Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir – Cumartesi Dersleri 17. 8.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Yedinci Sözün İkinci Makamı.

Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir - Cumartesi Dersleri 17. 8.
Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir – Cumartesi Dersleri 17. 8.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Yedinci Sözün İkinci Makamı 

Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir

Makam münasebetiyle buraya alınmış. On Birinci Mektubun bir parçasıdır.

Bir vakit, esaretimde, dağ başında, azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnümâ suretlerini, hayretfezâ vaziyetlerini temâşâ ederken, pek lâtif bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin, velvele-âlûd bir zelzele-i raksnümâ, bir tesbihat-ı cezbe-edâ suretine çevirdiğinden, eğlence temâşası nazar-ı ibrete ve sem’-i hikmete döndü. Birden, Ahmed-i Cizrî’nin Kürtçe şu fıkrası:

  هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگِه حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاى تَشْبِيهِ نِكَا رَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ

hatırıma geldi. Kalbim, ibret mânâlarını ifade için şöyle ağladı:

ياَ رَبْ! هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگِه صُنْعِ تُو زِهَرْ جَاى بَتَازِى     زِنَشِيبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى     دَمْ دَمْ زِ جَمَالِ نَقْشِ تُودَرْ رَقَصْ بَازِى     زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى     زِ شِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى     أَزْوَىْ رَقْص آمَدْ جَذْبَه خَوازِى     اَزِيْن آثَارِ رَحْمَتْ يَافْت هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى     اِيسْتَادَسْت هَرْ يَكِى بَرْ سَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَازِى     دِرَاز كَرْدَسْت دَسْتَهَارَا بَدَرْ كَا هِ إِلٰهِى هَمْ چُو شَهْبَازِى     بَه جُنْبِيدسْت زُلفْهَارَا بَه شَوْقَ اَنْگِيزَ شَهْنَازِى     بَبَالاَ مِيزَنَنْد أَزْ پَرْدَه هَاىِ “هَاىِ هُوىِ” عَشْق بَازِى     مِيدِهَدْ هُوشَه گ يرِ ينْهَاىِ دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى     بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَه هَاىِ حُزْن اَنْگِيز اَيَازِى     مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى أَزْ حُزْن اَنْگِيز نَوَازِى     “رُوحَه” مِى آيَدْ اَزُو زَمْزَمَۂِ نَازُو نِيَازِى     قَلْب مِى خَوانْد أَزِينْ آيَاتْهَا: سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ إِعْجَازِى     نَفْس مِى خَواهَدْ دَرْاِينْ

El-Cizrî, el-İkdü’l-Cevherî fî Şerhi Dîvâni’ş-Şeyh el-Cizrî s. 438.


Ahmed-i Cizrî: (bk. bilgiler)
azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)
Barla: (bk. bilgiler)
hayretfezâ: hayret verici
heybetnümâ: heybetli
ibret: ders çıkarma
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
nazar-ı ibret: ibretli bakış (bk. n-ẓ-r)
sem’-i hikmet: hikmetli sözleri dinleme (bk. s-m-a; ḥ-k-m)
temâşâ etme: seyretme
tesbihat-ı cezbe-edâ: cezbeli tesbihler (bk. s-b-ḥ)
velvele-âlûd: gürültü patırtı içinde kalmış
zelzele-i raksnümâ: danseder gibi sarsılma

وَلْوَلَهَا.. زَلْزَلَهَا: ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَابَازِى     عَقْل مِى بِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا.. دَمْدَمَهَا: نَظْمِ خِلْقَتْ، نَقْشِ حِكْمَتْ، كَنْزِ رَازِى     آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا.. هُوهُوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْگِ اَذْوَاقِ مَجَازِى     خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ: مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى، بَاهَزَارَانْ نَىْ     اَزِينَ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ: سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ     وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدَ هَمَه “هُو هُو” ذِكْرآرَنْد بَه دَرْ مَعْنَاىِ: حَىُّ حَىْ     چُو “لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو” بَرَابَرْ مِيزَنْد هَرْ شَىْ     دَمَادَمْ جُويَدَنْد “يَا حَقْ” سَرَاسَرْ کُويَدَنْد: “يَا حَىْ” بَرَابَرْ مِيزَنَنْد: “اَللهْ”

  فَيَا حَىُّ يَا قَيوُّمُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيوُّمِ

  حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَايِنْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا… اٰمِينْ

Barla Yaylası, Tepelice’de çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisî beyitlerin mânâsı:

هَرْكَسْ بِتَمَاشَا كِه حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاى تَشْبِيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ     1

Hatırıma geldi; kalbim dahi ibret mânâlarını ifade için şöyle ağladı:

Yani, Senin temâşâna, hüsnüne, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemâlinle nazdarlık ediyorlar.

