nokta-i nazardan,
Buharî, Tarihü’l-Kebîr, 2:1:257; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, no: 1087, 1221, 1222; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:133; İbnü’l-Cevzî, el-İleli’l-Mütenâhiye, 1:223.
adâvet: düşmanlık Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun batman: yaklaşık 8 kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü bilmecburiye: zorunlu olarak cilve: görünme, yansıma dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü ehl-i hak: hak ve doğru yolda olan kimseler ehl-i şirk ve dalâlet: Allah’a ortak koşanlar ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler Ehl-i Sünnet/Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler) elîm: acı ve sıkıntı veren Fâruk-u Âzam: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)] feci: kötü gayz: hiddet, öfke hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hadis-i sahih: hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözü Hazret-i Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] Hazret-i İsâ: [bk. bilgiler – İsâ (a.s.)] Hazret-i Sıddık-ı Ekber: [bk. bilgiler – Ebu Bekir (r.a.)] hilâfet: halifelik, Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik ifrat-ı muhabbet: aşırı sevgi istikamet: doğru kabil: mümkün, olabilir kefe: terazi gözü kemâlât: mükemmel ve üstün özellikler kemâlât-ı fevkalâde: olağanüstü, mükemmel özellikler kemâlât-ı harika: olağanüstü üstün ve mükemmel özellikler mâruz olma: uğrama, hedef olma
mizan: terazi mücahede: cihad etme, mücadele muhabbet: sevgi muharebe: savaş müreccah: tercih edilen, üstün olan Nasârâ: (bk. bilgiler – Hıristiyanlık) nisbeten: oranla nokta-i nazar: bakış noktası nübüvvet: peygamberlik senâ-yı Nebevî: Peygambere ait övgü Şîa: (bk. bilgiler) Şîa-i Velâyet: (bk. bilgiler – Şîa) sû-i zan: kötü zan tasrih etme: açıkça ifade etme tenkis etmek: değerini düşürme, eksik görme, gösterme vakıa: olay velâyet: velilik veraset-i nübüvvet: peygamberin vârisliği makamı zaman-ı hilâfet: halifelik zamanı Zinnureyn: [bk. bilgiler – Osman (r.a.)]
Hazret-i Sıddık-ı Ekberin (r.a.) ve Fâruk-u Âzamın (r.a.) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında (1) hisseleri taraf-ı İlâhîden ziyade verildiğine, hilâfetleri zamanlarındaki muvaffakiyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaate delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (r.a.) kemâlât-ı şahsiyesi, o veraset-i nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için, Hazret-i Ali (r.a.), Şeyheyn-i Mükerremeynin zaman-ı hilâfetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (r.a.) seven ve hürmet eden ehl-i hak ve sünnet, Hazret-i Ali’nin (r.a.) sevdiği ve ciddî hürmet ettiği Şeyheyni nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?
Bu hakikati bir misalle izah edelim: Meselâ, gayet zengin bir zâtın irsiyetinden, evlâtlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse, elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar. İşte, bu misal gibi, Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinde tecellî eden hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemâlât-ı şahsiye ve velâyet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlâhiyenin ve kemâlât-ı velâyetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. (2) Yoksa, şahsî şecaati ve ilmi ve velâyeti noktasında birbiriyle muvazene edilse, hakikatin sureti değişir.
Hem Hazret-i Ali’nin (r.a.) zâtında temessül eden şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mâneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecellî eden hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın sırr-ı azîmi var.
âhir: son batman: yaklaşık 8 kg ağırlığında bir ağırlık ölçüsü çendan: gerçi, her ne kadar cevher: öz, temel cihet: yön, taraf ehl-i hak: doğru yolda olan kimseler ehl-i şirk ve dalâlet: Allah’a ortak koşanlar ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler) Fâruk-u Âzam: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)] hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas hakikat-i akrebiyet-i İlâhiye: Cenâb-ı Hakkın insana yakın oluşunun hakikati hakikat-i Muhammediye: Hz. Peygamber’in mânevî şahsiyeti hazret: saygıdeğer; saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir Hazret-i Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] Hazret-i Sıddık-ı Ekber: [bk. bilgiler – Ebû Bekir (r.a.)]
hilâfet: halifelik hisse: pay hürmet etmek: saygı göstermek irsiyet: soydan gelen, veraset iskat etme: düşürme kemâlât-ı şahsiye: kişisel üstünlüğü sağlayan özellikler kemâlât-ı velâyet: velilik vasıfları kemiyet: sayıca çokluk, nicelik keyfiyet: özellik, nitelik kurbiyet: Allah’a yakınlık kurbiyet-i İlâhiye: Allah’a yakınlık makam: konum, yer misal: örnek muvaffakiyet: başarı muvazene etme: karşılaştırma nazar: bakış, görüş neş’et eden: kaynaklanan şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt: Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkından meydana gelen manevî kişilik şahsiyet-i mâneviye: mânevî şahsiyet şecaat: yiğitlik, cesurluk Şeyheyn/Şeyheyn-i Mükerremeyn: üstün şeref sahibi olan iki zat; Hz. Ebubekir (a.s.) ile Hz. Ömer (r.a.)
şeyhülislâm: halifeyi veya devlet başkanını temsilen devletin ilim, eğitim ve şer’î mahkemelerinden sorumlu en yüksek makamdaki kişi sırr-ı azîm: büyük sır suret: görünüş, şekil taraf-ı İlâhî: Allah’ın tarafı tecellî eden: yansıyan, görünen temessül eden: görünen tesis-i ahkâm-ı risalet: Peygamberlik makâmının hükümlerinin tesisi, uygulamaya konulması velâyet: velilik veraset-i mutlaka: her yönüyle varislik veraset-i nübüvvet: peygamberlik makâmının vârisliği zaman-ı hilâfet: halifelik dönemi ziyade: çok, fazla
Amma Şîa-i Hilâfet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (r.a.) fevkalâde sevmek dâvâsında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki, “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (r.a.) haksız oldukları halde, Hazret-i Ali (r.a.) onlara mümâşât etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyâkârlık etmiş.” (1) Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” ünvanını kazanan (2) ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı riyâkâr ve korkaklıkla ve sevmediği zatlara tasannukârâne muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümâşât etmekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (r.a.) teberrî eder.
İşte, ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkis etmez, sû-i ahlâk ile itham etmez, öyle bir harika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (r.a.) Hulefâ-i Râşidîni hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki, onları haklı ve râcih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.” (3)
Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır ki, (4) Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat, maatteessüf, Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vahhâbîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (r.a.) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilâfete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ithamlarından, Alevîler Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar. Halbuki, Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas-ı mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor, belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin
Alevî: (bk. bilgiler – Alevîlik) cihet: yön, taraf düstur: kural ehl-i hak: doğru ve hak yolda olan kimseler Ehl-i Sünnet/Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler) elhasıl: kısaca, özetle esas-ı mezhep: mezhebin temeli Esedullah: Allah’ın arslanı; Hz. Ali’nin (r.a.) bir lâkabı fevkalâde: olağanüstü hadd-i vasat: orta çizgi, orta yol hakperestlik: sadece doğruyu savunma Haricî: (bk. bilgiler – Haricîler) harika-i şecaat: yiğitlik ve yüreklilikte benzersiz olma hâşâ: asla havf: korku hazret: saygıdeğer (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir) Hazret-i Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]
Hazret-i Ömer: [bk. bilgiler – Ömer (r.a.)] Hazret-i Sıddık: [bk. bilgiler – Ebû Bekir (r.a.)] hilâfet: halifelik, Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinden sorumlu olan makam Hulefâ-i Râşidîn: ilk dört halife [bk. bilgiler; ḫ-l-f; r-ş-d)] ifrat: bir şeyde aşırıya gitme iktiza etme: gerektirme isnad etmek: dayandırmak istikamet: doğruluk itham etme: suçlama ıstılah: tabir, terim, kavram kahraman-ı İslâm: İslâm kahramanı liyakat: lâyık olma maatteessüf: ne yazık ki meftun: düşkün mezhep: dinde tutulan yol mülhid: dinsiz mümâşât etme: bir kimsenin fikrine katılıyormuş gibi görünme
muttasıf: belirgin bir özelliğe sahip râcih: üstün olan, tercih edilen riyâkâr: iki yüzlü riyâkârlık: iki yüzlülük şecaat: yiğitlik, cesurluk Şîa: (bk. bilgiler) Şîa-i Hilâfet: (bk. bilgiler – Şia) sıddık: çok doğru, çok bağlı sû-i ahlâk: kötü ahlâk takiyye etme: birinin mensup olduğu mezhep ve inancını gizlemesi tasannukârâne: yapmacık bir şekilde davranma tebaiyet: tabi olma, uyma teberrî etme: uzaklaşma, sakınma tefrit: bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma tenkis etme: değerini indirme Vahhâbî: (bk. bilgiler – Vehhâbîlik) zât: şahıs ziyade: çok, fazla
tarafından gelen böyle fikirlerle Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (r.a.) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (r.a.) lâyık olduğu senâ ile zikrediyorlar. Hususan, ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve Şah-ı Velâyet biliyorlar. (1) Alevîler, hem Alevîlerin, hem Ehl-i Sünnetin adâvetine istihkak kesb eden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terk ediyorlar. Her ne ise, bu meselede fazla söyledik; çünkü ulemanın beyninde ziyade medar-ı bahs olmuştur.
Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûp ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mâbeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.
adâvet: düşmanlık Âl-i Beyt: Hz. Peygamberin (a.s.m.) ev halkı âlet: araç, vasıta Alevî: (bk. bilgiler – Alevîlik) aleyhinde: karşısında asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi büyük zâtlar âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi cereyan: akım cüz’î: ferdî, küçük ehl-i hak: doğru ve hak yolda olan kimseler Ehl-i Sünnet/Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler) ehl-i tevhid: Allah’ın birliğine inanan kimseler
ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk elzem: çok gerekli evliya: Allah dostları hakikat: doğru gerçek haşiye: dipnot Hazret-i Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] hususan: özellikle hutbe: İlâhi emirleri hatırlatan konuşma ve dualar iftirak: ayrılık iktiza eden: gerektiren istihkak: hak etme istimal etme: kullanma ittihad: birlik, birleşme ittihaz etme: kabullenme, edinme kesb eden: kazanan mâbeyn: iki şeyin arası mağlûp etme: yenme
makam: derece, yer medar-ı bahs: söz konusu mezhep: dinde tutulan yol mülhid: dinsiz, inkâr eden mürşid: doğru yol gösteren nizâ: anlaşmazlık, çekişme rabıta-i kudsiye: mukaddes bağ Şah-ı Velâyet: velilerin şahı; Hz. Ali senâ: övgü sünnet: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensipler suret: şekil uhuvvet: kardeşlik ulema: âlimler zikir: anmak, hatırlatmak zındık: dinsiz
On Beşinci Mektup
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 2
AZİZ kardeşim,
SENİN BİRİNCİ SUALİN ki,
“Sahabeler nazar-ı velâyetle müfsitleri neden keşfedemediler? Tâ, Hulefâ-yı Râşidînin üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor.”
Elcevap: Bunda iki makam var.
Birinci Makam
Dakik bir sırr-ı velâyetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:
Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.
Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.
Dipnot-1
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
Dipnot-2
“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
âdi: sıradan, basit akrebiyet-i İlâhiye: Allah’ın kula olan yakınlığı (bk. ḳ-r-b; e-l-h) aziz: izzetli, çok değerli, saygın (bk. a-z-z) berzah: geçit, aralık, perde berzah tariki: tarikat berzahı; tarikat geçidi, aralığı (bk. ṭ-r-ḳ) beşeriyet: insanlık beyan: açıklama (bk. b-y-n) dakik: ince, derin ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) evliya: velîler, Allah dostları (bk. v-l-y) hakikat: gerçek, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlât: haller, durumlar hilâf-ı âdet: âdete aykırı, kural dışı Hulefâ-yı Râşidîn: dört büyük halife; Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (bk. ḫ-l-f; r-ş-d)
ihtiyarî: kendi isteğiyle tercih etme (bk. ḫ-y-r) ikram-ı İlâhî: Allah’ın ikramı, bağışı (bk. k-r-m; e-l-h) inkişaf: ortaya çıkma, açılma (bk. k-ş-f) keramet: Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hal ve hareketler (bk. k-r-m) keşif: mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri kalp gözüyle görme (bk. k-ş-f) makam: derece, mevki mazhar: nail olma, kavuşma (bk. ẓ-h-r) meziyât: meziyetler, üstün özellikler müfsit: fesatçı, bozguncu nazar-ı velâyet: velîlik bakışı (bk. n-ẓ-r; v-l-y) Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
şehadet: şehitlik, Allah yolunda hayatını feda etme (bk. ş-h-d) seyr ü sülûk: İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehberin öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk sırr-ı velâyet: velîlik sırrı (bk. v-l-y) tarîkat: mânevî ilerlemeye götüren yol (bk. ṭ-r-ḳ) tecerrüd: soyutlanma, sıyrılma velâyet: velîlik (bk. v-l-y) velâyet-i kübrâ: en büyük velîlik (bk. v-l-y; k-b-r) velî: Allah dostu (bk. v-l-y) veraset-i nübüvvet: peygamberin vârisliği (bk. v-r-s̱; n-b-e) zâhir: dış görünüş (bk. ẓ-h-r) zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var:
Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider.
İkincisi, zamanla mukayyet olan cism-i maddî gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i îyd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.
İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gàmızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu’diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb’ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz.
akrebiyet: pek yakınlık, Allah’ın varlıklara olan yakınlığı (bk. ḳ-r-b) akrebiyet-i İlâhiye: İlâhî yakınlık, Allah’ın kula olan yakınlığı (bk. ḳ-r-b; e-l-h) âyine: ayna bu’diyet: uzaklık cism-i maddî: maddî cisim, beden daire-i azîm: geniş ve büyük daire (bk. a-ẓ-m) ehl-i sülûk: İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar ehl-i tarîkat: tarikata mensup olanlar (bk. ṭ-r-ḳ) elvân-ı seb’a: yedi renk gılâf: kılıf, örtü hakikat: gerçek, asıl, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hararet: ısı, sıcaklık heyet: yapı, şekil hissiyat-ı insaniye: insanın hisleri, duyguları iksir: tesirli ilaç in’ikâs: yansıma incizap: çekim, çekicilik inkişaf: ortaya çıkma, açılma (bk. k-ş-f) kadem: adım (bk. ḳ-d-m) kavânin-i fenniye: bilimsel kanunlar (bk. ḳ-n-n)
kurbiyet: yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı (bk. ḳ-r-b) kurbiyet-i mâneviye: mânevî yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı (bk. ḳ-r-b; a-n-y) leyle-i îd: bayram gecesi Leyle-i Kadir: Kadir Gecesi; Ramazan ayı içinde bulunan mübarek gece (bk. ḳ-d-r) mahiyet: esas, iç yapı, öz nitelik mazi: geçmiş mertebe-i ruh: ruh mertebesi (bk. r-v-ḥ) meslek: yol, usûl, metod misal: görüntü (bk. m-s̱-l) misalî: görüntüden ibaret (bk. m-s̱-l) mukayyet: kayıtlı, sınırlı münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) müstakbel: gelecek nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b) nokta-i nazar: bakış noktası, görüş açısı (bk. n-ẓ-r) nuraniyet: nur özelliği, parlaklık (bk. n-v-r) Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar
semâ: gök (bk. s-m-v) semâvât: gökler (bk. s-m-v) seyr ü sülûk: İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk seyr-i fikrî: fikren dolaşma (bk. f-k-r) sırr-ı gàmız: anlaşılması zor sır sohbet-i nübüvvet: Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti (bk. n-b-e) sülûk-u aklî: aklın bir yol tutması tarîkat: mânevî ilerlemeye götüren yol (bk. ṭ-r-ḳ) tasavvur: düşünme, zihinde şekillendirme (bk. ṣ-v-r) tayy: atlama, aşma, geçme tecerrüd: soyutlanma, sıyrılma tefekkür: düşünme (bk. f-k-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, anoloji (bk. m-s̱-l) tetkikat-ı fenniye: bilimsel araştırma ve incelemeler timsal: görüntü (bk. m-s̱-l) zâhir: dış görünüş (bk. ẓ-h-r) ziya: ışık
İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velâyet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velâyet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok merâtipte seyr ü sülûke mecbur olur.
İkinci Makam
O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü, pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bahusus, bazıların gurur-u millîleri Hazret-i Ömer’in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü, onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için, Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o hâlet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmiş. Demek, o hâdisâtın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.
Eğer denilse: “Hazret-i Ömer’in (r.a.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına,
يَاسَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ (1)
deyip, Sâriye’ye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki kàtili Firuz’u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?”
Elcevap: Hazret-i Yakup aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz. HAŞİYE-1
Sâdi-i Şirâzî’nin Gülistan’ından alınmış bir şiirdir. Mânâsı HAŞİYE’den sonra verilmiştir.
bahusus: hususan, özellikle beyit: aynı vezinle yazılmış mânâ bakımından birbirine bağlı iki mısradan oluşan şiir cereyan: hareket, akım dessas: hileci, aldatıcı efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) fesad: bozma, bozgunculuk Firuz: (bk. bilgiler) gurur-u millî: millî gurur hâdisât: hâdiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱) hâkimiyet-i İslâmiye: İslâmiyetin hâkimiyeti (bk. ḥ-k-m; s-l-m) hâlet-i içtimaiye: sosyal durum, hal (bk. c-m-a) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hâyat-ı içtimaiye: toplumsal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a) Hazret-i Ömer: (bk. bilgiler – Ömer (r.a.))
Hazret-i Yâkup: (bk. bilgiler – Yakup (a.s.)) inkişaf: ortaya çıkma, açılma (bk. k-ş-f) kerâmetkârâne: kerâmetli bir şekilde (bk. k-r-m) keşf: ortaya çıkarma (bk. k-ş-f) kurbiyet: yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı (bk. ḳ-r-b) medar-ı şeref: şeref kaynağı, vesilesi merâtip: mertebeler, dereceler minber: hutbe okunan yer müfsit: fesatçı, bozguncu münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kişi nazar: görüş (bk. n-ẓ-r) nazar-ı velâyet: velîlik bakışı, velâyet gözü (bk. n-ẓ-r; v-l-y) nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) Sâdi-i Şirâzî: (bk. bilgiler)
Sâriye: (bk. bilgiler) seciyeten: yaratılış ve karakter itibariyle sevkülceyş: ordunun sevk ve idaresi seyr ü sülûk: İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk sırr-ı akrebiyet: Cenâb-ı Hakkın varlıklara olan yakınlığının sırrı (bk. ḳ-r-b) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahrip edilmek: yıkılmak, yok edilmek velâyet: velîlik (bk. v-l-y) velâyet-i saire: diğer velîlik usulleri (bk. v-l-y) veraset-i nübüvvet: peygamberin vârisliği (bk. v-r-s̱; n-b-e)
Yani, Hazret-i Yakup’tan sorulmuş ki, “Niçin Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki:
“Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”
Elhasıl, insan her ne kadar fâil-i muhtar ise de, fakat
وَمَا تَشَۤاؤُنَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ (1)
sırrınca, meşiet-i İlâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir,
اِذَا جَۤاءَ الْقَدَرُ عَمِىَ الْبَصَرُ (2)
hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.
İKİNCİ SUÂLİNİZİN MEÂLİ:
Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir?
Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?
Elcevap:
Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:
Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye
Dipnot-1
“Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi dileyemezsiniz.” İnsan Sûresi, 76:30.
adâlet-i izafiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet (bk. a-d-l; ḍ-y-f) adalet-i mahzâ: tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukuku asla fedâ edilemez” görüşündeki adalet (bk. a-d-l) adâlet-i nisbiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören göreceli adalet (bk. a-d-l) Âişe-i Sıddîka: (bk. bilgiler – Âişe (r.a.)) akvâm: kavimler, milletler Cemel Vak’ası: (bk. bilgiler) ehvenüşşerri ihtiyar: iki şerden daha az zararlı olanının tercih edilmesi (bk. ḫ-y-r) elhasıl: özetle, sonuç olarak fâil-i muhtar: kendi istek ve iradesi ile iş gören (bk. f-a-l; ḫ-y-r)
hâkim: hükmeden (bk. ḥ-k-m) hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye: İslâmın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a; s-l-m) Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Hazret-i Talha: (bk. bilgiler – Talha b. Ubeydullah (r.a.)) Hazret-i Yâkup: (bk. bilgiler – Yakup (a.s.)) Hazret-i Zübeyr: (bk. bilgiler – Zübeyir b. Avam (r.a.)) icra: yerine getirme içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadîsten hüküm çıkarma (bk. c-h-d) ihtiyar-ı cüz’î: cüz’î irade, insana ait sınırlı seçme ve dileme özgürlüğü (bk. ḫ-y-r; c-z-e) iktidar-ı beşer: insanın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r) kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r)
Kenan Kuyusu: (bk. bilgiler) mahiyet: iç yüz, asıl, esas meşiet-i İlâhiye: Allah’ın dilemesi, iradesi (bk. e-l-h) meşiet-i insaniye: insanın dilemesi, iradesi Mısır: (bk. bilgiler) muârız: karşı çıkan, muhalif muharebe: harp, savaş muharip: harp eden, savaşçı muhtelif: çeşitli, farklı mürur-u zaman: zamanın geçmesi müşkül: zor, sıkıntılı nam: ad rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn: Allah onların hepsinden razı olsun (bk. e-l-h; c-m-a) safvet-i İslâmiye: İslâmiyetin saflığı, temizliği (bk. ṣ-f-y; s-l-m) Şeyheyn: iki şeyh; Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’e verilen ünvan tatbikat: uygulamalar Yusuf: (bk. bilgiler – Yusuf (a.s.))
esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intac etmiştir.
Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukàbilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki:
ژِى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ وقِيلْ
لَوْرَا جَنَّتِينَه قَاتِلُ وهَمْ قَتِيلْ
Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”
Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki
Âyetin mânâ-yı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kàbil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.
İşte, İmam-ı Ali radıyallahü anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi
Dipnot-1
“Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” Mâide Sûresi, 5:32.
adâlet-i izafiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet (bk. a-d-l; ḍ-y-f) adalet-i mahzâ: tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukuku asla fedâ edilemez” görüşündeki adalet (bk. a-d-l) azâb: ceza cemaat: topluluk (bk. c-m-a) Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cüz’: ferd, bütünün parçası (bk. c-z-e) ehl-i Cennet: Cennet ehli, Cennetlik ehl-i sevap: Allah tarafından mükâfata lâyık görülenler ehvenüşşer: iki şerden daha az zararlı olanı hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti
Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) hüccet: delil, kanıt içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadîsten hüküm çıkarma (bk. c-h-d) İmâm-ı Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) intaç: netice verme izah: açıklama kàbil-i tatbik: uygulanabilir kıyl ü kàl: dedikodu küll: bütün, genel (bk. k-l-l) lillâh: Allah için (bk. e-l-h) maktul: katledilen, öldürülen mânâ-yı işârî: işaret edilen mânâ (bk. a-n-y) mâsum: suçsuz, günahsız mazur: mazeretli, özürlü menâfi: faydalar, yararlar muharebe: harp, savaş mukàbil: karşı münakaşa-i içtihadiye: içtihatla ilgili tartışma (bk. c-h-d)
musîb: isabet eden, isabetli müstehak: hak eden (bk. ḥ-ḳ-ḳ) nam: ad nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nazar-ı merhamet: merhamet bakışı (bk. n-ẓ-r; r-ḥ-m) nevi: tür, çeşit Radıyallahu Anh: “Allah ondan razı olsun” Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar selâmet: esenlik, güven (bk. s-l-m) Şeyheyn: iki şeyh; Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’e verilen ünvan tevellüt: doğma, meydana gelme umum: bütün, genel zât-ı muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim zât (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
kàbil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukàbilleri ve muarızları ise, “Kàbil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.
Eğer desen: “Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”
Elcevap: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki kaldı.
Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
adâlet-i izafiye: zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet (bk. a-d-l; ḍ-y-f) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat (bk. e-ḫ-r) ahkâm-ı din: dinin hükümleri, esasları (bk. ḥ-k-m) azimet: Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmaya çalışma (bk. a-ẓ-m) bâkî: devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y) bihakkın: hakkıyla (bk. ḥ-ḳ-ḳ) devlet-i İslâmiye: İslâm devleti (bk. s-l-m) Emevîler: (bk. bilgiler) esbab: sebepler (bk. s-b-b) fevkalâde: olağanüstü fevkinde: üstünde hakaik-i İslâmiye: İslâmın hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m) hakikî: asıl, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye: İslâmın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a; s-l-m)
Hazret-i Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.)) Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)) Hazret-i Muaviye: (bk. bilgiler – Muaviye (r.a.)) hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f) hilâfet-i İslâmiye: İslâm halifeliği (bk. ḫ-l-f; s-l-m) içtihad: dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadîsten hüküm çıkarma (bk. c-h-d) iktidar: güç, kudret, idare (bk. ḳ-d-r) iltizam: kabul etme, taraftarlık İmâm-ı Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) istinad: dayandırma (bk. s-n-d) kàbil-i tatbik: uygulanabilir liyakat: lâyık olma, ehliyet milel-i sâire: diğer milletler muarız: karşı gelen mübarek: İlâhî hayra erişmiş (bk. b-r-k) muharebe: harp, savaş mukàbil: karşı taraf mukteziyât: gereklilikler müşkülat: zorluklar, güçlükler muvaffakiyet: başarı
muvaffakiyet-i siyasiye: siyasî başarı nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b) rabıta-i İslâmiye: İslâm bağı (bk. s-l-m) râbıta-i milliye: milliyet bağı rencide: incitme ruhsat: izin, müsaade (bk. a-ẓ-m) Şâh-ı Velâyet: velîlik makamının şâhı, başı (bk. v-l-y) sair: diğer, başka saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) saltanat-ı mânevî: mânevî saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ; a-n-y) selef: öncekiler, kendinden önceki halifeler takviye: kuvvetlendirme, güçlendirme tevhiş: ürkütüp kaçırma ünvân-ı mânidâr: önemli makam ve isim (bk. a-n-y) üstad-ı küll: bütün zamanlarda herkesin üstadı (bk. k-l-l) Vak’a-i Sıffin: Sıffin Savaşı (bk. bilgiler – Sıffîn) zahirî: görünüşte (bk. ẓ-h-r) ziyade: çok
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.
ferman-ı kat’îsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.
İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?”
Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:
Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.
Dipnot-1
“İslâm, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur. “
Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten men eden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda bir çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir:
âdi: basit, sıradan âkıbet: netice, son aktab: kutuplar, büyük velîlerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler cem’: bir araya gelme (bk. c-m-a) cihet: yön, taraf evliya: velîler, Allah’ın sevgili kulları (bk. v-l-y) ferman-ı kat’i: kesin emir, buyruk fikr-i intikam: intikam düşüncesi (bk. f-k-r) gurur-u milliye: millî gurur hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halel: zarar hanedan: büyük aile Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.)) Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.))
hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m) ihraz: kazanma, elde etme ikame: yerleştirme iltihak: katılma kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r) kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r; e-l-h) mağlûbiyet: yenilgi makam-ı şehâdet: şehitlik makamı (bk. ş-h-d) merci: kaynak muhik: haklı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) müşkül: zor muvaffak: başarılı muvakkat: geçici namzet: aday
nokta-i nazar: bakış noktası (bk. n-ẓ-r) rabıta-i diniye: din bağı rabıta-i milliye: milliyet bağı rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h) sâfi: saf, hâlis, temiz (bk. ṣ-f-y) sair: diğer, başka saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) saltanat-ı mânevî: mânevî saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ; a-n-y) surî: dış görünüşe ait (bk. ṣ-v-r) unsuriyet: ırkçılık unsuriyetperver: ırkçı
ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: “
O mübarek zâtların başına gelen o feci, gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.
Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”
Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kàbiliyet göstermişti.
Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına “memalik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) cemaatine intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin (r.a.) ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) an’ane: gelenek asabiyet-i milliye: ırçılık damarı asayiş: güvenlik beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya çalışan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse din-i hak: hak din, İslâm (bk. ḥ-ḳ-ḳ) düstur: prensip efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d) ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) Emevîler: (bk. bilgiler) esbab: sebepler (bk. s-b-b) eşhâs: şahıslar, fertler gaddârâne: acımasızca, zâlimâne gadr: zulüm, acımasızlık gurur-u milliye: millî gurur Hâşimîler: Peygamberimizin mensup olduğu kabile
Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)) Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler – İsâ (a.s.)) hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m) iltihak: katılma intikamkârâne: intikam alır bir şekilde istinad: dayanma (bk. s-n-d) kàbiliyet gösterme: yönelme, gelişme gösterme kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) meâl: kısaca anlam memâlik: mülk hâline getirilen yerler ve köleler (bk. m-l-k) mezkûr: anılan, sözü geçen milel-i sâire: diğer milletler muarız: itiraz eden, karşı gelen mübarek: İlâhî hayra erişmiş (bk. b-r-k)
müşevveş: düzensiz, karma karışık nazar: bakış, görüş (bk. n-ẓ-r) nefer: asker, er netâic-i uhreviye: âhiretteki neticeler (bk. e-ḫ-r) rivayet: Peygamberimizden duyulan sözlerin nakledilmesi sabıkan: bundan önce sair: diğer, başka saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) saltanat-ı ruhaniye: ruhanî, mânevî olarak devam eden saltanat (bk. s-l-ṭ; r-v-ḥ) selâmet: güven, esenlik (bk. s-l-m) tabir: adlandırma (bk. a-b-r) terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler, yükselmeler (bk. a-n-y) unsuriyet: ırkçılık Yezid: (bk. bilgiler) zahirî: görünürde, dış görünüşte (bk. ẓ-h-r)
On Dokuzuncu Mektup
…
BEŞİNCİ NÜKTELİ İŞARET
Umur-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaç misalini zikrederiz.
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nakl-i sahihle ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki, minber üstünde, cemaat-i Sahabe içinde ferman etmiş ki:
İşte, kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan radıyallahü anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalâha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.
cedd-i emced: en şerefli ced, dede, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) cemâat-i Sahabe: Sahabe topluluğu (bk. c-m-a) Ezvâc-ı Tâhirât: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) iffetli, pâk ve temiz hanımları ferman etmek: buyurmak fitne: fesad, bozgunculuk hadîs: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış (bk. ḥ-d-s̱) Hazret-i Aişe: (bk. bilgiler – Âişe (r.a.)) Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Hazret-i Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.)) Hazret-i Muaviye: (bk. bilgiler – Muaviye (r.a.))
Hazret-i Zübeyir: (bk. bilgiler – Zübeyir b. Avam (r.a.)) kat’î: kesin, şüphesiz katletmek: öldürmek misal: örnek (bk. m-s̱-l) mu’cize-i gaybiye: gaybî olarak haber verilen ve zamanı gelince ortaya çıkan mu’cize (bk. a-c-z; ğ-y-b) muharebe: harp, savaş musalâha etmek: barışmak (bk. ṣ-l-ḥ) mütevatir: yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı haber (bk. ḥ-d-s̱) nakl-i sahih: bir hadîs-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
Radıyallahü Anh: “Allah ondan razı olsun” Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) sahih (hadîs): Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadîs (bk. ḥ-d-s̱) umur-u gaybiye: gaybî, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b) Vak’a-i Cemel: Cemel olayı (bk. bilgiler – Cemel Vak’ası) Vak’a-i Havâriç: Haricîler olayı, savaşı (bk. bilgiler – Hâricîler) Vak’a-i Sıffin: Sıffin olayı, savaşı (bk. bilgiler – Sıffîn) vasıl olma: ulaşma
Zübeyir ve Talha’ya karşı Vak’a-i Cemel’de; ve Muaviye’ye karşı Sıffin’de; ve Havârice karşı Harevra’da ve Nehruvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.
Hem Hazret-i Ali’ye, “senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı” (1) ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricî’dir.
Hem Hâricîlerin içinde “Züssedye” denilen bir adamı, garip bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki, Havâriçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş, Hazret-i Ali onu hakkaniyetine hüccet göstermiş, hem mu’cize-i Nebeviyeyi ilân etmiş. (2)
Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ümmü Seleme’nin, daha diğerlerin rivayet-i sahihiyle haber vermiş ki, “Hazret-i Hüseyin, Taff, (3) yani Kerbelâ’da katledilecektir.” Elli sene sonra, aynı vak’a-i ciğersûz vukua gelip o ihbar-ı gaybîyi tasdik etmiş.
Hem mükerreren ihbar etmiş ki: “Benim Âl-i Beytim, benden sonra
يَلْقَوْنَ قَتْلاً وَتَشْرِيدًا
yani katle ve belâya ve nefye maruz kalacaklar.” (4) Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır.
Şu makamda bir mühim sual vardır ki, denilir ki: “Hazret-i Ali, o derece hilâfete liyakati olduğu ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma karabeti ve harikulâde cesaret ve ilmiyle beraber, neden hilâfette tekaddüm ettirilmedi? Ve neden onun hilâfeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?”
Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricî: (bk. bilgiler) Âl-i Beyt: Peygamber Efendimizin ailesi ve onun neslinden gelenler alâmet: işaret Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) hakkaniyet: doğruluk, gerçekçilik (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Harevra: (bk. bilgiler) Hâricîler: (bk. bilgiler) harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici Havâric: (bk. bilgiler – Hâricîler) Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)) hilâfet: halifelik; Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik (bk. ḫ-l-f) hüccet: delil, kanıt ihbar: haber verme, bildirme
ihbar-ı gaybî: bilinmeyen gayb âleminden ve gelecekten haber verme (bk. ğ-y-b) karabet: akrabalık, yakınlık (bk. ḳ-r-b) katl: öldürme Kerbelâ: (bk. bilgiler) keşmekeş: karışıklık kutb-u âzam: en büyük kutup; Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi (bk. a-ẓ-m) liyakat: lâyık olma maktul: öldürülen maruz kalmak: uğrama; başına gelmek mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mu’cize-i Nebeviye: Peygamberimizin mu’cizesi (bk. a-c-z; n-b-e) Muaviye: (bk. bilgiler) muharebe: harp, savaş mükerreren: tekrarla, defalarca nefy: sürgün Nehruvan: (bk. bilgiler) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
rivayet-i sahiha: sahih olan rivayet; Peygamberimizden doğru olarak, sahih olarak nakledilmiş hadîs Sıffin: (bk. bilgiler) Talha: (bk. bilgiler – Talha b. Ubeydullah) tasdik: doğrulama, onay (bk. ṣ-d-ḳ) tasdik-ı fiilî: fiilen tasdik edilmesi, doğrulanması (bk. ṣ-d-ḳ) tekaddüm: öne geçme, ileride olma (bk. ḳ-d-m) Ümmü Seleme: (bk. bilgiler) Vak’a-i Cemel: Cemel hadisesi (bk. bilgiler – Cemel Vak’ası) vak’a-i cîğersûz: ciğer yakan vak’a, olay vukua gelme: gerçekleşme, meydana gelme Zübeyir: (bk. bilgiler – Zübeyr b. Avvâm) Züssedye: (bk. bilgiler)
Hazret-i Ali’nin (r.a.) hilâfetini arzu etmiş. Fakat gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlâhî başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlâhîye tâbi olmuş.” 1
Murad-ı İlâhînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:
Vefat-ı Nebevîden sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan Sahabeler, eğer Hazret-i Ali başa geçseydi, Hazret-i Ali’nin hilâfeti zamanında zuhura gelen hâdisâtın şehadetiyle ve Hazret-i Ali’nin mümâşatsız, pervâsız, zâhidâne, kahramanâne, müstağniyâne tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaati itibarıyla, çok zâtlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya sebep olmak kaviyyen muhtemeldi.
Hem Hazret-i Ali’nin hilâfetinin teahhur etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvâmın birbirine karışmasıyla, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka (2) efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisâtın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi harikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzımdı ki dayanabilsin. Evet, dayandı. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın haber verdiği gibi, “Ben Kur’ân’ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.” (3)
Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve
Dipnot-1
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, 5/316; Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 64.
akvâm: kavimler, milletler Âl-i Beyt: Peygamber Efendimizin ailesi ve onun neslinden gelenler Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ehl-i İslâm: Müslümanlar, İslâm toplumu (bk. s-l-m) Emeviye: (bk. bilgiler – Emevîler) etbâ: tabi olanlar, uyanlar ferâset: çabuk sezme ve anlama kabiliyeti, ileri görüşlülük fitne-engiz: fitne verici, fitneye yol açıcı fırka: grup (bk. f-r-ḳ) gaip: görünmeyen âlem (bk. ğ-y-b) hâdisât: hadiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱) harb: savaş, mücadele harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici Hâşimî: Peygamberimizin mensup olduğu kabileden gelen Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) hikmet: sebep, maksat, gaye (bk. ḥ-k-m)
hilâfet: halifelik; Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik (bk. ḫ-l-f) inkişaf: ortaya çıkma (bk. k-ş-f) itibarıyla: özelliğiyle (bk. a-b-r) ittifak: düşünce ve fikir birliği, söz birliği ittihad: birleşme, birlik (bk. v-ḥ-d) kahramanâne: kahramanca kaviyyen: kuvvetle muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) muhtelif: çeşitli, değişik (bk. ḫ-l-f) mülûk-u Emeviye: Emevî hükümdarları, devlet başkanları mümâşatsız: beraber hareket etmeksizin, uysallık göstermeksizin murâd-ı İlâhî: Cenâb-ı Hakkın isteği, dilemesi (bk. r-v-d; e-l-h) müstağniyâne: tok gönüllülükle, kanaatkar bir şekilde (bk. ğ-n-y) muvazene: denge (bk. v-z-n) nazar: görüş (bk. n-ẓ-r) pervâsız: korkmadan, çekinmeden reis: başkan
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar şecaat: yiğitlik, cesurluk şehadet: şahidlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şöhretgîr-i âlem: dünyaya nâm ve şöhret salmış tâbi olmak: uymak tasvip: uygun bulma teahhur: sonraya kalma, gecikme (bk. e-ḫ-r) tefrika: ayrılık, bölünme (bk. f-r-ḳ) tenzil: indirme (bk. n-z-l) tevil: yorum, açıklama umum: bütün, genel vefat-ı nebevî: Peygamberimizin vefatı (bk. n-b-e) zâhidâne: tam bir zühd ve takva içinde olarak ziyade: çok, fazla zuhura gelme: meydana gelme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi.
Eğer denilse: “Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyâde lâyık ve müstehak onlardı.”
Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fâtımiye hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn hükûmeti ve İran’da Safevîler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmişler.
İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin ve Cafer-i Sadık ki, herbiri birer mânevî mehdi hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümatı dağıtıp
Abbasî: (bk. bilgiler – Abbasîler) Afrika: (bk. bilgiler) âhir: son dönem (bk. e-ḫ-r) ahkâm-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hükümleri, esasları (bk. ḥ-k-m) aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler aktâb-ı erbaa: dört büyük kutub zât (Seyyid Abdülkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Rufâî ve Seyyid İbrahim Desukî) Âl-i Beyt: Peygamber Efendimizin ailesi ve onun neslinden gelenler asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden ilim ve takvâ sahibi velî kullar (bk. ṣ-f-y) bilhassa: özellikle Cafer-i Sadık: (bk. bilgiler) devlet-i Fâtımiye: (bk. bilgiler – Fâtımî Devleti) diyanet: dindarlık Emevî: (bk. bilgiler – Emevîler) evliya: velîler, Allah’ın sevgili kulları (bk. v-l-y) Gavs-ı Âzam: (bk. bilgiler – Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)) hakaik-i imâniye: imanî hakikatler, esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-m-n) hakaik-i İslâmiye: İslâmî hakikatler, esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m)
harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici Hazret-i Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.)) Hazret-i Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)) hilâfet: halifelik; Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik (bk. ḫ-l-f) hilâfet-i İslâmiye: İslâm halifeliği (bk. s-l-m; ḫ-l-f) hizmet-i İslâmiyet: İslâm dinine hizmet (bk. s-l-m) hıfz-ı din: dinin korunması (bk. ḥ-f-ẓ) Hulefâ-i Râşidîn: dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (bk. ḫ-l-f; r-ş-d) hususan: bilhassa, özellikle İran: (bk. bilgiler – Fars) kemâlât: faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri (bk. k-m-l) Mehdî: (bk. bilgiler) Mehdî-i Abbâsî: (bk. bilgiler) memur: görevli Mısır: (bk. bilgiler) müçtehidîn-i muhakkikîn: muhakkik müçtehidler; bir meseleyi derinlemesine bilen Kur’ân ve Sünnet ışığında hüküm ortaya koyan büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d; ḥ-ḳ-ḳ)
muhaddisîn-i kâmilin: hadis ilmini çok ileri derecede bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran olgun hadis âlimleri (bk. ḥ-d-s̱) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) müstehak: lâyık, hak etmiş (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muvahhidîn Hükümeti: (bk. bilgiler) nam: ad nebî: peygamber (bk. n-b-e) neşir: yayma Ömer ibni Abdülâziz-i Emevî: (bk. bilgiler – Ömer ibni Abdi’l-Azîz) Safevîler: (bk. bilgiler) saltanat-ı dünyeviye: dünya saltanatı (bk. s-l-ṭ) Şeyh Abdülkadir-i Geylânî: (bk. bilgiler – Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)) suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r) takarrur: yerleşme, sabitleşme teşekkül etme: oluşma, kurulma vazife-i asliye: asıl vazife velâyet: velîlik (bk. v-l-y) Zeynelâbidin: (bk. bilgiler) ziyade: çok, fazla zühd-ü kalb: nefsî ve dünyevî arzuları terk etme, kalbin dünya alâkalarından kesilmesi zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
envâr-ı Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.
Eğer denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.”
Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan
aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler aktâr: dört bir taraf âlem-i İslâmiyet: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden yüksek ilim ve takvâ sahibi zâtlar (bk. ṣ-f-y) Asr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı câmia-i İslâmiyet: İslâm topluluğu (bk. c-m-a; s-l-m) cedd-i emced: en şerefli, dede, Peygamber Efendimiz celâl: haşmet, heybet (bk. c-l-l) dest-i kudret: Allah’ın kudret eli (bk. ḳ-d-r) ehl-i bid’a: aslen dinde olmayıp sonradan ortaya çıkan adet ve uygulamaların peşinden gidenler (bk. b-d-a) ehl-i himmet: himmet ve gayret sahipleri envâr-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın nurları (bk. n-v-r) fitne: bozgunculuk fırka: grup, mezhep fıtrî: yaratılıştan gelen, doğal (bk. f-ṭ-r) gülistan: gül bahçesi
güya: sanki hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış (bk. ḥ-d-s̱) hafız: Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyen kişi (bk. ḥ-f-ẓ) hakaik-i imâniye: iman hakikatleri, esasları (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-m-n) hâkezâ: bunun gibi, böylece hicret: göç hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m) hıfz: koruma, muhafaza etme (bk. ḥ-f-ẓ) hummâlı: hararetli ve hareketli inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kahr: ezilme, mahvolma (bk. ḳ-h-r) kemâl-i ciddiyet: tam bir ciddiyet (bk. k-m-l) kesretli: pek çok (bk. k-s̱-r) kudsî: kutsal, kusursuz ve yüce (bk. ḳ-d-s) kuvve-i anilmerkeziye: merkezden gelen kuvvet, güç; merkezkaç kuvveti maattessüf: ne yazık ki müçtehid: Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan İslâm âlimleri (bk. c-h-d)
muhaddis: hadis ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadis âlimi (bk. ḥ-d-s̱) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) muhtelif: farklı, çeşitli (bk. ḫ-l-f) münevver: aydın, aydınlanmış (bk. n-v-r) neşr: yayma nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r) sa’y etmek: çalışmak Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar şark: doğu şeriat: Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler, İslâmiyet (bk. ş-r-a) suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r) Tâbiîn: Sahabeleri gören mü’minler tahrik: harekete geçirme taife: topluluk, grup taife-i nebâtât: bitkiler taifesi, topluluğu vâris: mirasçı vech-i rahmet: rahmet yönü (bk. r-ḥ-m) vezâif-i İslâmiyet: İslâmiyetle ilgili görevler (bk. s-l-m)
garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı. Şimdi sadede geliyoruz.
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın umur-u gaybiyeden haber verdiği gibi doğru vukua gelen işler binlerdir, pek çoktur. Biz yalnız cüz’î birkaç misaline işaret edeceğiz.
İşte, başta Buharî ve Müslim, sıhhatle meşhur Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahipleri, beyan edeceğimiz haberlerin çoğunda müttefik ve o haberlerin çoğu mânen mütevatir ve bir kısmı dahi, ehl-i tahkik onların sıhhatine ittifak etmesiyle, mütevatir gibi kat’î denilebilir.
İşte, nakl-i sahih-i kat’î ile, Ashabına haber vermiş ki: “Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, (1) hem feth-i Hayber, (2) hem feth-i Şam, hem feth-i Irak, (3) hem feth-i İran, hem feth-i Beytü’l-Makdise (4) muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde taksim edeceksiniz.” (5) Haber vermiş. Hem “Tahminim böyle” veya “Zannederim” dememiş. Belki, görür gibi kat’î ihbar etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki haber verdiği vakit, hicrete mecbur olmuş, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, çok defa ferman etmiş:
Ashab: Sahabeler; Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar beyan: açıklama, izah (bk. b-y-n) beyninizde: aranızda Buharî: (bk. bilgiler) cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) Ebu Bekir: (bk. bilgiler –Ebu Bekir (r.a.)) ehl-i İslâm: Müslümanlar (bk. s-l-m) ehl-i tahkik: gerçeği ilmen derinlemesine araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ferman etmek: buyurmak feth-i Beytü’l-Makdis: Kudüs’ün fethi feth-i Hayber: Hayber’in fethi feth-i Irak: Irak’ın fethi feth-i İran: İran’ın fethi feth-i Mekke: Mekke’nin fethi feth-i Şam: Şam’ın fethi galebe: üstün gelme, galip gelme garb: batı hicret: göç
ihbar: haber verme İran: (bk. bilgiler – Fars) istifâde: faydalanma, yararlanma ittifak: birleşme, söz birliği kat’î: kesin, şüphesiz Kütüb-ü Sitte-i hadîsiye: altı büyük hadis kitabı; Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, İbn-i Mâce, Ebû Davud, Tirmizî ve Neseî (bk. k-t-b; ḥ-d-s̱) mânen mütevatir/mânevî tevatür: yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken doğruluğunu susmak suretiyle tasdik etmesi (bk. ḥ-d-s̱) Müslim: (bk. bilgiler) mütevatir: yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı haber (bk. ḥ-d-s̱)
müttefik: ittifak etmiş, birleşmiş muvaffak: başarılı olma nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması Ömer: (bk. bilgiler – Hz. Ömer) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) saded: asıl konu, esas mânâ Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar sıhhat: sâhihlik, doğruluk taksim: bölüştürme, paylaştırma umum: bütün umur-u gaybiye: gaybî, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b) vukua gelme: meydana gelme, ortaya çıkma
kendinden sonraya kalacaklar, hem halife olacaklar, hem mükemmel bir surette ve rıza-i İlâhî ve marzî-i Nebevî dairesinde hareket edecekler. Hem Ebu Bekir az kalacak, Ömer çok kalacak ve pek çok fütuhat yapacak.
deyip, müşrik-i Kureyş’in reislerinin herbiri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: “Ben kendi elimle Übeyy ibni Halef’i öldüreceğim.” (3) Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, bir ay uzak mesafede, Şam etrafında, Mûte nam mevkideki gazve-i meşhurede muharebe eden Sahabelerini görür gibi ferman etmiş:
deyip, birer birer hâdisâtı Ashabına haber vermiş. İki üç hafta sonra
Dipnot-1
“Yeryüzü benim için büzülüp katlandı. Bana onun doğuları ve batıları gösterildi ve ümmetimin mülkü benim için katlanan yerlere kadar ulaşacaktır. (Yani şarktan garba kadar benim ümmetimin eline geçecektir. Hiçbir ümmet o kadar mülk zaptetmemiş).”
Hadis-i bilmânâdır. Meâli: “Burası Ebu Cehil’in katledileceği yer, burası Utbe’nin katledileceği yer, burası Ümeyye’nin katledileceği yer ve burası da falan ve falanın katledileceği yerlerdir.” Müslim, Cihad: 83, Cennet: 76; Ebu Davud, Cihad: 115; Nesâi, Cenâiz: 117; Müsned, 1:26, 3:219, 258.
Dipnot-3
El-Hâkim, el-Müstedrek, 2:327.
Dipnot-4
“Sancağı Zeyd aldı ve vuruldu. Sonra Câfer aldı, o da vuruldu. Sonra İbni Revâha aldı, o da vuruldu. Ve sonra onu, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı…”
Ashab: Sahabeler Ebu Bekir: (bk. bilgiler – Ebu Bekir (r.a.)) ferman etmek: buyurmak fütûhât: fetihler, zaferler garb: batı Gazâ-i Bedir: (bk. bilgiler – bilgiler Gazve-i Bedir) gazve-i meşhur: meşhur savaş hâdisât: hadiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱) halife: Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reis (bk. ḫ-l-f) katledilmek: öldürülmek
marzî-i Nebevî: Peygamberin (a.s.m.) arzusu, isteği (bk. n-b-e) muharebe: harp, savaş müşrik-i Kureyş: Allah’a ortak koşan Kureyşli müşrikler, kâfirler Mûte: (bk. bilgiler – Gazve-i Mûte) nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması nam mevki: adıyla anılan yer
Ömer: (bk. bilgiler) reisler: ileri gelenler, başkanlar rıza-i İlâhî: Allah’ın rızası (bk. e-l-h) Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar Şam: (bk. bilgiler) şark: doğu Übeyy ibni Halef: (bk. bilgiler) ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler
Ya’le ibni Münebbih meydan-ı harpten geldi; daha söylemeden Muhbir-i Sadık (a.s.m.) harbin tafsilâtını beyan etti. Ya’le kasem etti: “Dediğin gibi, aynen öyle oldu.” (1)
deyip, Hazret-i Hasan’ın altı ay hilâfetiyle, Ciharyâr-ı Güzînin (Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, ferman etmiş:
يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَاُ الْمُصْحَفَ ﴾
﴿ وَاَنَّ اللهَ عَسٰۤى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا﴾
وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ ﴿ 3
deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal’i istenileceğini ve mazlum olarak, Kur’ân okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, hacamat edip, mübarek kanını Abdullah ibni Zübeyr teberrüken şerbet gibi içtiği zaman ferman etmiş:
“Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır.” Müsned, 5:220, 221.
“Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet azgınlık meydan alacak.”
“Muhakkak ki Cenâb-ı Hak Osman’a halife gömleğini giydirecektir; fakat onlar bu gömleği çıkartmak isteyecekler.” bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:100.
Dipnot-4
“Senin yüzünden insanların, insanlar yüzünden de senin vay haline!” el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:21; el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, 2708; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:554.
Abdullah ibni Zübeyr: (bk. bilgiler) beyan: açıklama, izah (bk. b-y-n) ceberut: cebr, baskı, zorlama (bk. c-b-r) Ciharyâr-ı Güzîn: seçkin dört dost; dört halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a.) ferman etmek: buyurmak fesad-ı ümmet: ümmetin fesadı; ümmetin fesâda girmesi, bozgunculuğa düşmesi hacamat: kan aldırma, kan verme hal’i: azli, görevine son verilmesi halife: Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zât (bk. ḫ-l-f)
Hazret-i Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.)) Hazret-i Osman: (bk. bilgiler – Osman (r.a.)) hilâfet: halifelik; Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik (bk. ḫ-l-f) Hulefâ-i Râşidîn: dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (bk. ḫ-l-f) kasem: yemin maruz: uğrama mazlum: zulme uğramış (bk. ẓ-l-m) meydan-ı harp: savaş meydanı mübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k) Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ)
nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması saltanat: hükümdarlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şecaat: yiğitlik, cesurluk tafsilât: ayrıntılar teberrüken: bereket vesilesi olarak (bk. b-r-k) ümmet: Hz.Peygambere inanıp onun yolundan gidenler, mü’minler Ya’le ibni Münebbih: (bk. bilgiler) zaman-ı hilâfet: halifelik zamanı (bk. ḫ-l-f)
başına geçeceğini ve müthiş hücumlara maruz kalacaklarını ve insanlar onun yüzünden dehşetli hâdiselere giriftar olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Abdullah ibni Zübeyr, Emevîler zamanında, hilâfeti Mekke’de ilân ederek kahramanâne çok müsademe etmiş. Nihayet Haccac-ı Zalim büyük bir orduyla üzerine hücum ederek, şiddetli müsademeden sonra o kahraman-ı âlişan şehid edilmiş.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, Emeviye devletinin zuhurunu (1) ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid (2) ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini,
وَاِذَا مَلَكْتَ فَاَسْجِحْ (3)
fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra
Abdullah ibni Zübeyr: (bk. bilgiler) Cengiz: (bk. bilgiler) devlet-i Abbasiye: (bk. bilgiler – Abbasîler) Emevîler: (bk. bilgiler) ferman: emir, buyruk fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma giriftar olma: tutulma, yakalanma Haccac-ı Zalim: (bk. bilgiler) Hazret-i Muaviye: (bk. bilgiler – Muaviye (r.a.))
hilâfet: halifelik; Peygamberimizin vekili olarak din ve dünya işlerinde genel reislik (bk. ḫ-l-f) Hülâgû: (bk. bilgiler) kahraman-ı âlişan: şanlı kahraman kahramanâne: kahramanca maruz: uğrama, tesirinde kalma Mekke: (bk. bilgiler) müsademe: çarpışma nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
rıfk: yumuşak ve hoşgörülü davranma Sa’d ibni Ebî Vakkas: (bk. bilgiler) ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden, mü’minler Velid: (bk. bilgiler) Yezid: (bk. bilgiler) zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
deyip, ileride büyük bir kumandan olacağını, çok fütuhat yapacağını, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani İslâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harap olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Hazret-i Sa’d ordu-yu İslâm başına geçti, devlet-i İraniyeyi zirüzeber etti, çok kavimlerin daire-i İslâma ve hidayete girmelerine sebep oldu.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, imana gelen Habeş Meliki olan Necâşî hicretin yedinci senesinde vefat ettiği gün Ashabına haber vermiş, hattâ cenaze namazını kılmış. (1) Bir hafta sonra cevap geldi ki, aynı günde vefat etmiş.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, Ciharyâr-ı Güzîn ile beraber Uhud veya Hira Dağının başında iken dağ titredi, zelzelelendi. Dağa ferman etti ki:
deyip, Hazret-i Ömer ve Osman ve Ali’nin şehid olacaklarını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Şimdi, ey bedbaht, kalbsiz, biçare adam! “Muhammed-i Arabî akıllı bir adamdı” diye o şems-i hakikate karşı gözünü yuman biçare insan! On beş envâ-ı külliye-i mu’cizâtından birtek nev’i olan umur-u gaybiyeden, on beş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Mânevî tevatür derecesinde kat’î bir kısmını duydun. Şu ihbar-ı gayb kısmının yüzden birisini akıl gözüyle gören bir zâta “dâhi-i âzam” denilir ki, ferasetiyle istikbali keşfediyor. Binaenaleyh, senin gibi haydi dehâ desek, yüz dâhi-i âzam derecesinde bir dehâ-yı kudsiyeyi taşıyan bir adam yanlış görür mü? Yanlış haber vermeye tenezzül eder mi? Böyle yüz derece bir dehâ-yı âzam sahibinin saadet-i dâreyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece divaneliğin alâmetidir.
alâmet: işaret Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Ashab: Sahabeler; Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar bedbaht: talihsiz, kötü bahtlı biçare: çaresiz binaenaleyh: bundan dolayı Ciharyâr-ı Güzîn: seçkin dört dost; dört halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a.) dâhi-i âzam: en büyük dâhi, en zeki kişi (bk. a-ẓ-m) daire-i İslâm: İslâm dairesi (bk. s-l-m) dehâ: olağanüstü zekâ sahibi dehâ-yı âzam: büyük dehâ (bk. a-ẓ-m) dehâ-yı kudsiye: kudsî dehâ (bk. ḳ-d-s) devlet-i İraniye: (bk. bilgiler – Fars) divanelik: delilik, akılsızlık envâ-ı külliye-i mu’cizât: çeşitli ve çok yönlü mu’cizeler (bk. k-l-l; a-c-z)
ferâset: çabuk sezme ve anlama kabiliyeti; ileri görüşlülük ferman: emir, buyruk fütuhat: fetihler, zaferler Hazret-i Ömer: (bk. bilgiler – Ömer (r.a.)) Hazret-i Sa’d: (bk. bilgiler – Sa’d İbni Ebî Vakkas) hicret: göç; Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye göçü hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y) Hira Dağı: (bk. bilgiler) ihbar-ı gaybî: gayb âleminden gelen haberler (bk. ğ-y-b) istikbal: gelecek zaman mânevî tevatür: yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi (bk. ḥ-d-s̱)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (bk. ḥ-m-d) nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması Necâşî: (bk. bilgiler) nev’: çeşit, tür ordu-yu İslâm: İslâm ordusu (bk. s-l-m) Osman: (bk. bilgiler – Osman (r.a.)) saadet-i dareyn: dünya ve âhiret mutluluğu şems-i hakikat: hakikat güneşi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) tenezzül etmek: inmek, alçalmak (bk. n-z-l) Uhud Dağı: (bk. bilgiler) umur-u gaybiye: gaybî, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b) zîrüzeber: alt üst, darma dağınık
ALTINCI NÜKTELİ İŞARET
Nakl-i sahih-i kat’î ile, Hazret-i Fatıma’ya (r.anha)ferman etmiş ki:
اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتِى لُحُوقًابىِ (1)
deyip, “Âl-i Beytimden, herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin” diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.
Ümmü Haram niyaz etmiş: “Dua ediniz, ben de onlarla beraber olayım.” Ferman etmiş: “Beraber olacaksın.” Kırk sene sonra, zevci olan Ubâde ibni Sâmit refakatiyle Kıbrıs’ın fethine gitmiş; Kıbrıs’ta vefat edip, mezarı ziyaretgâh olmuş. Haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, ferman etmiş ki:
يَخْرُجُ مِنْ ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ 4
Yani, “Sakif kabilesinden biri dâvâ-yı nübüvvet edecek ve biri hunhar zalim zuhur edecek” deyip, nübüvvet dâvâ eden meşhur Muhtar’ı ve yüz bin adam öldüren Haccac-ı Zalim’i haber vermiş.
Âl-i Beyt: Peygamber Efendimizin ailesi ve onun neslinden gelenler dâvâ: iddia (bk. d-a-v) dâvâ-yı nübüvvet: peygamberlik dâvâsı, iddiası (bk. r-s-l) Ebû Zer: (bk. bilgiler – Ebu Zerr-i Gifârî) Enes ibni Mâlik: (bk. bilgiler) ferman: etmek, buyurmak Haccac-ı Zalim: (bk. bilgiler) hane: ev Hazret-i Fatıma: (bk. bilgiler – Fatıma (r.a.))
hunhar: kan döken iltihak etmek: katılmak Kıbrıs: (bk. bilgiler) Medine: (bk. bilgiler) Muhtar: (bk. bilgiler) nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması nefyedilme: sürgün edilme, gönderilme niyaz: yalvarma, yakarma nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
refakat: arkadaşlık, beraberlik (bk. r-f-ḳ) sahrâ: çöl Sakif kabilesi: (bk. bilgiler) Ubâde ibni Sâmit: (bk. bilgiler) Ümm-ü Haram: (bk. bilgiler) zevc: eş, koca ziyaretgâh: ziyaret yeri zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
deyip, İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.
“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinden birisi fırka-i nâciyedir. ‘Onlar kimdir?’ dediler. Buyurdu ki: Bana ve Ashabıma tâbi olanlardır.”
Ebu Davud, Sünnet: 1; İbni Mâce, Fiten: 17; Tirmizî, Îmân: 18; Müsned, 2:232, 3:120, 148; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:679.
Dipnot-5
“Kaderiye fırkası, bu ümmetin mecûsîleridir.” 4:150; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:85; Ebu Davud, Sünnet: 5; Süyûti, el-Fethu’l-Kebîr, 3:23; Müsned, 2:86, 125, 5:406.
Ebu Hanife: (bk. bilgiler – İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe) Ehl-i Sünnet ve Cemaat: (bk. bilgiler emsalsiz: benzersiz, eşsiz (bk. m-s̱-l) evliya: velîler, Allah’ın sevgili kulları (bk. v-l-y) ferman etmek: buyurmak fırka: grup (bk. f-r-ḳ) fırka-i nâciye-i kâmile: kurtuluşa eren kâmil cemaat, topluluk; Ehl-i Sünnet ve Cemaat (bk. f-r-ḳ; n-c-v; k-m-l)
Hazret-i Sultan Mehmed Fatih: (bk. bilgiler – Fatih Sultan Mehmet) İmam-ı Şâfiî: (bk. bilgiler) inkısam: bölünme, kısımlara ayrılma İran: (bk. bilgiler – Fars) kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r) Kaderiye: (bk. bilgiler) nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
Râfızî: (bk. bilgiler – Rafızîlik) suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r) taife: grup, topluluk ulema: âlimler (bk. a-l-m) zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş: “Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle—hâşâ—’ibnullah’ dediler. (1) Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir.”
لَهُمْ نَبْزٌ يُقَالُ لَهُمُ الرَّافِضَةُ (2)
demiş. “Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.”
Eğer denilse: “Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şialar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?”
Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.
Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.
İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu
“Onların bir lâkabı vardır ki, onlara Râfizî denir.” Müsned, 1:103.
adâvet: düşmanlık Âl-i Beyt: Peygamber Efendimizin ailesi ve onun neslinden gelenler Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i muhabbet: muhabbet edenler, sevgi besleyenler (bk. ḥ-b-b) ehl-i sekir: İlâhî bir tecelli ile kendinden geçme hâli Emevîler: (bk. bilgiler) fart-ı muhabbet: aşırı sevgi, ifrat derecesinde sevme (bk. ḥ-b-b) fazilet: üstünlük, güzel ahlâk, erdem (bk. f-ḍ-l) hadd-i meşru: meşrû sınır, helâl daire hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil Havâric: (bk. bilgiler – Hâricîler) Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler – İsâ (a.s.))
helâket: mahvolma, yok olma hususan: özellikle Hz. Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.)) Hz. Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.)) ibnullah: Allah’ın oğlu ifrat: aşırılık ifrât-ı adavet: aşırı derecede düşmanlık besleme ifrât-ı muhabbet: aşırı derecede sevgi besleme (bk. ḥ-b-b) iktiza etmek: gerektirmek (bk. ḳ-ḍ-y) İmam-ı Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r) işaret-i Nebeviye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber vermesi, işaret etmesi (bk. n-b-e) kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l) mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna (bk. a-n-y) mânâ-yı ismî: bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)
meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a) müfrit: ifrat eden, aşırıya giden muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması nam: ad Nâsibe: Hâricîler Nasrânî: Hıristiyan nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) Râfızî: (bk. bilgiler – Rafızîlik) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) Şîa: (bk. bilgiler) tecavüz: sınırı aşmak, ileri gitmek (bk. c-v-z) zemm: kötüleme, kınama ziyadeleştirmek: fazlalaştırmak, artırmak
sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.
İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir.
deyip, “Ne vakit (2) size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dahilî olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar” haber vermiş. Otuz sene sonra haber verdiği gibi çıkmış.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, ferman etmiş ki:
وَتُفْتَحُ خَيْبَرُ عَلٰى يَدَىْ عَلِىٍّ (3)
deyip, “Hayber Kal’asının fethi Ali’nin eliyle olacak.” Me’mulün pek fevkinde, ikinci gün bir mu’cize-i Nebeviye olarak, Hayber Kal’asının kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış. Sekiz kuvvetli adam o kapıyı yerden kaldıramamış. Bir rivayette, kırk adam kaldıramamış. (4)
“Müslümanlardan aynı dâvâya sahip iki büyük topluluk birbiriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.” Müslim, Fiten: 4; İbni Hibban, Sahih, 8:259; Ali el-Karî, Şerhu’ş-Şifâ, 1:704; el-Elbânî, Sahihü’l-Câmî, 6:174, no. 7294.
adâvet: düşmanlık Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) dahilî: içe dönük Fars: (bk. bilgiler) ferman etmek: buyurmak fethetmek: açmak fevkinde: üstünde fitne: bozgunculuk, ara bozma hasâret: zarar, ziyan Hayber Kal’ası: Hayber Kalesi (bk. bilgiler – Hayber) Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık: (bk. bilgiler – Ebu Bekir (r.a.))
Hazret-i Ömer: (bk. bilgiler – Ömer (r.a.)) ifrat: aşırılık iktiza etme: gerektirme (bk. ḳ-ḍ-y) işaret-i Nebeviye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber vermesi, işaret etmesi (bk. n-b-e) istimal: kullanma me’mul: umulan, ümit edilen menfi: olumsuz mu’cize-i Nebeviye: Peygamberimizin mu’cizesi (bk. a-c-z; n-b-e) Muaviye: (bk. bilgiler) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) musallat: sataşma muvaffak olmak: başarılı olmak nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) sebeb-i hasâret: zarar verme, kaybettirme sebebi (bk. s-b-b) şerir: şerliler, kötüler Sıffin: (bk. bilgiler) teberrî etmek: uzaklaşmak zemm: kötüleme, kınama ziyade: çok, fazla
diye, “Bâği bir taife Ammâr’ı katledecek.” Sonra, Sıffin harbinde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye’nin taraftarları bâği olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr ibnü’l-Âs dedi: “Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.”
kaldıkça içinizde fitneler zuhur etmez.” Haber vermiş; öyle de olmuş.
Hem Süheyl ibni Amr daha imana gelmeden esir olmuş. Hazret-i Ömer Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma demiş ki: “İzin ver, ben bunun dişlerini çekeceğim. Çünkü o fesahatiyle küffâr-ı Kureyş’i harbimize teşvik ediyordu.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki:
vefatı hengâmında olan dehşet-engiz ve sabır-sûz hâdisede, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık nasıl ki Medine-i Münevverede kemâl-i metanetle herkese teselli verip mühim bir hutbe ile Sahabeleri teskin etmiş; aynen onun gibi, şu Süheyl, o hengâmda, Mekke-i Mükerremede, aynı Ebu Bekri’s-Sıddık gibi Sahabeye teskin ve teselli verip, malûm fesahatiyle Ebu Bekri’s-Sıddık’ın aynı hutbesinin meâlinde bir nutuk söylemiş. Hattâ iki hutbenin kelimeleri birbirine benzer.
diye, “Kisrânın iki bileziğini giyeceksin.” Hazret-i Ömer zamanında Kisrâ mahvedildi; ziynetleri ve şahane bilezikleri geldi, Hazret-i Ömer Sürâka’ya giydirdi. Dedi:
Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:703, el-Askalânî, el-İsâbe, no. 3115.
Ammâr: (bk. bilgiler – Ammar (r.a.)) Amr ibnü’l-Âs: (bk. bilgiler) bâği: âsi, zâlim dehşet-engiz: dehşetli, korkunç Ebu Bekri’s-Sıddık: (bk. bilgiler – Ebu Bekir (r.a.)) ferman etmek: buyurmak fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ) fitne: bozgunculuk, ara bozma Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Hazret-i Ömer: (bk. bilgiler – Ömer (r.a.)) hengâm: zaman, ân
hüccet: delil, kanıt kemâl-i metanet: tam bir sabır ve dayanıklılık, sarsılmazlık Kisrâ: (bk. bilgiler) küffâr-ı Kureyş: Kureyş kâfirleri, müşrikleri (bk. k-f-r) malûm: bilinen (bk. a-l-m) Medine-i Münevvere: (bk. bilgiler – Medine) Mekke-i Mükerreme: (bk. bilgiler – Mekke) Muaviye: (bk. bilgiler) nutuk: konuşma Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
sabır-sûz: sabır taşıran (bk. ṣ-b-r) Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar Sıffîn: (bk. bilgiler) Süheyl ibni Amr: (bk. bilgiler) Sürâka: (bk. bilgiler) taife: grup, topluluk teskin: yatıştırma, sakinleştirme (bk. s-k-n) tevil: yorum umum: bütün, hepsi ziynet: süs (bk. z-y-n) zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
diye, “Kisrâ-yı Fars gittikten sonra daha kisrâ çıkmayacak.” Haber vermiş; hem öyle olmuş.
Hem Kisrâ elçisine demiş: “Şimdi Kisrânın oğlu Şirviye Perviz, Kisrâyı öldürdü.” (3) O elçi tahkik etmiş; aynı vakitte öyle olmuş. O da İslâm olmuş. Bazı ehâdiste o elçinin adı Firuz’dur.
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, Hâtıb ibni Ebî Beltea’nın, gizli Kureyş’e gönderdiği mektubu haber vermiş. Hazret-i Ali ile Mikdad’ı göndermiş, “Filân mevkide bir şahısta şöyle bir mektup var; alınız, getiriniz.” Gittiler, aynı yerden aynı mektubu getirdiler. Hâtıb’ı celb etti. “Neden yaptın?” demiş; o da özür beyan etmiş, özrünü kabul etmiş. 4
Hem, nakl-i sahih ile, Utbe ibni Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki:
يَاْكُلُهُ كَلْبُ اللهِ (5)
diye, Utbe’nin âkıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın hem bedduasını, hem haberini tasdik etmiş.
Hem, nakl-i sahih ile, feth-i Mekke vaktinde, Hazret-i Bilâl-i Habeşî Kâbe damına çıkıp ezan okumuş. Rüesa-yı Kureyş’ten Ebu Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular. Attab dedi: “Pederim Esid bahtiyardı ki bugünü görmedi.” Hâris dedi ki: “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?” Hazret-i Bilâl-i Habeşîyi tezyif etti. Ebu Süfyan
Dipnot-1
“Bu iki bileziği Kisrâ’dan alıp Sürâka’ya giydiren Allah’a hamd olsun.”
“Allah’ın bir iti onu yiyecek.” el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:139; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:664.
âkıbet-i fecia: feci son, kötü son Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Attab ibni Esid: (bk. bilgiler) bahtiyar: talihli, mutlu beddua: kötü dua beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) celb etme: çekme Ebu Süfyan: (bk. bilgiler) ehâdîs: hadisler; Peygamber Efendimizin mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)
ferman etmek: buyurmak feth-i Mekke: Mekke’nin fethi Firuz: (bk. bilgiler) Hâris ibni Hişam: (bk. bilgiler) Hâtıb ibni Ebî Beltea: (bk. bilgiler) Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Hazret-i Bilâl-i Habeşî: (bk. bilgiler – Bilâl-i Habeşî (r.a.)) ihbâr-ı Nebevi: Peygamberimizin haber vermesi (bk. n-b-e) Kâbe: (bk. bilgiler) kisrâ: eskiden İran hükümdarlarına verilen isim Kisrâ-yı Fars: (bk. bilgiler – Kisrâ) Mikdad: (bk. bilgiler – Mikdad bin Esed)
nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması rüesa-yı Kureyş: Kureyş reisleri, Kureyş’in önde gelenleri Şirviye Perviz: (bk. bilgiler) tahkik: doğruluğunu araştırma (bk. ḥ-ḳ-ḳ) tasdik: doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ) tezyif: küçük düşürme, alaya alma Utbe ibni Ebî Leheb: (bk. bilgiler) Yemen: (bk. bilgiler)
dedi: “Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha’nın taşları ona haber verecek, o bilecek.” Hakikaten, bir parça sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Hâris şehadet getirdiler, Müslüman oldular. 1
İşte, ey biçare mülhid! Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı tanımayan kalbsiz adam! Bak, Kureyş’in iki muannid büyükleri, birtek ihbar-ı gaybî ile imana geldiler. Ne kadar kalbin bozulmuş ki, mânevî tevatürle, bu ihbar-ı gaybî gibi binler mu’cizâtı işitiyorsun, yine kanaat-i tammen gelmiyor. Her ne ise, sadede dönüyoruz.
Hem, nakl-i sahih ile, Gazve-i Bedir’de, Hazret-i Abbas Sahabelerin eline esir düştüğü vakitte, fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: “Param yok.” Hazret-i Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki: “Zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filân yere bırakmışsın. “Hazret-i Abbas tasdik edip, “İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.” O vakit kemâl-i imanı kazanıp İslâm olmuş. (2)
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve Sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filân kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz.” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu. (3)
Hem, nakl-i sahih ile, Ebu Hüreyre ve Huzeyfe gibi mühim zâtlar bulunduğu bir heyette Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş ki:
acip: hayrette bırakan Attab: (bk. bilgiler – Attab ibni Esid) Batha: Mekke-i Mükerreme’de iki dağ arasında bulunan bir dere biçare: çaresiz Ebu Hüreyre: (bk. bilgiler) ferman: emir, buyruk fidye-i necat: kurtuluş fidyesi (bk. n-c-v) Gazve-i Bedir: (bk. bilgiler) harfiyen: aynen, hiçbir değişiklik yapmadan Hâris: (bk. bilgiler – Hâris ibni Hişam) Hazret-i Abbas: (bk. bilgiler – Abbas (r.a.)) Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.)) Heyet: topluluk hiffet: hafiflik, rahatlık Huzeyfe: (bk. bilgiler – Huzeyfe (r.a.)) ihbar-ı gaybî: gayb âleminden, bilinmeyenden haber verme (bk. ğ-y-b)
kanaat-i tamme: tam ve kesin kanaat, inanma kemâl-i iman: tam ve mükemmel bir iman (bk. k-m-l; e-m-n) Kureyş: (bk. bilgiler) Lebid-i Yahudi: (bk. bilgiler) mânevî tevatür: yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi (bk. ḥ-d-s̱) mu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z) muannid: inatçı, inanmamakta ısrar eden müessir: tesirli, etkili
mülhid: dinsiz, inkârcı muzır: zararlı nakl-i sahih-i: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması rencide etmek: incitmek, kırmak Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) saded: asıl konu, esas mânâ Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar sâhir: sihirbaz şehadet getirme: Kelime-i Şehadet getirip İslâm dinine girme (bk. ş-h-d) tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ) Ümmü Fadl: (bk. bilgiler) zevce: eş, hanım
diye, birinin irtidadıyla müthiş âkıbetini haber vermiş. Ebu Hüreyre dedi: “O heyetten, ben bir adamla ikimiz kaldık. Ben korktum. Sonra öteki adam Yemâme Harbinde Müseylime tarafında bulunup mürted olarak katledildi.” (2) İhbar-ı Nebevînin hakikati çıktı.
Hem, nakl-i sahih ile, Umeyr ve Safvan Müslüman olmadan evvel, mühim bir mala mukàbil, Peygamberin (a.s.m.) katline karar verip, Umeyr ise Peygamberin (a.s.m.) katlini niyet ederek Medine’ye gelmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Umeyr’i gördü, yanına çağırdı, dedi: “Safvan ile maceranız budur.” Elini Umeyr’in göğsüne koydu; Umeyr “Evet” dedi, Müslüman oldu. (3)
Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbârât-ı gaybiye vuku bulmuş. Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadîsiyede zikredilmiştir ve senetleriyle beyan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın ekseri, tevatür-ü mânevî hükmünde kat’îdir, yakinîdirler. Başta Buharî ve Müslim—ki, Kur’ân’dan sonra en sahih kitap olduklarını ehl-i tahkik kabul etmiş—ve sair Sahih-i Tirmizî, Neseî ve Ebu Davud ve Müstedrekü’l-Hâkim ve Müsned-i Ahmed ibni Hanbel ve Delâil-i Beyhakî gibi kitaplarda an’anesiyle beyan edilmiştir.
Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) akıllı bir adamdı” deyip geçme. Çünkü şu umur-u gaybiyeye dair ihbârât-ı sadıka-i Ahmediye (a.s.m.) iki şıktan hâli değil: Ya diyeceksin ki, o zât-ı kudsîde öyle keskin bir
Dipnot-1
“Birinizin dişi, Cehennemde Uhud Dağından daha büyük olacaktır.”
an’ane: hadis aktarımında Peygamber Efendimize (a.s.m.) varıncaya kadar “filandan, o da filandan” şeklinde oluşan isim listesi beyan: açıklama, izah (bk. b-y-n) Buharî: (bk. bilgiler) Delâil-i Beyhakî: (bk. bilgiler – Beyhakî) Ebu Davud: (bk. bilgiler) Ebu Hüreyre: (bk. bilgiler) ehl-i tahkik: gerçeği delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâli: uzak heyet: topluluk ihbâr-ı Nebevi: Peygamberimizin haber vermesi (bk. n-b-e) ihbârât-ı gaybiye: gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler (bk. ğ-y-b) ihbarât-ı sâdıka-i Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dosdoğru haber vermeleri (bk. r-s-l; s-d-ḳ) irtidad: dinden dönme, dinden çıkma kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadîsiye: altı büyük güvenilir ve sağlam hadis kitabı; Sahih-i Buhari, Sahîh-i Müslim, İbn-i Mâce, Ebû Davud, Tirmizî ve Neseî (bk. k-t-b; ḥ-d-s̱)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (bk. ḥ-m-d) mülhid-i bîhuş: sersem mülhid, akılsız inkârcı mürted: Müslüman olduğu halde dinden dönen, dinden çıkan Müseylime: (bk. bilgiler – Müseylimetü’l-Kezzâb) Müslim: (bk. bilgiler) Müsned-i Ahmed ibni Hanbel: (bk. bilgiler – İmam-ı Ahmed ibni Hanbel) Müstedrekü’l-Hâkim: (bk. bilgiler – Hâkim) nakl-i sahih: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması Neseî: (bk. bilgiler – Nesâî) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) risale: mektup, küçük çaplı kitap (bk. r-s-l) Safvan: (bk. bilgiler – Safvan bin Ümeyye) sahih: doğru, güvenilir (bk. ḥ-d-s̱) Sahih-i Tirmizî: (bk. bilgiler – Tirmizî)
senet: Peygamber Efendimizden (a.s.m.) bir hadisi aktaranlardan oluşan isim listesi (bk. s-n-d) tevatür-ü mânevî/mânevî tevatür: yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması veya aktarılırken susmak suretiyle doğruluğunu tasdik etmesi (bk. ḥ-d-s̱) Umeyr: (bk. bilgiler – Umeyr bin Vehb) umur-u gaybiye: gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b) vakıât: olaylar vuku: gerçekleşme, meydana gelme yakinî: şüphe edilmeyecek derece kesinlik (bk. y-ḳ-n) Yemâme Harbi: (bk. bilgiler – Yemame Savaşı) zât-ı kudsî: mukaddes zât; Hz. Muhammed (bk. ḳ-ḍ-s) zikredilmek: belirtilmek, anlatılmak
nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temâşâ eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlık-ı Âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i âzamdır. Veyahut inanacaksın ki, o zât-ı mübarek, öyle bir Zâtın memuru ve şakirdidir ki, herşey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün envâ-ı kâinat ve bütün zamanlar Onun taht-ı emrindedir. Defter-i kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, öyle ders verir.
Hem, nakl-i sahih ile, Hazret-i Halid’i, harp için Düvmetü’l-Cendel reisi olan Ükeydir’e gönderdiği vakit ferman etmiş ki:
اِنَّكَ تَجِدُهُ يَصِيدُ الْبَقَرَ (1)
diye, bakar-ı vahşî avında bulacağını, kavgasız esir edileceğini ihbar etmiş. Hazret-i Halid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, getirmiş.
Hem, nakl-i sahih ile, Kureyş, Benî Hâşimî aleyhinde yazdıkları ve Kâbenin sakfına astıkları sahife hakkında ferman etmiş ki: “Kurtlar yazılarınızı yemiş; yalnız sahifedeki esmâ-i İlâhiyeye ilişmemişler.” Haber vermiş. Sonra sahifeye bakmışlar; aynen öyle olmuş. (2)
Hem, nakl-i sahih ile, “Beytü’l-Makdisin fethinde büyük bir tâun çıkacak” ferman etmişti. Hazret-i Ömer zamanında Beytü’l-Makdis fetholundu. Ve öyle bir tâun çıktı ki, üç günde yetmiş bin vefiyat oldu. (3)
Hem, nakl-i sahih ile, o zamanda vücudu olmayan Basra (4) ve Bağdat’ın vücuda
Bağdat: (bk. bilgiler) bakar-ı vahşî: vahşî, yabanî öküz Basra: (bk. bilgiler) Benî Hâşimî: Haşimoğulları (bk. bilgiler) beşer: insan Beytü’l-Makdis: Mescid-i Aksa, Kudüs’teki meşhur mukaddes mâbed (bk. ḳ-d-s) defter-i kebir: büyük defter (bk. k-b-r) dehâ: olağanüstü zekâ Düvmetü’l-Cendel: (bk. bilgiler) envâ-ı kâinat: var olan şeylerin türleri, varlıkların çeşitleri (bk. k-v-n) esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h) etraf-ı âlem: âlemin her tarafı (bk. a-l-m) ferman etmek: buyurmak feth: açma garb: batı Hâlık-ı Âlem: âlemin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m)
Hazret-i Hâlid: (bk. bilgiler – Halid ibni Velid (r.a.)) Hazret-i Ömer: (bk. bilgiler – Ömer (r.a.)) ihbar: haber verme Kâbe: (bk. bilgiler) Kureyş: kökü Hz. İbrahim’e dayanan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in mensup olduğu meşhur arap kabilesi (bk. bilgiler) mâzi: geçmiş mevhibe: ihsan, hediye (bk. v-h-b) mu’cize-i âzam: büyük mu’cize (bk. a-c-z; a-ẓ-m) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) müstakbel: gelecek nakl-i sahih: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
nazar: bakış, görüş (bk. n-ẓ-r) sakf: çatı, tavan şakirt: talebe, öğrenci şark: doğu taht-ı emrinde: emri altında (bk. e-m-r) tasarruf: kullanım (bk. ṣ-r-f) tâun: veba, bulaşıcı ve ölümcül hastalık temâşâ etme: seyretme Ükeydir: (bk. bilgiler – Ükeydir b. Abdülmelik) umum: bütün Üstad-ı Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve bütün ilimlerin öğreticisi olan Allah (bk. e-z-l) vefiyat: vefatlar, ölümler vücûd: varlık (bk. v-c-d) zât-ı mübarek: mübarek, hayırlı, zât; Hz. Muhammed (bk. b-r-k)
geleceklerini ve Bağdad’a dünya hazinelerinin gireceğini (1) ve Türkler (2) ve Bahr-i Hazar etrafındaki milletlerle Araplar muharebe edeceklerini ve sonra onlar çoklukla İslâmiyete girecek, Araplara, Araplar içinde hâkim olacaklarını haber vermiş. Demiş ki:
“İçinizde Arap olmayan milletlerin çoğalacağı günler yakındır. Onlar sizin gelirlerinizi ve herşeyinizi gözünüz önünde yiyecekler ve ensenize vuracaklar.”
Bağdat: (bk. bilgiler) Bahr-i Hazar: (bk. bilgiler – Hazar Denizi) Emeviye: (bk. bilgiler – Emevîler) ferman etmek: buyurmak fesad: bozgunculuk gazve-i meşhure-i Hendek: meşhur Hendek Savaşı (bk. bilgiler – Gazve-i Hendek)
hâkim: hükmeden, idaresi altında tutan (bk. ḥ-k-m) irtidat: dinden dönme muharebe: savaş, harp nakl-i sahih: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
şerir: şer işleyen, kötülük yapan, fesatçı Velid: (bk. bilgiler) vuku bulmak: meydana gelmek Yemâme: (bk. bilgiler) Yezid: (bk. bilgiler) Zeyd ibni Sûhan: (bk. bilgiler)
vermiş. Bir zaman sonra, Nihavend harbinde bir eli kesilmiş. Demek, en evvel o el şehid olup mânen Cennete gitmiş.
İşte, bütün bahsettiğimiz umur-u gaybiye, on kısım envâ-ı mu’cizâtından birtek nevidir. O nev’in on kısmından bir kısmını söylemedik. Şimdi, bu kısımla beraber, i’câz-ı Kur’ân’a dair Yirmi Beşinci Sözde, gayet geniş ihbar-ı gayb nev’inin, dört nev’ini icmâlen beyan etmişiz. İşte buradaki nev’i ile beraber, Kur’ân’ın lisanıyla gaybdan haber verilen o dört büyük nev’i beraber düşün. Gör ki, ne kadar kat’î, şüphesiz, parlak, kuvvetli, kavî bir burhan-ı risalettir ki, bütün bütün kalbi, aklı bozulmayan, elbette iman edecek ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, Hâlık-ı Külli Şey ve Allâmü’l-Guyûb olan bir Zât-ı Zülcelâlin resulüdür ve Ondan haber alıyor.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Allâmü’l-Guyûb: gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah (bk. a-l-m; ğ-y-b) asr-ı sıdk: doğruluk asrı, sadakat dönemi (bk. ṣ-d-ḳ) bereket-i taam: yemekteki bereket (bk. b-r-k) beyan: açıklama, izah (bk. b-y-n) burhan-ı risalet: elçilik, peygamberlik delili (bk. r-s-l) cemaat-i kesire: büyük ve kalabalık topluluk (bk. c-m-a; k-s̱-r) ekser: pekçok (bk. ṣ-f-y) envâ-ı mu’cizât: mu’cizelerin türleri (bk. a-c-z) gayb: bilinmeyen ve görünmeyen âlem (bk. ğ-y-b) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakperest: doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l) i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)
icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l) ihbar-ı gayb: gayb âleminden gelen haberler (bk. ğ-y-b) kat’î: kesin kavî: kuvvetli, güçlü lisan: dil mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mu’cizât: mu’cizeler; Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z) mu’cizât-ı Nebeviye: Peygamberimizin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e) mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m) müteaddit: çeşitli, birçok (bk. a-d-d) muteber: itibar edilen, geçerli (bk. a-b-r) mütevatir: yalanda birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların birbirinden ve ilk topluluğun da Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktardığı haber (bk. ḥ-d-s̱) nevi: çeşit, tür Nihavend harbi: (bk. bilgiler – Nihavend Savaşı)
nükte: ince ve derin mânâ resul: elçi, peygamber (bk. r-s-l) sâ’: genelde tahıl ve yiyeceklerde kullanılan yaklaşık olarak 3 kg ağırlığında ölçü birimi sadık: doğru sözlü (bk. ṣ-d-ḳ) Sahabe: Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle gören ve onun yolundan giden Müslümanlar sahih: sağlam ve doğru sükût: susmak, sessiz kalmak suret: biçim, şekil (bk. ṣ-v-r) taam: gıda, yiyecek tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ) tasdik: doğrulama, onay (bk. ṣ-d-ḳ) tekzip: yalanlama umur-u gaybiye: gaybî, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b) vuku bulmak: olmak, meydana gelmek zât-ı Ahmediye: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in zâtı, kişiliği (bk. ḥ-m-d) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve azamet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
KAYNAKÇA
Risale-i Nur Külliyatından, Mektubat, Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016.
Risale-i Nur Külliyatından, Lemalar, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti, 2012.
Hikâye, Kıssa, Meal ve TefsirKavramları Çerçevesinde
Hz. Yusuf (A.S.)’ı AnlatanYusuf Suresi
EV ÖDEVİ
1 – Aşağıda verilen “Hikâye, Kıssa, Meal ve Tefsir” Kavramlarının anlamlarını okuyunuz.
Hikâye(hikâ:ye), Arapça ḥikāye 1. isim Bir olayın sözlü veya yazılı olarak anlatılması. 2. isim, edebiyat Gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü, öykü.
Kıssa: isim, eskimiş, Arapça ḳiṣṣa Ders çıkarılması gereken anlatı, olay.
Meal:(mea:li), Arapça meʾāl 1. isim, eskimiş Anlam, kavram, mefhum.
Tefsir: (tefsi:ri), Arapça tefsīr 3. isim, din bilgisi Kur’an’ın surelerini açıklayarak görüşler ileri sürme ve bunları yazma, yorumlama. 4. … yorumlama bilimi. 5. isim, din bilgisi Kur’an’ın surelerini açıklayan eser.
2 – Aşağıda verilen Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve Hz. Yusuf (A.S.)’ı anlatan Yusuf Suresi’nin ayetlerinin önce sadece mealini okuyunuz. Ayet meallerini okuduktan sonra sizde oluşan duygu ve düşüncelerinizi metnin sonunda verilen ilgili bölüme yazınız.
3 – Sonra metnin bu sefer hem ayet meallerini hem de tefsirini okuyunuz. Sizde gelişen duygu ve düşüncelerinizi ilgili bölüme yazınız.
4 – Metinden çıkarılabilecek dersleri kısaca ilgili bölüme yazınız.
5 – Metinle ilgili duygu ve düşüncelerinizi sınıfta arkadaşlarınızla paylaşınız.
6 – Daha sonra müsait olduğunuz bir zamanda Hz. Yusuf (A.S.) dizisini izleyiniz. Okuduğunuz metinle uyumlu mu? Düşününüz.
Yûsuf Sûresi
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla
Nüzûl
Mushaftaki sıralamada on ikinci, iniş sırasına göre elli üçüncü sûredir. Hûd sûresinden sonra, Hicr sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur.
Yahudilerin telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e, “İsrâiloğulları Mısır’a niçin gittiler?” şeklindeki sorusuna cevap olarak veya müslümanların Resûlullah’tan bir kıssa anlatmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmiştir.
Ancak Muhammed b. İshak’a göre sûrenin nüzûl sebebi, kavmi tarafından zulme uğramış olan Hz. Peygamber’i teselli etmektir (Elmalılı, IV, 2841). Kavminin baskıları ve işkenceleri karşısında Resûl-i Ekrem ve arkadaşları bunalmışlardı; bu bunalımdan bir çıkış yolu arıyorlardı. Böyle sıkıntılı bir anda bu sûrenin inmesi, müslümanlara bir teselli ve müjde olmuştur. Zira kıssanın kahramanı olan Hz. Yûsuf da Filistin’de kardeşlerinin bazı kötülüklerine mâruz kalmıştı. Fakat sonunda o, Mısır’da devlet yönetiminde söz sahibi oldu, kardeşleri de bu devletin yönetiminde görevlendirildiler.
Bu sûrede anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşlarına, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf’a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin onlara da verileceğini ve Kureyşliler’in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir.
Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine’ye göç etmiş olan Resûlullah sekiz sene sonra Mekke’yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber Kureyşliler’e, Hz. Yûsuf’un Mısır’da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söylemiş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir” (İbn Sa‘d, Tabakāt, II, 142). “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” (İbn Kesîr, es-Sîre, III, 570).
Muhtevasına ve işaret ettiği konulara bakıldığında sûrenin, hicretin arifesinde meydana gelen olaylar esnasında, yani Kureyş’in Hz. Peygamber’i öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını tasarladığı sırada ve bir defada inmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Adı/Ayet Sayısı
Sûre adını 4. âyetten itibaren 101. âyetin sonuna kadar kıssası anlatılan Yûsuf aleyhisselâmdan almıştır.
Konusu
İlk üç âyette bu sûredeki âyetlerin Kur’an-ı Kerîm’in âyetleri olduğu, Kur’an’ın Arap diliyle indirildiği ve bu sûrede kıssaların en güzelinin anlatılacağı bildirilmektedir.
Bundan sonra 101. âyete kadar Hz. Yûsuf’un kıssası anlatılmıştır. Kıssada Hz. Yûsuf’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması, onu kuyudan çıkaran kafile tarafından Mısır’da köle olarak satılması, bir iftira sonucu cezaevine girmesi, Mısır kralının gördüğü rüyayı yorumlaması neticesinde cezaevinden çıkarılıp maliyeden sorumlu yüksek düzeyde yöneticiliğe getirilmesi, uzun süreli bir ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle tekrar buluşması gibi konular ele alınmıştır.
Daha sonraki âyetlerde ise müminlere müjde ve öğütler verilmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’deki kıssalar bazı hikmetlere dayanmaktadır. Özellikle peygamberlerin kıssaları, alınması gereken ibretlerle doludur. Nitekim bu sûrenin son âyetinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” Hz. Yûsuf’un kıssası hakkında da şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler vardır” (Yûsuf 12/7).
Meal
Elif-lâm-râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. ﴾1﴿
Tefsir
Bazı sûrelerin başında bulunan “elif-lâm-râ” gibi harflere “hurûf-ı mukattaa” denmektedir (bilgi için bk. Bakara 2/1).
Yüce Allah, indirilen bu âyetlerin gelişigüzel söylenmiş sözler değil, gerçekleri açıklayan ve ebedî bir mûcize olan ilâhî kitabın âyetleri olduğunu, dolayısıyla bu kitaba şanına yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır.
Meal
Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik. ﴾2﴿
Tefsir
Bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur’an’ın Arabistan’da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile ilgili sebepleri vardır. Her şeyden önce Arap yarımadası eski dünyayı meydana getiren, bugün de insanlığın büyük bir bölümünü barındıran Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı merkezî bir yerde ve dünya ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır.
Kur’an’ın nâzil olduğu zamanda bu bölge komşu illerde yer alan siyasî güçlerin iktisadî ve siyasî menfaatlerini doğrudan ilgilendiren bir konumdaydı. Bu siyasî güçlerin aksiyon ve reaksiyonlarının toplandığı bir merkezde yer alan Arap toplumu bu kıtalarda yaşayan insanları ve bunların yaşayışlarını tanıma imkânına sahipti.
Arap toplumu çölde yaşadığı için, müreffeh bir hayat tarzından uzaktı. Tehlikeli işlere atılma ve değerlerin müdafaasında sabırla direnme gibi vasıflara sahip bulunuyordu. Asırlar boyunca dillerinin safiyetini korudukları gibi belirtilen nitelik ve enerjilerini de muhafaza etmişlerdi. Kabileler arasında uzun süre devam etmiş olan iç savaşlar, onlara atılganlık vb. meziyetler kazandırmıştı.
Ayrıca ticaretle uğraşan bir toplum olmaları sebebiyle hareket kabiliyetine ve uzun süreli seyahatlere katlanma gibi hususiyetlere sahip bulunuyorlardı. Bu sayede Araplar ticaret yaptıkları ülkelerin örf ve âdetlerini, hususiyetlerini, kanunlarını öğrenmişlerdi; kısaca İslâm’ı buralara ulaştırmak için gereken tecrübeye sahip bulunuyorlardı.
Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın (İbrâhim 14/4).
Şüphe yok ki Kur’an’ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar’a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir (Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/138; Sebe’ 34/28; ayrıca bk. Ra‘d 13/37).
Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi.
Ayrıca Kur’an yalnız Araplar’ın kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslâm’ı birinci kaynağından öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesi zorunludur. Ancak bu çeviriler insan çabasının ürünleri, dolayısıyla az veya çok kusurlu olup Kur’an’ın orijinal metni yerine konamaz. (bilgi için bk. Zümer 39/28).
Meal
Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki daha önce sen bunlardan habersiz idin. ﴾3﴿
Tefsir
“En güzel kıssa” diye çevirdiğimiz ahsenü’l-kasas tamlamasındaki kasas kelimesi sözlükte “bir şeyin izini sürmek” anlamına gelmektedir; isim olarak, “anlatılan haber” demektir. Kur’an’da daha çok bu mânada kullanılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kss” md.). Bu mânada kıssa ile eş anlamlı olup her ikisinin de çoğulu kısastır.
Edebiyatta hayalî kıssalar olduğu gibi gerçek kıssalar da vardır. Hz. Yûsuf’un kıssası yaşanmış bir olaydır. Bir taraftan tasavvuf ve edebiyatta mecazi aşk denilen ve tabii bir gerçeklik olan beşerî sevgiyi, diğer taraftan bu tür sevgilerin insanı kötülüğe saptırmasına engel olacak güç ve içtenlikteki iman ve iffetin yüceliğini anlatan bu sûre, âyette “ahsenü’l-kasas” olarak nitelendirilmiştir.
Kıssada aynı zamanda baba-oğul, Ya‘kūb aleyhisselâm ile Yûsuf’un hasret, ıstırap ve üzüntüleri canlı bir şekilde dile getirilmektedir. Ahsenü’l-kasas tamlamasını “en güzel üslûp” şeklinde anlayanlar da vardır (Zemahşerî, II, 300-301; Râzî, XVIII, 85; Esed, II, 454-455). Buna göre cümlenin meâli şöyle olur: “Biz, bu Kur’an’ı sana en güzel bir üslûpla anlatıyoruz.”
Âyette, Hz. Peygamber’in, Yûsuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muhammed’in hak peygamber, Kur’an’ın da mûcize olduğunu gösterir. Zira okur yazar olmayan, yabancı dil bilmeyen ve İsrâiloğulları’nın Mısır’a gitmeleriyle ilgili yeterli bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, çok zaman olayların detayına kadar inen böyle mükemmel bir kıssayı ortaya koyması mümkün değildir.
İbrânîce’de “Allah’ın güçlü kıldığı” mânasına gelen İsrâil kelimesi, Ya‘kūb peygamberin lakabıdır. Soyundan gelenlere de “İsrâiloğulları” denilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes araştırmacılarından nakledildiğine göre Ya‘kūb Filistin’de yaşıyordu ve on iki oğlu vardı. Yûsuf on birinci oğluydu. Mısır’da köle olarak satılmış, bir süre kölelik, oldukça uzun bir süre de hapis hayatı yaşadıktan sonra Mısır’da önemli bir üst düzey yöneticiliğe getirildi. Daha sonra babası ve kardeşlerini de Mısır’a götürdü. Böylece İsrâiloğulları Mısır’a yerleştiler. Hz. Mûsâ’nın zamanında ve onun liderliğinde tekrar Filistin’e dönmüşlerdir (İsrâil ve İsrâiloğulları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40, 132; Nisâ 4/153-161).
Meal
Hani Yûsuf babasına, “Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı” demişti. ﴾4﴿
Babası, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” ﴾5﴿
“İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz Rabbin hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” ﴾6﴿
Tefsir
Yûsuf aleyhisselâmın soy kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya‘kub, babası İshak, babası İbrâhim aleyhisselâm. Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrâhim’in dördüncü kuşaktan torunudur. Ya‘kub ile eşi Rahel’den (İslâmî kaynaklarda Rahîl) dünyaya gelmiştir. Resûlullah buyurmuşlardır ki: “İnsanların en şereflisi, Allah’ın peygamberi Yûsuf’tur; o, Allah’ın peygamberinin oğludur; o da Allah’ın peygamberinin oğludur; o da Allah’ın dostunun (halîl) oğludur” (Buhârî, “Tefsîr”, 12/2).
Rüya, “görmek” mânasına gelen rü’yet masdarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir.Türkçe’de buna “düş” denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp, aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder.
Râzî’ye göre yüce Allah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfûzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır, levh-i mahfûzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal aleminde kendine özgü izler bırakır (XVIII, 135). Bu izler hayalin ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfûzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur (levh-i mahfûz hakkında bilgi için bk. Bürûc 85/22).
Gazzalî, levh-i mahfûz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfûz ile kalp arasındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfûzdaki bazı bilgiler kalbe yansır; hayal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, insan uyandığında ancak hayalindeki sembolleri hatırlar (İhyâ, IV, 504-505). İşte rüyayı yorumlayıp işaret ettiği perde arkasındaki gerçekleri göstermeye “rüya tabiri” (yorumu) denilmektedir (ayrıca bk. Yûsuf 12/44).
Psikanalizin kurucusu Freud’a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya ise arzuların tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esnasında ortaya çıkar (Umay Günay, s. 104). “İnsanın yaşama kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da “libido” denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki kuralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzuların akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu uyaranlarından, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır” (bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Rüya”, İFAV Ans., IV, 29).
İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir:
a) Sadık rüya. Kaynağı ilâhî olan ikaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu haber vermiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 2-4). Sadık rüya gören kimse, bu vesileyle Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb olaylarını meydana gelmeden önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki bazı şeyleri insanların normal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu duruma, “rüya yoluyla keşif” denilmektedir. Freud aşkın alanla ilgilenmediği için bu tür rüyadan da söz etmemiştir.
b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hâtıraların, arzuların hayalde canlanmasından ibarettir.
c) İnsan ruhunun gizli bir dış tesirden (şeytan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 3).
Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan, aşkın kaynağı olmayan karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir (bk. Yûsuf 12/44; Elmalılı, IV, 2865)
Hz. Yûsuf’un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi, Yûsuf’un şanının yüceliğini de gösterir. Yûsuf’un rüyası, yüce Allah’ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir.
Nitekim Hz. Peygamber’e de vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3). Yûsuf’un gördüğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya‘kub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri olduğu takdirde Yûsuf’u kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bu sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır.
Hz. Yûsuf’un rüyada gördüğü güneş, babası Ya‘kub; ay, annesi Rahel; yıldızlar ise on bir kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi (Şevkânî, III, 9).
6. âyette “rüyada görülenlerin yorumu” diye çevirdiğimiz te’vîlü’l-ehâdîs tamlamasındaki te’vîl kelimesi terim olarak, “lafzı zâhirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” mânasına gelir. Burada te’vil terimi, “tabir etmek” ile eş anlamlı olarak, “rüyadaki sembolleri yorumlayıp delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak” anlamında kullanılmıştır.
Ehâdîs kelimesi ise “olay” ve “haber” anlamlarına gelen hadîsin çoğuludur. Birinci anlama göre cümle, “Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek” mânasına, ikinci anlama göre ise “Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek” mânasına gelir.
Bu anlamdan hareketle cümleyi, “Allah sana kendi kitaplarının ve peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek” şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek sûretiyle cümlenin mânasını daha kapsamlı olarak değerlendirmek de mümkündür.
Buna göre cümle, Hz. Yûsuf’a rüyaları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin verileceğini de ifade eder.
Anlaşıldığı kadarıyla Yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş olmasıdır. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lutfunu tamamlamıştır.
Ataları Hz. İbrâhim ve İshak’a peygamberlik vererek onları en büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya‘kub’un soyundan da birçok peygamber ve hükümdar göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulaşamayacakları bir şerefe ulaştırmıştır (Mâide 5/20).
Meal
Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde (hakikati arayıp) soranlar için ibretler vardır. ﴾7﴿
Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamız açık bir yanılgı içindedir.” ﴾8﴿
Tefsir
Yüce Allah Hz. Yûsuf ile kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler için birçok ibret bulunduğuna dikkat çekmiştir.
Yûsuf’un, bu âyette geçen kardeşinden maksat, kendisinden küçük olan ana-baba bir öz kardeşi Bünyâmin’dir (Şevkânî, III, 9).
Gelecekte peygamberlikle görevlendirilecek olan Hz. Yûsuf, dürüstlük ve üstün karakteri sebebiyle babasının dikkatini çekmiş ve sevgisini kazanmıştır. Bünyâmin’i de en küçük çocuğu olması sebebiyle çok seviyordu.
Hz. Ya‘kūb’un bu en küçük iki oğluna karşı farklı bir sevgi göstermesi, diğer oğullarının haset duygularını iyice kamçılamıştı. Bu yüzden babalarının bir yanılgı içinde olduğunu ileri sürdüler.
8. âyette “Bizim sayımız daha çok” diye çevirdiğimiz cümle içindeki usbe kelimesi “10-40 kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat” anlamına gelmektedir (İbn Âşûr, XII, 222). Hz.
Ya‘kūb’un oğulları, aynı babanın çocukları olmalarına rağmen Yûsuf’la Bünyâmin’in anaları ayrı olduğu için, “Yûsuf ile öz kardeşi” şeklinde ifade etmişlerdir (Râzî, XVIII, 92).
Meal
“Yûsuf’u öldürün veya onu bir yere atın ki babanız sadece size yönelsin. Ondan sonra (tövbe edip) salih kimseler olursunuz.” ﴾9﴿
Onlardan bir sözcü, “Yûsuf’u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine bırakın ki geçen kervanlardan biri onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın” dedi. ﴾10﴿
Tefsir
Kabaran kıskançlık duyguları, kardeşlik şefkat ve merhamet duygularını o derece örtmüştü ki kardeşlerini öldürmek veya başka bir şekilde ortadan kaldırmak için karar almada tereddüt göstermediler. Böylece çarpık bir mantıkla, kardeşlerini ortadan kaldırdıktan sonra tövbe edip iyi kimseler olacaklarını ve babalarının teveccühünün sadece kendilerine kalacağını sanıyorlardı.
İçlerinden biri vicdanının sesini bastıramadı ve Yûsuf’un öldürülmemesini istedi; ama onu babasından uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakılmasını tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yûsuf’u alıp götüreceğini, böylece onu babasından uzaklaştırmış olacaklarını söyledi. Rivayete göre bu fikri ileri süren, Hz. Ya‘kūb’un en büyük oğlu Rûbîl’dir (Taberî, XII, 155-156; Tevrat’ta Ruben şeklinde geçer). Bu görüş uygun bulundu, uygulamak üzere babalarına geldiler.
Meal
Babalarına şöyle dediler: “Ey babamız! Yûsuf hakkında bize neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini isteyen kişileriz.” ﴾11﴿
“Yarın onu bizimle beraber gönder de gezip oynasın. Şüphesiz biz onu koruruz.”﴾12﴿
Babaları “Doğrusu onu götürmeniz beni üzer, siz ondan habersiz iken onu kurt yer diye korkuyorum.” ﴾13﴿
Onlar da, “Andolsun biz kuvvetli bir topluluk iken onu kurt yerse (o takdirde) biz gerçekten hüsrana uğramış oluruz” dediler. ﴾14﴿
Tefsir
“Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?” şeklindeki sorularından anlaşılıyor ki kardeşleri daha önce de Yûsuf’un kendileriyle beraber kıra çıkmasını istemişler fakat, babaları bu konuda onlara güvenmediği için buna izin vermemişti. Ya‘kūb aleyhisselâm aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hissettirmeme nezaketini göstermiş, gerekçe olarak, onlar farkında olmadan Yûsuf’u kurtların kapıp yiyebileceğinden korktuğunu ifade etmiştir.
Meal
Yûsuf’u götürüp kuyunun dibine bırakmaya karar verdikleri zaman biz de O’na, “Andolsun, (senin Yûsuf olduğunun) farkında değillerken onların bu işlerini sen kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik. ﴾15﴿
Tefsir
Kardeşleri, Yûsuf’u koruyacaklarına dair babalarına güvence verince Hz. Ya‘kūb, Yûsuf’u onlarla birlikte gönderdi. Kardeşleri onu kuyuya atmaya oy birliği ile karar verdiler ve kararı hemen uyguladılar.
Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yûsuf’a yapılan vahiyle ilgili olarak iki görüş vardır:
☼a) Hz. Yûsuf’a peygamberlik daha o zamandan verilmiştir. Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz. Yûsuf kardeşlerinin kendisine yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir (âyet 89).
☼b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara Kur’an-ı Kerîm’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır (Râzî, XVIII, 99).
“Ey babamız! Biz yarışa girmiştik. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. (Bir de ne görelim) O’nu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın” dediler. ﴾17﴿
Bir de üzerine, sahte bir kan bulaştırılmış gömleğini getirdiler. Yakub dedi ki: “Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürükledi. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.” ﴾18﴿
Tefsir
Kardeşleri, Hz. Yûsuf’un gömleğini, kestikleri bir hayvanın kanına bulayarak akşam üzeri babalarına getirdiler ve kendileri yarış yaparken onu bir kurdun yediğini ağlayarak söylediler.
Rivayete göre bu acı haberi alan Hz. Ya‘kūb, çok üzüldü ve gömleği alıp yüzüne sürerek dedi ki:
“Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş fakat sırtındaki gömleği yırtmamış!” (Taberî, XII, 164).
Ya‘kūb bu sözleriyle oğullarının söylediklerine inanmadığını ifade etmek istemiştir.
Nitekim oğullarına, “Hayır! Nefsiniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş” diyerek bu kanaatini belirtmiştir.
Meal
Bir kervan gelmiş sucularını suya göndermişlerdi. Sucu kovasını kuyuya salınca “Müjde! Müjde, İşte bir oğlan!” dedi. O’nu alıp bir ticaret malı olarak sakladılar. Oysa Allah, onların yaptıklarını biliyordu. ﴾19﴿
Tefsir
Konunun akışından anlaşıldığına göre Yûsuf’un atıldığı kuyu, ticaret kervanlarının geçtiği yol üzerinde bulunuyordu. Nitekim 10. âyette geçen, “Onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” cümlesi de bunu açıkça gösterir. Yûsuf’un kuyudaki durumuna bakıldığında, kuyunun kuraklık sebebiyle suyunun çekilmiş olduğu ve onun burada hayatını etkilemeyecek kadar kısa bir süre kaldığı anlaşılmaktadır.
“Onu bir ticaret malı olarak sakladılar” cümlesindeki saklayanların kimler olduğu hakkında farklı iki görüş vardır:
☼a) Onu saklayanlar, su almaya gelenlerdir. Onu kervandaki diğer arkadaşlarından saklamışlar ve el altından değersiz bir bedelle satmışlardır.
☼b) Kardeşleri Yûsuf’un kendi kardeşleri olduğunu saklamışlardır. Yani onu kuyuya attıktan sonra gitmemişler, o yörede beklemişler, kervanın sucuları Yûsuf’u çıkardığında onun kendi köleleri olduğunu iddia etmişler, Yûsuf da korkusundan ses çıkaramamış, böylece onu köle olarak kervanın adamlarına düşük bir bedelle satmışlardır (Râzî, XVIII, 106).
Kanaatimizce Hz. Yûsuf’u bir ticaret malı olarak saklayanlar kardeşleri değil, kuyudan onu çıkaran kervancı ile yanındaki arkadaşlarıdır. Zira kardeşleri onu kuyuya attıktan sonra gömleğini kana bulayıp babalarının yanına dönmüşlerdi.
Meal
O’nu ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Zaten ona değer vermiyorlardı. ﴾20﴿
Tefsir
(Mısır’da) onu yok pahasına, birkaç dirheme sattılar. Zaten ona pek değer vermemişlerdi.
Meal
O’nu satın alan Mısırlı kişi hanımına dedi ki: “Ona iyi bak. Belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz.” İşte böylece biz Yûsuf’u o yere (Mısır’a) yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğretelim diye böyle yaptık. Allah işinde galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler. ﴾21﴿
Tefsir
Yüce Allah’ın yardımı ve himayesi sayesinde Hz. Yûsuf tehlikelerden kurtularak Mısır’ın ileri gelen devlet adamlarından birinin evine köle olarak yerleşti. Bazı kaynaklarda onu satın alan şahsın, Mısır kralının maliye nâzırı veya Mısır (Menfîs) şehrinin valisi ve muhafız askerlerin kumandanı Potifar olduğu bildirilmektedir (Tekvîn, 37/36, 39/1; İbn Âşûr, XII, 245).
Kur’an bu zatı ismiyle değil, “el-azîz” unvanıyla anar (Yûsuf 12/30, 51). İleride yüksek bir makama getirilecek olan Hz. Yûsuf da aynı unvanla anılacaktır (Yûsuf 12/78). Bu durum, “el-azîz” sıfatının Mısır’da yüksek bir resmî unvan olduğunu ifade eder. “el-Azîz” kelimesinin sözlük anlamı da “kudretli ve itibarlı kimse” demektir. Hz. Yûsuf, bu üst düzey yöneticinin hizmetinde kaldığı süre zarfında devlet yönetimiyle ilgili bilgi ve deneyimini geliştirmiştir.
Aziz’in, Hz. Yûsuf hakkında karısına söylediklerine bakılırsa, onu gördüğü andan itibaren zekâ ve kabiliyetini sezdiği ve onun gelecekte büyük işler yapabileceği kanaatine vardığı anlaşılır. Bu sebeple ona köle muamelesi değil, evlât muamelesi yapmıştır.
Kaynakların bildirdiğine göre Aziz’in karısının adı Zelîha veya Züleyha’dır. Yahudiler ona Raîl derler (Kurtubî, IX, 158; İbn Kesîr, IV, 306; İbn Âşûr, XII, 245; Ömer Faruk Harman, “Yûsuf”, İFAV Ans., IV, 507).
“... ve bunu olayların yorumunu öğretelim diye de yaptık” meâlindeki cümle, Hz. Yûsuf’un devlet yönetimine ait konularda eğitimden geçirildiğine işaret eder. En azından imkânları bol, görgülü ve kültürlü bir ortamda kalmakla devlet yönetimine ait bilgi ve deneyimi artmış, siyasi ve idari birikim kazanmıştır.
Meal
Olgunluk çağına erişince O’na hikmet ve ilim verdik. İşte biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız. ﴾22﴿
Tefsir
Meâlinde “olgunluk çağı” diye tercüme ettiğimiz eşüd kelimesi sözlükte “güç ve kuvvet” anlamına gelir. Âyette kişinin en fazla güçlü olduğu çağı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu çağın 18, 20, 33, 40. yaşlar olduğuna dair farklı görüşler vardır (Zemahşerî, II, 310; Şevkânî, III, 19).
Hz. Yûsuf’a verilen “hikmet ve ilim”, “sağlıklı muhakeme, yönetme ve yargılama yeteneği”, özellikle “rüyaları yorumlama bilgisi” şeklinde açıklanmıştır. Nitekim Hz. Yûsuf’un, “Ey Rabbim! Bana iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin” (Yûsuf 12/101) meâlindeki duasında buna işaret vardır.
Meal
Evinde bulunduğu kadın (gönlünü ona kaptırıp) ondan arzuladığı şeyi elde etmek istedi ve kapıları kilitleyerek “Haydi gelsene!” dedi. O ise, “Allah’a sığınırım, çünkü o (kocan) benim efendimdir, bana iyi baktı. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” dedi. ﴾23﴿
Tefsir
Yûsuf’un köle olarak bulunduğu evin hanımı Zelîha ona âşık oldu ve onunla birlikte olmak için planlarını hazırladı. Eşinin evde bulunmadığı bir sırada kapıları kilitledi ve “haydi gel!” diyerek kendisini ona teslim etmeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak kadının bu tutkusuna karşılık Yûsuf, iradesine ve duygularına hâkim oldu, müstakbel peygambere yakışır şekilde cevap verdi ve Allah’ın haram kıldığı bir şeyi yapmayacağını bildirerek teklifi reddetti.
“O, benim velinimetimdir, bana güzel davrandı” meâlindeki ifadeden Yûsuf’un bu çirkin fiili Allah korkusundan değil de efendisine karşı saygısızlık olur, endişesiyle yapmadığı anlaşılmamalıdır. Zira o, önce Allah’a sığındığını ifade etmiş, sonra da ev sahibinin kendisinin efendisi olduğunu, dolayısıyla ona karşı da böyle bir ihanette bulunamayacağını, zalimlerin (nankörlerin) iflah olmayacaklarını söylemiştir. Bunu izleyen âyette de kadın ona meylettiği halde onun, Allah’tan gelen bir ilham sayesinde kadına meyletmekten korunduğu bildirilmiştir.
