
On Üçüncü Söz

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ 1
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 2
KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami’ bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve
Dipnot-1
“Biz Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz.” İsrâ Sûresi, 17:82.
Dipnot-2
“Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
âdet: alışkanlık âdi: normal, basit, sıradan âdiyat: alışılmış olan sıradan şeyler beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) cahilâne: cahilce, bilgisizce cami’: kapsamlı (bk. c-m-a) celb etmek: çekmek derece-i ilim: ilim derecesi (bk. a-l-m) ders-i ibret: ibret dersi hakaik-ı acibe: şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici hazine-i ulûm: ilimler hazinesi (bk. a-l-m) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m) | hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ) huruç etme: çıkma intizam-ı hilkat: yaratılıştaki düzen (bk. n-ẓ-m; ḫ-l-ḳ) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâl-i fıtrat: yaratılıştaki mükemmellik (bk. k-m-l; f-ṭ-r) kemâl-i hilkat: yaratılıştaki mükemmelik, kusursuzluk (bk. k-m-l; ḫ-l-ḳ) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâkaydâne: ilgisizce, duyarsızca lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) | mahsul-ü hikmet: hikmet ürünü, neticesi (bk. ḥ-k-m) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r) muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) nam: ad nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r) nazar-ı ibret: ibretle bakış (bk. n-ẓ-r) sukut eden: düşen teşhir etme: sergileme ukûl: akıllar ülfet: alışkanlık, gaflet ulûm: ilimler (bk. a-l-m) velvele-i istiğrab: garip karşılayarak bağırma, hayret feryadı yad olunan: anılan zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) |
umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister. HAŞİYE-1
İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!
İşte bu sırdandır ki, Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami’ olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san’atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:
Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.
Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı
Haşiye-1
Amerika’da aynen bu vakıa olmuştur.
adem-i intizam: düzensizlik, düzenin yokluğu (bk. n-ẓ-m) âdi: basit, normal, sıradan beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n) cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a) cihet: yön cüda olmak: ayrı düşmek daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b) hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l) hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b) hazine-i ilm-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi (bk. a-l-m; v-ḥ-d) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m) i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) iaşe: beslenme, geçim (bk. a-y-ş) | intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) intizâmât-ı san’at: san’attaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṣ-n-a) intizamsız: düzensiz (bk. n-ẓ-m) kemâl-i nizam ve intizam: mükemmel bir düzen ve tertip (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün evren (bk. k-t-b; k-v-n) küfran: iyilik bilmeme, nankörlük (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f) mâbeyn: aramanzum: şiir gibi vezinli yazılmış eser (bk. n-ẓ-m) marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; e-l-h) marifet-i Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; ṣ-n-a) | meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’cize-i rahmet: Allah’ın rahmet mu’cizesi (bk. a-c-z; r-ḥ-m) münasebet-i mâneviye: mânevî ilişki, bağlantı (bk. n-s-b; a-n-y) muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müstağni: ihtiyaç duymayan, muhtaç olmayan (bk. ğ-n-y) müteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş müteveccih: yönelmiş necm: kısım, durak; yıldız nevi: çeşit, tür nihayetsiz: sonsuz rabıta: bağ, ilgi sema: gökyüzü (bk. s-m-v) sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r) şüzuz etmek: kural dışı kalmak tazammun: içine alma, içerme tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r) terkibat: birleşimler, sentezler teşkil: meydana getirme umumî: genel uslûp: ifade tarzı vakıa: olay vezin: şiirdeki ahenk ölçüsü zi’l-ecniha: çok yönlü (bk. ẕi) |
cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 1
nın bir sırrını bil.
Hem âyet-i
وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 2
sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ,
يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ 3
يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا 4
اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ 5
gibi hadsiz hakikatleri buna şahittir.
Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvisinden
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ 6
Dipnot-1
“Biz Peygambere şiir öğretmedik…” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-2
“…bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-3
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.
Dipnot-4
“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter.” A’râf Sûresi, 7:54.