  ياَ رَبْ! هَرْ حَىْ بِه تَمَاشَاگِه صُنْعِ تُو زِهَرْ جَاىْ بَتَازِى

Her zîhayat, Senin temâşâna, san’atın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.

  زِنَشِيبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى

Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar.

  دَمْ دَمْ زِ جَمَالِ نَقْشِ تُوزِ هَوَاىِ شَوْقِ تُودَرْ رَقْص بَازِى

Senin cemâl-i nakşından keyiflenip, o dellâl-misal ağaçlar oynuyorlar.


Dipnot-1

El-Cizrî, el-İkdü’l-Cevherî fî Şerhi Dîvâni’ş-Şeyh el-Cizrî s. 438.


Barla: (bk. bilgiler)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cemâl-i nakş: nakşın güzelliği (bk. c-m-l; n-ḳ-ş)
dellâl: duyurucu, ilan edici
dellâl-misal: dellâl, ilân edici gibi (bk. m-s̱-l)
Farisî: Farsça
hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)
ibret: ders çıkarma
nazdarlık etmek: nazlanmak, cilve yapmak
temâşâ: seyretme
Tepelice: (bk. bilgiler)
zemin: yer
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

  زِ كَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى     1

Senin kemâl-i san’atından neş’elenip güzel güzel sadâ veriyorlar.

  زِ شِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى

Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neş’elendirip nazeninâne bir naz ettiriyor.

  اَزْوَىْ رَقْصَه آمَدْ جَذْبَه خَوازِى

İşte ondandır ki, şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

  اَزِيْن آثَارِ رَحْمَتْ يَافْت هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى

Şu rahmet-i İlâhiyenin âsârıyladır ki, her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar.

  اِيسْتَادَسْت هَرْ يَكِى بَرْ سَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَازِى

Ders aldıktan sonra, herbir ağaç yüksek bir taş üstünde Arşa başını kaldırıp durmuşlar.

  دِرَاز كَرْدَسْت دَسْتَهَارَا بَدَرْ گَا هِ إِلٰهِى هَمْ چُوشَهْبَازِى

Herbirisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender HAŞİYE-1 gibi dergâh-ı İlâhîye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.

  بَه جُنْبِيدسْت زُلْفهَارَا بَشَوْقَ اَنْگِيزْ شَهْنَازِى HAŞİYE-2

Oynattırıyorlar zülüfvâri küçük dallarını; ve onunla, temâşâ edenlere de, lâtif şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.

  بَبَالاَ مِيزَنَنْد اَزْ پَرْدَه هَاىِ “هَاىِ هُوىِ” عَشْق بَازِى


Dipnot-1

Nüsha: زِهَوَاىِ شَوْقِ تُو

Haşiye-1

Şehbaz-ı Kalender meşhur bir kahramandır ki, Şeyh Geylânî’nin irşadıyla dergâh-ı İlâhîye iltica edip mertebe-i velâyete çıkmıştır.

Haşiye-2

Şehnaz-ı Çelkezi, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.


Arş: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)
âsâr: eserler
cezbe: kendinden geçer bir hale gelme
dergâh-ı İlâhiye: İlâhî rahmet kapısı (bk. e-l-h)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
ihtar: hatırlatma
iltica etmek: sığınmak
irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)
kemâl-i san’at: sanattaki mükemmellik (bk. k-m-l; ṣ-n-a)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
mertebe-i velâyet: velâyet mertebesi (bk. v-l-y)
nazeninâne: nazlıca, cilvelenerek
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
raks: dans
sadâ: ses
şevk: şiddetli arzu ve istek
Şeyh Geylânî: (bk. bilgiler)
temâşâ: seyretme
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
ulvî: yüce
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zülüfvâri: saç lülesi gibi

Aşkın “Hay Huy” perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar. HAŞİYE-1

  مِيدِهَدْ هُوشَه گِيرِ ينْهَاى دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى

Fikre şu vaziyetten şöyle bir mânâ geliyor: Mecazî muhabbetlerin zevâl elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazin bir enîni ihtar ediyorlar.

  بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْن اَنْگِيز اَيَازِى

Mahmud’ların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlûd mahbuplarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar.

  مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْن اَنْگِيز نُوَازِى

Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.

  رُوحَه” مِى اٰيَدْ اَزُو زَمْزَمۂِ نَازُو نِيَازِى”

Ruh ise, şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sâni-i Zülcelâlin tecelliyât-ı esmâsına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.

  قَلْبْ مِيخَواندْ اَزِينْ اٰيَاتْهَا: سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازِى

Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i’câzın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece harika bir intizam, bir san’at, bir hikmet vardır ki, bütün esbab-ı kâinat birer fâil-i muhtar farz edilse ve toplansalar, taklit edemezler.

  نَفْس مِى خَوَاهَدْ دَرِينْ وَلْوَلَهَا.. زَلْزَلَهَا: ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَابَازِى

Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe, bütün rû-yi zemin velvele-âlûd bir zelzele-i firakta


Haşiye-1

Şu nüsha mezaristandaki ardıç ağacına bakar

بَبَالَا م۪يزَنَنْد اَزْ پَرْدَه هَاىِ “هَاىِ هُوىِ” مُرْدَهَارَا نَغْمَه هَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْنَ اَنْگِيزْ نُوَاز۪ى


âyet-i mücesseme: cisimleşmiş âyet
elem: acı, üzüntü
enîn: inilti
esbab-ı kâinat: kâinattaki sebepler (bk. s-b-b; k-v-n)
eşya: şeyler, varlıklar
ezelî: başlangıcı olmayan, (bk. e-z-l)
fâil-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l; ḫ-y-r)
farz edilmek: varsayılmak
hazin: hüzünlü
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)
hüzün-âlûd: hüzünle karışık
hüzün-engiz: hüzün veren
i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)
ihtar: hatırlatma
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
mahbup: sevgili (bk. ḥ-b-b)
mecazî: gerçek olmayan (bk. c-v-z)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
mukabele: karşılık verme
nağme: ahenk, güzel ses
naz-niyaz: dua, yalvarışn
efis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
rû-yi zemin: yeryüzü
sadâ: ses
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve her şeyi san’atla yaratan Allah (bk. s-n-a; ẕü; c-l-l)
sırr-ı tevhid: Allah’ın birlik sırrı (bk. v-ḥ-d)
tecelliyât-ı esmâ: Cenab-ı Hakkın isimlerinin yansımaları (bk. c-l-y; s-m-v)
tesbihat: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
ulüvv-ü nazm: nazmının yüceliği (bk. n-ẓ-m)
velvele-âlûd: gürültü patırtı içinde kalmış
zelzele-i firak: ayrılık sarsıntısı (bk. f-r-ḳ)
zemzeme: nağme, hoş ses
zevâl: sona erme (bk. z-v-l)

yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradı. “Dünyaperestliğin terkinde bulacaksın” mânâsını aldı.

  عَقْل مِى بِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا.. دَمْدَمَهَا: نَظْمِ خِلْقَتْ، نَقْشِ حِكْمَتْ، كَنْزِ رَازِى

Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet mânidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Herşey çok cihetlerle Sâni-i Zülcelâli tesbih ettiğini anlıyor.

  آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا.. هُوهُوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْگِ اَذْوَاقِ مَجَازِى

Heva-yı nefis ise, şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvâk-ı mecazîyi ona unutturup o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazîyi terk etmekle bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.

  خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ: ملاَئِك رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى، بَاهَزَارَانْ نَىْ

Hayal ise görüyor: Güya şu ağaçların müekkel melâikeleri içlerine girip herbir dalında çok neyler takılan ağaçları ceset olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşatta onlara onları giydirmiş ki, o ağaçlar câmid, şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkârâne, mânidar vaziyetleri gösteriyorlar.

