Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere,
Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl başlıklı bu bölümde:
“Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere.
Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere,
Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl
Sual – Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?
Elcevap – İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.
Evet, şu amûd-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema (bâhusus) din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şedittir…
Evet, evet… Eğer sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.
Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle,
âlî: yüce, yüksek amûd-u nuranî: nurlu, parlak sütun, nurlu direk aşâir: aşiretler bîçâre: çaresiz, zavallı demdeme: gürültü, vızıltı din-i hakk-ı fıtrî: insanın yaratılışına en uygun olan hak din; İslâmiyet efkâr-ı âmme-i millet: kamuoyu, milletin fikir ve düşünceleri envâr-ı İlâhî: Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nurlar esrâr: sırlar, gizli hakikatler fenn-i hikmet: hikmet ilmi, pozitif bilim hakaik: hakikatler, esaslar hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti hamiyet-i İslâmiye: İslâmiyet’i koruma, Müslümanlara sahip çıkma gayreti hasıl olan: meydana gelen himaye: koruma himayet: koruma hiss-i dinî: dinî duygu | hissiyat-ı İslâmiye: İslâmî duygu ve hisler içtima’: toplanma, bir araya gelme ihtizâza verme: sevinçten çoşturup neşelendirme imtizaç: birleşip kaynaşma incizab: cezbedilme, çekilme kâinat: evren, yaratılmış bütün varlıklar kubbe-i âsuman: gökyüzü, gök kubbe lemeât: parıltılar lemeât-ı müteferrika: çeşitli parıltılar mağlûp: yenilmiş, yenilgiye uğramış müdahin: menfaat için yüze gülen, yağcılık ve dalkavukluk yapan; dalkavuk muhakeme etmek: değerlendirmek muhavere: karşılıklı konuşma münazara: karşılıklı fikir alışverişi, ilmî tartışma murakabe: gözetme, koruma mûsika-i İlâhiye: İlâhî müzik, Allah’ın kâinata yerleştirdiği, Allah’ın ilhamıyla varlıkların çıkardığı tabii nâmeler ve sesler | mütemadiyen: sürekli, devamlı nâfiz: etkili, nüfuz eden, geçerli nağamat: nağmeler, güzel sesler raksa getirme: neşelendirme, oynatma; neşe ve memnuniyet içinde Allah’ı zikrettirme, ibadet ettirme şark: doğu şedit: çok şiddetli, güçlü şefkat-i imaniye: imandan gelen şefkat şehâmet: izzet, şeref, onur şerârât-ı neyyirâne: aydınlatıcı parlak kıvılcımlar, ışık saçan kıvılcımlar şevk: çok arzu, şiddetli istek seyf-i elmas: elmas kılıç Sultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatı ezelî olan Sultan, Allah takarrur etme: sabit olma, karar kılma tantana: gürültü, ses teessüf etme: üzülme tele’lü: parlama, parıldama umum: bütün, genel zabit: subay |
sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?…
S – Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdetâ hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartıyla birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?
C – Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır.
Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın…
Fakat, ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir…
âdâb-ı şeriat: şeriatın edep kuralları, adapları aks-i sadâ: yankı; sesin yankılanması âlûde: karışık, karışmış, dolu biçare: çaresiz, zavallı cevher-i insâniyet: insanlık cevheri, insanı insan yapan hakikat, öz demdeme: gürültü, yüksek ses, vızıltı dimağ: akıl, şuur efradın zerrât-ı hürriyâtı: bireylerin bütün zerrelerinin hürriyetleri, bireylerin bütün varlıklarıyla hür ve özgür olmaları emîr: reis, önder fazilet: güzel ahlâk, erdem fem: ağız fena: kötü gayr: başkası hezeyan etme: saçmalama hulle: güzel giysi, elbise hürriyet: serbestlik, özgürlük hürriyet-i umumî: genel hürriyet ve özgürlük hutebâ: hatipler ihtizaza getiren: coşturan, sevindiren intıba’: damgalanma, mühürlenme; bütün varlıklar üzerinde yansıyıp iz bırakması | istibdad: baskı ve zulüm kanun: bir çeşit telli ve mızraplı çalgı küfv: denk olan, uygun düşen kut-u lâyemût: ölmeyecek kadar alınan gıda kütüb-ü İslâmiye: İslâmî kitaplar, İslâmiyetle ilgili yazılan eserler lâkin: ama, fakat lisan: dilmarifet: ilim, bilgi mâşuka: sevgili, aşık olunan, sevilen meşâyih: şeyhler muhassal: ortaya çıkan, netice, ürün müteeddibe: terbiye edilmiş, terbiye almış mütezeyyine: süslü, süslenmiş (z-y-n) nâzenin: ince, narin, duyarlı nefs: kişinin kendisi nefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı devamlı kötülüğe sevk eden duygu nev’i: çeşit, tür nispeten: oranla rezalet: rezillik, alçaklık saadet—sarây-ı medeniyet: medeniyetin mutluluk sarayı sadâ: ses sadâ-yı semavî ve ruhanî: semavî ve ruhanî ulvî ses | sadef-i kehf-misâl: mağara gibi büyük inci kabuğu (içinde ilim, irfan ve hikmet bulunan büyüklerin akıl, kalb ve ağızları mağara büyüklüğünde bir inci kabuğuna benzetilmiştir) şe’n: bir şeyin gereği sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkünlük seyir ü seyelân etme: devamlı akıp gitme, dolaşma tanbur: klâsik Türk müziğinin başlıca çalgılarından biri olan, yay veya mızrapla çalınan, uzun saplı, telli tahta çalgı tecessüm: cisimleşme, maddî yapıya bürünme tefsir etme: açıklama, yorumlama ulema: âimler umum: bütün vahşî: yabanî vâkıa: gerçek, realite, gerçekte olan |
S – Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?
C – Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.
Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…
S – Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
C – Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.
S – Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli ye’se inkılâp ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?
C – Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en feşey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak—Allah etmesin—eğer bizi parça parça edip öldürseler, emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezâil ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavî ve en bâkî hayatı intaç eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.
âlem-i insaniyet: insanlık âlemi âlîm: bilgili, ilim sahibi kimse Asr-ı Saadet: mutluluk asrı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem bâkî: sürekli, kalıcı, sonsuz bîçare: çaresiz, zavallı bizzarure: zorunlu olarak, kaçınılmaz şekildeemel: arzu, istek farz-ı muhal: varsayım fazilet: güzel ahlâk, erdem galebe çalmak: yenmek, üstün gelmek gubar: toz hakikatli: gerçek, doğru, esaslı hakikî: asıl, gerçek hassa: ayırıcı vasıf, özellik hizmetkâr: hizmetçi hukuk: haklar hürriyet: serbestlik, özgürlük ihtilâfat: ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar inkılâp ettirme: dönüştürme, değiştirme | intac etme: netice verme istibdad: baskı ve zulüm izzet: değer, itibar, yücelik kavî: güçlü, kuvvetli kervân-ı benî beşer: insanlık kervanı, kafilesi meziyet: üstün özellik, nitelik millet-i kudsiye: mukaddes millet; İslâm milleti münevver: nurlu, aydın, aydınlanmış müttehid: birleşmiş pîşdârlık etme: önder ve kılavuz olma râbıta-i îman: iman bağı (e-m-n) rezâil: rezillikler, alçaklıklar sabiyy-i müteşeyyih: şeyhlik taslayan çocuk şe’n: durum, hâl, bir şeyin gereği şedit: çok şiddetli şefkat-i imaniye: imandan gelen şefkat şehamet-i imaniye: imandan gelen cesaret, yiğitlik | şey’en feşey’en: azar azar, yavaş yavaş şeyh: tarikat dersi veren mânevî lider, mürşid Sultan-ı Kâinat: kâinatın sultanı olan Allah tahakküm: baskı, zorbalık tecavüz etme: haddi aşma, ileri gitme tekebbür: büyüklenme, gururlanma tenezzül etme: inme, alçalma tevazu ve mahviyet: alçakgönüllülük tezellül: zillet ve alçaklık gösterme, önünde eğilme ulvî: yüce, yüksek velâyet: velilik; mânevî mertebeler aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme veli: Allah dostu ye’s: ümitsizlik |
S – Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?
C – Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Selahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE-1
Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.
(31 Mart Hadisesi Hakkında Bir Cevabı)
Ben 31 Mart Hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyetin meşrutiyet perver ve hamiyetli fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila; ve meşrutiyeti, şeriat kuvvetiyle
Haşiye-1
Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ
deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur.
