On Birinci Söz
وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا .. الخ 1
EY KARDEŞ! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rümuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak:
Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış. Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.
İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i mânevî sini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
Dipnot-1
“Yemin olsun güneşe ve aydınlığına ve onu takip eden aya ve onu gösteren güne ve onu örten geceye; ve gökyüzüne ve onu bina edene ve yeryüzüne ve onu yayıp döşeyene ve nefse (kişiye) ve onu intizamla yaratana.” Şems Sûresi, 91:1-7.
acaip: şaşırtıcı, hayret verici cemâl: güzellik (bk. c-m-l) cemâl ve kemâl-i mânevî: madde ile sınırlı olmayan mânevî güzellik ve üstünlük (bk. c-m-l; k-m-l; a-n-y) cevahir: cevherler, değerli şeyler define: hazine enzar: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r) fehmetmek: anlamak fünun-u acibe: şaşırtıcı fen ve ilimler garibe: benzersiz, garip şey gayrın nazarı: başkasının bakışı (bk. n-ẓ-r) hakikat-i salât: namazın hakikati, anlam ve niteliği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ṣ-l-v) haşmet: büyüklük, heybet, görkem hikmet-i âlem: âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m; a-l-m) | hilkat-i insan: insanın yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ) ihata: kapsama, kuşatıcılık izhar: ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r) ıttıla: bilgi sahibi olma kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâlat: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) maharet: beceri marifet: geniş bilgi ve beceri (bk. a-r-f) meşher: sergi muammâ: anlaşılması zor sır, gizem müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) nâs: insanlar nazar-ı dekaik-âşinâ: inceliklere nüfuz eden bakış (bk. n-ẓ-r) nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) nihayetsiz: sonsuz | rümuz: ince işaretler saltanat: hükümranlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a) şaşaa: gösteriş sultan-ı zîşan: şan ve şeref sahibi sultan (bk. s-l-ṭ; ẕi) temsilî: analojik, kıyaslamalı benzetme şeklinde (bk. m-s̱-l) tılsım: sır, şifre ulûm-u bedia: güzel san’atlar, estetik bilimleri (bk. a-l-m; b-d-a) vecih: yön, tarz |
Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmaya başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en lâtif, en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mucizekârâneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami’ sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehâvetkârâne ve san’atperverâne bir ziyafet-i amme ihzar etti ki, güya herbir sofra yüz sanayi-i lâtifenin eserleriyle vücut bulmuş gibi, kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktâr-ı memleketindeki ahali ve raiyetini seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.
Sonra, bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının mânâlarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Ta ki, sarayın sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin; ve sarayın nakışlarının rümuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir, ve ne vech ile saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin; ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.
İşte, o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:
“Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.
“Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz.
âdâb: edep ve görgü kuralları ahali: halk aktâr-ı memleket: memleketin dört bir yanı (bk. m-l-k) âsâr-ı mu’cizekârâne: mu’cize eserleri (bk. a-c-z) avene: yardımcı binaen: –dayanarak cami’: içinde toplayan (bk. c-m-a) cesîm: çok büyük delâlet: delil olma, işaret etme derun: içyüz, içyapı dest-i san’at: san’at eli (bk. ṣ-n-a) fünun-u hikmet: varlıklardaki hikmeti ve ince sırları ortaya çıkaran fenler, ilimler (bk. ḥ-k-m) güya: sanki hadsiz: sayısız hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n) izhar: ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r) kasr: saray, köşk, büyük ve süslü konak | kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) lâtif: ince, güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) leziz: lezzetli mânâ: anlam (bk. a-n-y) manzum: düzenli (bk. n-ẓ-m) marziyât: hoşa giden, razı olunan şeyler melik: sahip (bk. m-l-k) menzil: oda, ev (bk. n-z-l) merasim: tören mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) muarrif: tarif edici, tanıtıcı (bk. a-r-f) muhteşem: ihtişamlı, görkemli murassâ: değerli mücevherlerle süslenmiş şey müştemilât: içindekiler nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş) raiyet: halk, vatandaşlar rümuz: işaretler, semboller şakirt: öğrenci san’atperverâne: san’ata düşkün bir şekilde (bk. ṣ-n-a) sanayi-i lâtife: güzel, ince san’atlar (bk. ṣ-n-a; l-ṭ-f) sâni: sanatkâr (bk. ṣ-n-a) | sehâvetkârâne: cömertçe (bk. c-v-d) seyyid: efendi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) taam: yiyecek taife: topluluk taksim etmek: kısımlara ayırmak tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tarif: tanıtma (bk. a-r-f) tayin etme: vazifelendirme tebligat: bildiri (bk. b-l-ğ) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) tenezzüh: gezinti, seyir (bk. n-z-h) teşrifat: kabul töreni, protokol tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) üstad: hoca, öğretmen vecih: yön, tarz vücut bulmak: var olmak (bk. v-c-d) yaver-i ekrem: çok değerli, yüksek rütbeli memur (bk. k-r-m) ziyafet-i âmme: genel ziyafet ziynetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n) |
“Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.