  اَزْيِنْ نَىْ هَا شُنِيدَتْ هُوشْ: سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ

İşte, o neyler, semâvî, ulvî bir musikîden geliyor gibi sâfi ve müessirdirler. Fikir, o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmâniyeyi ve tahmidat-ı Rabbâniyeyi işitiyor.


câmid: cansız
demdeme-i nebat ve hava: bitki ve havanın sesleri
dünyaperestlik: dünyayı taparcasına sevme
elemkârâne: acılı bir şekilde
ezvâk-ı mecazî: gerçek olmayan aldatıcı zevkler (bk. c-v-z)
hazine-i esrar: sırlar hazinesi
hemheme-i hava: havanın çıkardığı ses, uğultu
heva-yı nefis: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s)
hevheve-i yaprak: yaprağın rüzgarın esmesi ile çıkardığı ses
intizam-ı hilkat: yaratılıştaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ḫ-l-ḳ)
mânidar: anlamlı (bk. a-n-y)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî: (bk. bilgiler)
müekkel: vazifeli
müessir: tesirli, etkili
nakş-ı hikmet: hikmetin nakşı (bk. n-ḳ-ş; ḥ-k-m)
resm-i küşat: açılış merasimi
sadâ: ses
sâfi: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve her şeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
semâvî: vahiyle gelmiş (bk. s-m-v)
Sultan-ı Sermedî: egemenliğinin sonu olmayan Allah (bk. s-l-ṭ)
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)
şuurkârâne: şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak (bk. ş-a-r)
tahmidat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’a yapılan şükür ve övgüler (bk. ḥ-m-d; r-b-b)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
teşekkiyât-ı firâk: ayrılıktan gelen şikayetler (bk. f-r-ḳ)
teşekkürat-ı Rahmâniye: sonsuz rahmet sahibi Allah’a yapılan teşekkürler (bk. ş-k-r; r-ḥ-m)
ulvî: yüce
Zât-ı Hayy-ı Kayyûm: her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Zât, Allah (bk. ḥ-y-y; ḳ-v-m)
zemzeme-i hayvan ve eşcar: hayvan ve ağaçların nağmeleri
zevk-i bâki: sonsuz zevk (bk. b-ḳ-y)
zevk-i hakikat: gerçek zevk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
zevk-i mecazî: gerçek olmayan, yalan ve aldatıcı zevk (bk. c-v-z)

وَرَقْهَارَا زَبَانِ دَارَنْد هَمَه “هُوَ هُوَ” ذِكْرآرَنْد بَدَرْ مَعْنَاىِ: حَىُّ حَىْ

Madem ağaçlar birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleriyle, havanın dokunmasıyla Hu, Hu zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyâtıyla, Sâniinin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar.

چُو “لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو” بَرَابَرْ مِيزَنْد هَرْ شَىْ

Çünkü, bütün eşya

 1 لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو 

deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar.

دَمَادَمْ جُويَدَنْد “يَا حَقْ” سَرَاسَرْ گُويَدَنْد: “يَا حَىْ” بَرَابَرْ مِيزَنَنْد: “اَللهْ”

Vakit-be-vakit, lisan-ı istidat ile, Cenâb-ı Haktan hukuk-u hayatını “Yâ Hak” deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da, hayata mazhariyetleri lisanıyla “Yâ Hayy” ismini zikrediyorlar.

فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ
حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَايِنْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا… اٰمِينْ


Dipnot-1

“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Haşir Sûresi, 59:22.


azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
eşya: varlıklar
Hak: varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halka-i zikir: zikir halkası
Hayy: gerçek hayat sahibi olan Allah (bk. ḥ-y-y)
Hayy-ı Kayyûm: her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah (bk. ḥ-y-y; ḳ-v-m)
hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)
Hu: O, Allah
hukuk-u hayat: hayat hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n)
Lâ ilâhe illâ Hû: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h)
lisan: dil
lisan-ı istidat: istidat dili (bk. a-d-d)
mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r)
Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
tahiyyat: selamlar, dualar, yaşasınlar (bk. ḫ-y-y)
vakit-be-vakit: vakit vakit, zaman zamanzikretmek: Allah’ı anmak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.305

Feel free to comment. Yorum yapmaktan çekinmeyin.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.