31 Mart Hâdisesi: (bk. bilgiler) âdî: basit, sıradan aktâr-ı âlem: dünyanın her köşesi benî Âdem: İnsanoğlu, insanlar bilfiil: fiilen, gerçekte cevher-i hayat: hayat cevheri; can, ruh ehl-i hükûmet: hükümette olanlar, yöneticiler, idareciler farz etmek: varsaymak fazilet: güzel ahlâk, üstünlük fedâi: fedakâr, kendini bir hizmete adayan gayr-ı müslim: Müslüman olmayan gedâ: köle hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış hâkimiyet-i millet: milletin hakimiyeti, halkın egemenliği hamiyet: din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet | haşiye: dipnot, açıklayıcı not hâsiyet: özellik hiss-i kablelvuku: birşeyi olmadan önce hissetme hizmetkâr: hizmetçi Hıristiyan: (bk. bilgiler – Hıristiyanlık) hukuk: adâlet; haklar hükûmet: idare, yönetim hürriyet: serbestlik, özgürlük i’lâ: yükseltme, yüceltme İmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] imtisal: uyma, yerine getirme irşad: doğru yolu gösterme, öğretme istibdad-ı mutlak: tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük kellâ: asla öyle değil lâdini: dinsiz medâr-ı fahr: övünç kaynağı memuriyet: memurluk men etme: yasaklama meşrutiyet: (bk. bilgiler) meşrutiyet-perver: meşrutiyet taraftarı, meşrutiyet sever millet-i İslâmiye: İslâm milleti; Müslümanlar | miskin: fakir muhakeme: mahkeme önüne çıkarılma, yargılanma mukaddes: kutsal, yüce mürafaa: mahkeme duruşması, yargılanma müsavat: eşitlik müsavi: eşit, denk nev: tür, çeşit nimet-i meşrutiyet: meşrutiyet nimeti riyaset: reislik, başkanlık şah: hükümdar Salâhaddin-i Eyyûbî: (bk. bilgiler) şeref: yücelik, büyüklük şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet şerik etme: ortak etme tashih etmek: düzeltmek tâzib: azap, eziyet tekzib: yalanlama Yahudi: (bk. bilgiler – Yahudilik) Yeni Said: Bediüzzaman Said Nursî zayi etmek: kaybetmek |
ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler—hâşâ!—şeriatı, istibdada müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz” demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah! HAŞİYE-1
Hakikaten, bence, bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır—lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar…
Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve burhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar.
Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.
Hem de tarih bize bildiriyor ki, ehl-i İslâmın temeddünü, hakikat-i İslâmiyete ittibaları nispetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenasiptir.
Haşiye-1
Gitme, dikkat et. Âlihimmet olanlar, o hadisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar.
âlihimmet: himmeti yüksek, büyük gayret sahibi; din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti taşıyan burhan-ı kat’î: güçlü ve sağlam kesin delil câ-yı ibret: ibret edilecek nokta, ibret verici ceride: gazete daire-i İslâmiyet: İslâmiyet dairesi ebleh: ahmak, akılsız edyân-ı saire: diğer dinler ehl-i İslâm: İslâma tabi olan, Müslümanlar fevc fevc: dalga dalga, akın akın fıtrat: mizaç, karakter, yaratılış garazkâr: kötü niyet sahibi, art niyetli hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyetin hakikatleri, esasları hakikaten: gerçekten hakikî: asıl, gerçek hamiyet: din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet | hâşâ: kesinlikle öyle değil haşiye: dipnot, açıklayıcı not hürriyet: serbestlik, özgürlük ibka: devam ettirme, kalıcı hale getirme ilka: atmak, bırakmak ism-i mukaddes: kutsal yüce isim; şeriat ismi istibdad: baskı ve zulüm istikamet: doğru yolda olma, doğruluk ittiba: tabi olma, uyma lâsiyyema: özellikle, bilhassa mâkûsen mütenasip: ters orantılı Meşrutiyet: (bk. bilgiler) mevcudiyet: varlık muhakeme-i akliye: akıl yürütüp düşünme, değerlendirme muhalefet-i şeriat: şeriata muhalefet etme, aykırı olma münhasır: belli bir grup ve şeyle sınırlı, bir şeye mahsus ve ait müntesip: intisap eden, bağlı olan nesil: soy, zürriyet nispet: oran | nokta-i siyah: siyah nokta; dikkat edilmesi gereken bir nokta sadâ: ses sedd-i rasîn-i istinad: sağlam dayanak seddi sefih: bunak, ahmak şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet seyyiat-ı sabıka: geçmişteki günahlar, önceki kusur ve hatalar sükût etme: sessiz kalma, susma tatbikat: yerine getirme, uygulama tecavüz: haddi aşıp hücum etme, saldırma, sataşma tecerrüt etmek: soyutlanmak, sıyrılmak teferruat: ayrıntılar telkinat: telkinler, fikir aşılamalar temeddün: medenileşme tûti kuşu: dudu kuşu, papağan zaman-ı saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem |
Hem de hakikat bize bildiriyor ki, mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema, uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline (amellerine) neşvünemâ verecek ve istimdatgâhı olacak noktayı, yani din-i hak olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki, herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharrî uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlâl vardır.
Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan hakikat-i İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz? Hem de, umum kemâlâtı câmi, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhît olan o kasr-ı nurânî-yi İslâmiyeti, ne cür’etle mâtem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşâhedatına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.
S – İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak.
C – Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:
Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, ve saireler!
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi âmâl: emeller, arzular, istekler bedevî: köylü, göçebe beraatü’l-istihlâl: güzel bir alâmet, başlangıç beşer: insan, insanlar câmi: kendinde toplayan cür’et: cesaret dâne-i hakikat: hakikat tanesi, meyvesi, gıdası din-i fıtrî: insanın yaratılışına uygun olan din; İslâmiyet din-i hak: hak din, İslâm ebed: sonsuz, sonsuzluk fukara: fakirler, yoksullar gayr-ı mahdud: sınırsız hakikat: doğru, gerçek hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyetin hakikatleri, esasları has: özel, ait hiss-i kablelvuku: bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu hissiyat-ı âliye: yüksek hisler, yüce duygular | ifrat: aşırılık, ileri gitme, haddi aşma istidat: potansiyet kabiliyet, yetenek istikbal: gelecek istimdatgâh: medet isteme, yardım dileme yeri istinad: dayanma, dayanak kasr-ı nurânî-yi İslâmiyet: İslâmiyetin nurlu ve aydınlık sarayı kemâlât: olgunluklar, faziletler, mükemmellikler lâsiyyema: özellikle, bilhassa mâtem: yas mevad: maddeler, malzemeler meyl-i taharrî: araştırma, inceleme meyli, isteği, eğilimi muhît: kapsamlı, kuşatıcı mürteci: geriye gitmek isteyen; gerici müşâhedat: gözlemler, görülen şeyler müstakbel: gelecek zaman mutaassıp: körü körüne bağlı, tutucu mütenebbih: uyanmış, birşeyden ders alıp aklını başına toplayan | namzet: aday nazar-ı hafî-i gaybî: görünmeyeni, ileride olacakları görecek şekilde gizli bakış neşet etme: kaynaklanma, doğma neşv ü nemâ: büyüme ve gelişme nev-i beşer: insanlık, insanlar sair: diğer başka sâkitâne: susarak, suskun tâbi: izleme, uyma tahayyül etmek: hayal etmek tahkir etmek: aşağılamak, hakaret etmek tahsis etme: ait, mahsus kılma, ayırma teçhil etmek: cahillikle suçlamak tedennî: alçalma, gerileme tehacüm: hücum, saldırı temâşâ eden: gözleyen, seyreden terakki: ilerleme, yükselme, gelişme ziyalandırmak: aydınlatmak |
Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin HAŞİYE-1 mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan
هَنِۤيئًا لَكُمْ 1
sadâsını işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabın HAŞİYE-2 hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.
Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!
S – Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler.
C – Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:
Haşiye-1
Medresetü’z-Zehra’nın Van’daki nümunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesinin mezartaşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.
Dipnot-1
Size âfiyet olsun!
Haşiye-2
İstikbalde telif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku ile haber veriyor.
âlâ: üstün, kıymetli asr-ı hâzır: şimdiki asır asr-ı sâlis-i aşr: on üçüncü asır bedbaht: kötü bahtlı, talihsiz cennet-âsâ: cennet gibi ecdad: cedler, atalar, dedeler fena: kötü fikren: düşünce olarak hakaik: gerçekler, esaslar hakikat: asıl, gerçek, doğru hakikat-i İslâmiye: İslâmın hakikati, esası haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayal tevehhüm etmek: hayal sanmak, hayal zannetmek | hiss-i kablelvuku: bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu hitap etmek: konuşmak, seslenmek Horhor Medresesi: (bk. bilgiler) istikbal: gelecek lâkayt: kayıtsız, ilgisiz, duyarsız mazi: geçmiş medrese: okul, mektep Medresetü’z-Zehrâ: (bk. bilgiler) mesâil: meseleler, konular mezar-ı müteharrik: hareketli mezar; yaşayan ölü muâsır: çağdaş, aynı dönemde yaşayan | muhatap: kendisine konuşulan nesl-i cedid: yeni nesil nümune: örnek sadâ: ses sadakte: doğrudur, doğru söyledin sureten: şeklen, görünüşte tahakkuk etme: gerçekleşme tasavvurat: düşünceler, tasavvurlar telif: yazma, kaleme alma temevvüc-sâz: dalgalandıran tenbih etme: ikaz etme, uyarma Van: (bk. bilgiler) Van Kalesi: (bk. bilgiler) zemin: ortam, yer |
“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhât! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız.”