Dipnot-5
“Tek bir sesledir ki, onların hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler.” Yâsin Sûresi, 36:53.
Dipnot-6
“Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.” Cum’a Sûresi, 62:1.
âli: yüksek, yüce asr-ı cahiliyet: İslâmdan önceki asır, küfür ve cehâlet asrı beyn: ara cihet: yön daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) farz etmek: varsaymak hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b) hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y) i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) | ibret: düşündürücü ders intizamsızlık: düzensizlik (bk. n-ẓ-m) kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) lisan-ı ulviye: yüce lisan mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) müteveccih: yönelmiş necm-i âyet: âyet yıldızı necm-i sâkıp: karanlığı delip geçen parlak yıldız neşir: yayma nevi: çeşit, tür nisbet edilmek: kıyaslanmak (bk. n-s-b) nisbet-i hafiye: gizli bağ (bk. n-s-b) | nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r) perde-i cümud: donuk, katı perde revnaktar: göz alıcı güzellik sahrâ-yı bedeviyet: bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) zulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve duyarsızlık karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l) zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m) |
gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem,
يُسَبِّحُ
sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikr ediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ 1
sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.
Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile, yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı içinde bu nevi i’câzını zevk edemezsin.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan
Dipnot-1
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu (Allah’ı) tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
acip: şaşırtıcı, hayret verici arz: dünya arz-ı dîdar etmek: kendini göstermek ateşpare: ateş parçası âzâ: uzuvlar, organlar bahr: deniz ber: kara, yer camid: cansız, katı cüz’: parça (bk. c-z-e) dekaik: incelikler derece-i i’câz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z) envâ-ı i’câz: mu’cizelik türleri (bk. a-c-z) farz etmek: varsaymak hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hudut: sınır huşyar: uyanık i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) kelime-i hikmetnümâ: hikmet ifade eden kelime, hikmetli söz (bk. k-l-m; ḥ-k-m) kelime-i tesbihfeşan: Allah’ı çok çok tesbih eden kelime (bk. k-l-m; s-b-ḥ) | kıyam etme: ayağa kalkma (bk. ḳ-v-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lisan: dil mahiyet: özellik, nitelik, içyüz mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m) mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m) mezkûr: sözü geçen mukabil: karşılık münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) mürur-u zaman: zamanın geçmesi muvazenet: denge (bk. v-z-n) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nebatat: bitkiler neşretmek: yaymak nevi: çeşit, tür neyyirât-ı İslâmiye: İslâmın nurlu hakikatleri (bk. n-v-r; s-l-m) nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r) | nur-u hakikat-edâ: gerçeğin ve doğrunun ortaya çıkmasına vesile olan nur, ışık (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ) perde-i gayb: görünmeyen perde (bk. ğ-y-b) perde-i ülfet: alışkanlık perdesi sada: ses sair: diğer sathî: sığ, yüzeysel sayha: sesleniş suret: şekil, biçim; görüntü, resim (bk. ṣ-v-r) tabakat-i mestûriyet: gizlilik tabakası temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b) ulûm-u müteârife: herkesçe bilinen bilgiler (bk. a-l-m; a-r-f) uzuv: organ zemzeme-i i’caz: mu’cizelik nağmesi ve ahengi (bk. a-c-z) zikretmek: Allah’ı anmak zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m) |
meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine “Maşaallah, bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” demişler.
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1
temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef’âl-i Rabbâniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki, o şecere-i nuraniye nin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenahi fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı,
يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ 2
فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى 3
هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَۤاءُ 4
Dipnot-1
“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.
Dipnot-2
“Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer.” Enfâl Sûresi, 8:24.
Dipnot-3
“Daneleri ve çekirdekleri çatlatan Allah.” En’âm Sûresi, 6:95.
Dipnot-4
“Annelerinizin rahimlerinde size kendi dilediği gibi bir şekil veren de Odur.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:6.
hududundan tut, ta
وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ 1
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 2
وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ 3
hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nuraniyeyi, bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle, o kadar tenasüple ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef’âli beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Furkaniyeye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!” diyerek tasdik ediyorlar.
Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, ta en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüp tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır.
Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz’î semerâtına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’ân-ı cami’in nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin
Dipnot-1
“Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.
Dipnot-2
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan Odur.” Hûd Sûresi, 11:7.
Dipnot-3
“Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi.” Ra’d Sûresi, 13:2.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) âdâb: davranış kuralları akl-ı beşer: insan aklı ashab-ı irfan ve hikmet: ilim ve hikmet sahibi kimseler (bk. a-r-f; ḥ-k-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyanat-ı Furkaniye: hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın açıklamaları, izahları (bk. b-y-n; f-r-ḳ) cevelân eden: dolaşan, gezen cüz’î: küçük (bk. c-z-e) daire-i imkân: bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat (bk. m-k-n) daire-i melekût: varlıkların iç yüzüyle alakalı görünmeyen daire (bk. m-l-k) daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi (bk. v-c-b) ehl-i keşif ve hakikat: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah’ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler (bk. k-ş-f; ḥ-ḳ-ḳ) | erkân: esaslar, şartlar (bk. r-k-n) erkân-ı hamse: beş esas, şart (bk. r-k-n) erkân-ı sitte: altı esas, şart (bk. r-k-n) gayat: gayeler, amaçlar hakaik-ı esmâ ve sıfât ve şuûn ve ef’âl: Cenâb-ı Allah’ın isim, sıfat, iş ve fiillerinin hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-m-v; v-ṣ-f; ş-e-n; f-a-l) hakikat-i nuraniye: nurlu, parlak gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-v-r) hikemiyât: hikmetli söz ve düşünceler (bk. ḥ-k-m) hudut: sınır, uç hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n) hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b) idrak: anlayış, kavrayış işarat: işaretler, deliller izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r) kemâl-i münasebet: mükemmel bir uygunluk (bk. k-m-l; n-s-b) Kur’ân-ı cami’: herşeyi içinde bulunduran Kur’ân-ı Kerim (bk. c-m-a) | mutabık: uygun muvazenet: denge, denklik (bk. v-z-n) nusus: nasslar, açık hükümler rümuz: remizler, işaretler şecere-i azîme: çok büyük ağaç (bk. a-ẓ-m) semerât: meyveler, neticeler Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiye: İslâmın büyük ve yüce kanunları (bk. ş-r-a; k-b-r; s-l-m) Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r) teferruat: ayrıntılar tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b) tevahhuş: korkmak, ürkmek vücuh: vecihler, yönler |
kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır.
Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِۤى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا 1
bu hakikate işaret eder.
اَللّٰهُمَّ يَا مُنَزِّلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ وَبِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ اٰمِينَ يَا مُسْتَعَانُ 2
Dipnot-1
“Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir.” Kehf Sûresi, 18:1.
Dipnot-2
Ey Kur’ân’ı indiren Allahım! Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın hakkı için, kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Âmin, ey kendisinden istimdad edilen Müsteân!
bâhusus: özellikle beşer: insan beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) burhan-ı kàtı’: kesin delil cemî: bütün (bk. c-m-a) cerh edilmez: çürütülmez ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d) eşya: şeyler, varlıklar ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l) hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b) ilm-i cüz’î: az ve sınırlı ilim (bk. a-l-m; c-z-e) ilm-i muhît: herşeyi ihata edici, kuşatıcı ilim (bk. a-l-m) istinad: dayanma (bk. s-n-d) kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kemâl-i intizam ve muvazenet: mükemmel düzen ve denge (bk. k-m-l; n-ẓ-m; v-z-n) | müşahede etme: görme (bk. ş-h-d) müstenid: dayanan (bk. s-n-d) resanet: sağlamlık şahid-i âdil: adaletli ve doğruları söyleyen şahit (bk. ş-h-d; a-d-l) ümmî: okuma yazma bilmeyen |
KAYNAK
http://www.erisale.com/#content.tr.1.200
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Ders Dünyası - WORLD OF COURSES sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.