Meal
Andolsun kadın ona (göz koyup) istek duymuştu. Eğer Rabbinin delilini görmemiş olsaydı Yûsuf da ona istek duyacaktı. Biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzaklaştırmak için işte böyle yaptık. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı. ﴾24﴿
Tefsir
“İşaret ve ikaz” olarak çevrilen burhân hakkında çeşitli görüş ve rivayetler olmakla birlikte (Zemahşerî, II, 312) bunun, Allah’tan gelen bir ilham olduğu kanaati ağır basmaktadır.
Buna göre kadının tahrikleri karşısında Yûsuf’ta ona yaklaşma arzu ve isteği doğmuş, ancak Allah’tan gelen bir ilham sayesinde bu çirkin işin haram olduğunu hatırlamış ve kadına yaklaşmamıştır.
Âyetin akışı da Yûsuf’un bu fiilden korunmuş olduğunu göstermektedir. Bu olay, peygamberlerin peygamberlik öncesinde de büyük günah işlemekten korunmuş olduklarını savunan görüşü destekler.
Meal
İkisi de kapıya koştular. Kadın Yûsuf’un gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında hanımın efendisine rastladılar. Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası, ancak zindana atılmak veya can yakıcı bir azaptır.” ﴾25﴿
Tefsir
Bundan sonra Yûsuf, Zelîha’nın kilitlemiş olduğu kapıları açarak dışarı çıkmak istedi. Onu dışarı bırakmak istemeyen Zelîha, arkadan gömleğinden tutup çekerek gömleği yırttı. Kapıda kocasıyla karşılaştılar. Kölesiyle zina etmeyi göze alan Zelîha maksadına ulaşamadan böyle bir manzara ile karşılaşınca, durumunu kurtarmak için Yûsuf’a iftira etmekte bir sakınca görmedi, onun cezalandırılması gerektiğini söyledi.
Meal
Yûsuf, “O benden arzusunu elde etmek istedi” dedi. Kadının ailesinden bir şahit de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, O (Yûsuf) yalancılardandır.” ﴾26﴿
“Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir. O (Yûsuf) ise, doğru söyleyenlerdendir.” ﴾27﴿
Tefsir
Yûsuf’un kendisini savunması üzerine, kadının ailesinden olup kuvvetli ihtimalle Aziz ile birlikte eve gelmekte olan, tecrübeli bir kişi kanaatini şöyle ifade etti:
Mevdûdî bu zatın yargıç olma ihtimalinden söz eder (II, 454). Yargıç olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte âdil olduğu anlaşılmaktadır, zira kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış, adaletten ayrılmamıştır.
Meal
Kadının kocası Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağıdır. Şüphesiz sizin tuzağınız çok büyüktür.” ﴾28﴿
“Ey Yûsuf! Sen bundan sakın kimseye bahsetme. (Ey Kadın,) sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen günah işleyenlerdensin.” ﴾29﴿
Tefsir
Aziz, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, bunun kadının bir tuzağı olduğunu anladı ve kadınların tuzağının yaman olduğunu vurguladıktan sonra, Yûsuf’a olayı gizli tutmasını ve unutmasını, karısına da günahından tövbe etmesini emretti.
Aziz’in, “Sen de günahının affını dile; çünkü sen günahkârlardan oldun” meâlindeki ifadesi, Mısır halkının, putperest olmakla birlikte Allah inancına sahip olduklarını ve bu tür fiillerin günah kabul edildiğini göstermektedir.
Meal
Şehirde bir takım kadınlar, “Aziz’in karısı, (hizmetçisi olan) delikanlısından murad almak istemiş. Ona olan aşkı yüreğine işlemiş. Şüphesiz biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. ﴾30﴿
Kadın, bunların dedikodularını işitince haber gönderip onları çağırdı. (ziyafet düzenleyip) onlar için oturup yaslanacakları yer hazırladı. Her birine birer de bıçak verdi ve Yûsuf’a, “Çık karşılarına” dedi. Kadınlar Yûsuf’u görünce onu pek büyüttüler ve şaşkınlıkla ellerini kestiler. “Haşa! Allah için, bu bir insan değil, ancak şerefli bir melektir” dediler. ﴾31﴿
Bunun üzerine kadın onlara dedi ki: “İşte bu, beni hakkında kınadığınız kimsedir. Andolsun, ben ondan murad almak istedim. Fakat o iffetinden dolayı bundan kaçındı. Andolsun, eğer emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve zillete uğrayanlardan olacak.” ﴾32﴿
Tefsir
Olay Mısır’ın ileri gelenleri arasında duyulup yayılınca bir grup kadın Aziz’in karısının, kölesine âşık olmasını kınadılar ve “Yûsuf’un sevdası onun kalbine işlemiş!” dediler. Bunu duyan Zelîha kadınları evine davet etti. Misafirler için evini donattı ve yaslanıp oturacakları yerler hazırladı.
Davetliler gelince önlerine yemekler, meyveler ve bıçaklar koydu. Onlar meyveleri soyarken Yûsuf’a huzurlarına çıkmasını emretti. Yûsuf’un güzelliğine hayran kalan kadınlar, şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve onun insan değil, yüce bir melek olduğunu söylediler.
Zelîha, “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu. Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” dedi.
Burada dikkat çekici olan şudur:
Mısır’ın ileri gelenlerinin hanımları, Zelîha’nın zina gibi çirkin bir fiile teşebbüs etmesini kınamış olmalarına rağmen Zelîha, davet ettiği hanımlar içerisinde arzularını ve ahlâk dışı niyetlerini açıkça ilân etmekten çekinmemiştir. Nitekim ziyafet esnasında, kendisine âşık olduğu Yûsuf’u davetlilerin huzuruna çıkararak, böyle yakışıklı ve güzel bir köleye âşık olmanın, toplum değerleri açısından, kendisi için bir nakîsa olmadığını vurgulamak istemiştir.
Meal
Yûsuf, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi. ﴾33﴿
Tefsir
Yûsuf’un bu duasından Zelîha’nın davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır.
Ancak bütün bunların karşısında, sağlıklı ve yakışıklı bir delikanlı olan Yûsuf, iradesine hâkim olarak insanın hayatta karşılaşabileceği en zor imtihanlardan birini başarıyla sonuçlandırmıştır.
Böylece Kur’an’ın bu kıssayı anlatmasının en önemli sebeplerinden birinin Muhammed ümmetine, gençliğine, fiziksel özelliklerine ortamın tamamen elverişli olmasına, nefsinin de arzulamasına rağmen bu arzularına karşı koyup aklının, güçlü iradesinin ve değerlerine inancının gücüyle iffet ve ahlâkını koruyan bir erdemli genç insan modeli göstermek olduğu anlaşılıyor.
Meal
Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzaklarını ondan uzaklaştırdı. Şüphesiz ki o, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. ﴾34﴿
Tefsir
Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına düşürmedi. Şüphesiz O, çok iyi işiten, pek iyi bilendir.
Meal
Sonra onlar, Yûsuf’un suçsuzluğunu ortaya koyan delilleri gördükten sonra yine de mutlaka onu bir süre zindana atmayı uygun buldular. ﴾35﴿
Tefsir
Aziz’in ailesini temize çıkarıp zevâhiri kurtarmak ve olayı örtbas etmek, istediği anlaşılmaktadır. Ayrıca kadın da Yûsuf’un itaatsizliğini cezalandırmak istiyordu. Bu da suçu köleye yükleyerek onun belli bir süre hapse atılmasıyla mümkündü. Bu sebeple bütün delillerin Yûsuf’un günahsız, kadının ise suçlu olduğunu göstermesine rağmen Aziz ve arkadaşları, Yûsuf’un bir süre zindana atılmasını uygun gördüler.
Meal
Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girdi. Biri, “Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm” dedi. Diğeri, “Ben de rüyamda başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik yapanlardan görüyoruz” dedi. ﴾36﴿
Tefsir
Böylece Yûsuf zindana atıldı. Onunla birlikte biri kralın şarap sunucusu, diğeri ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha zindana girdi.
Tefsirlerdeki rivayetlere göre bu iki genç, Mısır’da kralı öldürmek isteyen kimselerin teşvikiyle onun ekmeğine ve şarabına zehir katmışlar, fakat biraz sonra birbirlerini jurnal ederek ekmekçi, şarapta zehir olduğunu; şarapçı da ekmekte zehir olduğunu krala haber vermiş, bunun üzerine her ikisi de hapse atılmışlardı (Şevkânî, III, 30).
Bunlardan biri düşünde şarap yapmak için üzüm sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını ve kuşun gelip o ekmekten yediğini görmüş, muhtemelen rüyalarını birbirlerine anlatmışlar, fakat yorumunu yapamamışlardı.
Bunun üzerine her ikisi de doğruluğuna, ilmine, yorumuna ve şahsiyetine güvendikleri Yûsuf’a gelip ondan rüyalarının yorumunu istediler.
Meal
Yûsuf dedi ki: “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkar eden bir milletin dinini bıraktım.” ﴾37﴿
“Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Bizim Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız (söz konusu) olamaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur, fakat insanların çoğu şükretmezler.” ﴾38﴿
Tefsir
Bu olay, Hz. Yûsuf’un risâletini tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zira bundan önce tebliğde bulunduğunu gösteren herhangi bir işaret yoktur.
Ona güvenen ve ondan rüyalarının yorumunu isteyen iki arkadaşına o, gayet nazik bir şekilde hitap ederek rüya yorumlama ilminin kehânet ve falcılık değil, Allah’ın, kendisine vahyettiği ilimlerden olduğunu bildirmiştir. Kendisinin Allah’a ve âhiret gününe inanmayan putperest Mısırlılar’ın dinine asla iltifat etmediğini, hak peygamber olan atalarının dinine mensup olduğunu ve bunların Allah’a ortak koşmalarının doğru olmadığını ifade etmiştir.
Mısırlılar o zaman putperest olup çeşitli tanrılara tapıyorlardı (İbn Âşûr, XII, 271); nitekim 39 ve 40. âyetler bunu ifade etmektedir.
Burada dikkat çeken bir husus da Hz. Yûsuf’un, “Size rızık olarak verilen yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim” diyerek yorum için bir vakit belirlemiş olmasıdır.
Bu ifadeden, zindandakilerin dış dünya ile ilişkilerinin kesildiği, güneşin hareketini dahi izleme imkânlarının bulunmadığı, dolayısıyla, vakti ancak yemek, uyku ve havalandırma gibi olaylarla bildikleri anlaşılmaktadır.
“Size rızık olarak verilen yemek gelmeden önce” ifadesini, mecaz olarak “olaylar başınıza gelmeden, rüyanız gerçekleşmeden önce” şeklinde anlamak da mümkündür.
Hz. Yûsuf’un, “Bu (rüya yorumlama ilmi) rabbimin bana öğrettiklerindendir” meâlindeki ifadesi yüce Allah’ın ona rüya yorumlamanın dışında da şer‘î ilimler, hikmet, iktisat vb. birçok ilmi öğretmiş olduğuna işaret eder. Nitekim 55. âyette krala hitaben söyledikleri de bu yorumu destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf, aynı zamanda İbrâhim, İshak ve Ya‘kub aleyhisselâmın kendisinin ataları olduğunu söyleyerek kimliğini de ilk defa açıklamış bulunmaktadır.
Ayrıca o, kendisinin Allah tarafından peygamber atalarına vahyedilen dini tebliğ etmek için seçilmiş olduğunu, dolayısıyla bir eğitim ve imtihan sürecinden geçtiğini biliyordu.
Meal
“Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı ilahlar mı daha iyidir, yoksa mutlak hakimiyet sahibi olan tek Allah mı?” ﴾39﴿
“Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlere (düzmece ilahlara) tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” ﴾40﴿
“Ey zindan arkadaşlarım! (Rüyanızın yorumuna gelince,) biriniz efendisine şarap sunacak, diğeri ise asılacak ve kuşlar başından yiyecektir. Yorumunu sorduğunuz iş böylece kesinleşmiştir.” ﴾41﴿
Tefsir
Rivayete göre o dönemde Mısırlılar’ın otuz dolayında tanrıları vardı; bunlar farklı tabiat kuvvetlerini veya bazı yıldızları temsil ediyorlardı (İbn Âşûr, XII, 276).
Bu âyetlerde Hz. Yûsuf, aklî deliller getirerek muhataplarına gerçek ve tek Allah’a inanmayı telkin etmektedir.
Ayrıca arkadaşlarının rüyalarını yorumlayarak birinin daha önce olduğu gibi efendisinin hizmetine gireceğini ve ona şarap sunacağını; diğerinin ise asılacağını, kafasını kuşların didikleyeceğini söylemiştir.
Meal
Yûsuf, onlardan kurtulacağını düşündüğü kişiye, “Efendinin yanında beni an”, dedi. Fakat şeytan O’nu efendisine hatırlatmayı unutturdu da bu yüzden o, birkaç yıl daha zindanda kaldı. ﴾42﴿
Tefsir
Bu arada Hz. Yûsuf, kurtulacağına inandığı gençten kendisinin suçsuz olduğunu ve haksız yere zindana atılmış bulunduğunu krala anlatmasını rica etti, fakat genç zindandan çıktıktan sonra Yûsuf’un ricasını unuttu. Böylece Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı.
“Fakat şeytan ona, efendisine Yûsuf’tan söz etmeyi unutturdu” meâlindeki cümle müfessirler tarafından iki farklı şekilde yorumlanmıştır:
☼a) Şeytan Hz. Yûsuf’a Allah’ı anmayı unutturdu. Böylece Yûsuf, zindan arkadaşından kendisinin suçsuz olduğunu krala hatırlatmasını rica etti de kurtuluşu Allah’tan dilemedi. Bundan dolayı Allah onu birkaç yıl daha zindanda tutarak cezalandırdı. Bu konuda rivayet edilen bir de hadis vardır. Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Yûsuf bu sözü söylememiş olsaydı, zindanda bu kadar uzun süre kalmazdı. Zira o kurtuluşu Allah’tan başkasından istedi” (Taberî, XII, 223). Gerek bu yorum gerekse delil olarak getirilen bu hadis, diğer müfessirler tarafından zayıf kabul edilmiştir (İbn Kesîr, IV, 317).
☼b) Şeytan, zindandan çıkan gence Hz. Yûsuf’un durumunu efendisi krala anlatmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı. Müfessirlerin birçoğu bu mânayı tercih etmişlerdir. Çünkü bir peygamberin gerektiğinde insanlardan yardım istemesi, kurtuluş yollarını araması Allah’ı unuttuğunu göstermez. 45. âyet de bu mânayı destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf’un zindanda kaldığı süre hakkında beş, yedi, on iki veya on dört yıl şeklinde farklı rivayetler vardır (Şevkânî, III, 34).
Meal
Kral, “Ben rüyamda yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, rüyamı bana yorumlayın” dedi. ﴾43﴿
Tefsir
Bu kralın, Sînâ yarımadası yoluyla gelip Mısır’ı istilâ ettikten sonra ülkede milâttan önce 1700’den 1580’e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri olduğu bildirilmektedir (bk. Ahmet Suphi Furat, “Yûsuf”, İA, XIII, 441).
Tarihçilerin bunları, “göçebe ülkelerin hükümdarları” veya “çoban krallar” diye isimlendirmiş olmaları bunların Mısır’ı istilâ etmeden önce henüz tam olarak yerleşik hayata geçmemiş olan Suriyeli Araplar oldukları ihtimalini kuvvetlendirir.
Bunların, İbrânî asıllı Hz. Yûsuf ile menşe yakınlığı ihtimali de vardır. Çünkü İbrânîler de daha önce Arabistan yarımadasından Mezopotamya’ya, sonra Suriye’ye göç eden bedevî kabilelerden birinin soyundan gelmektedir.
Kralın, Hz. Yûsuf’a güven duyması ve ailesine ülkesinde geniş imkân tanıması Mısır’da zaman içinde İsrâil asıllıların etnik ve kültürel bir toplum haline gelmesini sağlamıştır (Esed, II, 464-465; İbn Âşûr, XII, 280).
Hz. Mûsâ’nın zamanında ise Hiksoslar dönemi kapanmıştı, artık Mısır’ı Kıptî soyundan gelen Firavun yönetiyordu. Ülkesi için bir tehlike oluşturacağı endişesiyle İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını hayatta bırakıyordu (Bakara 2/49).
Meal
Dediler ki: “Bunlar karma karışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilmiyoruz.” ﴾44﴿
Tefsir
“Karmakarışık düşler” diye çevirdiğimiz edgāsü ahlâm tamlamasındaki edgās kelimesi “yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana gelen ot demetleri” anlamına gelir.
Ahlâm ise “uyku halinde görülen, anlamlı olmayan, ilham tarzındaki rüya gibi bilgi taşımayan düşler”dir. Dolayısıyla bunların bilgiye ulaşma sonucu veren bir yorumu yoktur.
Öyle anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ, zindanda çilesini dolduran Hz. Yûsuf’u buradan çıkarmak ve sabrının mükâfatını vermek istedi.
Dolayısıyla onun zindandan çıkmasını gerektirecek sebepleri hazırladı.
Kral gördüğü rüyadan etkilenip korktu. Bunun üzerine ülkesindeki rüya yorumcularını, üst mevkideki adamlarını (tapınak kâhinlerini) toplayıp, rüyayı onlara anlattı.
Fakat kâhinler rüyayı yorumlamaktan âciz kaldılar.
Meal
Zindandaki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zamandan sonra (Yûsuf’u) hatırladı ve, “Ben size onun yorumunu haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin” dedi. ﴾45﴿
(Zindana varınca), “Yûsuf! Ey doğru sözlü! Rüyada yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi, bir de yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak hakkında bize yorum yap. Ümid ederim ki (vereceğin bilgi ile) insanlara dönerim de onlar da (senin değerini) bilirler” dedi. ﴾46﴿
Tefsir
Yûsuf’un iki hapishane arkadaşından sağ kalan kişi, kâhinlerin, kralın rüyasını yorumlamaktan aciz kaldıklarını görünce, Hz. Yûsuf’u hatırladı ve gidip rüyayı ona yorumlatmak üzere izin istedi. İzin verilince, gitti, rüyayı Yûsuf’a anlattı ve ondan yorumunu aldı.
Rüya ileride meydana gelecek bolluk, kıtlık ve sıkıntılara işaret etmekteydi.
Meal
Yûsuf dedi ki: “Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın.” ﴾47﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, gelecekte Mısır’da etkili bir kıtlığın meydana geleceğini haber verdiği gibi, alınacak tedbirleri de anlattı.
Mısır’da yedi sene bolluk olacağını, bu süre zarfında her sene bolca hububat ekmelerini, kaldıracakları ürünlerden sadece yiyeceklerini ve tohumluklarını ayırıp kalanları başak halinde depolamalarını tavsiye etti.
Meal
“Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, saklayacağınız az bir miktar hariç bu yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.” ﴾48﴿
Tefsir
Bu bolluk yıllarından sonra yedi kıtlık yılı geleceğini, daha önce depo etmiş oldukları hububatı bu kıtlık yıllarında yiyeceklerini, az bir miktarını da tohum olarak kullanacaklarını söyledi.
Meal
“Sonra bunun ardından insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar.” ﴾49﴿
Tefsir
Bundan sonra yine bir bolluk yılı geleceğini, o yılda Allah tarafından insanlara yardım edileceğini, bolluk olacağını; halkın üzüm, hurma, zeytin ve susam gibi ürünleri sıkarak su ve yağlarından istifade edeceklerini haber verdi.
Kralın rüyasında bu bolluk yılına dair herhangi bir işaret yoktur. Hz. Yûsuf, Allah’ın verdiği bilgiye dayanarak bunu onlara müjdelemiştir. Bu olay rüyayı herkese değil, ehline yorumlatmanın gerekli olduğunu göstermektedir (rüya ve rüya yorumu için ayrıca bk. Yûsuf 12/4-6).
Meal
Kral, “Onu bana getirin” dedi. Elçi Yûsuf’a gelince (Yûsuf) dedi ki: “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların derdi ne idi, diye sor. Şüphesiz Rabbim onların hilesini hakkıyla bilendir.” ﴾50﴿
Tefsir
Yûsuf’un hapishane arkadaşı rüyanın yorumunu krala götürdü. Kral, yorumun rüyaya uygun olduğunu görünce sevindi ve bu yorumu yapanın akıllı, bilgili bir kimse olduğunu anladı. Yorumu bir de kendisinden dinlemek için onun huzura getirilmesini emretti.
Elçi gelip kralın isteğini Hz. Yûsuf’a iletti. Fakat Yûsuf, yüce Allah’tan gelen bir ilhamla kendisinin ileride yüksek bir makama geleceğini biliyordu; dolayısıyla zindandan hemen çıkmayıp üzerindeki töhmet ve şaibenin ortadan kalkmasını, iffet ve şahsiyetine sürülmüş olan lekenin temizlenmesini istedi.
Kendisinin haksız olarak zindana atılmış, mâsum ve günahsız biri olduğunun ortaya çıkmasını bekledi. Resûl-i Ekrem Hz. Yusuf’un zindanda çektiği çileyi anlatırken onun gösterdiği sabır ve olgunluk hakkında takdirkâr ifadeler kullanmıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 12/5).
Hz. Yûsuf burada peygambere yakışır bir nezaket ve örnek bir tavır da sergiledi. Şöyle ki, asıl zindana atılmasına sebep olan Aziz’in karısı olduğu halde velinimetinin şerefini korumak için, onun karısından hiç söz etmeden geçmişte yapılmış bir toplantıda ellerini kesmiş bulunan kadınların tutumunun tahkik edilerek olayın aydınlatılmasını istedi.
Meal
Kral kadınlara, “Yûsuf’tan murad almak istediğiniz zaman derdiniz ne idi?” dedi. Kadınlar, “Haşa! Allah için, biz onun bir kötülüğünü bilmiyoruz” dediler. Aziz’in karısı ise, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ondan ben murad almak istedim. Şüphesiz Yûsuf doğru söyleyenlerdendir” dedi. ﴾51﴿
Tefsir
Elçi Hz. Yûsuf’un isteklerini krala iletti. Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yûsuf’un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri gelenlerinin itibarını koruma uğruna haksızlığa göz yummuştu.
Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sorguya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günahsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısında Aziz’in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı.
Meal
(Yûsuf), “Benim böyle yapmam, Aziz’in; yokluğunda, benim kendisine hainlik etmediğimi ve Allah’ın, hainlerin tuzaklarını başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindi” dedi. ﴾52﴿
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. ﴾53﴿
Tefsir
Müfessirlerin çoğunluğu, bu âyetlerde geçen sözlerin Hz. Yûsuf’a ait olduğu görüşündedir (bk. Taberî, XII, 238, XIII, 2; Zemahşerî, II, 328; Begavî, II, 430).
Bununla birlikte bu sözlerin Aziz’in karısına ait olduğunu söyleyenler de vardır.
Onlara göre bu âyetler, bir önceki âyetin devamıdır.
Çünkü bu sözler kralın huzurunda kadınların sorguya çekildiği sırada söylenmiştir.
Halbuki o zaman Yûsuf zindanda bulunuyordu. Ayrıca bu âyetleri 51. âyetten ayıran herhangi bir karine de yoktur; dolayısıyla bu sözler kadına ait olmalıdır.
O bu sözleriyle Yûsuf’un gıyabında ona hıyanet etmediğini ve kendi nefsini de temize çıkarmak istemediğini ifade etmek istemiştir (İbn Kesîr, IV, 319 vd.; Reşîd Rıza, XII, 323; İbn Âşûr, XII, 292).
Kadın suçunu itiraf ettiğine göre, kalkıp bir de “O suçlu ama ben de büs-bütün temiz değilim” anlamında bir söz söylemesi çelişkili olacağından, kanaatimizce o sözleri Hz. Yûsuf söylemiş olmalıdır.
Meal
Kral, “Onu bana getirin, onu özel olarak yanıma alayım”, dedi. Onunla konuşunca dedi ki: “Şüphesiz bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir bir kişisin.” ﴾54﴿
Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. ﴾55﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf’un, kendi niteliklerini açıklayarak yöneticiden görev istemesi, herhangi bir alanda uzman olan kimsenin, umumun menfaati için yetkililerden görev istemesinin câiz olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’in, görev talebinde hırslı ve ısrarlı olmamak konusundaki uyarılarının amacı (Müslim, “İmâre”, 3/13-14), kamu görevine lâyık olanların bulunup tayin edilmesine teşviktir.
Meal
Böylece Yûsuf’a, dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkan ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. ﴾56﴿
Tefsir
Kral, Hz. Yûsuf hakkında edindiği bilgilerden onun yüksek karaktere sahip, ülke yönetiminde liyakatli biri olduğunu anladı ve tereddüt etmeksizin onu devletinde yüksek bir makama getirdi. Maliyenin yönetimini ona teslim etti ve tam yetki verdi.
Olaylar Yûsuf’un, kralın rüyasını yorumladığı gibi cereyan etti. Hz. Yûsuf, gereken tedbiri alarak bolluk yıllarında tarıma önem verdi, üretimi arttırdı, ihtiyaç fazlası ürünleri depoladı.
Nihayet kıtlık yılları geldi. Bu sefer depolanmış olan ürünleri yemeye ve ihraç etmeye başladılar. Çünkü kıtlık sadece Mısır’da değil, Kuzey Arabistan, Ürdün, Filistin ve Suriye’de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Ancak Hz. Yûsuf’un aldığı tedbirler sayesinde Mısır halkı kıtlık yıllarını rahatlıkla geçirdi, hatta erzak fazlasını ihraç etti. Her taraftan insanlar gelerek Mısır’dan erzak satın aldılar.
Hz. Ya‘kūb da Yûsuf’un öz kardeşi Bünyâmin hariç, diğer oğullarını erzak almak için Mısır’a gönderdi.
50-57. ayetler grubundan çıkan sonuca göre üretim, tasarruf ve ekonomi yönetiminin ehil ellerde olması iktisadın temel ilkelerindendir.
Meal
Elbette ki, ahiret mükâfatı, inananlar ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir. ﴾57﴿
Tefsir
İman edip de sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.
Meal
(Derken) Yûsuf’un kardeşleri çıkageldiler ve yanına girdiler. Yûsuf onları tanıdı, onlar ise Yûsuf’u tanımıyorlardı. ﴾58﴿
Tefsir
Uzun süren kuraklık ve kıtlık Ken‘ân bölgesini de etkiledi.
Dolayısıyla Hz. Yûsuf’un kardeşleri de erzak satın almak üzere Mısır’a, Hz. Yûsuf’un yanına geldiler. Ancak huzuruna çıktıklarında onu tanımadılar, Yûsuf ise onları tanıdı. Çünkü onu kuyuya attıkları zaman o çocuk yaştaydı.
Aradan geçen bu uzun süre, onlarda fazla bir değişiklik meydana getirmemişti. Buna karşılık Hz. Yûsuf, yaşı gereği fizikî yapısı değişmiş, yetişkin bir insan olmuştu.
Ayrıca onlar kuyuya attıkları kardeşlerinin bir gün böyle bir makama geleceğini düşünemezlerdi. Ancak kader tecelli etmiş, 15. âyette bildirilen ilâhî vaad gerçekleşmeye başlamıştı.
Meal
Yûsuf onların yüklerini hazırlatınca dedi ki: “Sizin baba bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir ağırlayanların en iyisiyim.” ﴾59﴿
“Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size verilecek tek ölçek (zahire) bile yoktur ve bir daha da bana yaklaşmayın.” ﴾60﴿
Tefsir
Buradan anlaşıldığına göre Hz. Yûsuf kardeşlerini misafir etti, onlara ikram ve iltifatta bulundu; bu esnada, gelenlerin dışında bir de baba-bir kardeşlerinin bulunduğunu ona anlattılar; yaşlı babaları ve küçük kardeşleri için de tahıl istediler.
Hz. Yûsuf, kardeşlerinin istediği tahılı verdi, yüklerini hazırlattı, kendilerini donattı ve tekrar geldiklerinde küçük kardeşlerini de getirmelerini istedi. Aksi halde yanlış beyanda bulunmuş olacakları için kendilerine tahıl vermeyeceğini bildirdi.
Meal
Dediler ki: “Onu babasından isteyeceğiz ve muhakkak bunu yaparız.” ﴾61﴿
Yûsuf adamlarına dedi ki: “Onların ödedikleri zahire bedellerini yüklerinin içine koyun. Umulur ki ailelerine varınca onu anlarlar da belki yine dönüp gelirler.” ﴾62﴿
Tefsir
Bünyâmin’i getireceklerine dair kardeşlerinden kesin söz alan Hz. Yûsuf, onların ödedikleri bedeli de yüklerinin içine koydurarak parasızlık yüzünden gelememeleri gibi bir mazereti de ortadan kaldırmış oluyordu.
Meal
Onlar, babalarına döndüklerinde, “Ey babamız! Bize artık zahire verilmeyecek. Kardeşimizi (Bünyamin’i) bizimle gönder ki zahire alalım. Onu biz elbette koruruz” dediler. ﴾63﴿
Tefsir
Babalarına döndüklerinde, “Ey babamız! Artık bize erzak verilmeyecek (çünkü kardeşimizi istiyorlar). Kardeşimizi bizimle beraber gönder de erzak alalım. Biz onu mutlaka koruyacağız” dediler.
Meal
Yakub onlara, “Onun hakkında size ancak, daha önce kardeşi hakkında güvendiğim kadar güvenebilirim! Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi. ﴾64﴿
Tefsir
Ya‘kūb dedi ki: “Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendiysem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! En iyi koruyucu Allah’tır. O, acıyanların en merhametlisidir.”
Meal
Yüklerini açıp zahire bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. “Ey babamız! Daha ne isteriz? İşte ödediğimiz bedeller de bize geri verilmiş. Onunla yine ailemize yiyecek getirir, kardeşimizi korur ve bir deve yükü zahire de fazladan alırız. Çünkü bu getirdiğimiz az bir zahiredir” dediler. ﴾65﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf’un kardeşleri ödedikleri bedelin kendilerine geri verildiğini görünce erzak için tekrar Mısır’a gitme arzuları daha da arttı. Kardeşleri Bünyâmin’i kendileriyle göndermesi için babalarına karşı biraz daha ısrarda bulundular ve onu koruyacaklarına dair söz verdiler.
Rivayete göre Hz. Yûsuf, bir kişiye bir deve yükünden fazla yiyecek vermiyordu. Onlara on deve yükü vermiş on birinciyi ise, kardeşleri Bünyâmin gelinceye kadar vermeyeceğini söylemişti.
Meal
Babaları, “Kuşatılıp çaresiz durumda kalmanız hariç, onu bana geri getireceğinize dair Allah adına sağlam bir söz vermedikçe, onu sizinle göndermeyeceğim” dedi. Ona güvencelerini verdiklerinde, “Allah söylediklerimize vekildir” dedi. ﴾66﴿
Tefsir
Ya‘kūb şöyle cevap verdi: “Aşılamaz engellerle kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Ona hepsi de kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” dedi.
Meal
Sonra da, “Ey oğullarım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben ona tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız ona tevekkül etsinler” dedi. ﴾67﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un oğullarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini emretmesi iki şekilde yorumlanmıştır:
☼a) Oğulları gösterişliydiler ve güzel giyinirlerdi. Hep birlikte aynı kapıdan girdikleri takdirde onlara göz değeceğinden korkmuş, dolayısıyla ayrı kapılardan girmelerini emretmiştir.
Göz değmesi olayının gerçek olup olmadığı konusu müfessirler tarafından tartışılmış olmakla birlikte, Hz. Peygamber’in, torunları Hasan ile Hüseyin’i kem gözlerden koruması için Allah’a dua ettiği rivayet edilmiştir (Buhârî, “Enbiyâ”, 10).
Yine Resûlullah’ın “Göz değmesi haktır; eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı göz değmesi kaderi geçerdi” dediği rivayet edilmiştir (Müslim, “Selâm”, 41-42; göz değmesi hakkında ayrıca bk. Kalem 68/51).
☼b) Hz.Ya‘kūb’un endişesi siyasîdir. Böyle görkemli, güçlü, kuvvetli insanların şehre toplu halde girmeleri gerek halkın gerekse kralın dikkatini çeker, neticede başlarına bir hal gelebilirdi (Râzî, XVIII, 172).
Meal
Babalarının emrettiği şekilde (ayrı kapılardan) girdiklerinde (bile) bu, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan uzaklaştıracak değildi. Sadece Yakub içindeki bir dileği ortaya koymuş oldu. Şüphesiz o, biz kendisine öğrettiğimiz için bilgi sahibidir. Fakat insanların çoğu bilmezler. ﴾68﴿
Tefsir
Allah’ın hükmü değişmez olsa bile, insanlar bunu bilemezler ve tedbir almakla yükümlüdürler.
Ayrıca tedbir insanı psikolojik olarak rahatlatır. İnsanların çoğu kader-tedbir ilişkisini bilmez, ama peygamberler bilirler; çünkü bunu onlara Allah öğretmiştir.
Meal
Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; o, kardeşi Bünyamin’i yanına bağrına bastı ve (gizlice) “Haberin olsun ben senin kardeşinim, artık onların yaptıklarına üzülme” dedi. ﴾69﴿
Tefsir
Rivayet edildiğine göre Hz. Yûsuf, kardeşlerine ziyafet verdi.
Onları sofraya ikişer ikişer oturttu. Bünyâmin tek kaldığına üzülünce Hz. Yûsuf onu kendi sofrasına aldı.
Yemekten sonra kardeşlerini ikişer ikişer evlere misafir verdi. Bünyâmin yine yalnız kalmıştı. Yûsuf, “Bunun eşi yok, o halde benim yanımda kalsın” dedi.
Böylece Bünyâmin onun yanında geceledi. Ona, “Ölen kardeşinin yerine beni kardeş olarak kabul eder misin?” diye sordu.
Bünyâmin, “Senin gibi bir kardeşi kim bulabilir?; fakat sen babam Ya‘kūb ile annem Rahel’den doğmadın” diye cevap verdi.
Hz. Yûsuf bunu işitince ağladı, kalkıp Bünyâmin’in boynuna sarıldı ve “Ben senin kardeşinim” dedi (Râzî, XVIII, 177).
Meal
Yûsuf onların yüklerini hazırlatırken su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra da bir çağırıcı şöyle seslendi: “Ey kervancılar! Siz hırsızsınız.” ﴾70﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, öz kardeşini yanında alıkoyabilmek için kralın su tasını Bünyâmin’in yükü içine koydurdu. Sonra da tası onların çaldığını ilân etti.
Meal
Yûsuf’un kardeşleri onlara dönerek, “Ne yitirdiniz?” dediler. ﴾71﴿
Tefsir
Kardeşleri onlara dönerek, “Ne arıyorsunuz?” dediler.
Meal
Onlar, “Hükümdar’ın su kabını yitirdik. Onu getirene bir deve yükü ödül var. Ben buna kefilim” dediler. ﴾72﴿
Tefsir
“Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var” diye cevap verdiler. (İçlerinden biri) “Ben bu söze kefilim” dedi.
Meal
Dediler ki: “Allah’a andolsun, siz de biliyorsunuz ki biz bu ülkede fesat çıkarmaya gelmedik, hırsız da değiliz.” ﴾73﴿
Tefsir
Onlar, “Allah’a andolsun ki bizim bu yerde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz, biz hırsız da değiliz” dediler.
Onlar da: “Cezası, su kabı kimin yükünde bulunursa o kimsenin kendisi(nin alıkonması) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız” dediler. ﴾75﴿
Tefsir
Mısır kanunlarına göre hırsızın kendisine el koymak mümkün olmadığı için, Hz. Yûsuf’un adamları, kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tesbit etmek ve bunu uygulamak istediler.
Meal
Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır. ﴾76﴿
Tefsir
Mısır kanunlarında hırsıza sopa vurulur ve çaldığı malın iki misli ödettirilirdi.
Hz. Ya‘kūb’un şeriatında ise hırsız yakalanarak çaldığı malın karşılığında mal sahibine hizmet ettirilirdi.
Hz. Yûsuf, işte bu kanundan yararlanıp kardeşi Bünyâmin’i alıkoymak istedi. Planını buna göre hazırladı; dikkat çekmemek için aramaya önce üvey kardeşlerinin yüklerinden başladı. Sonunda su kabını Bünyâmin’in yükünden bulup çıkardı. Dolayısıyla onu Mısır’da alıkoydu.
Meal
Dediler ki: “Eğer o çalmışsa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.” Yûsuf bunu içinde sakladı ve onlara belli etmedi. İçinden, “Siz kötü bir durumdasınız; anlattığınızı Allah çok daha iyi biliyor” dedi. ﴾77﴿
Tefsir
Rivayete göre Hz. Yûsuf’un halası onu çok severdi. Yûsuf büyüyünce halası onun kendi yanında kalmasını istedi. Ya‘kūb buna razı olmayınca halası, Hz. İbrâhim’den kendisine miras kalmış olan kuşağını Yûsuf’un beline bağladı. Sonra kuşağın kaybolduğunu söyledi. Kuşak arandı, Yûsuf’un üzerinde bulundu. Halası kanun gereği Yûsuf’u yanında alıkoydu.
İşte Yûsuf’un kardeşleri “Daha önce onun kardeşi de çalmıştı” derken bu duruma işaret etmek istemişlerdir.
Şevkânî uydurma olarak nitelediği bu rivayeti naklettikten sonra Kurtubî’nin yorumunu tercih etmiştir.
Buna göre Yûsuf’un kardeşleri –daha önce yaptıkları gibi– yalan söylemiş, iftirada bulunmuşlardır (III, 51-52).
Meal
Onlar, Yûsuf’a: “Ey güçlü vezir! Bunun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizden birini alıkoy. Şüphesiz biz senin iyilik edenlerden olduğunu görüyoruz” dediler. ﴾78﴿
Yûsuf, “Malımızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını tutmaktan Allah’a sığınırız. Şüphesiz biz o takdirde zulmetmiş oluruz” dedi. ﴾79﴿
Tefsir
Plandan haberdar olmayan kardeşleri, Bünyâmin’in ihtiyar babası olup onun için çok üzüleceğini söylediler ve yerine kendilerinden birini alıkoyup onu serbest bırakmasını Hz. Yûsuf’tan istediler.
Fakat Hz. Yûsuf, cezanın şahsîliği ilkesinden hareket etti ve suçlunun yerine başkasını cezalandırmanın haksızlık olduğunu, böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığındığını bildirdi.