Hem de sol safında duran ve şehristân-ı istikbâlden gelen evlâtlarınız, sağdaki ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:
“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!”1
İşte, ey bedevî göçerler ve ey inkılâp softaları!2 Manzara-i hayal Haşiye 1 üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingte iki taraf da sizi protesto ettiler.
Dipnot-1
Bu cümlelelirn mânâsı için bakınız Kavramlar Sözlüğü: ḳ-ḍ-y kökü.
Dipnot-2
Sonradan ilâve edilmiştir.
Haşiye 1
Hayal dahi bir simotoğraftır.
(Cevaplardan Bir Kısım)
Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine HAŞİYE-1, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.
Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.
Haşiye-1
Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve îmandır.
ahlâk-ı âliye: yüksek, üstün ahlâk akim bir kıyas: neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas bedevî: çölde yaşayan, göçebe cehalet: bilgisizlik, cahillik cüz’î: az, küçük, ferdî ecdad: dedeler, atalar, cedler gayr-ı Müslim: Müslüman olmayan hadd-i evsat: kıyası meydana getiren önermelerde ortak olarak tekrarlanan sonuç için gerekli bağlantıyı kuran ve kıyasın hükmünün illeti olan terim harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici haşiye: dipnot, açıklayıcı not haysiyet: itibar, özellik heyhât: eyvah, yazık içtimaî: sosyal, toplumsal inkılâp: değişiklik, karışıklık isti’zam: büyük gösterme, büyütme, yüceltme istidad: kabiliyet, yetenek istihfaf: hafife alma, küçümseme | istihfaf-ı hayat: hayatı küçümseme, hafife alma itibarî: varsayılan kübrâ: büyük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin yüklemi olan büyük terim bu büyük önermede bulunur maatteessüf: maalesef, ne yazık ki manzara-i hayal: hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara menfaat: fayda, yarar, çıkar müşağabe: karışık, aldatıcı, kötü, şerli netice-i hayat: hayatın neticesi, hayatın meyvesi, ürünü peder: baba rabıta: bağ, ilişki rapt eden: bağlayan revaç: kıymet, değer rezâil: rezillikler, ahlâka aykırı çirkin ve alçak şeyler şecaat: yiğitlik, cesaret, kahramanlık şehristân-ı istikbâl: geleceğin büyük şehri, istikbal memleketi | simotoğraf: sinema, sinema makinesi Siz misiniz hayatımızın suğrâsı ve kübrâsı?: Siz misiniz hayatımızın neseb bağı olan babalarımız ve bizi dedelerimize bağlayan bağlarımız? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?: Siz misiniz şu şanlı dedelerimizle bizim aramızdaki ortak bağ ve ortak nitelik softa: bir inanışa körü körüne bağlanan kimse suğrâ: küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur uhuvvet: kardeşlik |
Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut
وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ 1
olan kelime-i hamka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır:
Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki:
“Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem beni yaşattırır; âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder.
وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا 2″
deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.
S – Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C – Doğruluk.
S – Daha?
C – Yalan söylememek.
S – Sonra?
C – Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüd.
S – Neden?
C – Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekàsı imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?
…….
S – En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.
C – Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da
Dipnot-1
Ben susuzluktan ölürsem, artık bir tek damla bile yağmasın!