“Hem şu görünen in’âm ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.
“Hem şu kemâlâtının âsârıyla mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyakınızı gösteriniz.
“Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklit edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yektâ ve misilsiz, nazirsiz, bîhemtâ tanıyınız ve kabul ediniz.”
Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:
Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiplere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki, beyhude değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler:
“Esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”
Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyâtı dairesinde amel ettiler.
Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık ve öyle mutî ahaliye şayeste ve öyle edepli
acaip: hayret verici ve şaşırtıcı şeyler âdi: basit, sıradan ahali: halk amel etmek: iş görmek, davranmak âsâr: eserler beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyhude: boşu boşuna, gayesiz bîhemtâ: eşsiz, benzersiz cemâl: güzellik (bk. c-m-l) cevâd-ı melik: çok cömert hükümdar (bk. c-v-d; m-l-k) edep: terbiye, güzel ahlâk eser-i dest: el yapımı esrar: sırlar, gizemler esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad: sana selâm olsun, ey üstad (bk. s-l-m) evvel: önce güruh: bölük, grup hakkan: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) has: özel hâtem: mühür, damga hürmet etmek: saygı göstermek (bk. ḥ-r-m) | hususî: özel ihsan: iyilik, ikram, bağış (bk. ḥ-s-n) ihsanat: ihsanlar, iyilikler, bağışlar (bk. ḥ-s-n) in’am: nimet verme (bk. n-a-m) infirad: tek başına olma (bk. f-r-d) istifade: faydalanma, yararlanma istiklâl: bağımsızlık iştiyak: şiddetli arzu ve istek itaat etme: emre uyma kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) mahsus: özel marziyât: hoşa giden, razı olunan şeyler masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) misilsiz: benzersiz, eşsiz (bk. m-s̱-l) muamele: davranış, iş muarrif: tarif edici, tanıtıcı (bk. a-r-f) müdakkik: inceden inceye araştıran | muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muhteşem: ihtişamlı, görkemli münasip: uygun (bk. n-s-b) müteveccihen: yönelerek mutî: itaatkar müzeyyenat: süsler (bk. z-y-n) nazirsiz: benzersiz (bk. n-ẓ-r) nutuk: konuşma sadık: doğru sözlü (bk. ṣ-d-ḳ) şayeste: lâyık, yakışır şefkat: karşılıksız merhamet ve sevgi (bk. ş-f-ḳ) seyyid: efendi sikke: mühür, işaret tavsif edilmez: özellikleri anlatılmakla bitmez (bk. v-ṣ-f) teveccüh: ilgi tılsım: sır, şifre turra: mühür, nişan üstad: hoca, öğretmen vaziyet: durum yektâ: tek, benzersiz zikri: geçen anılan, sözü geçen |
misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra şayan bir surette ikram etti. Daimî onları saadetlendirdi.
İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler. Bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şakirtlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni-i Zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.
Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, bu kasrı şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir. Şu maksatların husulü ise iki şeye mütevakkıftır:
Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.
İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.
Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir. Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.
Ey arkadaş, hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.
İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis
ahali: halk âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m) arz: yer bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y) beyhude: sonuçsuz, boşuna bina etmek: yapmak, inşa etmek dâi: var olmasına sebep olan daimi: sürekli düstur: kural, prensip ezel-ebed sultanı: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı sürekli devam eden sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ) garb: batı gûnâgûn: türlü türlü, renk renk güruh: grup hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkim-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. ḥ-k-m; ẕi) husul: meydana gelme ihzar edilen: hazırlanan (bk. ḥ-ḍ-r) ikazât: uyarılar iksir: ilaç iltifat: yönelme, değer verme irşâdât: nasihatler, doğru yolu gösteren sözler (bk. r-ş-d) | istimâ: dinleme kasr: saray, köşk lisan: dil mağlup olmak: yenilmek mahsus: özel maksat: gaye, istenilen şey (bk. ḳ-ṣ-d) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) melik: hükümdar, sultan (bk. m-l-k) melik-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. m-l-k; ẕi) mezkûr: adı geçen muallim: öğretmen (bk. a-l-m) münasip: uygun (bk. n-s-b) mütevakkıf: bağlı nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nutuk: konuşma saadet: mutluluk şakirt: öğrenci sâni-i zîşan: şanı yüce san’atkâr (bk. ṣ-n-a; ẕi) şark: doğu şayan: layık, yaraşır semavat: gökler (bk. s-m-v) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) | taam: yiyecek takdis: Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma (bk. ḳ-d-s) talimat: emirler (bk. a-l-m) tebdil ve tahvil: değiştirme ve başka hale dönüştürme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir edilmek: ışıklandırılmak, aydınlatılmak (bk. n-v-r) üstad: hoca, öğretmen vücud: varlık (bk. v-c-d) vücud-u kasr: köşkün, sarayın varlığı (bk. v-c-d) vücud-u üstad: öğretmenin varlığı (bk. v-c-d) Zât-ı Mukaddes: her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s) |
edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.
O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı harikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâlin esmâsına delâlet ederler. Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Avânesi ise, enbiya aleyhimüsselâmdır. Ve şakirtleri ise evliya ve asfiyadır. O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde melâike aleyhimüsselâma işarettir. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’ân-ı Hakîmin şakirtleridir. Diğer güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi, belki daha aşağı, sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur.1
Dipnot-1
bk. Et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân 1:63; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 2:219.
âlem: dünya (bk. a-l-m) aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Arş-ı Rububiyet: Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; r-b-b) arz: yer, dünya asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y) avâne: yardımcılar âyât: âyetler, deliller Barla: (bk. bilgiler) cevher: kıymetli taş cilve: görüntü, yansıma (bk. c-l-y) cin ve ins: cinler ve insanlar dâllîn: doğru yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) delâlet: delil olma, işaret etme ehl-i iman: iman etmiş, inanmış kimseler (bk. e-m-n) ehl-i küfür ve tuğyan: inkârcılar, inanmayanlar ve azgınlık ve taşkınlıkta çok ileri gidenler (bk. k-f-r; ṭ-ğ-y) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h) | evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) fırka: grup güruh: grup, topluluk hâkim: hükmeden, idareci (bk. ḥ-k-m) hat: çizgi hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n) kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. s-n-a) matbah: mutfak melâike: melekler (bk. m-l-k) Melik-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ḳ-d-r) menzil: ev, oda (bk. n-z-l) mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) misal: örnek (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müfessir: tefsir edici, açıklayıcı, yorumlayıcı (bk. f-s-r) | muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musahhar: boyun eğen nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nukuş-u kalem-i kudret: Allah’ın kudret kaleminin işlemeleri (bk. n-ḳ-ş; ḳ-d-r) rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti, şefkati, merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h) remiz: işaret şakirt: öğrenci, talebe sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a) sath-ı arz: yeryüzü semavat: gökler (bk. s-m-v) semerât-ı harika: harika meyveler seyyid: efendi taam: yiyecek tabi olmak: uymak tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tezyin: süsleme (bk. z-y-n) üstad: hoca, öğretmen zîhaşmet: haşmetli, görkemli, heybetli (bk. ẕi) zîkudret: kudretli, güçlü, kuvvetli (bk. ẕi; ḳ-d-r) |
KAYNAK:
http://www.erisale.com/#content.tr.1.177
Ders Dünyası - WORLD OF COURSES sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.