Meal
Ondan ümitlerini kesince, kendi aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanızın Allah adına sizden söz aldığını, daha önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Artık babam bana izin verinceye veya Allah, hakkımda hükmedinceye kadar buradan asla ayrılmayacağım. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” ﴾80﴿
“Siz babanıza dönün ve deyin ki: “Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti, biz ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Sana söz verdiğimiz zaman) gaybı (oğlunun hırsızlık edeceğini) bilemezdik.” ﴾81﴿
“Bulunduğumuz kent halkına ve aralarında olduğumuz kervana da sor. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz.” ﴾82﴿
Tefsir
Kardeşlerin büyüklerinden maksat yaşça büyük olan Ruben mi yoksa akılca üstün olan Şem‘ûn (Şimeon) mu olduğu konusunda farklı rivayetler vardır. Taberî yaşça büyük olan Ruben’in kastedildiğini bildiren rivayetlerin daha isabetli olduğu kanaatindedir (bk. XIII, 33-34).
Hz. Yûsuf’un kararlı tutumu karşısında, ondan ümitlerini kesen kardeşleri, durumu kendi aralarında görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri Ruben, Bünyâmin hakkında babalarına verdikleri sözü, daha önce de Hz. Yûsuf’a yaptıklarını onlara hatırlattı. Yûsuf’un bu kardeşi, daha önce onu öldürmek isteyen kardeşlerine, onu kuyuya atmalarını teklif etmiş ve ölümden kurtarmıştı (âyet 10; Taberî, XII, 155-156).
Hz. Ya‘kūb’un oğulları, 81. âyetin son cümlesiyle, Bünyâmin’i koruyacaklarına dair babalarına söz verdikleri zaman onun hırsızlık suçundan dolayı Mısır’da alıkonulacağını bilemeyeceklerini ifade etmek istemişlerdi.
Meal
Yakup, “Nefisleriniz sizi bir iş yapmağa sürükledi. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” dedi. ﴾83﴿
Tefsir
Babaları şöyle dedi: “Hayır, nefisleriniz bu hususta sizi aldattı. Bana düşen artık güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Şüphesiz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Meal
Onlardan yüz çevirdi ve, “Vah! Yûsuf’a vah!” dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artık acısını içinde saklıyordu. ﴾84﴿
Tefsir
Oğlu Bünyâmin’in Mısır’da tutulduğunu haber alan Hz. Ya‘kūb’un, diğer oğlu Yûsuf hakkındaki üzüntüleri yeniden depreşti ve üzüntünün şiddetinden gözlerine boz geldi.
Bu olay iki şekilde açıklanmıştır:
☼a) 96. âyette “Tekrar görür hale geldi” buyurulduğu için bunu karîne olarak alanlar, boz gelmekten maksat “Üzüntüden ve ağlamaktan dolayı gözünün kapanmasıdır” demişlerdir.
Uzmanların açıklamalarına göre nâdir de olsa üzüntüden gözde katarakt oluştuğu ve sonra bir şokla bunun zâil olduğu görülmüştür.
☼b) Râzî’nin de katıldığı (XVIII, 195) ikinci anlayışa göre göze boz gelmesinden maksat ağlayanın göz yaşlarına boğulmasıdır; açılması ise üzüntü ve ağlama sebebinin ortadan kalkması, göz yaşının dinmesidir.
Meal
Oğulları, “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ Yusuf’u anıp duruyorsun. Sonunda üzüntüden eriyip gideceksin veya helâk olacaksın” dediler. ﴾85﴿
Tefsir
Oğulları, “Allah’a andolsun ki, sen ‘Yûsufum!’ diye diye sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helâk olacaksın!” dediler.
Meal
Yakub, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi. ﴾86﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un bildiği, Allah’ın imtihanı, sabrın sonunun selâmet olduğudur; ayrıca Yûsuf’un rüyasına dayanarak (bk. 4-6 âyetler) edindiği, olayların geleceğine dair ümit verici bilgidir.
Meal
“Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” ﴾87﴿
Tefsir
Tekrar erzak almak için Mısır’a giden çocuklarına Hz. Ya‘kūb’un söylediği bu sözler, onun, Yûsuf’u kurt yediğinden kuşkusunun olduğunu, dolayısıyla Yûsuf’tan ümidini kesmediğini (bk. 18, 83. ayetler) ve Allah’ın lutfuyla bir gün kendisine kavuşacağını umduğunu göstermektedir.
Meal
Bunun üzerine (Mısır’a dönüp) Yûsuf’un yanına girdiklerinde, “Ey güçlü vezir! Bize ve ailemize darlık ve sıkıntı dokundu. Değersiz bir sermaye ile geldik. Zahiremizi tam ölç, ayrıca bize sadaka ver. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükafatlandırır” dediler. ﴾88﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un ısrarı üzerine oğulları, hem kardeşleri Yûsuf’u aramak, hem de yiyecek almak üzere üçüncü defa Mısır’a gittiler.
Hz. Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde kıtlığın kendilerini iyice dara düşürdüğünü, dolayısıyla erzak temini için tekrar geldiklerini söylediler. Ellerindeki bedelin yetersiz olduğunu, bu sebeple alışverişin dışında kendilerine biraz da tasaddukta bulunmasını Hz. Yûsuf’tan istediler.
Meal
Yûsuf dedi ki: “Siz (henüz) cahil kimseler iken Yûsuf ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?” ﴾89﴿
Kardeşleri, “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler. O da, “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu. Çünkü, kim kötülükten sakınır ve sabrederse şüphesiz Allah iyilik yapanların mükafatını zayi etmez” dedi. ﴾90﴿
Dediler ki: “Allah’a andolsun, gerçekten Allah seni bize üstün kıldı. Gerçekten biz suç işlemiştik.” ﴾91﴿
Yûsuf dedi ki: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir. ﴾92﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, artık kendisini tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek, cahillikleri yüzünden kardeşlerinin kendisine ve kardeşi Bünyâmin’e yaptıklarını onlara hatırlatıp kendini tanıttı.
Böylece Yûsuf kuyuya atıldığı zaman, kendisine vahyedilmiş olan, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri (senin kim olduğunun) farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!” meâlindeki 15. âyetin verdiği haber, gerçekleşmiş oldu.
Kardeşleri kusurlarını itiraf edip özür dilediler. O da onları bağışladığını bildirdi.
İnsanların kıskanması, Allah’ın bir kimse için takdir etmiş olduğu nimeti engelleyemez. Nitekim, Resûlullah duasında şöyle demiştir:
“Allahım! Senin verdiğine engel olacak yoktur. Senin engel olduğunu da verecek yoktur” (Buhârî, “Ezân”, 155).
Kardeşlerinin kıskanması da Yûsuf’un yükselmesine engel olamamıştır. Sonunda kendileri mahcup olmuş ve Allah’ın Yûsuf’u kendilerinden üstün kılmış olduğunu yemin ederek itiraf etmişlerdir.
Ziyâ Paşa’nın dediği gibi:
Zalimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ:
Tallahi lekad âserekellahu aleynâ!
Meal
Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın ve bütün ailenizi bana getirin” dedi. ﴾93﴿
Tefsir
Yûsuf babasının, ağlamaktan gözlerinin göremez hale geldiğini öğrenince, kendi gömleğini götürüp babasının yüzüne koymalarını, böylece tekrar görecek duruma geleceğini söyledi.
“Gözlerine boz gelmesi” göz yaşına boğulma değil de hastalık olarak anlaşılırsa, açılma olayı bir mûcize olarak kabul edilir.
Bir başka yoruma göre de Hz. Ya‘kūb’un gözlerine boz gelmesi psikolojik sıkıntıdan kaynaklanmaktadır.
Yûsuf babasının üzüntü, sıkıntı ve sürekli olarak göz yaşı dökmekten görme duyusunun zayıfladığını anlamış ve bu sıkıntıyı gidermek üzere gömleğini babasına göndermiştir; Ya‘kūb oğlunun sağ olduğu haberini aldığı ve gömleğini yüzüne sürdüğü takdirde olayın vereceği psikolojik rahatlık, sevinç ve mânevî güç, onun bedenini ve görme gücünü kuvvetlendirecek, gözleri görür hale gelecektir (Râzî, XVIII, 206).
Hz. Yûsuf’un gömleğini getirmekte olan kafile, Mısır’dan ayrılıp Hz. Ya‘kūb’un ülkesi olan Ken‘ân iline doğru yola çıkınca, Ya‘kūb, kendisine getirilmekte olan gömleğin kokusunu uzaktan hissetti.
Bu olayın nasıl meydana geldiği konusunda bazı müfessirler, Allah’ın, bu kokuyu bir mûcize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Ya‘kūb’a ulaştırdığı yorumunu yapmışlardır.
Elmalılı Muhammed Hamdi bu husustaki yorumları verdikten sonra şöyle der:
Hangi şekilde olursa olsun, bu olayın hârikulâde ilâhî bir tervih (kokuyu hissettirme) olduğunda hiç şüphe yoktur. Zamanımız ilim felsefesi, bu gibi olağan üstü ruhî olayları açıklayamamakla beraber, inkâr da etmeyip telepati (aracısız iletişim) adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir.
Acizane kanaatimize göre bu âyet, bize yalnız ruh ilimleri ve mûcize cinsinden bir harikayı tesbit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor.
Zira görülüyor ki rayiha yani koku kelimesi, rîh yani ‘rüzgâr’ anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu kelimede ‘iletme’ anlamı daha belirgindir.
Halbuki yukarıda da söylediğimiz gibi kafilenin Mısır’dan ayrıldığı anda Ya‘kūb’un duyu merkezine bu kokunun ulaşması rüzgâr hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. O halde, meseleyi kimya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile koku kuvveti ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesinin dahi elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir.
Gerçi Ya‘kūb’un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mûcizevî bir olaydır. Ancak âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır’dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır.
Bu ise kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürür.
Şüphesiz ki bunun gerek Mısır’dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Ya‘kūb tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yûsuf’a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya ilâhî tasarrufu gösteren harikalardır.
Gerek bu bakımlardan, gerek Yûsuf ile Ya‘kūb’un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir mûcizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusundan tanıyabilmesi bile olağan üstü bir meseledir.
Ancak olayın bütünüyle tabiat kanunlarının üstünde bir mûcize olması, bununla ilgili birtakım tabiat kanunlarının mevcut olmasına engel değildir (bk. IV, 2921 vd.).
Meal
Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler. ﴾95﴿
Tefsir
Yanındakiler ise, “Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler.
Meal
Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakup, “Ben size, Allah tarafından, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi. ﴾96﴿
Tefsir
Müjdeci gelince, gömleği yüzüne koyar koymaz Ya‘kūb tekrar görür hale geldi. Dedi ki: “Ben size, ‘Allah tarafından sizin bilmediklerinizi bilirim’ demedim mi?”
Meal
Oğulları, “Ey babamız! Allah’tan suçlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten suçlu idik” dediler. ﴾97﴿
Yakub, “Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. ﴾98﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un oğulları, babalarına karşı suçlarını itiraf ettiler ve ondan günahlarının bağışlanması için Allah’tan af dilemesini istediler.
Fakat, Ya‘kūb’un, oğullarına karşı kalbi kırıktı, kendisinin affettiğine işaret etmekle birlikte Allah’ın affı için hemen dua etmedi; ya seher vaktini veya aralarında helâlleşmelerini beklemek ya da kırgınlığını hissettirmek için onu bir süre erteledi.
Meal
(Mısır’a gidip) Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; Yûsuf ana babasını bağrına bastı ve “Allah’ın iradesi ile güven içinde Mısır’a girin” dedi. ﴾99﴿
Tefsir
Ya‘kūb aleyhisselâm, yakınlarıyla birlikte kendi ülkesinden ayrılarak Mısır’a Hz. Yûsuf’un yanına gitti. Rivayete göre Hz. Yûsuf ile Mısır hükümdarı, kalabalık bir asker topluluğu, devlet adamları ve Mısır halkı ile birlikte Hz. Ya‘kūb’u şehrin dışında karşıladılar.
Hz. Yûsuf, ana babasını kucaklayıp bağrına bastıktan sonra onları özel bir konakta dinlendirdi; sonra da güven içinde şehre girmelerini söyledi (Râzî, XVIII, 210-211).
Meal
Ana babasını tahtın üzerine çıkardı. Hepsi ona (Yûsuf’a) saygı ile eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra; Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” ﴾100﴿
Tefsir
Müfessirler, “huzurda yere kapanma” olayını iki şekilde yorumlamışlardır:
☼a) Hz. Yûsuf’a karşı bir saygı selâmı olmak üzere yere kapanmışlardır. 4. âyet bu anlamı destekler mahiyettedir.
☼b) Hz. Yûsuf’a kavuştukları için Allah’a şükretmek üzere secdeye kapanmışlardır.
4. âyetin meâlinde, “Onları bana Allah’a secde ederlerken gördüm” diye çevirdiğimiz cümle, “Onları benim için secde ederlerken gördüm” şeklinde çevirmek de mümkündür. Bu takdirde âyet ikinci anlamı destekler.
Hz. Yûsuf, bir nezaket ve tevazu örneği daha göstermiş, sahip olduğu bu debdebe ve ihtişamın kendisine Allah tarafından lutfedildiğini söyleyerek Allah’a senâda bulunmuştur.
Kardeşlerinin kendisine muhtaç oldukları bir dönemde onlardan intikam almayı düşünmediği gibi, onların yaptıklarını hatırlatacak tek kelime dahi söylememiş, kardeşleriyle arasını şeytanın açtığını ifade etmiştir.
Bununla birlikte bu olayların ilâhî takdir ve hikmet neticesinde meydana geldiğine de işaret etmiştir.
Meal
“Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat.” ﴾101﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, mülkü ve onu yönetmek için gerekli olan olayları yorumlama ilmini kendisine yüce Allah’ın verdiğini, dünyada da âhirette de kendisini yönetip himaye eden velîsinin Allah olduğunu zikrederek O’na şükranlarını arzediyor ve dünyada insana verilen imkânların “iyi bir insan ve iyi bir müslüman olma” amacına hizmet etmesi gerektiğini vurguluyor (velî hakkında bilgi için bk. Bakara 2/257; Nisâ 4/2,138-140; En‘âm 6/14).
Rivayete göre Hz. Ya‘kūb Mısır’da oğlunun yanında yıllarca yaşadı. Vasiyeti uyarınca naaşı, Filistin’de defnedilmiş bulunan babası Hz. İshak’ın yanına gömüldü.
Hz. Yûsuf babasından sonra yirmi üç yıl daha yaşadı. Onun naaşını da Mısırlılar mermer bir sandukaya koyarak Nil yatağına gömdüler.
Mısırlılar onu çok sevdikleri için kendi memleketlerinde kalmasını istemişlerdi. Daha sonra Hz. Mûsâ onun naaşını bularak babası Hz. Ya‘kūb’un yanına götürüp defnetti (Râzî, XVIII, 216).
Meal
İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin. ﴾102﴿
Tefsir
Hz. Peygamber, bu kıssayı yaşayanlarla beraber yaşamadığı ve kitaptan okumadığı gibi herhangi bir kimseden de öğrenmiş değildi.
Çünkü Mekke’de yahudilerle temasta bulunan bazı kimseler bulunsa bile, yahudi din âlimi yoktu. Bütün bunlar, bu kıssanın gayb haberlerinden ve bir mûcize olduğunun delilidir (gayb hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3).
Meal
Sen ne kadar şiddetle arzu etsen de insanların çoğu inanacak değillerdir. ﴾103﴿
Tefsir
Kureyş’in, “İsrâiloğulları Mısır’a niçin gitti?” şeklindeki sorusuna cevap olmak üzere inmiş olan bu kıssa, Kur’an’ın bir mûcize, Hz. Muhammed’in de bir peygamber olduğunu gösteren delillerden biridir.
Bununla birlikte Kureyş’in çoğu inanmamıştır. Zira onlar gerçeği aramada samimi değillerdi. Yüce Allah, “Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar” buyurarak elçisini teselli etti.
Meal
Halbuki sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. O (Kur’an) âlemler içinde ancak bir öğüttür. ﴾104﴿
Tefsir
Halbuki sen bunun karşılığında onlardan bir ücret de istemiyorsun. Kur’an herkes için ancak bir hatırlatma ve öğüttür.
Meal
Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler. ﴾105﴿
Tefsir
Sözlükte âyet kelimesi “bir şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren işaret, açık alâmet, delil, ibret, şaşırtıcı şey, mûcize ve topluluk” anlamlarına gelir.
Terim olarak, Kur’an-ı Kerîm’in bir veya birkaç kelime yahut cümleden meydana gelen bölümlerini ifade eder.
Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve yerde Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin üstünlüğüne delâlet eden, insanların görüp ders ve ibret almasını gerektiren nice delil vardır.
İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olaylarla her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelikleri, bunlara hâkim olan ilâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekirken o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider.
Halbuki insanoğlu bunları düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada başarılı olacak hem de imanını taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek ve âhirette mutlu olacaktır.
Meal
Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar. ﴾106﴿
Tefsir
İnsanların çoğu, göklerdeki ve yerdeki delilleri ibret gözüyle incelemedikleri ve akıllarını doğru kullanmadıkları için, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde O’na çeşitli yollarla ortak koşarlar.
Nitekim Câhiliye döneminde Arabistan halkı da Allah’a inanmakla birlikte (Lokmân 31/25) çeşitli şekillerde O’na ortak koşuyorlardı.
Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanırken (Nahl 14/57), bir kısmı da kendilerini tanrıya yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı (Zümer 39/3).
Hıristiyanlar, Hz. Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı, “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyorlardı (Tevbe 10/30).
Ayrıca cinleri Allah’a ortak koşanlar da vardı (En‘âm 6/100).
Meal
Yoksa Allah tarafından kendilerini kuşatacak bir azabın gelmeyeceğinden veya onlar farkında olmadan kıyametin ansızın gelip çatmayacağından emin mi oldular? ﴾107﴿
Tefsir
Allah tarafından onlara kuşatıcı bir azabın gelmesi veya onlar farkında olmaksızın kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini güvende mi hissediyorlar?
Meal
De ki: “İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek Allah’a çağırırız. Allah’ın şanı yücedir. Ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.” ﴾108﴿
Tefsir
“Ne yaptığımı bilerek” diye çevirdiğimiz basîret kelimesi sözlükte, “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, zihinsel olarak görmek, kestirmek, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama yeteneği” gibi anlamlara gelmektedir.
“Akla uygun, bilinç ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayış” şeklinde de çevrilmiştir (Esed, II, 480).
Âyette Hz. Peygamber’e, yolunun İslâm dini olduğunu, insanları sadece Allah’a çağırdığını, dolayısıyla kendisi ve ona uyanların aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah’a ortak koşanlardan olmadığını bildirmesi emredilmiştir.
İşte Allah’a davet, bu şekilde basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve güzel öğütle olmalıdır (ayrıca bk. Nahl 16/125).
Meal
Biz senden önce de, memleketler halkından ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Yeryüzünde dolaşıp da, kendilerinden önce gelenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Elbette ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? ﴾109﴿
Tefsir
Bu âyet-i kerîme, müşriklerin Hz. Peygamber’i kastederek, “Ona bir melek indirilseydi ya!” (En‘âm 6/8) meâlindeki sözlerine cevap olarak inmiştir.
Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek gibi insandan başka varlıklardan peygamber gönderilmediğini ifade eder.
“Kişiler” diye çevirdiğimiz ve sözlükte “erkekler” mânasına gelen “ricâl” kelimesine dayanan müfessirler çoğunluğuna göre, peygamberlerin tamamı erkeklerden gönderilmiştir.
Ancak bazı âlimler Hz. İbrâhim’in eşi Sâre’nin, Hz. Mûsâ’nın annesinin ve Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’in de peygamber olduklarını iddia etmişlerdir. Zira bunlara da ya doğrudan veya melek vasıtasıyla vahyedilmiştir (krş. Âl-i İmrân 3/42; Hûd 11/71; Kasas 28/7; Tahrîm 66/11-12).
İşte bu âyetlerde adı geçen kadınların peygamber olduklarına işaret bulunmakla beraber çoğunluğa göre bunlar peygamber değil, sadece faziletli hanımlardır (İbn Kesîr, IV, 346).
Müfessirler, “şehir halkı içinden” diye çevirdiğimiz min ehli’l-kurâ ifadesini dikkate alarak peygamberlerin göçebe kesimden değil, yerleşik medenî toplumlardan seçilmiş oldukları kanaatine varmışlardır (Râzî, XVIII, 226; Şevkânî, III, 69).
Ehli’l-kurâ tamlamasına, “yeryüzünde yaşayan insanlar” mânası veren İbn Abbas’a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş olduğunu ifade etmektir (İbn Kesîr, IV, 346).
Meal
Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hale gelip yalanlandıklarını düşündükleri sırada, onlara yardımımız geldi de, böylece dilediğimiz kimseler kurtuluşa erdirildi. Azabımız ise, suçlular topluluğundan geri çevrilemez. ﴾110﴿
Tefsir
Hz. Âişe, âyeti şöyle yorumlamıştır: “Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikince peygamberler kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını sanmışlardır. İşte o zaman Allah’ın yardımı gelmiştir” (Buhârî, “Tefsîr”, 12/6).
Peygamberler de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygulara kapılabilirler. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de müminlerin çektikleri sıkıntı ve geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur.
Ancak peygamberlerin, Allah’ın vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır.
Nitekim onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en son merhaleye kadar dayanmışlardır.
Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale geldiği, Allah’tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah’ın yardım ve zaferi yetişmiş; peygamberler ve onlara inanan müminler kurtuluşa ermiş, suçlular ise cezalandırılmışlardır.
Meâlinde “yalancı sayıldıklarını” diye çevirdiğimiz küzibû fiilindeki kıraat farklarına göre, âyetin ilk bölümünden şu mânalar anlaşılabilir:
☼a) “Küzibû”şeklinde şeddesiz okunduğu takdirde:
☼1. Nihayet peygamberler insanların, kendilerine inanacağından umudu kestikleri, halkın da peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini sandıkları an, onlara yardımımız gelir.
☼2. Nihayet peygamberler, Allah tarafından kendilerine vaad edilen yardımın geleceğinden ümitlerini kesip, insanlar karşısında yalancı durumuna düşeceklerini sandıkları sırada onlara yardımımız gelir.
İnsan olmaları sebebiyle, peygamberlerin de bu tür davranışlarının olabileceğine dair İbn Abbas’tan bir rivayet aktarılmakla birlikte, bazı müfessirler, Allah’ın sözünden dönebileceğini, değil peygamberler, herhangi bir müminin bile düşünmesi mümkün değildir. Böyle bir düşünce kişiyi imandan çıkarır derler (Râzî, XVIII, 226).
☼b)“Küzzibû” şeklinde şeddeli okunduğu takdirde:
☼1. Nihayet peygamberler insanların inanacaklarından umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını kesin olarak anladıkları zaman onlara yardımımız gelir.
☼2. Nihayet peygamberler, kavimlerinin iman edeceğinden umut kestikleri, inanmış olanların da inkârcılar tarafından yalanla itham edildikleri sonucuna vardıkları an onlara yardımımız gelir.
Meal
Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır. Kur’an uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi ayrı ayrı açıklayan ve inanan bir toplum için de bir yol gösterici ve bir rahmettir. ﴾111﴿
Tefsir
Peygamberlerin kıssaları gönül eğlendirici hikâyeler değil, ibret alınacak olaylardır.
Buradaki “onların kıssaları”ndan maksat, ya genel olarak peygamberlerin kıssalarıdır veya bu sûrede anlatılan Hz. Yûsuf ile babası ve kardeşlerinin kıssasıdır.
Gerçekten de Hz. Yûsuf’un yaşadığı sıkıntılardan kurtulup Mısır’da yüksek bir makama gelmesinde akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır. Ancak birinci mâna daha kapsamlıdır.
Kur’an-ı Kerîm insanlar tarafından uydurulabilecek bir söz değil, kendisinden önce peygamberlere indirilmiş olan Tevrat, Zebur ve İncil gibi kitapları tasdik eden ilâhî bir kitaptır.
Kur’an’ın her şeyi açıklamasından maksat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ahlâkî konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için hem bir hidayet hem de rahmettir.
Yûsuf kıssası, iyilerle kötülerin mücadelesinde iyilerin başarılı olacağını anlatan, insanlığa iyimserlik aşılayan somut bir örnektir.
Bu sebeple kıssada ders almak isteyenler için güzel ibretler vardır.
Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler için ibretler olduğunu ifade buyurmuştu (âyet 7).
Burada da bütün peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu bildirmektedir.
Hz. Yûsuf’un kıssasından alınacak dersler şöyle özetlenebilir:
Sûrede Hz. Ya‘kūb’un Allah’a imanı ve bu iman sayesinde musibetlere karşı gösterdiği sabır ve tevekkülü anlatılmıştır.
Sevgili oğlu Yûsuf’u kurtların parçaladığı yalan haberi kendisine söylendiği zaman dahi metanetini yitirmemiş, sabretmiş ve Allah’ın yardımına sığınmıştır (âyet 18).
Diğer oğlu Bünyâmin’i kardeşleriyle birlikte Mısır’a gönderdiği zaman da en hayırlı koruyucunun Allah olduğunu vurgulamıştır (âyet 64).
Yûsuf hakkındaki aşırı derecede üzüntüsünden dolayı oğullarının, “büsbütün helâk olacaksın” şeklindeki uyarıları karşısında o, gam ve kederini sadece Allah’a arzettiğini ifade etmiş ve oğullarına, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelerini, gidip Yûsuf’u ve kardeşi Bünyâmin’i aramalarını emretmiştir (âyet 86-87).
Yine Hz. Ya‘kūb, oğullarına “Mısır’a ayrı ayrı kapılardan giriniz” diye nasihat edip gelebilecek tehlikelerden korunmaları için tedbir almalarını tavsiye ettikten sonra, “Ama, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam; hüküm sadece Allah’ındır” diyerek Allah’a olan tevekkülünü göstermiştir (âyet 67).
Hz. Yûsuf, zindandaki arkadaşlarını tevhid dinine çağırmış ve Allah’ın birliğine dair onlara çeşitli aklî deliller getirmiştir. Onun bu üslûbu güzel bir davet örneğidir.
Nitekim Aziz’in karısının sık sık Hz. Yûsuf’la baş başa kalması kadının ona âşık olmasına yol açmıştır. İslâm, bu gibi sakıncalı durumları önlemek için kadının, halvet sayılabilecek şekilde yabancı erkeklerle bir arada bulunmasını yasaklamıştır.
Fıkıhta halvet, aralarında devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının başkalarına kapalı olan bir yerde baş başa kalmalarını ifade eden bir terimdir (geniş bilgi için bk. Orhan Çeker, “Halvet”, DİA, XV, 384).
Hz. Yûsuf, kendisiyle birlikte olmak isteyen kadının çekiciliğine ve ortamın elverişli olmasına rağmen, velinimetine ihanet etmekten Allah’a sığınarak bir iffet ve sadakat örneği sergilemiştir.
Daha sonraki tehditler karşısında da “Rabbim! Zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir” diyerek günah işlemektense zindana atılmayı yeğlemiştir (âyet 33).
Hz. Yûsuf, karşılaştığı sıkıntı, zulüm ve haksızlığa rağmen sarsılmamış, Allah’a olan inanç ve güvenini yitirmemiş, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemiştir (âyet 90).
Allah Teâlâ da sabrının karşılığında ona ilim, hikmet vermiş ve Mısır’da geniş yetkilerle donatılmış bir makam nasip etmek suretiyle onu ödüllendirmiştir (âyet 56).
Bu kıssa, Allah’ın takdirini hiç kimsenin önleyemeyeceğini göstermesi bakımından da ibret vericidir.
Nitekim, kardeşlerinin Hz. Yûsuf’u kıskanmaları ve ona bunca kötülük etmeleri, onun yükselmesine engel olamamış, tam tersine buna zemin hazırlamıştır.
Hz. Yûsuf, kendisini öldürmek isteyen ve kuyuya atan kardeşlerinden istediği gibi intikam alma güç ve imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamış, kötülüğü iyilikle karşılamıştır.
Kardeşleri onun huzurunda suçlarını itiraf ettikleri zaman, “Bugün yaptıklarınız yüzünüze vurulmayacak, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir” diyerek peygambere yakışır bir yücelik göstermiştir.
Hz. Peygamber de Mekke’yi fethettiği zaman kendisine yıllarca kötülük eden, en sonunda şehri terketmek zorunda bırakan Mekkeliler hakkında Hz. Yûsuf’u örnek almış ve onun 92. âyette aktarılan sözünü tekrarlayarak onları affetmiştir.
Özü itibariyle kıssa, insanlığın serüvenine hâkim olan, insanın öz benliğinde ve sosyal hayatta sürüp giden iyi ile kötünün mücadelesinden ilginç ve etkileyici bir kesit vermektedir.
Hikâye, Kıssa, Meal ve TefsirKavramları Çerçevesinde
Hz. Yusuf (A.S.)’ı AnlatanYusuf Suresi
EV ÖDEVİ
1 – Aşağıda verilen “Hikâye, Kıssa, Meal ve Tefsir” Kavramlarının anlamlarını okuyunuz.
Hikâye(hikâ:ye), Arapça ḥikāye 1. isim Bir olayın sözlü veya yazılı olarak anlatılması. 2. isim, edebiyat Gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü, öykü.
Kıssa: isim, eskimiş, Arapça ḳiṣṣa Ders çıkarılması gereken anlatı, olay.
Meal:(mea:li), Arapça meʾāl 1. isim, eskimiş Anlam, kavram, mefhum.
Tefsir: (tefsi:ri), Arapça tefsīr 3. isim, din bilgisi Kur’an’ın surelerini açıklayarak görüşler ileri sürme ve bunları yazma, yorumlama. 4. … yorumlama bilimi. 5. isim, din bilgisi Kur’an’ın surelerini açıklayan eser.
2 – Aşağıda verilen Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve Hz. Yusuf (A.S.)’ı anlatan Yusuf Suresi’nin ayetlerinin önce sadece mealini okuyunuz. Ayet meallerini okuduktan sonra sizde oluşan duygu ve düşüncelerinizi metnin sonunda verilen ilgili bölüme yazınız.
3 – Sonra metnin bu sefer hem ayet meallerini hem de tefsirini okuyunuz. Sizde gelişen duygu ve düşüncelerinizi ilgili bölüme yazınız.
4 – Metinden çıkarılabilecek dersleri kısaca ilgili bölüme yazınız.
5 – Metinle ilgili duygu ve düşüncelerinizi sınıfta arkadaşlarınızla paylaşınız.
6 – Daha sonra müsait olduğunuz bir zamanda Hz. Yusuf (A.S.) dizisini izleyiniz. Okuduğunuz metinle uyumlu mu? Düşününüz.
Yûsuf Sûresi
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla
Nüzûl
Mushaftaki sıralamada on ikinci, iniş sırasına göre elli üçüncü sûredir. Hûd sûresinden sonra, Hicr sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur.
Yahudilerin telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e, “İsrâiloğulları Mısır’a niçin gittiler?” şeklindeki sorusuna cevap olarak veya müslümanların Resûlullah’tan bir kıssa anlatmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmiştir.
Ancak Muhammed b. İshak’a göre sûrenin nüzûl sebebi, kavmi tarafından zulme uğramış olan Hz. Peygamber’i teselli etmektir (Elmalılı, IV, 2841). Kavminin baskıları ve işkenceleri karşısında Resûl-i Ekrem ve arkadaşları bunalmışlardı; bu bunalımdan bir çıkış yolu arıyorlardı. Böyle sıkıntılı bir anda bu sûrenin inmesi, müslümanlara bir teselli ve müjde olmuştur. Zira kıssanın kahramanı olan Hz. Yûsuf da Filistin’de kardeşlerinin bazı kötülüklerine mâruz kalmıştı. Fakat sonunda o, Mısır’da devlet yönetiminde söz sahibi oldu, kardeşleri de bu devletin yönetiminde görevlendirildiler.
Bu sûrede anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşlarına, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf’a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin onlara da verileceğini ve Kureyşliler’in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir.
Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine’ye göç etmiş olan Resûlullah sekiz sene sonra Mekke’yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber Kureyşliler’e, Hz. Yûsuf’un Mısır’da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söylemiş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir” (İbn Sa‘d, Tabakāt, II, 142). “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” (İbn Kesîr, es-Sîre, III, 570).
Muhtevasına ve işaret ettiği konulara bakıldığında sûrenin, hicretin arifesinde meydana gelen olaylar esnasında, yani Kureyş’in Hz. Peygamber’i öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını tasarladığı sırada ve bir defada inmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Adı/Ayet Sayısı
Sûre adını 4. âyetten itibaren 101. âyetin sonuna kadar kıssası anlatılan Yûsuf aleyhisselâmdan almıştır.
Konusu
İlk üç âyette bu sûredeki âyetlerin Kur’an-ı Kerîm’in âyetleri olduğu, Kur’an’ın Arap diliyle indirildiği ve bu sûrede kıssaların en güzelinin anlatılacağı bildirilmektedir.
Bundan sonra 101. âyete kadar Hz. Yûsuf’un kıssası anlatılmıştır. Kıssada Hz. Yûsuf’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması, onu kuyudan çıkaran kafile tarafından Mısır’da köle olarak satılması, bir iftira sonucu cezaevine girmesi, Mısır kralının gördüğü rüyayı yorumlaması neticesinde cezaevinden çıkarılıp maliyeden sorumlu yüksek düzeyde yöneticiliğe getirilmesi, uzun süreli bir ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle tekrar buluşması gibi konular ele alınmıştır.
Daha sonraki âyetlerde ise müminlere müjde ve öğütler verilmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’deki kıssalar bazı hikmetlere dayanmaktadır. Özellikle peygamberlerin kıssaları, alınması gereken ibretlerle doludur. Nitekim bu sûrenin son âyetinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” Hz. Yûsuf’un kıssası hakkında da şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler vardır” (Yûsuf 12/7).
Meal
Elif-lâm-râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. ﴾1﴿
Tefsir
Bazı sûrelerin başında bulunan “elif-lâm-râ” gibi harflere “hurûf-ı mukattaa” denmektedir (bilgi için bk. Bakara 2/1).
Yüce Allah, indirilen bu âyetlerin gelişigüzel söylenmiş sözler değil, gerçekleri açıklayan ve ebedî bir mûcize olan ilâhî kitabın âyetleri olduğunu, dolayısıyla bu kitaba şanına yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır.
Meal
Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik. ﴾2﴿
Tefsir
Bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur’an’ın Arabistan’da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile ilgili sebepleri vardır. Her şeyden önce Arap yarımadası eski dünyayı meydana getiren, bugün de insanlığın büyük bir bölümünü barındıran Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı merkezî bir yerde ve dünya ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır.
Kur’an’ın nâzil olduğu zamanda bu bölge komşu illerde yer alan siyasî güçlerin iktisadî ve siyasî menfaatlerini doğrudan ilgilendiren bir konumdaydı. Bu siyasî güçlerin aksiyon ve reaksiyonlarının toplandığı bir merkezde yer alan Arap toplumu bu kıtalarda yaşayan insanları ve bunların yaşayışlarını tanıma imkânına sahipti.
Arap toplumu çölde yaşadığı için, müreffeh bir hayat tarzından uzaktı. Tehlikeli işlere atılma ve değerlerin müdafaasında sabırla direnme gibi vasıflara sahip bulunuyordu. Asırlar boyunca dillerinin safiyetini korudukları gibi belirtilen nitelik ve enerjilerini de muhafaza etmişlerdi. Kabileler arasında uzun süre devam etmiş olan iç savaşlar, onlara atılganlık vb. meziyetler kazandırmıştı.
Ayrıca ticaretle uğraşan bir toplum olmaları sebebiyle hareket kabiliyetine ve uzun süreli seyahatlere katlanma gibi hususiyetlere sahip bulunuyorlardı. Bu sayede Araplar ticaret yaptıkları ülkelerin örf ve âdetlerini, hususiyetlerini, kanunlarını öğrenmişlerdi; kısaca İslâm’ı buralara ulaştırmak için gereken tecrübeye sahip bulunuyorlardı.
Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın (İbrâhim 14/4).
Şüphe yok ki Kur’an’ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar’a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir (Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/138; Sebe’ 34/28; ayrıca bk. Ra‘d 13/37).
Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonucu olarak önce onlar ıslah ve irşad edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliğinde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi.
Ayrıca Kur’an yalnız Araplar’ın kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslâm’ı birinci kaynağından öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesi zorunludur. Ancak bu çeviriler insan çabasının ürünleri, dolayısıyla az veya çok kusurlu olup Kur’an’ın orijinal metni yerine konamaz. (bilgi için bk. Zümer 39/28).
Meal
Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki daha önce sen bunlardan habersiz idin. ﴾3﴿
Tefsir
“En güzel kıssa” diye çevirdiğimiz ahsenü’l-kasas tamlamasındaki kasas kelimesi sözlükte “bir şeyin izini sürmek” anlamına gelmektedir; isim olarak, “anlatılan haber” demektir. Kur’an’da daha çok bu mânada kullanılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kss” md.). Bu mânada kıssa ile eş anlamlı olup her ikisinin de çoğulu kısastır.
Edebiyatta hayalî kıssalar olduğu gibi gerçek kıssalar da vardır. Hz. Yûsuf’un kıssası yaşanmış bir olaydır. Bir taraftan tasavvuf ve edebiyatta mecazi aşk denilen ve tabii bir gerçeklik olan beşerî sevgiyi, diğer taraftan bu tür sevgilerin insanı kötülüğe saptırmasına engel olacak güç ve içtenlikteki iman ve iffetin yüceliğini anlatan bu sûre, âyette “ahsenü’l-kasas” olarak nitelendirilmiştir.
Kıssada aynı zamanda baba-oğul, Ya‘kūb aleyhisselâm ile Yûsuf’un hasret, ıstırap ve üzüntüleri canlı bir şekilde dile getirilmektedir. Ahsenü’l-kasas tamlamasını “en güzel üslûp” şeklinde anlayanlar da vardır (Zemahşerî, II, 300-301; Râzî, XVIII, 85; Esed, II, 454-455). Buna göre cümlenin meâli şöyle olur: “Biz, bu Kur’an’ı sana en güzel bir üslûpla anlatıyoruz.”