Dipnot-2
Ölüm, Nevruz günümüzdür, baharımızdır.
ahbap: dostlar, sevilenler âlem-i ulvî: yüce âlem; âhiret âlemi bâkî: devamlı, kalıcı bekà: devamlılık, kalıcılık burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil, kanıt din-i hak: hak din, İslâm fedâi: fedakâr, kendini bir hizmete adayan gayr-ı Müslim: Müslüman olmayan hamiyet: din gibi mukaddes değerleri ve aile ve vatanı koruma duygusu ve gayreti haslet: huy, karakter haslet-i hamrâ: haya hasleti, utanma ve ar duygusu hay: sağ, canlı hayat-ı mâneviye: maddî olmayan, mânevî hayat | himmet: ciddi gayret, yardım ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet ilelebed: sonsuza kadar ıslah: düzelme, iyileşme kâfi: yeterli kelime-i avra: kör söz, basiretsizce söylenilen söz kelime-i beyza: parlak, kıymetli söz kelime-i hamka: ahmakça söz küfür: inanmama, inkâr etme mahiyet: asıl esas, temel nitelik muktezâ: bir şeyin gereği mütelezziz: lezzet alan, lezzetlenen reis: başkan; idareci, yönetici rüesâ: reisler, başkanlar; idareciler ve yöneticiler | sadakat: bağlılık, doğruluk şahsiyat: kişisellik, bencillik sebat: kararlı olma seciye-i avra: tek gözlü, âhireti görmeme ve sadece dünyaya dalma; dünyaperestlik, dünyaya düşkünlük karakteri, hâli sefalet: perişanlık, yoksulluk sevâb-ı uhrevî: âhiret mükâfatı, sevabı sıdk: doğruluk taaccüp: hayret etme, şaşkınlık terakkiyat-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilerlemeler tesanüd: dayanışma tûfan: büyük sel felâketi üssü’l-esas: temel unsur |
sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:
Eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesâkini istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.
فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَاضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ 1
İşte şimdi hizmet vaktidir…
Elhasıl: İslâm uyandı ve uyanıyor. HAŞİYE-1 Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesb etmektedir. Lâkin, sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsî milliyetine daha yakınsınız.
…….
Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tâcir zannettiklerinden derlerdi ki:
S – Tâcir misin?
C – Evet, hem tâcirim, hem de kimyagerim.
S – Nasıl?
C – İki madde var, mezc ettiriyorum. Birinden tiryak-ı şâfi, birinden elektrik-i muzî tevellüd eder.
S – Bunlar nerede bulunur?
C – Medeniyet ve fazilet çarşısında, cephesinde insan yazılı ve iki ayak üstünde gezen sandık içindeki, üstüne kalb yazılan ya siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.
S – İsimleri nedir?
C – İman, muhabbet, sadakat, hamiyet.
Ceride-i Seyyare, Ebu Lâşey, İbnüzzaman,
Ehu’l-Acâib, İbn-u Ammil-Garâib
Said Nursî
Dipnot-1
Vakit geçmiş değil, eskiden kaybettiklerinizi şimdi tedârik edin. (Yazın kaybettiklerinizi şimdi hazırlamaya ve bulmaya bakın.)
Haşiye-1
Evet, kırk beş sene evvel söylenen bu sözü Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandıklarından, Eski Said’i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler.
Arabistan: (bk. bilgiler) aşâir: aşîretler; kabileler bedevî: çölde yaşayan, göçebe Ceride-i Seyyare: hareketli gazete, yürüyen gazete dimağ: beyin Ebu Lâ-şey: hiçbir şeyin babası; kimsesiz, kimsesi olmayan Ehu’l-Acâib: tuhaflıkların kardeşi elektrik-i muzî: parlak ışık veren, aydınlatan lamba elhasıl: kısaca, özetle Eski Said: Bediüzzaman Said Nursî eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ: ey başlar ve başkanlar, ey yönetici ve idareciler | fazilet: değer ve üstünlük fıtrat-ı asliye: esas yaratılış gayesi hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti haşiye: dipnot, açıklayıcı not havale: bırakma, gönderme İbn-u Ammil-Garâib: garipliklerin amca oğlu ibnü’z-zaman: bu zamanın evladı, çocuğu istidad: kabiliyet, yetenek istihdam: çalıştırma, kullanma istiklâl: bağımsızlık kesb etmek: kazanmak | mesâkin: miskinler, zavallı fakir kimseler mezc etme: kaynaştırma muhabbet: sevgi Pakistan: (bk. bilgiler) tâcir: tüccar tekâsülî: tembellikle ilgili, tembellikten gelen tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen tevekkül etmek: Allah’a dayanmak ve güvenmek tevellüd etme: meydana gelme, üreme tiryak-ı şâfi: şifalı, şifa verici güçlü ilâç |
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
http://www.erisale.com/#content.tr.14.105
Ders Dünyası - WORLD OF COURSES sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.