Âyette, Hz. Peygamber’in, Yûsuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muhammed’in hak peygamber, Kur’an’ın da mûcize olduğunu gösterir. Zira okur yazar olmayan, yabancı dil bilmeyen ve İsrâiloğulları’nın Mısır’a gitmeleriyle ilgili yeterli bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, çok zaman olayların detayına kadar inen böyle mükemmel bir kıssayı ortaya koyması mümkün değildir.
İbrânîce’de “Allah’ın güçlü kıldığı” mânasına gelen İsrâil kelimesi, Ya‘kūb peygamberin lakabıdır. Soyundan gelenlere de “İsrâiloğulları” denilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes araştırmacılarından nakledildiğine göre Ya‘kūb Filistin’de yaşıyordu ve on iki oğlu vardı. Yûsuf on birinci oğluydu. Mısır’da köle olarak satılmış, bir süre kölelik, oldukça uzun bir süre de hapis hayatı yaşadıktan sonra Mısır’da önemli bir üst düzey yöneticiliğe getirildi. Daha sonra babası ve kardeşlerini de Mısır’a götürdü. Böylece İsrâiloğulları Mısır’a yerleştiler. Hz. Mûsâ’nın zamanında ve onun liderliğinde tekrar Filistin’e dönmüşlerdir (İsrâil ve İsrâiloğulları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40, 132; Nisâ 4/153-161).
Meal
Hani Yûsuf babasına, “Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı” demişti. ﴾4﴿
Babası, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” ﴾5﴿
“İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz Rabbin hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” ﴾6﴿
Tefsir
Yûsuf aleyhisselâmın soy kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya‘kub, babası İshak, babası İbrâhim aleyhisselâm. Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrâhim’in dördüncü kuşaktan torunudur. Ya‘kub ile eşi Rahel’den (İslâmî kaynaklarda Rahîl) dünyaya gelmiştir. Resûlullah buyurmuşlardır ki: “İnsanların en şereflisi, Allah’ın peygamberi Yûsuf’tur; o, Allah’ın peygamberinin oğludur; o da Allah’ın peygamberinin oğludur; o da Allah’ın dostunun (halîl) oğludur” (Buhârî, “Tefsîr”, 12/2).
Rüya, “görmek” mânasına gelen rü’yet masdarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir.Türkçe’de buna “düş” denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp, aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder.
Râzî’ye göre yüce Allah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfûzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır, levh-i mahfûzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal aleminde kendine özgü izler bırakır (XVIII, 135). Bu izler hayalin ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfûzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur (levh-i mahfûz hakkında bilgi için bk. Bürûc 85/22).
Gazzalî, levh-i mahfûz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfûz ile kalp arasındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfûzdaki bazı bilgiler kalbe yansır; hayal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, insan uyandığında ancak hayalindeki sembolleri hatırlar (İhyâ, IV, 504-505). İşte rüyayı yorumlayıp işaret ettiği perde arkasındaki gerçekleri göstermeye “rüya tabiri” (yorumu) denilmektedir (ayrıca bk. Yûsuf 12/44).
Psikanalizin kurucusu Freud’a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya ise arzuların tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esnasında ortaya çıkar (Umay Günay, s. 104). “İnsanın yaşama kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da “libido” denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki kuralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzuların akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu uyaranlarından, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır” (bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Rüya”, İFAV Ans., IV, 29).
İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir:
a) Sadık rüya. Kaynağı ilâhî olan ikaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu haber vermiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 2-4). Sadık rüya gören kimse, bu vesileyle Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb olaylarını meydana gelmeden önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki bazı şeyleri insanların normal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu duruma, “rüya yoluyla keşif” denilmektedir. Freud aşkın alanla ilgilenmediği için bu tür rüyadan da söz etmemiştir.
b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hâtıraların, arzuların hayalde canlanmasından ibarettir.
c) İnsan ruhunun gizli bir dış tesirden (şeytan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 3).
Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan, aşkın kaynağı olmayan karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir (bk. Yûsuf 12/44; Elmalılı, IV, 2865)
Hz. Yûsuf’un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi, Yûsuf’un şanının yüceliğini de gösterir. Yûsuf’un rüyası, yüce Allah’ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir.
Nitekim Hz. Peygamber’e de vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3). Yûsuf’un gördüğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya‘kub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri olduğu takdirde Yûsuf’u kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bu sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır.
Hz. Yûsuf’un rüyada gördüğü güneş, babası Ya‘kub; ay, annesi Rahel; yıldızlar ise on bir kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi (Şevkânî, III, 9).
6. âyette “rüyada görülenlerin yorumu” diye çevirdiğimiz te’vîlü’l-ehâdîs tamlamasındaki te’vîl kelimesi terim olarak, “lafzı zâhirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” mânasına gelir. Burada te’vil terimi, “tabir etmek” ile eş anlamlı olarak, “rüyadaki sembolleri yorumlayıp delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak” anlamında kullanılmıştır.
Ehâdîs kelimesi ise “olay” ve “haber” anlamlarına gelen hadîsin çoğuludur. Birinci anlama göre cümle, “Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek” mânasına, ikinci anlama göre ise “Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek” mânasına gelir.
Bu anlamdan hareketle cümleyi, “Allah sana kendi kitaplarının ve peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek” şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek sûretiyle cümlenin mânasını daha kapsamlı olarak değerlendirmek de mümkündür.
Buna göre cümle, Hz. Yûsuf’a rüyaları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin verileceğini de ifade eder.
Anlaşıldığı kadarıyla Yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş olmasıdır. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lutfunu tamamlamıştır.
Ataları Hz. İbrâhim ve İshak’a peygamberlik vererek onları en büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya‘kub’un soyundan da birçok peygamber ve hükümdar göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulaşamayacakları bir şerefe ulaştırmıştır (Mâide 5/20).
Meal
Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde (hakikati arayıp) soranlar için ibretler vardır. ﴾7﴿
Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamız açık bir yanılgı içindedir.” ﴾8﴿
Tefsir
Yüce Allah Hz. Yûsuf ile kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler için birçok ibret bulunduğuna dikkat çekmiştir.
Yûsuf’un, bu âyette geçen kardeşinden maksat, kendisinden küçük olan ana-baba bir öz kardeşi Bünyâmin’dir (Şevkânî, III, 9).
Gelecekte peygamberlikle görevlendirilecek olan Hz. Yûsuf, dürüstlük ve üstün karakteri sebebiyle babasının dikkatini çekmiş ve sevgisini kazanmıştır. Bünyâmin’i de en küçük çocuğu olması sebebiyle çok seviyordu.
Hz. Ya‘kūb’un bu en küçük iki oğluna karşı farklı bir sevgi göstermesi, diğer oğullarının haset duygularını iyice kamçılamıştı. Bu yüzden babalarının bir yanılgı içinde olduğunu ileri sürdüler.
8. âyette “Bizim sayımız daha çok” diye çevirdiğimiz cümle içindeki usbe kelimesi “10-40 kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat” anlamına gelmektedir (İbn Âşûr, XII, 222). Hz.
Ya‘kūb’un oğulları, aynı babanın çocukları olmalarına rağmen Yûsuf’la Bünyâmin’in anaları ayrı olduğu için, “Yûsuf ile öz kardeşi” şeklinde ifade etmişlerdir (Râzî, XVIII, 92).
Meal
“Yûsuf’u öldürün veya onu bir yere atın ki babanız sadece size yönelsin. Ondan sonra (tövbe edip) salih kimseler olursunuz.” ﴾9﴿
Onlardan bir sözcü, “Yûsuf’u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine bırakın ki geçen kervanlardan biri onu bulup alsın. Eğer yapacaksanız böyle yapın” dedi. ﴾10﴿
Tefsir
Kabaran kıskançlık duyguları, kardeşlik şefkat ve merhamet duygularını o derece örtmüştü ki kardeşlerini öldürmek veya başka bir şekilde ortadan kaldırmak için karar almada tereddüt göstermediler. Böylece çarpık bir mantıkla, kardeşlerini ortadan kaldırdıktan sonra tövbe edip iyi kimseler olacaklarını ve babalarının teveccühünün sadece kendilerine kalacağını sanıyorlardı.
İçlerinden biri vicdanının sesini bastıramadı ve Yûsuf’un öldürülmemesini istedi; ama onu babasından uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakılmasını tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yûsuf’u alıp götüreceğini, böylece onu babasından uzaklaştırmış olacaklarını söyledi. Rivayete göre bu fikri ileri süren, Hz. Ya‘kūb’un en büyük oğlu Rûbîl’dir (Taberî, XII, 155-156; Tevrat’ta Ruben şeklinde geçer). Bu görüş uygun bulundu, uygulamak üzere babalarına geldiler.
Meal
Babalarına şöyle dediler: “Ey babamız! Yûsuf hakkında bize neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini isteyen kişileriz.” ﴾11﴿
“Yarın onu bizimle beraber gönder de gezip oynasın. Şüphesiz biz onu koruruz.”﴾12﴿
Babaları “Doğrusu onu götürmeniz beni üzer, siz ondan habersiz iken onu kurt yer diye korkuyorum.” ﴾13﴿
Onlar da, “Andolsun biz kuvvetli bir topluluk iken onu kurt yerse (o takdirde) biz gerçekten hüsrana uğramış oluruz” dediler. ﴾14﴿
Tefsir
“Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?” şeklindeki sorularından anlaşılıyor ki kardeşleri daha önce de Yûsuf’un kendileriyle beraber kıra çıkmasını istemişler fakat, babaları bu konuda onlara güvenmediği için buna izin vermemişti. Ya‘kūb aleyhisselâm aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hissettirmeme nezaketini göstermiş, gerekçe olarak, onlar farkında olmadan Yûsuf’u kurtların kapıp yiyebileceğinden korktuğunu ifade etmiştir.
Meal
Yûsuf’u götürüp kuyunun dibine bırakmaya karar verdikleri zaman biz de O’na, “Andolsun, (senin Yûsuf olduğunun) farkında değillerken onların bu işlerini sen kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik. ﴾15﴿
Tefsir
Kardeşleri, Yûsuf’u koruyacaklarına dair babalarına güvence verince Hz. Ya‘kūb, Yûsuf’u onlarla birlikte gönderdi. Kardeşleri onu kuyuya atmaya oy birliği ile karar verdiler ve kararı hemen uyguladılar.
Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yûsuf’a yapılan vahiyle ilgili olarak iki görüş vardır:
☼a) Hz. Yûsuf’a peygamberlik daha o zamandan verilmiştir. Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz. Yûsuf kardeşlerinin kendisine yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir (âyet 89).
☼b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara Kur’an-ı Kerîm’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır (Râzî, XVIII, 99).
“Ey babamız! Biz yarışa girmiştik. Yûsuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. (Bir de ne görelim) O’nu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın” dediler. ﴾17﴿
Bir de üzerine, sahte bir kan bulaştırılmış gömleğini getirdiler. Yakub dedi ki: “Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürükledi. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır.” ﴾18﴿
Tefsir
Kardeşleri, Hz. Yûsuf’un gömleğini, kestikleri bir hayvanın kanına bulayarak akşam üzeri babalarına getirdiler ve kendileri yarış yaparken onu bir kurdun yediğini ağlayarak söylediler.
Rivayete göre bu acı haberi alan Hz. Ya‘kūb, çok üzüldü ve gömleği alıp yüzüne sürerek dedi ki:
“Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş fakat sırtındaki gömleği yırtmamış!” (Taberî, XII, 164).
Ya‘kūb bu sözleriyle oğullarının söylediklerine inanmadığını ifade etmek istemiştir.
Nitekim oğullarına, “Hayır! Nefsiniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş” diyerek bu kanaatini belirtmiştir.
Meal
Bir kervan gelmiş sucularını suya göndermişlerdi. Sucu kovasını kuyuya salınca “Müjde! Müjde, İşte bir oğlan!” dedi. O’nu alıp bir ticaret malı olarak sakladılar. Oysa Allah, onların yaptıklarını biliyordu. ﴾19﴿
Tefsir
Konunun akışından anlaşıldığına göre Yûsuf’un atıldığı kuyu, ticaret kervanlarının geçtiği yol üzerinde bulunuyordu. Nitekim 10. âyette geçen, “Onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” cümlesi de bunu açıkça gösterir. Yûsuf’un kuyudaki durumuna bakıldığında, kuyunun kuraklık sebebiyle suyunun çekilmiş olduğu ve onun burada hayatını etkilemeyecek kadar kısa bir süre kaldığı anlaşılmaktadır.
“Onu bir ticaret malı olarak sakladılar” cümlesindeki saklayanların kimler olduğu hakkında farklı iki görüş vardır:
☼a) Onu saklayanlar, su almaya gelenlerdir. Onu kervandaki diğer arkadaşlarından saklamışlar ve el altından değersiz bir bedelle satmışlardır.
☼b) Kardeşleri Yûsuf’un kendi kardeşleri olduğunu saklamışlardır. Yani onu kuyuya attıktan sonra gitmemişler, o yörede beklemişler, kervanın sucuları Yûsuf’u çıkardığında onun kendi köleleri olduğunu iddia etmişler, Yûsuf da korkusundan ses çıkaramamış, böylece onu köle olarak kervanın adamlarına düşük bir bedelle satmışlardır (Râzî, XVIII, 106).
Kanaatimizce Hz. Yûsuf’u bir ticaret malı olarak saklayanlar kardeşleri değil, kuyudan onu çıkaran kervancı ile yanındaki arkadaşlarıdır. Zira kardeşleri onu kuyuya attıktan sonra gömleğini kana bulayıp babalarının yanına dönmüşlerdi.
Meal
O’nu ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Zaten ona değer vermiyorlardı. ﴾20﴿
Tefsir
(Mısır’da) onu yok pahasına, birkaç dirheme sattılar. Zaten ona pek değer vermemişlerdi.
Meal
O’nu satın alan Mısırlı kişi hanımına dedi ki: “Ona iyi bak. Belki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz.” İşte böylece biz Yûsuf’u o yere (Mısır’a) yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğretelim diye böyle yaptık. Allah işinde galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler. ﴾21﴿
Tefsir
Yüce Allah’ın yardımı ve himayesi sayesinde Hz. Yûsuf tehlikelerden kurtularak Mısır’ın ileri gelen devlet adamlarından birinin evine köle olarak yerleşti. Bazı kaynaklarda onu satın alan şahsın, Mısır kralının maliye nâzırı veya Mısır (Menfîs) şehrinin valisi ve muhafız askerlerin kumandanı Potifar olduğu bildirilmektedir (Tekvîn, 37/36, 39/1; İbn Âşûr, XII, 245).
Kur’an bu zatı ismiyle değil, “el-azîz” unvanıyla anar (Yûsuf 12/30, 51). İleride yüksek bir makama getirilecek olan Hz. Yûsuf da aynı unvanla anılacaktır (Yûsuf 12/78). Bu durum, “el-azîz” sıfatının Mısır’da yüksek bir resmî unvan olduğunu ifade eder. “el-Azîz” kelimesinin sözlük anlamı da “kudretli ve itibarlı kimse” demektir. Hz. Yûsuf, bu üst düzey yöneticinin hizmetinde kaldığı süre zarfında devlet yönetimiyle ilgili bilgi ve deneyimini geliştirmiştir.
Aziz’in, Hz. Yûsuf hakkında karısına söylediklerine bakılırsa, onu gördüğü andan itibaren zekâ ve kabiliyetini sezdiği ve onun gelecekte büyük işler yapabileceği kanaatine vardığı anlaşılır. Bu sebeple ona köle muamelesi değil, evlât muamelesi yapmıştır.
Kaynakların bildirdiğine göre Aziz’in karısının adı Zelîha veya Züleyha’dır. Yahudiler ona Raîl derler (Kurtubî, IX, 158; İbn Kesîr, IV, 306; İbn Âşûr, XII, 245; Ömer Faruk Harman, “Yûsuf”, İFAV Ans., IV, 507).
“... ve bunu olayların yorumunu öğretelim diye de yaptık” meâlindeki cümle, Hz. Yûsuf’un devlet yönetimine ait konularda eğitimden geçirildiğine işaret eder. En azından imkânları bol, görgülü ve kültürlü bir ortamda kalmakla devlet yönetimine ait bilgi ve deneyimi artmış, siyasi ve idari birikim kazanmıştır.
Meal
Olgunluk çağına erişince O’na hikmet ve ilim verdik. İşte biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız. ﴾22﴿
Tefsir
Meâlinde “olgunluk çağı” diye tercüme ettiğimiz eşüd kelimesi sözlükte “güç ve kuvvet” anlamına gelir. Âyette kişinin en fazla güçlü olduğu çağı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu çağın 18, 20, 33, 40. yaşlar olduğuna dair farklı görüşler vardır (Zemahşerî, II, 310; Şevkânî, III, 19).
Hz. Yûsuf’a verilen “hikmet ve ilim”, “sağlıklı muhakeme, yönetme ve yargılama yeteneği”, özellikle “rüyaları yorumlama bilgisi” şeklinde açıklanmıştır. Nitekim Hz. Yûsuf’un, “Ey Rabbim! Bana iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin” (Yûsuf 12/101) meâlindeki duasında buna işaret vardır.
Meal
Evinde bulunduğu kadın (gönlünü ona kaptırıp) ondan arzuladığı şeyi elde etmek istedi ve kapıları kilitleyerek “Haydi gelsene!” dedi. O ise, “Allah’a sığınırım, çünkü o (kocan) benim efendimdir, bana iyi baktı. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” dedi. ﴾23﴿
Tefsir
Yûsuf’un köle olarak bulunduğu evin hanımı Zelîha ona âşık oldu ve onunla birlikte olmak için planlarını hazırladı. Eşinin evde bulunmadığı bir sırada kapıları kilitledi ve “haydi gel!” diyerek kendisini ona teslim etmeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak kadının bu tutkusuna karşılık Yûsuf, iradesine ve duygularına hâkim oldu, müstakbel peygambere yakışır şekilde cevap verdi ve Allah’ın haram kıldığı bir şeyi yapmayacağını bildirerek teklifi reddetti.
“O, benim velinimetimdir, bana güzel davrandı” meâlindeki ifadeden Yûsuf’un bu çirkin fiili Allah korkusundan değil de efendisine karşı saygısızlık olur, endişesiyle yapmadığı anlaşılmamalıdır. Zira o, önce Allah’a sığındığını ifade etmiş, sonra da ev sahibinin kendisinin efendisi olduğunu, dolayısıyla ona karşı da böyle bir ihanette bulunamayacağını, zalimlerin (nankörlerin) iflah olmayacaklarını söylemiştir. Bunu izleyen âyette de kadın ona meylettiği halde onun, Allah’tan gelen bir ilham sayesinde kadına meyletmekten korunduğu bildirilmiştir.
Meal
Andolsun kadın ona (göz koyup) istek duymuştu. Eğer Rabbinin delilini görmemiş olsaydı Yûsuf da ona istek duyacaktı. Biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzaklaştırmak için işte böyle yaptık. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı. ﴾24﴿
Tefsir
“İşaret ve ikaz” olarak çevrilen burhân hakkında çeşitli görüş ve rivayetler olmakla birlikte (Zemahşerî, II, 312) bunun, Allah’tan gelen bir ilham olduğu kanaati ağır basmaktadır.
Buna göre kadının tahrikleri karşısında Yûsuf’ta ona yaklaşma arzu ve isteği doğmuş, ancak Allah’tan gelen bir ilham sayesinde bu çirkin işin haram olduğunu hatırlamış ve kadına yaklaşmamıştır.
Âyetin akışı da Yûsuf’un bu fiilden korunmuş olduğunu göstermektedir. Bu olay, peygamberlerin peygamberlik öncesinde de büyük günah işlemekten korunmuş olduklarını savunan görüşü destekler.
Meal
İkisi de kapıya koştular. Kadın Yûsuf’un gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında hanımın efendisine rastladılar. Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası, ancak zindana atılmak veya can yakıcı bir azaptır.” ﴾25﴿
Tefsir
Bundan sonra Yûsuf, Zelîha’nın kilitlemiş olduğu kapıları açarak dışarı çıkmak istedi. Onu dışarı bırakmak istemeyen Zelîha, arkadan gömleğinden tutup çekerek gömleği yırttı. Kapıda kocasıyla karşılaştılar. Kölesiyle zina etmeyi göze alan Zelîha maksadına ulaşamadan böyle bir manzara ile karşılaşınca, durumunu kurtarmak için Yûsuf’a iftira etmekte bir sakınca görmedi, onun cezalandırılması gerektiğini söyledi.
Meal
Yûsuf, “O benden arzusunu elde etmek istedi” dedi. Kadının ailesinden bir şahit de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, O (Yûsuf) yalancılardandır.” ﴾26﴿
“Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir. O (Yûsuf) ise, doğru söyleyenlerdendir.” ﴾27﴿
Tefsir
Yûsuf’un kendisini savunması üzerine, kadının ailesinden olup kuvvetli ihtimalle Aziz ile birlikte eve gelmekte olan, tecrübeli bir kişi kanaatini şöyle ifade etti:
Mevdûdî bu zatın yargıç olma ihtimalinden söz eder (II, 454). Yargıç olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte âdil olduğu anlaşılmaktadır, zira kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış, adaletten ayrılmamıştır.
Meal
Kadının kocası Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağıdır. Şüphesiz sizin tuzağınız çok büyüktür.” ﴾28﴿
“Ey Yûsuf! Sen bundan sakın kimseye bahsetme. (Ey Kadın,) sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen günah işleyenlerdensin.” ﴾29﴿
Tefsir
Aziz, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, bunun kadının bir tuzağı olduğunu anladı ve kadınların tuzağının yaman olduğunu vurguladıktan sonra, Yûsuf’a olayı gizli tutmasını ve unutmasını, karısına da günahından tövbe etmesini emretti.
Aziz’in, “Sen de günahının affını dile; çünkü sen günahkârlardan oldun” meâlindeki ifadesi, Mısır halkının, putperest olmakla birlikte Allah inancına sahip olduklarını ve bu tür fiillerin günah kabul edildiğini göstermektedir.
Meal
Şehirde bir takım kadınlar, “Aziz’in karısı, (hizmetçisi olan) delikanlısından murad almak istemiş. Ona olan aşkı yüreğine işlemiş. Şüphesiz biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. ﴾30﴿
Kadın, bunların dedikodularını işitince haber gönderip onları çağırdı. (ziyafet düzenleyip) onlar için oturup yaslanacakları yer hazırladı. Her birine birer de bıçak verdi ve Yûsuf’a, “Çık karşılarına” dedi. Kadınlar Yûsuf’u görünce onu pek büyüttüler ve şaşkınlıkla ellerini kestiler. “Haşa! Allah için, bu bir insan değil, ancak şerefli bir melektir” dediler. ﴾31﴿
Bunun üzerine kadın onlara dedi ki: “İşte bu, beni hakkında kınadığınız kimsedir. Andolsun, ben ondan murad almak istedim. Fakat o iffetinden dolayı bundan kaçındı. Andolsun, eğer emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve zillete uğrayanlardan olacak.” ﴾32﴿
Tefsir
Olay Mısır’ın ileri gelenleri arasında duyulup yayılınca bir grup kadın Aziz’in karısının, kölesine âşık olmasını kınadılar ve “Yûsuf’un sevdası onun kalbine işlemiş!” dediler. Bunu duyan Zelîha kadınları evine davet etti. Misafirler için evini donattı ve yaslanıp oturacakları yerler hazırladı.
Davetliler gelince önlerine yemekler, meyveler ve bıçaklar koydu. Onlar meyveleri soyarken Yûsuf’a huzurlarına çıkmasını emretti. Yûsuf’un güzelliğine hayran kalan kadınlar, şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve onun insan değil, yüce bir melek olduğunu söylediler.
Zelîha, “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu. Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” dedi.
Burada dikkat çekici olan şudur:
Mısır’ın ileri gelenlerinin hanımları, Zelîha’nın zina gibi çirkin bir fiile teşebbüs etmesini kınamış olmalarına rağmen Zelîha, davet ettiği hanımlar içerisinde arzularını ve ahlâk dışı niyetlerini açıkça ilân etmekten çekinmemiştir. Nitekim ziyafet esnasında, kendisine âşık olduğu Yûsuf’u davetlilerin huzuruna çıkararak, böyle yakışıklı ve güzel bir köleye âşık olmanın, toplum değerleri açısından, kendisi için bir nakîsa olmadığını vurgulamak istemiştir.
Meal
Yûsuf, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi. ﴾33﴿
Tefsir
Yûsuf’un bu duasından Zelîha’nın davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır.
Ancak bütün bunların karşısında, sağlıklı ve yakışıklı bir delikanlı olan Yûsuf, iradesine hâkim olarak insanın hayatta karşılaşabileceği en zor imtihanlardan birini başarıyla sonuçlandırmıştır.
Böylece Kur’an’ın bu kıssayı anlatmasının en önemli sebeplerinden birinin Muhammed ümmetine, gençliğine, fiziksel özelliklerine ortamın tamamen elverişli olmasına, nefsinin de arzulamasına rağmen bu arzularına karşı koyup aklının, güçlü iradesinin ve değerlerine inancının gücüyle iffet ve ahlâkını koruyan bir erdemli genç insan modeli göstermek olduğu anlaşılıyor.
Meal
Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzaklarını ondan uzaklaştırdı. Şüphesiz ki o, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. ﴾34﴿
Tefsir
Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına düşürmedi. Şüphesiz O, çok iyi işiten, pek iyi bilendir.
Meal
Sonra onlar, Yûsuf’un suçsuzluğunu ortaya koyan delilleri gördükten sonra yine de mutlaka onu bir süre zindana atmayı uygun buldular. ﴾35﴿
Tefsir
Aziz’in ailesini temize çıkarıp zevâhiri kurtarmak ve olayı örtbas etmek, istediği anlaşılmaktadır. Ayrıca kadın da Yûsuf’un itaatsizliğini cezalandırmak istiyordu. Bu da suçu köleye yükleyerek onun belli bir süre hapse atılmasıyla mümkündü. Bu sebeple bütün delillerin Yûsuf’un günahsız, kadının ise suçlu olduğunu göstermesine rağmen Aziz ve arkadaşları, Yûsuf’un bir süre zindana atılmasını uygun gördüler.
Meal
Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girdi. Biri, “Ben rüyamda şaraplık üzüm sıktığımı gördüm” dedi. Diğeri, “Ben de rüyamda başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik yapanlardan görüyoruz” dedi. ﴾36﴿
Tefsir
Böylece Yûsuf zindana atıldı. Onunla birlikte biri kralın şarap sunucusu, diğeri ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha zindana girdi.
Tefsirlerdeki rivayetlere göre bu iki genç, Mısır’da kralı öldürmek isteyen kimselerin teşvikiyle onun ekmeğine ve şarabına zehir katmışlar, fakat biraz sonra birbirlerini jurnal ederek ekmekçi, şarapta zehir olduğunu; şarapçı da ekmekte zehir olduğunu krala haber vermiş, bunun üzerine her ikisi de hapse atılmışlardı (Şevkânî, III, 30).
Bunlardan biri düşünde şarap yapmak için üzüm sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını ve kuşun gelip o ekmekten yediğini görmüş, muhtemelen rüyalarını birbirlerine anlatmışlar, fakat yorumunu yapamamışlardı.
Bunun üzerine her ikisi de doğruluğuna, ilmine, yorumuna ve şahsiyetine güvendikleri Yûsuf’a gelip ondan rüyalarının yorumunu istediler.
Meal
Yûsuf dedi ki: “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkar eden bir milletin dinini bıraktım.” ﴾37﴿
“Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Bizim Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız (söz konusu) olamaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur, fakat insanların çoğu şükretmezler.” ﴾38﴿
Tefsir
Bu olay, Hz. Yûsuf’un risâletini tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zira bundan önce tebliğde bulunduğunu gösteren herhangi bir işaret yoktur.
Ona güvenen ve ondan rüyalarının yorumunu isteyen iki arkadaşına o, gayet nazik bir şekilde hitap ederek rüya yorumlama ilminin kehânet ve falcılık değil, Allah’ın, kendisine vahyettiği ilimlerden olduğunu bildirmiştir. Kendisinin Allah’a ve âhiret gününe inanmayan putperest Mısırlılar’ın dinine asla iltifat etmediğini, hak peygamber olan atalarının dinine mensup olduğunu ve bunların Allah’a ortak koşmalarının doğru olmadığını ifade etmiştir.
Mısırlılar o zaman putperest olup çeşitli tanrılara tapıyorlardı (İbn Âşûr, XII, 271); nitekim 39 ve 40. âyetler bunu ifade etmektedir.
Burada dikkat çeken bir husus da Hz. Yûsuf’un, “Size rızık olarak verilen yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim” diyerek yorum için bir vakit belirlemiş olmasıdır.
Bu ifadeden, zindandakilerin dış dünya ile ilişkilerinin kesildiği, güneşin hareketini dahi izleme imkânlarının bulunmadığı, dolayısıyla, vakti ancak yemek, uyku ve havalandırma gibi olaylarla bildikleri anlaşılmaktadır.
“Size rızık olarak verilen yemek gelmeden önce” ifadesini, mecaz olarak “olaylar başınıza gelmeden, rüyanız gerçekleşmeden önce” şeklinde anlamak da mümkündür.
Hz. Yûsuf’un, “Bu (rüya yorumlama ilmi) rabbimin bana öğrettiklerindendir” meâlindeki ifadesi yüce Allah’ın ona rüya yorumlamanın dışında da şer‘î ilimler, hikmet, iktisat vb. birçok ilmi öğretmiş olduğuna işaret eder. Nitekim 55. âyette krala hitaben söyledikleri de bu yorumu destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf, aynı zamanda İbrâhim, İshak ve Ya‘kub aleyhisselâmın kendisinin ataları olduğunu söyleyerek kimliğini de ilk defa açıklamış bulunmaktadır.
Ayrıca o, kendisinin Allah tarafından peygamber atalarına vahyedilen dini tebliğ etmek için seçilmiş olduğunu, dolayısıyla bir eğitim ve imtihan sürecinden geçtiğini biliyordu.
Meal
“Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı ilahlar mı daha iyidir, yoksa mutlak hakimiyet sahibi olan tek Allah mı?” ﴾39﴿
“Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlere (düzmece ilahlara) tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” ﴾40﴿
“Ey zindan arkadaşlarım! (Rüyanızın yorumuna gelince,) biriniz efendisine şarap sunacak, diğeri ise asılacak ve kuşlar başından yiyecektir. Yorumunu sorduğunuz iş böylece kesinleşmiştir.” ﴾41﴿
Tefsir
Rivayete göre o dönemde Mısırlılar’ın otuz dolayında tanrıları vardı; bunlar farklı tabiat kuvvetlerini veya bazı yıldızları temsil ediyorlardı (İbn Âşûr, XII, 276).
Bu âyetlerde Hz. Yûsuf, aklî deliller getirerek muhataplarına gerçek ve tek Allah’a inanmayı telkin etmektedir.
Ayrıca arkadaşlarının rüyalarını yorumlayarak birinin daha önce olduğu gibi efendisinin hizmetine gireceğini ve ona şarap sunacağını; diğerinin ise asılacağını, kafasını kuşların didikleyeceğini söylemiştir.
Meal
Yûsuf, onlardan kurtulacağını düşündüğü kişiye, “Efendinin yanında beni an”, dedi. Fakat şeytan O’nu efendisine hatırlatmayı unutturdu da bu yüzden o, birkaç yıl daha zindanda kaldı. ﴾42﴿
Tefsir
Bu arada Hz. Yûsuf, kurtulacağına inandığı gençten kendisinin suçsuz olduğunu ve haksız yere zindana atılmış bulunduğunu krala anlatmasını rica etti, fakat genç zindandan çıktıktan sonra Yûsuf’un ricasını unuttu. Böylece Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı.
“Fakat şeytan ona, efendisine Yûsuf’tan söz etmeyi unutturdu” meâlindeki cümle müfessirler tarafından iki farklı şekilde yorumlanmıştır:
☼a) Şeytan Hz. Yûsuf’a Allah’ı anmayı unutturdu. Böylece Yûsuf, zindan arkadaşından kendisinin suçsuz olduğunu krala hatırlatmasını rica etti de kurtuluşu Allah’tan dilemedi. Bundan dolayı Allah onu birkaç yıl daha zindanda tutarak cezalandırdı. Bu konuda rivayet edilen bir de hadis vardır. Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Yûsuf bu sözü söylememiş olsaydı, zindanda bu kadar uzun süre kalmazdı. Zira o kurtuluşu Allah’tan başkasından istedi” (Taberî, XII, 223). Gerek bu yorum gerekse delil olarak getirilen bu hadis, diğer müfessirler tarafından zayıf kabul edilmiştir (İbn Kesîr, IV, 317).
☼b) Şeytan, zindandan çıkan gence Hz. Yûsuf’un durumunu efendisi krala anlatmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı. Müfessirlerin birçoğu bu mânayı tercih etmişlerdir. Çünkü bir peygamberin gerektiğinde insanlardan yardım istemesi, kurtuluş yollarını araması Allah’ı unuttuğunu göstermez. 45. âyet de bu mânayı destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf’un zindanda kaldığı süre hakkında beş, yedi, on iki veya on dört yıl şeklinde farklı rivayetler vardır (Şevkânî, III, 34).
Meal
Kral, “Ben rüyamda yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, rüyamı bana yorumlayın” dedi. ﴾43﴿
Tefsir
Bu kralın, Sînâ yarımadası yoluyla gelip Mısır’ı istilâ ettikten sonra ülkede milâttan önce 1700’den 1580’e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri olduğu bildirilmektedir (bk. Ahmet Suphi Furat, “Yûsuf”, İA, XIII, 441).
Tarihçilerin bunları, “göçebe ülkelerin hükümdarları” veya “çoban krallar” diye isimlendirmiş olmaları bunların Mısır’ı istilâ etmeden önce henüz tam olarak yerleşik hayata geçmemiş olan Suriyeli Araplar oldukları ihtimalini kuvvetlendirir.
Bunların, İbrânî asıllı Hz. Yûsuf ile menşe yakınlığı ihtimali de vardır. Çünkü İbrânîler de daha önce Arabistan yarımadasından Mezopotamya’ya, sonra Suriye’ye göç eden bedevî kabilelerden birinin soyundan gelmektedir.
Kralın, Hz. Yûsuf’a güven duyması ve ailesine ülkesinde geniş imkân tanıması Mısır’da zaman içinde İsrâil asıllıların etnik ve kültürel bir toplum haline gelmesini sağlamıştır (Esed, II, 464-465; İbn Âşûr, XII, 280).
Hz. Mûsâ’nın zamanında ise Hiksoslar dönemi kapanmıştı, artık Mısır’ı Kıptî soyundan gelen Firavun yönetiyordu. Ülkesi için bir tehlike oluşturacağı endişesiyle İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını hayatta bırakıyordu (Bakara 2/49).
Meal
Dediler ki: “Bunlar karma karışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilmiyoruz.” ﴾44﴿
Tefsir
“Karmakarışık düşler” diye çevirdiğimiz edgāsü ahlâm tamlamasındaki edgās kelimesi “yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana gelen ot demetleri” anlamına gelir.
Ahlâm ise “uyku halinde görülen, anlamlı olmayan, ilham tarzındaki rüya gibi bilgi taşımayan düşler”dir. Dolayısıyla bunların bilgiye ulaşma sonucu veren bir yorumu yoktur.
Öyle anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ, zindanda çilesini dolduran Hz. Yûsuf’u buradan çıkarmak ve sabrının mükâfatını vermek istedi.
Dolayısıyla onun zindandan çıkmasını gerektirecek sebepleri hazırladı.
Kral gördüğü rüyadan etkilenip korktu. Bunun üzerine ülkesindeki rüya yorumcularını, üst mevkideki adamlarını (tapınak kâhinlerini) toplayıp, rüyayı onlara anlattı.
Fakat kâhinler rüyayı yorumlamaktan âciz kaldılar.
Meal
Zindandaki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zamandan sonra (Yûsuf’u) hatırladı ve, “Ben size onun yorumunu haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin” dedi. ﴾45﴿
(Zindana varınca), “Yûsuf! Ey doğru sözlü! Rüyada yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi, bir de yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak hakkında bize yorum yap. Ümid ederim ki (vereceğin bilgi ile) insanlara dönerim de onlar da (senin değerini) bilirler” dedi. ﴾46﴿
Tefsir
Yûsuf’un iki hapishane arkadaşından sağ kalan kişi, kâhinlerin, kralın rüyasını yorumlamaktan aciz kaldıklarını görünce, Hz. Yûsuf’u hatırladı ve gidip rüyayı ona yorumlatmak üzere izin istedi. İzin verilince, gitti, rüyayı Yûsuf’a anlattı ve ondan yorumunu aldı.
Rüya ileride meydana gelecek bolluk, kıtlık ve sıkıntılara işaret etmekteydi.
Meal
Yûsuf dedi ki: “Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın.” ﴾47﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, gelecekte Mısır’da etkili bir kıtlığın meydana geleceğini haber verdiği gibi, alınacak tedbirleri de anlattı.
Mısır’da yedi sene bolluk olacağını, bu süre zarfında her sene bolca hububat ekmelerini, kaldıracakları ürünlerden sadece yiyeceklerini ve tohumluklarını ayırıp kalanları başak halinde depolamalarını tavsiye etti.
Meal
“Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, saklayacağınız az bir miktar hariç bu yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.” ﴾48﴿
Tefsir
Bu bolluk yıllarından sonra yedi kıtlık yılı geleceğini, daha önce depo etmiş oldukları hububatı bu kıtlık yıllarında yiyeceklerini, az bir miktarını da tohum olarak kullanacaklarını söyledi.
Meal
“Sonra bunun ardından insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar.” ﴾49﴿
Tefsir
Bundan sonra yine bir bolluk yılı geleceğini, o yılda Allah tarafından insanlara yardım edileceğini, bolluk olacağını; halkın üzüm, hurma, zeytin ve susam gibi ürünleri sıkarak su ve yağlarından istifade edeceklerini haber verdi.
Kralın rüyasında bu bolluk yılına dair herhangi bir işaret yoktur. Hz. Yûsuf, Allah’ın verdiği bilgiye dayanarak bunu onlara müjdelemiştir. Bu olay rüyayı herkese değil, ehline yorumlatmanın gerekli olduğunu göstermektedir (rüya ve rüya yorumu için ayrıca bk. Yûsuf 12/4-6).
Meal
Kral, “Onu bana getirin” dedi. Elçi Yûsuf’a gelince (Yûsuf) dedi ki: “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların derdi ne idi, diye sor. Şüphesiz Rabbim onların hilesini hakkıyla bilendir.” ﴾50﴿
Tefsir
Yûsuf’un hapishane arkadaşı rüyanın yorumunu krala götürdü. Kral, yorumun rüyaya uygun olduğunu görünce sevindi ve bu yorumu yapanın akıllı, bilgili bir kimse olduğunu anladı. Yorumu bir de kendisinden dinlemek için onun huzura getirilmesini emretti.
Elçi gelip kralın isteğini Hz. Yûsuf’a iletti. Fakat Yûsuf, yüce Allah’tan gelen bir ilhamla kendisinin ileride yüksek bir makama geleceğini biliyordu; dolayısıyla zindandan hemen çıkmayıp üzerindeki töhmet ve şaibenin ortadan kalkmasını, iffet ve şahsiyetine sürülmüş olan lekenin temizlenmesini istedi.
Kendisinin haksız olarak zindana atılmış, mâsum ve günahsız biri olduğunun ortaya çıkmasını bekledi. Resûl-i Ekrem Hz. Yusuf’un zindanda çektiği çileyi anlatırken onun gösterdiği sabır ve olgunluk hakkında takdirkâr ifadeler kullanmıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 12/5).
Hz. Yûsuf burada peygambere yakışır bir nezaket ve örnek bir tavır da sergiledi. Şöyle ki, asıl zindana atılmasına sebep olan Aziz’in karısı olduğu halde velinimetinin şerefini korumak için, onun karısından hiç söz etmeden geçmişte yapılmış bir toplantıda ellerini kesmiş bulunan kadınların tutumunun tahkik edilerek olayın aydınlatılmasını istedi.
Meal
Kral kadınlara, “Yûsuf’tan murad almak istediğiniz zaman derdiniz ne idi?” dedi. Kadınlar, “Haşa! Allah için, biz onun bir kötülüğünü bilmiyoruz” dediler. Aziz’in karısı ise, “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ondan ben murad almak istedim. Şüphesiz Yûsuf doğru söyleyenlerdendir” dedi. ﴾51﴿
Tefsir
Elçi Hz. Yûsuf’un isteklerini krala iletti. Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yûsuf’un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri gelenlerinin itibarını koruma uğruna haksızlığa göz yummuştu.
Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sorguya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günahsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısında Aziz’in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı.
Meal
(Yûsuf), “Benim böyle yapmam, Aziz’in; yokluğunda, benim kendisine hainlik etmediğimi ve Allah’ın, hainlerin tuzaklarını başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindi” dedi. ﴾52﴿
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. ﴾53﴿
Tefsir
Müfessirlerin çoğunluğu, bu âyetlerde geçen sözlerin Hz. Yûsuf’a ait olduğu görüşündedir (bk. Taberî, XII, 238, XIII, 2; Zemahşerî, II, 328; Begavî, II, 430).
Bununla birlikte bu sözlerin Aziz’in karısına ait olduğunu söyleyenler de vardır.
Onlara göre bu âyetler, bir önceki âyetin devamıdır.
Çünkü bu sözler kralın huzurunda kadınların sorguya çekildiği sırada söylenmiştir.
Halbuki o zaman Yûsuf zindanda bulunuyordu. Ayrıca bu âyetleri 51. âyetten ayıran herhangi bir karine de yoktur; dolayısıyla bu sözler kadına ait olmalıdır.
O bu sözleriyle Yûsuf’un gıyabında ona hıyanet etmediğini ve kendi nefsini de temize çıkarmak istemediğini ifade etmek istemiştir (İbn Kesîr, IV, 319 vd.; Reşîd Rıza, XII, 323; İbn Âşûr, XII, 292).
Kadın suçunu itiraf ettiğine göre, kalkıp bir de “O suçlu ama ben de büs-bütün temiz değilim” anlamında bir söz söylemesi çelişkili olacağından, kanaatimizce o sözleri Hz. Yûsuf söylemiş olmalıdır.
Meal
Kral, “Onu bana getirin, onu özel olarak yanıma alayım”, dedi. Onunla konuşunca dedi ki: “Şüphesiz bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir bir kişisin.” ﴾54﴿
Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. ﴾55﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf’un, kendi niteliklerini açıklayarak yöneticiden görev istemesi, herhangi bir alanda uzman olan kimsenin, umumun menfaati için yetkililerden görev istemesinin câiz olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’in, görev talebinde hırslı ve ısrarlı olmamak konusundaki uyarılarının amacı (Müslim, “İmâre”, 3/13-14), kamu görevine lâyık olanların bulunup tayin edilmesine teşviktir.
Meal
Böylece Yûsuf’a, dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkan ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. ﴾56﴿
Tefsir
Kral, Hz. Yûsuf hakkında edindiği bilgilerden onun yüksek karaktere sahip, ülke yönetiminde liyakatli biri olduğunu anladı ve tereddüt etmeksizin onu devletinde yüksek bir makama getirdi. Maliyenin yönetimini ona teslim etti ve tam yetki verdi.
Olaylar Yûsuf’un, kralın rüyasını yorumladığı gibi cereyan etti. Hz. Yûsuf, gereken tedbiri alarak bolluk yıllarında tarıma önem verdi, üretimi arttırdı, ihtiyaç fazlası ürünleri depoladı.
Nihayet kıtlık yılları geldi. Bu sefer depolanmış olan ürünleri yemeye ve ihraç etmeye başladılar. Çünkü kıtlık sadece Mısır’da değil, Kuzey Arabistan, Ürdün, Filistin ve Suriye’de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Ancak Hz. Yûsuf’un aldığı tedbirler sayesinde Mısır halkı kıtlık yıllarını rahatlıkla geçirdi, hatta erzak fazlasını ihraç etti. Her taraftan insanlar gelerek Mısır’dan erzak satın aldılar.
Hz. Ya‘kūb da Yûsuf’un öz kardeşi Bünyâmin hariç, diğer oğullarını erzak almak için Mısır’a gönderdi.
50-57. ayetler grubundan çıkan sonuca göre üretim, tasarruf ve ekonomi yönetiminin ehil ellerde olması iktisadın temel ilkelerindendir.
Meal
Elbette ki, ahiret mükâfatı, inananlar ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir. ﴾57﴿
Tefsir
İman edip de sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.
Meal
(Derken) Yûsuf’un kardeşleri çıkageldiler ve yanına girdiler. Yûsuf onları tanıdı, onlar ise Yûsuf’u tanımıyorlardı. ﴾58﴿
Tefsir
Uzun süren kuraklık ve kıtlık Ken‘ân bölgesini de etkiledi.
Dolayısıyla Hz. Yûsuf’un kardeşleri de erzak satın almak üzere Mısır’a, Hz. Yûsuf’un yanına geldiler. Ancak huzuruna çıktıklarında onu tanımadılar, Yûsuf ise onları tanıdı. Çünkü onu kuyuya attıkları zaman o çocuk yaştaydı.
Aradan geçen bu uzun süre, onlarda fazla bir değişiklik meydana getirmemişti. Buna karşılık Hz. Yûsuf, yaşı gereği fizikî yapısı değişmiş, yetişkin bir insan olmuştu.
Ayrıca onlar kuyuya attıkları kardeşlerinin bir gün böyle bir makama geleceğini düşünemezlerdi. Ancak kader tecelli etmiş, 15. âyette bildirilen ilâhî vaad gerçekleşmeye başlamıştı.
Meal
Yûsuf onların yüklerini hazırlatınca dedi ki: “Sizin baba bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir ağırlayanların en iyisiyim.” ﴾59﴿
“Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size verilecek tek ölçek (zahire) bile yoktur ve bir daha da bana yaklaşmayın.” ﴾60﴿
Tefsir
Buradan anlaşıldığına göre Hz. Yûsuf kardeşlerini misafir etti, onlara ikram ve iltifatta bulundu; bu esnada, gelenlerin dışında bir de baba-bir kardeşlerinin bulunduğunu ona anlattılar; yaşlı babaları ve küçük kardeşleri için de tahıl istediler.
Hz. Yûsuf, kardeşlerinin istediği tahılı verdi, yüklerini hazırlattı, kendilerini donattı ve tekrar geldiklerinde küçük kardeşlerini de getirmelerini istedi. Aksi halde yanlış beyanda bulunmuş olacakları için kendilerine tahıl vermeyeceğini bildirdi.
Meal
Dediler ki: “Onu babasından isteyeceğiz ve muhakkak bunu yaparız.” ﴾61﴿
Yûsuf adamlarına dedi ki: “Onların ödedikleri zahire bedellerini yüklerinin içine koyun. Umulur ki ailelerine varınca onu anlarlar da belki yine dönüp gelirler.” ﴾62﴿
Tefsir
Bünyâmin’i getireceklerine dair kardeşlerinden kesin söz alan Hz. Yûsuf, onların ödedikleri bedeli de yüklerinin içine koydurarak parasızlık yüzünden gelememeleri gibi bir mazereti de ortadan kaldırmış oluyordu.
Meal
Onlar, babalarına döndüklerinde, “Ey babamız! Bize artık zahire verilmeyecek. Kardeşimizi (Bünyamin’i) bizimle gönder ki zahire alalım. Onu biz elbette koruruz” dediler. ﴾63﴿
Tefsir
Babalarına döndüklerinde, “Ey babamız! Artık bize erzak verilmeyecek (çünkü kardeşimizi istiyorlar). Kardeşimizi bizimle beraber gönder de erzak alalım. Biz onu mutlaka koruyacağız” dediler.
Meal
Yakub onlara, “Onun hakkında size ancak, daha önce kardeşi hakkında güvendiğim kadar güvenebilirim! Allah en iyi koruyandır ve O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi. ﴾64﴿
Tefsir
Ya‘kūb dedi ki: “Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendiysem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! En iyi koruyucu Allah’tır. O, acıyanların en merhametlisidir.”
Meal
Yüklerini açıp zahire bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. “Ey babamız! Daha ne isteriz? İşte ödediğimiz bedeller de bize geri verilmiş. Onunla yine ailemize yiyecek getirir, kardeşimizi korur ve bir deve yükü zahire de fazladan alırız. Çünkü bu getirdiğimiz az bir zahiredir” dediler. ﴾65﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf’un kardeşleri ödedikleri bedelin kendilerine geri verildiğini görünce erzak için tekrar Mısır’a gitme arzuları daha da arttı. Kardeşleri Bünyâmin’i kendileriyle göndermesi için babalarına karşı biraz daha ısrarda bulundular ve onu koruyacaklarına dair söz verdiler.
Rivayete göre Hz. Yûsuf, bir kişiye bir deve yükünden fazla yiyecek vermiyordu. Onlara on deve yükü vermiş on birinciyi ise, kardeşleri Bünyâmin gelinceye kadar vermeyeceğini söylemişti.
Meal
Babaları, “Kuşatılıp çaresiz durumda kalmanız hariç, onu bana geri getireceğinize dair Allah adına sağlam bir söz vermedikçe, onu sizinle göndermeyeceğim” dedi. Ona güvencelerini verdiklerinde, “Allah söylediklerimize vekildir” dedi. ﴾66﴿
Tefsir
Ya‘kūb şöyle cevap verdi: “Aşılamaz engellerle kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Ona hepsi de kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” dedi.
Meal
Sonra da, “Ey oğullarım! Bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben ona tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız ona tevekkül etsinler” dedi. ﴾67﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un oğullarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini emretmesi iki şekilde yorumlanmıştır:
☼a) Oğulları gösterişliydiler ve güzel giyinirlerdi. Hep birlikte aynı kapıdan girdikleri takdirde onlara göz değeceğinden korkmuş, dolayısıyla ayrı kapılardan girmelerini emretmiştir.
Göz değmesi olayının gerçek olup olmadığı konusu müfessirler tarafından tartışılmış olmakla birlikte, Hz. Peygamber’in, torunları Hasan ile Hüseyin’i kem gözlerden koruması için Allah’a dua ettiği rivayet edilmiştir (Buhârî, “Enbiyâ”, 10).
Yine Resûlullah’ın “Göz değmesi haktır; eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı göz değmesi kaderi geçerdi” dediği rivayet edilmiştir (Müslim, “Selâm”, 41-42; göz değmesi hakkında ayrıca bk. Kalem 68/51).
☼b) Hz.Ya‘kūb’un endişesi siyasîdir. Böyle görkemli, güçlü, kuvvetli insanların şehre toplu halde girmeleri gerek halkın gerekse kralın dikkatini çeker, neticede başlarına bir hal gelebilirdi (Râzî, XVIII, 172).
Meal
Babalarının emrettiği şekilde (ayrı kapılardan) girdiklerinde (bile) bu, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan uzaklaştıracak değildi. Sadece Yakub içindeki bir dileği ortaya koymuş oldu. Şüphesiz o, biz kendisine öğrettiğimiz için bilgi sahibidir. Fakat insanların çoğu bilmezler. ﴾68﴿
Tefsir
Allah’ın hükmü değişmez olsa bile, insanlar bunu bilemezler ve tedbir almakla yükümlüdürler.
Ayrıca tedbir insanı psikolojik olarak rahatlatır. İnsanların çoğu kader-tedbir ilişkisini bilmez, ama peygamberler bilirler; çünkü bunu onlara Allah öğretmiştir.
Meal
Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; o, kardeşi Bünyamin’i yanına bağrına bastı ve (gizlice) “Haberin olsun ben senin kardeşinim, artık onların yaptıklarına üzülme” dedi. ﴾69﴿
Tefsir
Rivayet edildiğine göre Hz. Yûsuf, kardeşlerine ziyafet verdi.
Onları sofraya ikişer ikişer oturttu. Bünyâmin tek kaldığına üzülünce Hz. Yûsuf onu kendi sofrasına aldı.
Yemekten sonra kardeşlerini ikişer ikişer evlere misafir verdi. Bünyâmin yine yalnız kalmıştı. Yûsuf, “Bunun eşi yok, o halde benim yanımda kalsın” dedi.
Böylece Bünyâmin onun yanında geceledi. Ona, “Ölen kardeşinin yerine beni kardeş olarak kabul eder misin?” diye sordu.
Bünyâmin, “Senin gibi bir kardeşi kim bulabilir?; fakat sen babam Ya‘kūb ile annem Rahel’den doğmadın” diye cevap verdi.
Hz. Yûsuf bunu işitince ağladı, kalkıp Bünyâmin’in boynuna sarıldı ve “Ben senin kardeşinim” dedi (Râzî, XVIII, 177).
Meal
Yûsuf onların yüklerini hazırlatırken su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra da bir çağırıcı şöyle seslendi: “Ey kervancılar! Siz hırsızsınız.” ﴾70﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, öz kardeşini yanında alıkoyabilmek için kralın su tasını Bünyâmin’in yükü içine koydurdu. Sonra da tası onların çaldığını ilân etti.
Meal
Yûsuf’un kardeşleri onlara dönerek, “Ne yitirdiniz?” dediler. ﴾71﴿
Tefsir
Kardeşleri onlara dönerek, “Ne arıyorsunuz?” dediler.
Meal
Onlar, “Hükümdar’ın su kabını yitirdik. Onu getirene bir deve yükü ödül var. Ben buna kefilim” dediler. ﴾72﴿
Tefsir
“Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var” diye cevap verdiler. (İçlerinden biri) “Ben bu söze kefilim” dedi.
Meal
Dediler ki: “Allah’a andolsun, siz de biliyorsunuz ki biz bu ülkede fesat çıkarmaya gelmedik, hırsız da değiliz.” ﴾73﴿
Tefsir
Onlar, “Allah’a andolsun ki bizim bu yerde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz, biz hırsız da değiliz” dediler.
Onlar da: “Cezası, su kabı kimin yükünde bulunursa o kimsenin kendisi(nin alıkonması) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız” dediler. ﴾75﴿
Tefsir
Mısır kanunlarına göre hırsızın kendisine el koymak mümkün olmadığı için, Hz. Yûsuf’un adamları, kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tesbit etmek ve bunu uygulamak istediler.
Meal
Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır. ﴾76﴿
Tefsir
Mısır kanunlarında hırsıza sopa vurulur ve çaldığı malın iki misli ödettirilirdi.
Hz. Ya‘kūb’un şeriatında ise hırsız yakalanarak çaldığı malın karşılığında mal sahibine hizmet ettirilirdi.
Hz. Yûsuf, işte bu kanundan yararlanıp kardeşi Bünyâmin’i alıkoymak istedi. Planını buna göre hazırladı; dikkat çekmemek için aramaya önce üvey kardeşlerinin yüklerinden başladı. Sonunda su kabını Bünyâmin’in yükünden bulup çıkardı. Dolayısıyla onu Mısır’da alıkoydu.
Meal
Dediler ki: “Eğer o çalmışsa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.” Yûsuf bunu içinde sakladı ve onlara belli etmedi. İçinden, “Siz kötü bir durumdasınız; anlattığınızı Allah çok daha iyi biliyor” dedi. ﴾77﴿
Tefsir
Rivayete göre Hz. Yûsuf’un halası onu çok severdi. Yûsuf büyüyünce halası onun kendi yanında kalmasını istedi. Ya‘kūb buna razı olmayınca halası, Hz. İbrâhim’den kendisine miras kalmış olan kuşağını Yûsuf’un beline bağladı. Sonra kuşağın kaybolduğunu söyledi. Kuşak arandı, Yûsuf’un üzerinde bulundu. Halası kanun gereği Yûsuf’u yanında alıkoydu.
İşte Yûsuf’un kardeşleri “Daha önce onun kardeşi de çalmıştı” derken bu duruma işaret etmek istemişlerdir.
Şevkânî uydurma olarak nitelediği bu rivayeti naklettikten sonra Kurtubî’nin yorumunu tercih etmiştir.
Buna göre Yûsuf’un kardeşleri –daha önce yaptıkları gibi– yalan söylemiş, iftirada bulunmuşlardır (III, 51-52).
Meal
Onlar, Yûsuf’a: “Ey güçlü vezir! Bunun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizden birini alıkoy. Şüphesiz biz senin iyilik edenlerden olduğunu görüyoruz” dediler. ﴾78﴿
Yûsuf, “Malımızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını tutmaktan Allah’a sığınırız. Şüphesiz biz o takdirde zulmetmiş oluruz” dedi. ﴾79﴿
Tefsir
Plandan haberdar olmayan kardeşleri, Bünyâmin’in ihtiyar babası olup onun için çok üzüleceğini söylediler ve yerine kendilerinden birini alıkoyup onu serbest bırakmasını Hz. Yûsuf’tan istediler.
Fakat Hz. Yûsuf, cezanın şahsîliği ilkesinden hareket etti ve suçlunun yerine başkasını cezalandırmanın haksızlık olduğunu, böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığındığını bildirdi.
Meal
Ondan ümitlerini kesince, kendi aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanızın Allah adına sizden söz aldığını, daha önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Artık babam bana izin verinceye veya Allah, hakkımda hükmedinceye kadar buradan asla ayrılmayacağım. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” ﴾80﴿
“Siz babanıza dönün ve deyin ki: “Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti, biz ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Sana söz verdiğimiz zaman) gaybı (oğlunun hırsızlık edeceğini) bilemezdik.” ﴾81﴿
“Bulunduğumuz kent halkına ve aralarında olduğumuz kervana da sor. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz.” ﴾82﴿
Tefsir
Kardeşlerin büyüklerinden maksat yaşça büyük olan Ruben mi yoksa akılca üstün olan Şem‘ûn (Şimeon) mu olduğu konusunda farklı rivayetler vardır. Taberî yaşça büyük olan Ruben’in kastedildiğini bildiren rivayetlerin daha isabetli olduğu kanaatindedir (bk. XIII, 33-34).
Hz. Yûsuf’un kararlı tutumu karşısında, ondan ümitlerini kesen kardeşleri, durumu kendi aralarında görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri Ruben, Bünyâmin hakkında babalarına verdikleri sözü, daha önce de Hz. Yûsuf’a yaptıklarını onlara hatırlattı. Yûsuf’un bu kardeşi, daha önce onu öldürmek isteyen kardeşlerine, onu kuyuya atmalarını teklif etmiş ve ölümden kurtarmıştı (âyet 10; Taberî, XII, 155-156).
Hz. Ya‘kūb’un oğulları, 81. âyetin son cümlesiyle, Bünyâmin’i koruyacaklarına dair babalarına söz verdikleri zaman onun hırsızlık suçundan dolayı Mısır’da alıkonulacağını bilemeyeceklerini ifade etmek istemişlerdi.
Meal
Yakup, “Nefisleriniz sizi bir iş yapmağa sürükledi. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” dedi. ﴾83﴿
Tefsir
Babaları şöyle dedi: “Hayır, nefisleriniz bu hususta sizi aldattı. Bana düşen artık güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Şüphesiz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Meal
Onlardan yüz çevirdi ve, “Vah! Yûsuf’a vah!” dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artık acısını içinde saklıyordu. ﴾84﴿
Tefsir
Oğlu Bünyâmin’in Mısır’da tutulduğunu haber alan Hz. Ya‘kūb’un, diğer oğlu Yûsuf hakkındaki üzüntüleri yeniden depreşti ve üzüntünün şiddetinden gözlerine boz geldi.
Bu olay iki şekilde açıklanmıştır:
☼a) 96. âyette “Tekrar görür hale geldi” buyurulduğu için bunu karîne olarak alanlar, boz gelmekten maksat “Üzüntüden ve ağlamaktan dolayı gözünün kapanmasıdır” demişlerdir.
Uzmanların açıklamalarına göre nâdir de olsa üzüntüden gözde katarakt oluştuğu ve sonra bir şokla bunun zâil olduğu görülmüştür.
☼b) Râzî’nin de katıldığı (XVIII, 195) ikinci anlayışa göre göze boz gelmesinden maksat ağlayanın göz yaşlarına boğulmasıdır; açılması ise üzüntü ve ağlama sebebinin ortadan kalkması, göz yaşının dinmesidir.
Meal
Oğulları, “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ Yusuf’u anıp duruyorsun. Sonunda üzüntüden eriyip gideceksin veya helâk olacaksın” dediler. ﴾85﴿
Tefsir
Oğulları, “Allah’a andolsun ki, sen ‘Yûsufum!’ diye diye sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helâk olacaksın!” dediler.
Meal
Yakub, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi. ﴾86﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un bildiği, Allah’ın imtihanı, sabrın sonunun selâmet olduğudur; ayrıca Yûsuf’un rüyasına dayanarak (bk. 4-6 âyetler) edindiği, olayların geleceğine dair ümit verici bilgidir.
Meal
“Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” ﴾87﴿
Tefsir
Tekrar erzak almak için Mısır’a giden çocuklarına Hz. Ya‘kūb’un söylediği bu sözler, onun, Yûsuf’u kurt yediğinden kuşkusunun olduğunu, dolayısıyla Yûsuf’tan ümidini kesmediğini (bk. 18, 83. ayetler) ve Allah’ın lutfuyla bir gün kendisine kavuşacağını umduğunu göstermektedir.
Meal
Bunun üzerine (Mısır’a dönüp) Yûsuf’un yanına girdiklerinde, “Ey güçlü vezir! Bize ve ailemize darlık ve sıkıntı dokundu. Değersiz bir sermaye ile geldik. Zahiremizi tam ölç, ayrıca bize sadaka ver. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükafatlandırır” dediler. ﴾88﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un ısrarı üzerine oğulları, hem kardeşleri Yûsuf’u aramak, hem de yiyecek almak üzere üçüncü defa Mısır’a gittiler.
Hz. Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde kıtlığın kendilerini iyice dara düşürdüğünü, dolayısıyla erzak temini için tekrar geldiklerini söylediler. Ellerindeki bedelin yetersiz olduğunu, bu sebeple alışverişin dışında kendilerine biraz da tasaddukta bulunmasını Hz. Yûsuf’tan istediler.
Meal
Yûsuf dedi ki: “Siz (henüz) cahil kimseler iken Yûsuf ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?” ﴾89﴿
Kardeşleri, “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler. O da, “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu. Çünkü, kim kötülükten sakınır ve sabrederse şüphesiz Allah iyilik yapanların mükafatını zayi etmez” dedi. ﴾90﴿
Dediler ki: “Allah’a andolsun, gerçekten Allah seni bize üstün kıldı. Gerçekten biz suç işlemiştik.” ﴾91﴿
Yûsuf dedi ki: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir. ﴾92﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, artık kendisini tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek, cahillikleri yüzünden kardeşlerinin kendisine ve kardeşi Bünyâmin’e yaptıklarını onlara hatırlatıp kendini tanıttı.
Böylece Yûsuf kuyuya atıldığı zaman, kendisine vahyedilmiş olan, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri (senin kim olduğunun) farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!” meâlindeki 15. âyetin verdiği haber, gerçekleşmiş oldu.
Kardeşleri kusurlarını itiraf edip özür dilediler. O da onları bağışladığını bildirdi.
İnsanların kıskanması, Allah’ın bir kimse için takdir etmiş olduğu nimeti engelleyemez. Nitekim, Resûlullah duasında şöyle demiştir:
“Allahım! Senin verdiğine engel olacak yoktur. Senin engel olduğunu da verecek yoktur” (Buhârî, “Ezân”, 155).
Kardeşlerinin kıskanması da Yûsuf’un yükselmesine engel olamamıştır. Sonunda kendileri mahcup olmuş ve Allah’ın Yûsuf’u kendilerinden üstün kılmış olduğunu yemin ederek itiraf etmişlerdir.
Ziyâ Paşa’nın dediği gibi:
Zalimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ:
Tallahi lekad âserekellahu aleynâ!
Meal
Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın ve bütün ailenizi bana getirin” dedi. ﴾93﴿
Tefsir
Yûsuf babasının, ağlamaktan gözlerinin göremez hale geldiğini öğrenince, kendi gömleğini götürüp babasının yüzüne koymalarını, böylece tekrar görecek duruma geleceğini söyledi.
“Gözlerine boz gelmesi” göz yaşına boğulma değil de hastalık olarak anlaşılırsa, açılma olayı bir mûcize olarak kabul edilir.
Bir başka yoruma göre de Hz. Ya‘kūb’un gözlerine boz gelmesi psikolojik sıkıntıdan kaynaklanmaktadır.
Yûsuf babasının üzüntü, sıkıntı ve sürekli olarak göz yaşı dökmekten görme duyusunun zayıfladığını anlamış ve bu sıkıntıyı gidermek üzere gömleğini babasına göndermiştir; Ya‘kūb oğlunun sağ olduğu haberini aldığı ve gömleğini yüzüne sürdüğü takdirde olayın vereceği psikolojik rahatlık, sevinç ve mânevî güç, onun bedenini ve görme gücünü kuvvetlendirecek, gözleri görür hale gelecektir (Râzî, XVIII, 206).
Hz. Yûsuf’un gömleğini getirmekte olan kafile, Mısır’dan ayrılıp Hz. Ya‘kūb’un ülkesi olan Ken‘ân iline doğru yola çıkınca, Ya‘kūb, kendisine getirilmekte olan gömleğin kokusunu uzaktan hissetti.
Bu olayın nasıl meydana geldiği konusunda bazı müfessirler, Allah’ın, bu kokuyu bir mûcize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Ya‘kūb’a ulaştırdığı yorumunu yapmışlardır.
Elmalılı Muhammed Hamdi bu husustaki yorumları verdikten sonra şöyle der:
Hangi şekilde olursa olsun, bu olayın hârikulâde ilâhî bir tervih (kokuyu hissettirme) olduğunda hiç şüphe yoktur. Zamanımız ilim felsefesi, bu gibi olağan üstü ruhî olayları açıklayamamakla beraber, inkâr da etmeyip telepati (aracısız iletişim) adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir.
Acizane kanaatimize göre bu âyet, bize yalnız ruh ilimleri ve mûcize cinsinden bir harikayı tesbit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor.
Zira görülüyor ki rayiha yani koku kelimesi, rîh yani ‘rüzgâr’ anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu kelimede ‘iletme’ anlamı daha belirgindir.
Halbuki yukarıda da söylediğimiz gibi kafilenin Mısır’dan ayrıldığı anda Ya‘kūb’un duyu merkezine bu kokunun ulaşması rüzgâr hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. O halde, meseleyi kimya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile koku kuvveti ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesinin dahi elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir.
Gerçi Ya‘kūb’un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mûcizevî bir olaydır. Ancak âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır’dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır.
Bu ise kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürür.
Şüphesiz ki bunun gerek Mısır’dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Ya‘kūb tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yûsuf’a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya ilâhî tasarrufu gösteren harikalardır.
Gerek bu bakımlardan, gerek Yûsuf ile Ya‘kūb’un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir mûcizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusundan tanıyabilmesi bile olağan üstü bir meseledir.
Ancak olayın bütünüyle tabiat kanunlarının üstünde bir mûcize olması, bununla ilgili birtakım tabiat kanunlarının mevcut olmasına engel değildir (bk. IV, 2921 vd.).
Meal
Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler. ﴾95﴿
Tefsir
Yanındakiler ise, “Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler.
Meal
Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakup, “Ben size, Allah tarafından, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi. ﴾96﴿
Tefsir
Müjdeci gelince, gömleği yüzüne koyar koymaz Ya‘kūb tekrar görür hale geldi. Dedi ki: “Ben size, ‘Allah tarafından sizin bilmediklerinizi bilirim’ demedim mi?”
Meal
Oğulları, “Ey babamız! Allah’tan suçlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten suçlu idik” dediler. ﴾97﴿
Yakub, “Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi. ﴾98﴿
Tefsir
Hz. Ya‘kūb’un oğulları, babalarına karşı suçlarını itiraf ettiler ve ondan günahlarının bağışlanması için Allah’tan af dilemesini istediler.
Fakat, Ya‘kūb’un, oğullarına karşı kalbi kırıktı, kendisinin affettiğine işaret etmekle birlikte Allah’ın affı için hemen dua etmedi; ya seher vaktini veya aralarında helâlleşmelerini beklemek ya da kırgınlığını hissettirmek için onu bir süre erteledi.
Meal
(Mısır’a gidip) Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; Yûsuf ana babasını bağrına bastı ve “Allah’ın iradesi ile güven içinde Mısır’a girin” dedi. ﴾99﴿
Tefsir
Ya‘kūb aleyhisselâm, yakınlarıyla birlikte kendi ülkesinden ayrılarak Mısır’a Hz. Yûsuf’un yanına gitti. Rivayete göre Hz. Yûsuf ile Mısır hükümdarı, kalabalık bir asker topluluğu, devlet adamları ve Mısır halkı ile birlikte Hz. Ya‘kūb’u şehrin dışında karşıladılar.
Hz. Yûsuf, ana babasını kucaklayıp bağrına bastıktan sonra onları özel bir konakta dinlendirdi; sonra da güven içinde şehre girmelerini söyledi (Râzî, XVIII, 210-211).
Meal
Ana babasını tahtın üzerine çıkardı. Hepsi ona (Yûsuf’a) saygı ile eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra; Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” ﴾100﴿
Tefsir
Müfessirler, “huzurda yere kapanma” olayını iki şekilde yorumlamışlardır:
☼a) Hz. Yûsuf’a karşı bir saygı selâmı olmak üzere yere kapanmışlardır. 4. âyet bu anlamı destekler mahiyettedir.
☼b) Hz. Yûsuf’a kavuştukları için Allah’a şükretmek üzere secdeye kapanmışlardır.
4. âyetin meâlinde, “Onları bana Allah’a secde ederlerken gördüm” diye çevirdiğimiz cümle, “Onları benim için secde ederlerken gördüm” şeklinde çevirmek de mümkündür. Bu takdirde âyet ikinci anlamı destekler.
Hz. Yûsuf, bir nezaket ve tevazu örneği daha göstermiş, sahip olduğu bu debdebe ve ihtişamın kendisine Allah tarafından lutfedildiğini söyleyerek Allah’a senâda bulunmuştur.
Kardeşlerinin kendisine muhtaç oldukları bir dönemde onlardan intikam almayı düşünmediği gibi, onların yaptıklarını hatırlatacak tek kelime dahi söylememiş, kardeşleriyle arasını şeytanın açtığını ifade etmiştir.
Bununla birlikte bu olayların ilâhî takdir ve hikmet neticesinde meydana geldiğine de işaret etmiştir.
Meal
“Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat.” ﴾101﴿
Tefsir
Hz. Yûsuf, mülkü ve onu yönetmek için gerekli olan olayları yorumlama ilmini kendisine yüce Allah’ın verdiğini, dünyada da âhirette de kendisini yönetip himaye eden velîsinin Allah olduğunu zikrederek O’na şükranlarını arzediyor ve dünyada insana verilen imkânların “iyi bir insan ve iyi bir müslüman olma” amacına hizmet etmesi gerektiğini vurguluyor (velî hakkında bilgi için bk. Bakara 2/257; Nisâ 4/2,138-140; En‘âm 6/14).
Rivayete göre Hz. Ya‘kūb Mısır’da oğlunun yanında yıllarca yaşadı. Vasiyeti uyarınca naaşı, Filistin’de defnedilmiş bulunan babası Hz. İshak’ın yanına gömüldü.
Hz. Yûsuf babasından sonra yirmi üç yıl daha yaşadı. Onun naaşını da Mısırlılar mermer bir sandukaya koyarak Nil yatağına gömdüler.
Mısırlılar onu çok sevdikleri için kendi memleketlerinde kalmasını istemişlerdi. Daha sonra Hz. Mûsâ onun naaşını bularak babası Hz. Ya‘kūb’un yanına götürüp defnetti (Râzî, XVIII, 216).
Meal
İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin. ﴾102﴿
Tefsir
Hz. Peygamber, bu kıssayı yaşayanlarla beraber yaşamadığı ve kitaptan okumadığı gibi herhangi bir kimseden de öğrenmiş değildi.
Çünkü Mekke’de yahudilerle temasta bulunan bazı kimseler bulunsa bile, yahudi din âlimi yoktu. Bütün bunlar, bu kıssanın gayb haberlerinden ve bir mûcize olduğunun delilidir (gayb hakkında bilgi için bk. Bakara 2/3).
Meal
Sen ne kadar şiddetle arzu etsen de insanların çoğu inanacak değillerdir. ﴾103﴿
Tefsir
Kureyş’in, “İsrâiloğulları Mısır’a niçin gitti?” şeklindeki sorusuna cevap olmak üzere inmiş olan bu kıssa, Kur’an’ın bir mûcize, Hz. Muhammed’in de bir peygamber olduğunu gösteren delillerden biridir.
Bununla birlikte Kureyş’in çoğu inanmamıştır. Zira onlar gerçeği aramada samimi değillerdi. Yüce Allah, “Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar” buyurarak elçisini teselli etti.
Meal
Halbuki sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. O (Kur’an) âlemler içinde ancak bir öğüttür. ﴾104﴿
Tefsir
Halbuki sen bunun karşılığında onlardan bir ücret de istemiyorsun. Kur’an herkes için ancak bir hatırlatma ve öğüttür.
Meal
Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler. ﴾105﴿
Tefsir
Sözlükte âyet kelimesi “bir şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren işaret, açık alâmet, delil, ibret, şaşırtıcı şey, mûcize ve topluluk” anlamlarına gelir.
Terim olarak, Kur’an-ı Kerîm’in bir veya birkaç kelime yahut cümleden meydana gelen bölümlerini ifade eder.
Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve yerde Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin üstünlüğüne delâlet eden, insanların görüp ders ve ibret almasını gerektiren nice delil vardır.
İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olaylarla her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelikleri, bunlara hâkim olan ilâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekirken o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider.
Halbuki insanoğlu bunları düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada başarılı olacak hem de imanını taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek ve âhirette mutlu olacaktır.
Meal
Onların çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanırlar. ﴾106﴿
Tefsir
İnsanların çoğu, göklerdeki ve yerdeki delilleri ibret gözüyle incelemedikleri ve akıllarını doğru kullanmadıkları için, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde O’na çeşitli yollarla ortak koşarlar.
Nitekim Câhiliye döneminde Arabistan halkı da Allah’a inanmakla birlikte (Lokmân 31/25) çeşitli şekillerde O’na ortak koşuyorlardı.
Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanırken (Nahl 14/57), bir kısmı da kendilerini tanrıya yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı (Zümer 39/3).
Hıristiyanlar, Hz. Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı, “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyorlardı (Tevbe 10/30).
Ayrıca cinleri Allah’a ortak koşanlar da vardı (En‘âm 6/100).
Meal
Yoksa Allah tarafından kendilerini kuşatacak bir azabın gelmeyeceğinden veya onlar farkında olmadan kıyametin ansızın gelip çatmayacağından emin mi oldular? ﴾107﴿
Tefsir
Allah tarafından onlara kuşatıcı bir azabın gelmesi veya onlar farkında olmaksızın kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini güvende mi hissediyorlar?
Meal
De ki: “İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilerek Allah’a çağırırız. Allah’ın şanı yücedir. Ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.” ﴾108﴿
Tefsir
“Ne yaptığımı bilerek” diye çevirdiğimiz basîret kelimesi sözlükte, “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, zihinsel olarak görmek, kestirmek, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama yeteneği” gibi anlamlara gelmektedir.
“Akla uygun, bilinç ve duyarlılıkla donanmış bir kavrayış” şeklinde de çevrilmiştir (Esed, II, 480).
Âyette Hz. Peygamber’e, yolunun İslâm dini olduğunu, insanları sadece Allah’a çağırdığını, dolayısıyla kendisi ve ona uyanların aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah’a ortak koşanlardan olmadığını bildirmesi emredilmiştir.
İşte Allah’a davet, bu şekilde basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve güzel öğütle olmalıdır (ayrıca bk. Nahl 16/125).
Meal
Biz senden önce de, memleketler halkından ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Yeryüzünde dolaşıp da, kendilerinden önce gelenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Elbette ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? ﴾109﴿
Tefsir
Bu âyet-i kerîme, müşriklerin Hz. Peygamber’i kastederek, “Ona bir melek indirilseydi ya!” (En‘âm 6/8) meâlindeki sözlerine cevap olarak inmiştir.
Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek gibi insandan başka varlıklardan peygamber gönderilmediğini ifade eder.
“Kişiler” diye çevirdiğimiz ve sözlükte “erkekler” mânasına gelen “ricâl” kelimesine dayanan müfessirler çoğunluğuna göre, peygamberlerin tamamı erkeklerden gönderilmiştir.
Ancak bazı âlimler Hz. İbrâhim’in eşi Sâre’nin, Hz. Mûsâ’nın annesinin ve Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’in de peygamber olduklarını iddia etmişlerdir. Zira bunlara da ya doğrudan veya melek vasıtasıyla vahyedilmiştir (krş. Âl-i İmrân 3/42; Hûd 11/71; Kasas 28/7; Tahrîm 66/11-12).
İşte bu âyetlerde adı geçen kadınların peygamber olduklarına işaret bulunmakla beraber çoğunluğa göre bunlar peygamber değil, sadece faziletli hanımlardır (İbn Kesîr, IV, 346).
Müfessirler, “şehir halkı içinden” diye çevirdiğimiz min ehli’l-kurâ ifadesini dikkate alarak peygamberlerin göçebe kesimden değil, yerleşik medenî toplumlardan seçilmiş oldukları kanaatine varmışlardır (Râzî, XVIII, 226; Şevkânî, III, 69).
Ehli’l-kurâ tamlamasına, “yeryüzünde yaşayan insanlar” mânası veren İbn Abbas’a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş olduğunu ifade etmektir (İbn Kesîr, IV, 346).
Meal
Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hale gelip yalanlandıklarını düşündükleri sırada, onlara yardımımız geldi de, böylece dilediğimiz kimseler kurtuluşa erdirildi. Azabımız ise, suçlular topluluğundan geri çevrilemez. ﴾110﴿
Tefsir
Hz. Âişe, âyeti şöyle yorumlamıştır: “Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikince peygamberler kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını sanmışlardır. İşte o zaman Allah’ın yardımı gelmiştir” (Buhârî, “Tefsîr”, 12/6).
Peygamberler de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygulara kapılabilirler. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de müminlerin çektikleri sıkıntı ve geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur.
Ancak peygamberlerin, Allah’ın vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır.
Nitekim onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en son merhaleye kadar dayanmışlardır.
Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale geldiği, Allah’tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah’ın yardım ve zaferi yetişmiş; peygamberler ve onlara inanan müminler kurtuluşa ermiş, suçlular ise cezalandırılmışlardır.
Meâlinde “yalancı sayıldıklarını” diye çevirdiğimiz küzibû fiilindeki kıraat farklarına göre, âyetin ilk bölümünden şu mânalar anlaşılabilir:
☼a) “Küzibû”şeklinde şeddesiz okunduğu takdirde:
☼1. Nihayet peygamberler insanların, kendilerine inanacağından umudu kestikleri, halkın da peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini sandıkları an, onlara yardımımız gelir.
☼2. Nihayet peygamberler, Allah tarafından kendilerine vaad edilen yardımın geleceğinden ümitlerini kesip, insanlar karşısında yalancı durumuna düşeceklerini sandıkları sırada onlara yardımımız gelir.
İnsan olmaları sebebiyle, peygamberlerin de bu tür davranışlarının olabileceğine dair İbn Abbas’tan bir rivayet aktarılmakla birlikte, bazı müfessirler, Allah’ın sözünden dönebileceğini, değil peygamberler, herhangi bir müminin bile düşünmesi mümkün değildir. Böyle bir düşünce kişiyi imandan çıkarır derler (Râzî, XVIII, 226).
☼b)“Küzzibû” şeklinde şeddeli okunduğu takdirde:
☼1. Nihayet peygamberler insanların inanacaklarından umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını kesin olarak anladıkları zaman onlara yardımımız gelir.
☼2. Nihayet peygamberler, kavimlerinin iman edeceğinden umut kestikleri, inanmış olanların da inkârcılar tarafından yalanla itham edildikleri sonucuna vardıkları an onlara yardımımız gelir.
Meal
Andolsun ki, onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır. Kur’an uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi ayrı ayrı açıklayan ve inanan bir toplum için de bir yol gösterici ve bir rahmettir. ﴾111﴿
Tefsir
Peygamberlerin kıssaları gönül eğlendirici hikâyeler değil, ibret alınacak olaylardır.
Buradaki “onların kıssaları”ndan maksat, ya genel olarak peygamberlerin kıssalarıdır veya bu sûrede anlatılan Hz. Yûsuf ile babası ve kardeşlerinin kıssasıdır.
Gerçekten de Hz. Yûsuf’un yaşadığı sıkıntılardan kurtulup Mısır’da yüksek bir makama gelmesinde akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır. Ancak birinci mâna daha kapsamlıdır.
Kur’an-ı Kerîm insanlar tarafından uydurulabilecek bir söz değil, kendisinden önce peygamberlere indirilmiş olan Tevrat, Zebur ve İncil gibi kitapları tasdik eden ilâhî bir kitaptır.
Kur’an’ın her şeyi açıklamasından maksat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ahlâkî konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için hem bir hidayet hem de rahmettir.
Yûsuf kıssası, iyilerle kötülerin mücadelesinde iyilerin başarılı olacağını anlatan, insanlığa iyimserlik aşılayan somut bir örnektir.
Bu sebeple kıssada ders almak isteyenler için güzel ibretler vardır.
Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler için ibretler olduğunu ifade buyurmuştu (âyet 7).
Burada da bütün peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu bildirmektedir.
Hz. Yûsuf’un kıssasından alınacak dersler şöyle özetlenebilir:
Sûrede Hz. Ya‘kūb’un Allah’a imanı ve bu iman sayesinde musibetlere karşı gösterdiği sabır ve tevekkülü anlatılmıştır.
Sevgili oğlu Yûsuf’u kurtların parçaladığı yalan haberi kendisine söylendiği zaman dahi metanetini yitirmemiş, sabretmiş ve Allah’ın yardımına sığınmıştır (âyet 18).
Diğer oğlu Bünyâmin’i kardeşleriyle birlikte Mısır’a gönderdiği zaman da en hayırlı koruyucunun Allah olduğunu vurgulamıştır (âyet 64).
Yûsuf hakkındaki aşırı derecede üzüntüsünden dolayı oğullarının, “büsbütün helâk olacaksın” şeklindeki uyarıları karşısında o, gam ve kederini sadece Allah’a arzettiğini ifade etmiş ve oğullarına, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelerini, gidip Yûsuf’u ve kardeşi Bünyâmin’i aramalarını emretmiştir (âyet 86-87).
Yine Hz. Ya‘kūb, oğullarına “Mısır’a ayrı ayrı kapılardan giriniz” diye nasihat edip gelebilecek tehlikelerden korunmaları için tedbir almalarını tavsiye ettikten sonra, “Ama, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam; hüküm sadece Allah’ındır” diyerek Allah’a olan tevekkülünü göstermiştir (âyet 67).
Hz. Yûsuf, zindandaki arkadaşlarını tevhid dinine çağırmış ve Allah’ın birliğine dair onlara çeşitli aklî deliller getirmiştir. Onun bu üslûbu güzel bir davet örneğidir.
Nitekim Aziz’in karısının sık sık Hz. Yûsuf’la baş başa kalması kadının ona âşık olmasına yol açmıştır. İslâm, bu gibi sakıncalı durumları önlemek için kadının, halvet sayılabilecek şekilde yabancı erkeklerle bir arada bulunmasını yasaklamıştır.
Fıkıhta halvet, aralarında devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının başkalarına kapalı olan bir yerde baş başa kalmalarını ifade eden bir terimdir (geniş bilgi için bk. Orhan Çeker, “Halvet”, DİA, XV, 384).
Hz. Yûsuf, kendisiyle birlikte olmak isteyen kadının çekiciliğine ve ortamın elverişli olmasına rağmen, velinimetine ihanet etmekten Allah’a sığınarak bir iffet ve sadakat örneği sergilemiştir.
Daha sonraki tehditler karşısında da “Rabbim! Zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir” diyerek günah işlemektense zindana atılmayı yeğlemiştir (âyet 33).
Hz. Yûsuf, karşılaştığı sıkıntı, zulüm ve haksızlığa rağmen sarsılmamış, Allah’a olan inanç ve güvenini yitirmemiş, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemiştir (âyet 90).
Allah Teâlâ da sabrının karşılığında ona ilim, hikmet vermiş ve Mısır’da geniş yetkilerle donatılmış bir makam nasip etmek suretiyle onu ödüllendirmiştir (âyet 56).
Bu kıssa, Allah’ın takdirini hiç kimsenin önleyemeyeceğini göstermesi bakımından da ibret vericidir.
Nitekim, kardeşlerinin Hz. Yûsuf’u kıskanmaları ve ona bunca kötülük etmeleri, onun yükselmesine engel olamamış, tam tersine buna zemin hazırlamıştır.
Hz. Yûsuf, kendisini öldürmek isteyen ve kuyuya atan kardeşlerinden istediği gibi intikam alma güç ve imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamış, kötülüğü iyilikle karşılamıştır.
Kardeşleri onun huzurunda suçlarını itiraf ettikleri zaman, “Bugün yaptıklarınız yüzünüze vurulmayacak, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir” diyerek peygambere yakışır bir yücelik göstermiştir.
Hz. Peygamber de Mekke’yi fethettiği zaman kendisine yıllarca kötülük eden, en sonunda şehri terketmek zorunda bırakan Mekkeliler hakkında Hz. Yûsuf’u örnek almış ve onun 92. âyette aktarılan sözünü tekrarlayarak onları affetmiştir.
Özü itibariyle kıssa, insanlığın serüvenine hâkim olan, insanın öz benliğinde ve sosyal hayatta sürüp giden iyi ile kötünün mücadelesinden ilginç ve etkileyici bir kesit vermektedir.
Bu sayfada; ortaöğretim / lise 11. sınıf Biyoloji dersi 1. ünite 2. bölümde yer alan DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ ile ilgili konunun özeti yer almaktadır.
1.2.1. DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ
Konu Özeti
KAZANIM
11.1.2. Destek ve Hareket Sistemi
Anahtar Kavramlar
eklem, kas, kemik, kıkırdak, tendon
11.1.2.1. Destek ve hareket sisteminin yapı, görev ve işleyişini açıklar.
a. Kemik, kıkırdak ve kas doku açıklanır.
b. Destek ve hareket sisteminin yapısı işlenirken görsel ögeler, grafik düzenleyiciler, e-öğrenme nesnesi ve uygulamalarından yararlanılır.
c. Kemik ve kas çeşitleri açıklanır.
ç. Kıkırdak ve eklem çeşitleri ile vücutta bulunduğu yerlere örnekler verilir. Yapılarına girilmez.
1.2.1. DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ
Konu Özeti
Destek ve hareket sistemi;
kemik,
kıkırdak,
kas
bağ
dokulardan oluşturulmuştur.
Destek ve hareket sistemine;
hareketin sağlanması,
organizmaya destek olunması,
vücudun ihtiyacı olan minerallerin depolanması,
iç organlara ve kaslara bağlanma yüzeyi sağlanması,
önemli iç organların korunması,
vücuda biçim verilmesi ve
kan hücrelerinin üretilmesi
gibi görevler verilmiştir.
Destek ve hareketi sağlamak için iskelet ve kas sistemi birlikte görev yapar.
İSKELET SİSTEMİ
İskelet sistemi, vücudu desteklemek ve kasların tutunması için yüzey alanı sağlamakla görevlendirilmiştir.
İskelet sistemi önemli iç organları zedelenmekten korur.
İskelet sistemi, kemik ve kıkırdak olmak üzere iki çeşit bağ dokudan meydana getirilmiştir.
Embriyoda ikinci aydan itibaren kalsiyum karbonat, kalsiyum fosfat gibi tuzların biriktirilmesiyle kemikleşme süreci başlatılır.
Kemik Doku
Kemik doku hücrelerine osteosit, kemik doku ara maddesine ise osein denir. Osteositler, lâkün denilen boşluklar içinde yer alır ve ince uzantılarla birbiriyle bağlantı kurar.
Kalsiyum karbonat ve kalsiyum fosfat tuzları kemik dokuya sertlik kazandıracak şekilde tasarlanmıştır.
Yaşın ilerlemesiyle kemik dokuda organik madde oranı azaldığı, mineral tuz oranı arttığı için kemiğin sertliği ve buna bağlı olarak da kırılganlığı artar.
Organik kısım olan kollajen lifler ise kemiğe esneklik verir. Çocuklarda kemikler daha esnektir.
Kemik doku kan damarları ve sinirler bakımından da zengindir. Doku yapısına göre kemikler süngerimsi kemik doku ve sıkı kemik doku olmak üzere iki çeşittir.
Süngerimsi kemik doku:
Küçük kemik plakaların arasına boşluk bırakılarak bağlanması nedeniyle gözenekli yapıya sahiptir.
Süngerimsi kemik, böyle bir yapı sayesinde oldukça büyük baskılara dayanabilir şekilde biçimlendirilmiştir.
Süngerimsi kemiğin boşluklarında kırmızı kemik iliği bulunur. Kırmızı kemik iliğinde kan hücreleri üretilir.
Süngerimsi kemik,
uzun kemiklerin şişkin olan uç kısımlarında ve ilik kanalı çevresinde
yassı ve kısa kemiklerin iç kısmında bulunur.
Sıkı kemik doku:
Kalsiyum karbonat, kalsiyum fosfat gibi tuzların yoğun bir şekilde biriktirilmesi nedeniyle oldukça sıkı ve sert yapıya sahiptir.
Uzun kemiklerin gövde kısmı büyük ölçüde sıkı kemikten oluşturulmuştur.
Sıkı kemikte osteon adı verilen yapı birimleri kullanılır.
Osteon, merkezî bir kanal çevresinde dairesel olarak sıralanmış kemik tabakalar ve tabakaların arasında konumlandırılmış kemik hücrelerden oluşturulmuştur.
Osteonun;
ortasındaki kanala Havers kanalı,
Havers kanallarını yatay olarak birbirine bağlayan kanallara Volkmann kanalı
adı verilir
Bu kanallarda sinirler ve kemik dokuyu besleyen kan damarları yer alır.
Kemik dokunun ihtiyaç duyduğu besin ve oksijen kanallardaki kan damarından sağlanır.
Atık ürünler de aynı yolla kana verilir.
Şekillerine Göre Kemik Çeşitleri
Şekillerine göre kemikler;
Uzun kemikler,
Kısa kemikler,
Yassı kemikler
Düzensiz şekilli kemikler
olmak üzere dört çeşittir.
1. Uzun kemikler:
Boyu eninden uzun olan kemiklerdir. Koldaki pazu kemiği ve bacaklardaki uyluk kemikleri uzun kemiklere örnektir.
Uç kısımlarındaki şişkin bölgeler baştır. İki baş arasındaki bölge ise gövdedir. Baş kısımlarının dış kısmı, sıkı kemik doku iç kısmı ise süngerimsi kemik doku yapısındadır.
Gövde kısmı büyük ölçüde sıkı kemikten yapılmıştır. Gövdenin ortasındaki boşlukta ise sarı kemik iliği yer alır. Sarı kemik iliği yalnızca uzun kemiklerin yapısında bulunur. Bol miktarda yağ içerir.
Sarı kemik iliğinde bazı akyuvar hücreleri üretilir.
Uzun kemiklerin baş kısmında kemiğin boyuna uzamasını sağlayan kıkırdak dokudan oluşmuş epifiz plağı vardır. Epifiz plağı; ergenlik döneminin ardından kemikleşir, kemikte ve bireyde boyuna uzama durur.
Kemiklerin dış yüzeyini saran zara periost adı verilir. Periost, bol miktarda kan damarı ve sinir içerir.
Periost, kemiğin enine kalınlaşmasını ve kırılan kemiğin onarılmasını sağlar.
2. Kısa kemikler:
Uzunlukları, genişlikleri ve kalınlıkları birbirine yakın olan kemiklerdir.
Ön kolla el arasında bulunan el bilek kemikleri ve bacakla tarak kemikleri arasında bulunan ayak bilek kemikleri kısa kemiklere örnektir.
Kısa kemiklerin dış yüzeyini periost sarar.
Kısa kemiklerin iç kısmında süngerimsi kemik doku dış kısmında sert kemik doku bulunur.
Yassı kemiklerin dış kısmında periost bulunur. Yassı kemiğin merkezinde kırmızı kemik iliği içeren süngerimsi kemik doku, dış tarafında ise sert kemik doku bulunur.
4. Düzensiz şekilli kemikler:
Belirli bir şekli olmayan, baskılara dayanıklı sağlam kemiklerdir.
Omurlar ve çene kemikleri düzensiz şekilli kemiklere örnektir.
Diğer kemik çeşitlerinde olduğu gibi dıştan periostla kaplıdır.
İç tarafında süngerimsi kemik doku dış tarafında ise sert kemik doku bulunur
Yetişkin insan iskeleti 206 kemikten oluşturulmuştur. Bu kemiklerin bazıları birbirine kaynaşmıştır.
İskelet;
Eksen iskeleti2. Üyeler iskeleti
olmak üzere iki ana bölüme ayrılır.
Eksen iskeletinde;
a. Baş, b. Gövde,
iskeleti yer alır.
a. Baş iskeleti,
Kafatası
Yüz kemiklerinden
meydana gelir.
Baş iskeletinde sadece alt çene kemiği hareketlidir.
b. Gövde iskeleti;
Omurga,
Göğüs kemiği
Kaburgalardan
meydana gelir.
Omurga, boyundan kuyruk sokumuna kadar devam eder. Omurlar arasında kıkırdaktan oluşturulmuş diskler vardır.
Omurgayı oluşturan omurlar;
Baş ve gövdenin hareketini ve vücudun dik durmasını sağlar.
Kaburga ve iç organlara bağlanma bölgesine yerleştirilmiştir.
Deliklerinin üst üste getirilmesiyle omurga kanalı oluşturulmuştur ve içindeki omuriliği korur.
Baş, gövde, göğüs ve karın boşluğundaki birçok organın ağırlığını taşır ve destek olur.
Omurlar yapı ve işlevleri bakımından;
Boyun omurları,
Sırt omurları,
Bel omurları,
Sağrı omurları
Kuyruk sokumu omurları
olmak üzere beş bölümde incelenir. Boyun omurlarının birincisine atlas, ikincisine eksen adı verilir. Sırt omurları, kaburgayla bağlantılıdır.
İnsanda on iki çift kaburga vardır.
Sırt omurlarından çıkan kaburgaların ilk yedi çifti ayrı ayrı, sonraki üç çift, birleştirilerek göğüs kemiğine bağlanmıştır.
Son iki çift kaburganın uçları göğüs kasları arasında serbest bırakılmıştır. Bu kaburgalara yüzücü kaburga denir.
Kaburga göğüs bölgesindeki iç organları koruyacak, destekleyecek ve soluk alıp vermeyi sağlayacak şekilde tasarlanmıştır.
Kaburga kemiklerindeki ilikler kan yapımında önemli bir yere sahiptir.
Üyeler iskeletinde ise;
a. Kol kemikleri,
b. Bacak kemikleri,
c. Üye kemerleri,
yer alır.
a. Kol kemikleri;
pazu,
ön kol,
dirsek,
el bilek,
el tarak,
el parmak,
kemiklerinden oluşturulmuştur.
b. Bacakta kemikleri;
uyluk,
diz kapağı,
kaval,
baldır,
ayak bilek,
ayak tarak,
ayak parmak,
kemiklerinden oluşturulmuştur.
c. Üye kemerleri,
omuz kemeri
kalça kemerinden
oluşturulmuştur.
Omuz kemerinde
önde köprücük kemiği,
arkada ise kürek kemiği vardır.
Omuz kemeri kol kemiğine eklemle bağlanmıştır.
Kalça kemeri;
oturga,
kalça,
çatı,
olmak üzere üç kemiğin kaynaştırılmasıyla oluşturulmuştur.
Her iki kalça kemeri arkada sağrı omurlarına; önde ise birbirine bağlanır.
Böylece kalça kemerleri arasında leğen boşluğu oluşur.
Kemiklerin birbiriyle birleştirilme yerine eklem denir.
Hareket şekline göre;
oynamaz eklemler,
yarı oynar eklemler,
oynar eklemler,
olmak üzere üç çeşit eklem vardır.
1. Oynamaz eklem
Hareketsiz eklemlerdir. Kafatasını oluşturan kemiklerin arasındaki eklemlerle, sağrı ve kuyruk sokumunda bulunan eklemler oynamaz eklemlere örnektir.
Bu eklemleri birbirine bağlayan kemikler, eklem bölgesinde genellikle testere dişine benzer şekilde girintilerle ve çıkıntılarla birbirine kenetlenmiştir.
Yarı oynar eklem
Hareketleri sınırlıdır. Omurgayı oluşturan omurlar arasındaki eklemler, yarı oynar eklemlere örnektir.
Oynar eklem
Hareketli eklemlerdir. Kolda pazu kemiği ile ön kol kemiği, bacakta ise uyluk kemiği ile kaval kemiği arasındaki eklemler oynar ekleme örnektir.
Ayrıca parmak kemiklerinin arasındaki eklemler de oynar eklemlerdir.
KAS SİSTEMİ
Kaslar, kemiklerle vücuda şekil vermede kullanılmaktadır. Kasların temel görevi, vücudun veya bulundukları organların hareketini sağlamaktır.
Örneğin iskelet kaslarının kasılıp gevşemesi sayesinde konuşma, nefes alıp verme, yürüme, koşma, yüzme gibi çeşitli hareketler gerçekleştirilir.
İstemsiz çalışan düz kaslar, iç organlarımızın hareketini sağlar. Kan, kalp kasının kasılmasıyla tüm vücuda ve akciğerlere pompalanır. Böylece hücrelere gerekli maddelerin ulaştırılması sağlanır.
Kas Doku
Kaslar, kas dokusundan oluşturulmuştur. Kas dokusunda yer alan kas lifleri kas hücresi olarak adlandırılır.
Kas hücreleri özelleştirilmiş hücrelerdir. Kas hücrelerinin zarına sarkolemma, plazmasına sarkoplazma, endoplazmik retikulumuna sarkoplazmik retikulum adı verilir.
Kas hücrelerinde kasılıp gevşemeyi sağlayan aktin ve miyozin proteinlerinden oluşmuş filamentler bulunur. Bu iplikçikler, bir araya gelerek miyofibrilleri oluşturur. Kas dokuda enerji ihtiyacı fazla olduğundan kas hücrelerinin mitokondri sayısı fazladır.
Kas Çeşitleri
Kaslar;
düz kas,
kalp kası,
iskelet kası,
olmak üzere üç çeşittir.
1. Düz kas
İç organların yapısında bulunan düz kaslar, mekik şeklindeki hücrelerden oluşturulmuştur.
Bu hücreler, tek çekirdekli olup aktin ve miyozin filamentler, hücre boyunca düzenli olarak sıralanmadığından düz kaslarda bantlaşma görülmez.
Bu nedenle bu hücrelerden oluşan kaslar, düz kas olarak adlandırılır.
Düz kaslar, yavaş kasılıp yavaş gevşer.
Düz kasların kasılıp gevşemesi, otonom sinir sistemi tarafından düzenlenir ve bu kaslar istemsiz hareket eder.
Düz kaslar sinirsel, hormonal ve fiziksel uyarılarla kasılır.
Solunum, sindirim, dolaşım, üreme ve boşaltım sistemlerindeki organların yapısında düz kaslar bulunur.
2. Kalp kası
Kalbin yapısında yer alır. Silindirik hücreleri dallanma gösterir. Kalp kası hücreleri genellikle tek çekirdeklidir ve çok miktarda mitokondri içerir.
Miyozin ve aktin filamentlerin düzenli diziliminden dolayı kalp kası hücreleri mikroskop altında çizgili görünür. Bu hücreler, çizgili olmaları nedeniyle iskelet kası hücrelerine benzer, hızlı kasılır.
İstemsiz çalışmaları nedeniyle düz kas hücrelerine benzerlik gösterir.
Çalışmaları otonom sinir sistemi tarafından düzenlenir şekilde tasarlanmıştır.
Kalp kası hücreleri otonom sinir sistemi tarafından impuls almadan da kasılıp gevşeyebilir.
3. İskelet kası
Vücutta en çok bulunan kas çeşididir. Bu kaslar, iskelete tutunur. İskelet kaslarının işlevleri, beyin kontrolünde gerçekleşir şekilde tasarlandığı için istemli olarak çalışır.
İskelet kasları, kas boyunca uzanan kas liflerinden oluşturulmuştur. Mikroskop altında çizgili görünür. İskelet kasına çizgili kas da denir. Her bir lif, uzun silindir şeklinde tek bir hücredir.
İskelet kası hücreleri, çok sayıda çekirdek içerir. Çünkü bu hücrelerin her biri embriyonik dönemde çok sayıda hücrenin kaynaşmasıyla oluşturulmuştur.
Bu hücreler, oksijen depolayabilen ve demir içeren miyoglobin pigmenti içerdiğinden kırmızı renkte görünür. İskelet kasları hızlı kasılır ve çabuk yorulur.
Kas Kasılması
Kas lifi çok sayıda miyofibril içerir. Miyofibriller, aktin ve miyozin filamentlerinden oluşturulmuştur. Bu filamentlerin düzenli dizilişlerinden dolayı mikroskopta bakıldığında iskelet kası hücrelerinde art arda tekrarlanan açık ve koyu bantlar görülür.
Tekrarlanan bu bantlarda aktin ve miyozin filamentler, belirli bir düzen içinde konumlandırılarak kasın sarkomer adı verilen kasılma birimlerini oluşturur.
Sarkomer, iki Z çizgisi arasında kalan kısımdır. İnce olan aktin filamentler Z çizgisinde birbirine bağlanıp sarkomerin merkezine doğru uzanır.
Kalın olan miyozin filamentler ise sarkomerin merkezinde birbirine tutunur. Sarkomerdeki bantlaşma incelendiğinde sadece aktin filamentlerden oluşan bölgeye I bandı, aktin ve miyozin filamentlerin birlikte yer aldığı bölgeye A bandı adı verilir. A bandının ortasında sadece miyozin proteinlerinden oluşan, açık renk olarak görünen bölgeye H bandı adı verilir.
Çizgili kaslar, somatik sinir sistemine ait miyelinli nöronlar tarafından uyarılır. Motor sinirler motor liflerini oluşturur ve motor lifler de kasların uyarılmasını sağlar.
Motor sinir hücresiyle kas hücresi arasındaki bağlantı bölgesi motor uç plak olarak adlandırılır. Nöronla taşınan impuls, motor uç plağa gelince nörondan nörotransmitter salgılanmasını sağlar.
Nörotransmitterler sarkolemma üzerindeki Na+ kanallarının açılmasına ve hücreye çok miktarda Na+ iyonunun girmesine neden olur.
Böylece kas hücresi uyarılır ve impuls sarkolemma boyunca yayılır. Bu impuls, sarkoplazmik retikuluma ulaşınca sarkoplazmik retikulumda depolanan Ca+2 iyonları sitoplazmaya salınır. Böylece sitoplazmada Ca+2 iyonları derişimi yükselir. Salınan Ca+2 iyonları, sarkomerde aktin üzerinde konumlanmış olan proteini kaydırarak miyozinin aktine bağlanacağı kısmın açığa çıkmasını sağlar. Aktin filamentler miyozin flamentler üzerinde kayar, kas lifi kasılır.
Kasılmış kasın gevşemesi, impuls iletimi kesildiği zaman gerçekleşir. Kasılma tamamlanınca Ca+2 iyonları sarkoplazmik retikuluma aktif taşımayla taşınır böylece gevşeme gerçekleştirilir.
Sarkoplazmada kalsiyum derişimi düşünce aktin üzerindeki protein kompleksi aktifleştirilerek miyozinin aktine bağlanma bölgesinin kapanmasına neden olur ve kasılma durur.
Miyozinin aktinden ayrılması için ATP’ye gereksinim duyulur. Kasta yeterli ATP olduğu sürece kasılıp gevşeme devam eder.
Kasın kasılabilmesi için gerekli minimum uyarı şiddetine eşik değer denir. Eşik değerin altındaki uyarılar, kas lifinde uyarı oluşturmaz.
Eşik değer ve eşik değerin üzerindeki uyarılar ise kas lifi tarafından aynı şiddette cevaplanır. Bu duruma ya hep ya hiç kuralı denir.
Çizgili kasların dinlenme durumunda hafif kasılı ve gergin olma durumuna kas tonusu denir. Kas tonusu bilincin açık olduğu durumda mevcuttur. Kasın kasılma sonrası normal durumuna geri döndürülmesine gevşeme evresi denir.
Uyarı alan kasın kasılması ve gevşemesi üç evrede gerçekleştirilir. Bunlar sırasıyla gizli evre, kasılma evresi ve gevşeme evresidir.
Gevşeme anından itibaren kasın tekrar uyarılmasına kadar geçen sürede kas dinlenmektedir. Ancak kas lifi (hücresi), gevşemeye fırsat vermeden kasılması için art arda uyarılırsa kasılı durumda kalır. Bu duruma fizyolojik tetanos (kramp) denir. Bazı kaslar birbirine zıt çalıştırılır. Bu kaslara antagonist kaslar denir. Antagonist kaslardan biri kasılırken diğeri gevşer. Böylece iki farklı yönde dengeli ve hızlı hareket sağlanır. Kolun üst kısmında yer alan pazu kasları antagonist kaslara örnektir.
Kas Enerjisinin Sağlanması
İskelet kası ve kalp kası hızlı kasılıp gevşetilir. Kasların kasılmasında da gevşemesinde de ATP kullanılır.
Bu kasların hücrelerinde mitokondri sayısı fazladır. Gerekli enerji öncelikli olarak kas hücrelerindeki ATP’den sağlanır. ATPaz enzimiyle ATP parçalanır ve enerji kullanılır.
İskelet kası hücreleri, kasılmaya başladığında hücrede çok az miktarda bulunan ATP moleküllerini kullanır. ATP molekülleri çok kısa sürede tükenir.
Kas hücreleri, ATP ihtiyacını kreatin fosfat üzerinden sağlar. Kas hücrelerinde mevcut ATP’den daha fazla kreatin fosfat (CP) bulunur.
Enerji ihtiyacı olan kas hücreleri, kreatin fosfat molekülünü parçalayacak şekilde tasarlanmıştır. Açığa çıkan fosfat ile ADP, ATP’ye dönüştürülür.
Kaslar, bu şekilde kreatin fosfatı destek enerji kaynağı olarak kullanır ve yaklaşık 15 saniye kadar ATP ihtiyacı karşılanabilir.
Kas, gevşeyip dinlenmeye geçince reaksiyonun tersi gerçekleşir. Böylece kreatin fosfat yeniden sentezlenir ve depolanır.
Kasta enerji ihtiyacının devam etmesi durumunda kas hücresinde depolanan glikojen molekülü parçalanır böylece glikoz fosfat molekülü açığa çıkar. Bu madde kana geçemez sadece kaslarda yakıt olarak kullanılır.
Glikoz fosfat, kas hücrelerinde ya oksijenli solunumda kullanılarak (öncelikli olarak) ya da laktik asit fermantasyonunda kullanılarak ATP elde edilir.
Laktik asit fermantasyonu sonucunda açığa çıkan laktik asit yorgunluk hissi oluşturur. Laktik asidin küçük bir miktarı pirüvik aside çevrilir ve sonra bütün vücut sıvılarında oksijenli solunumda kullanılır.
Kalan laktik asidin büyük kısmı karaciğerde olmak üzere glikoza çevrilir ve bu glikoz kasların glikojen depolarının yenilenmesinde kullanılır.
İskelet kaslarının kasılması sırasında ATP, kreatin fosfat, glikoz, oksijen, glikojen miktarı azalır; ADP, fosfat, kreatin, karbondioksit, su, laktik asit, ısı miktarı artar.
Tendonlar
Kaslar kemiklere tendonlarla bağlanır. Tendonlar kasları kemiklere bağlayan bağ doku liflerinden oluşturulmuşmuş yapıdır. Tendonlar kasılmaz. Fiziksel gerilmelere karşı dayanıklıdır.
ETKİNLİK – BUNLARI DA BİLELİM !
Verilen ayetleri, tefsirini ve sonra da metni okuyunuz.
Metinde anlamını bilmediğiniz kelimeler için altta verilen sözlüğe bakınız. Ya da metnin altında verilen internet sayfasına giderek anlamını bilmediğiniz kelimenin üzerine tıklayınız.
Metnin sonunda verilen boş satırlara ayetler, tefsir ve metinle ilgili duygu ve düşüncelerinizi yazınız.
Meal
İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. ﴾77﴿
Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. ﴾78﴿
De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir. ﴾79﴿
(Yâsîn Sûresi, 36/77-79).
Tefsir
İnsanın kendi yaratılışı üzerinde düşünmeyi bir kenara bırakıp, küstahça bir tavırla yüce yaratıcının ve peygamberinin bildirdiklerini yalnızca aklıyla yargılamaya kalkışmasının ne kadar çelişkili olduğu bir örnek ışığında ortaya konmaktadır.
Bu örnekte iki nesne (nutfe ve çürümüş kemik) kıyaslanmaktadır. Bunlardan nutfe, Kur’an’daki kullanımlarına göre erkeğin menisi veya döllenmiş hücre (zigot) mânasına gelmektedir. Böylesine önemsiz görünen bir cismin belirli süreçlerden geçtikten sonra yetişkin bir insan haline gelebilmesini sağlayan bir irade ve kudretin yani yaratıcının bulunduğunu kabul eden kişinin –ki başka âyetlerde belirtildiği üzere müşrik Araplar evrenin ve evrendeki varlıkların yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ediyorlardı–, işte bu gücün çürümüş kemiğe de can verebileceğini yadırgamaması gerekir.
Ne var ki Resûlullah’ın peygamberliğini ve onun bildirdiklerini, dolayısıyla öldükten sonra dirilme gerçeğini kabul etmemek, sonuç olarak da Allah’ın yanı sıra başka mâbudlara tapma esasına dayalı kurulu düzenlerini sürdürmek için kırk dereden su getiren Mekke müşrikleri, akıllarınca bu tür örneklerden de yararlanarak alaycı ifadelerle çevrelerindekileri etkilemeye çalışıyorlardı.
Tefsirlerde bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak şöyle bir olaya yer verilir:
Müşriklerin önde gelenlerinden biri Hz. Peygamber’e elinde çürümüş bir kemik parçasıyla gelir ve onu ufalayıp, “Böyle un ufak olduktan sonra Allah bunu diriltecek öyle mi?” der. Resûl-i Ekrem de “Evet. Nitekim O seni de öldürecek, sonra diriltip cehenneme atacak!” cevabını verir.
Rivayetlerde Resûlullah’la konuşan kişi ile ilgili olarak Übey b. Halef, Âsî b. Vâil, Ebû Cehil ve Velîd b. Mug^re isimlerinin geçmesi, olayın benzerlerinin birkaç defa meydana gelmiş olması ihtimalini düşündürmektedir (İbn Âşûr, XXIII, 73; rivayetler için ayrıca bk. Taberî, XXIII, 30-31; İbn Atıyye, Abdullah b. Übeyy’in adının zikredilmesini haklı olarak eleştirir; IV, 463-464).
Fakat en çok adı geçen Übey b. Halef’in, isimleri belirtilen diğer kişilerin bulunduğu bir toplulukta, “Muhammed Allah’ın ölüleri dirilteceğini söylüyor, bunu onunla tartışacağım!” dedikten sonra çürümüş bir kemik alıp Resûlullah’a gittiği rivayeti daha mâkul görünmektedir (Zemahşerî, III, 293). Râzî’nin belirttiği üzere önemli olan, özel sebep ne olursa olsun sözün genelinden çıkan mânadır, ki bu da Allah’ın kudretini ve haşri inkâr eden zihniyetin mahkûm edilmesidir (XXVI, 107-108).
79. âyetin son cümlesinde geçen halk kelimesi hem “yaratma” hem “yaratılanlar” (mahlûkat) anlamına geldiği için, bu cümle genellikle bu iki mânayı da yansıtmak üzere şu şekilde açıklanmıştır:
Allah Teâlâ, yaratılanların hepsini bütün ayrıntılarıyla, her birini toplanan ve dağılan parçalarıyla, usulü ve fürûu, içinde bulunduğu durumları, nitelik ve nicelikleri, her türlü özellikleriyle bilir; yaratmanın da her türlüsünü, maddeli-maddesiz, aletli-aletsiz, örnekli-örneksiz, ilkin ve sonra her çeşidini bilir (Elmalılı, VI, 4041).
KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami’ bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve
âdet: alışkanlık âdi: normal, basit, sıradan âdiyat: alışılmış olan sıradan şeyler beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) cahilâne: cahilce, bilgisizce cami’: kapsamlı (bk. c-m-a) celb etmek: çekmek derece-i ilim: ilim derecesi (bk. a-l-m) ders-i ibret: ibret dersi hakaik-ı acibe: şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici hazine-i ulûm: ilimler hazinesi (bk. a-l-m) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)
umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister. HAŞİYE-1
İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!
adem-i intizam: düzensizlik, düzenin yokluğu (bk. n-ẓ-m) âdi: basit, normal, sıradan beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n) cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a) cihet: yön cüda olmak: ayrı düşmek daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b) hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l) hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b) hazine-i ilm-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi (bk. a-l-m; v-ḥ-d) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m) i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) iaşe: beslenme, geçim (bk. a-y-ş)
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) intizâmât-ı san’at: san’attaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṣ-n-a) intizamsız: düzensiz (bk. n-ẓ-m) kemâl-i nizam ve intizam: mükemmel bir düzen ve tertip (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün evren (bk. k-t-b; k-v-n) küfran: iyilik bilmeme, nankörlük (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f) mâbeyn: ara manzum: şiir gibi vezinli yazılmış eser (bk. n-ẓ-m) marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; e-l-h) marifet-i Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; ṣ-n-a)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’cize-i rahmet: Allah’ın rahmet mu’cizesi (bk. a-c-z; r-ḥ-m) münasebet-i mâneviye: mânevî ilişki, bağlantı (bk. n-s-b; a-n-y) muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müstağni: ihtiyaç duymayan, muhtaç olmayan (bk. ğ-n-y) müteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş müteveccih: yönelmiş necm: kısım, durak; yıldız nevi: çeşit, tür nihayetsiz: sonsuz rabıta: bağ, ilgi sema: gökyüzü (bk. s-m-v) sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r) şüzuz etmek: kural dışı kalmak tazammun: içine alma, içerme tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r) terkibat: birleşimler, sentezler teşkil: meydana getirme umumî: genel uslûp: ifade tarzı vakıa: olay vezin: şiirdeki ahenk ölçüsü zi’l-ecniha: çok yönlü (bk. ẕi)
Metinle ilgili duygu ve düşüncelerim:
(NOT: Bu bölüme yazmak isterseniz aşağıdaki yorum kutusunu kullanabilirsiniz. Teşekkürler.)