https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek?” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler isimli eserinden On Beşinci Sözün Zeyli.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Beşinci Sözün Zeyli
(Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1
وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ 2
Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî
İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeâtta yazmıştım. Şöyle ki:
Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:
“Sen Kur’ân’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”
Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.
O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.
Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.
Dipnot-1
Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-2
“Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah’a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Fussilet Sûresi, 41:36.
âli: yüce, yüksek beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) bîtarafâne: tarafsız olarak desise: hile, aldatma ehl-i tuğyan: azgınlık ve taşkınlık yapanlar, zulüm ve küfürde çok ileri gidenler (bk. ṭ-ğ-y) farz etmek: varsaymak hafız: Kur’ân-ı Kerimi ezberleyen kişi (bk. ḥ-f-ẓ) hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî: Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili İblis: Şeytan ifham: delil göstererek susturma ilzam: susturma, cevap veremez hale getirme iskât: susturma İstanbul: (bk. bilgiler) istimdad etmek: yardım istemek kat’î: kesin mebhas: bölüm, konu meziyet: üstün özellikler | mücmel: özetlenmiş (bk. c-m-l) müdhiş: korkunç muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m) münazara: tartışma (bk. n-ẓ-r) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) telif: yazılış vakıa: olay varta: tehlike zeyl: ilâve, ek ziynet: süs (bk. z-y-n) |
Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.
Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”
Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.1
İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem gibi ve nâkızeyn gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sahibülyed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah olduğuna dair bütün burhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.
Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin mıhlarıyla Arş-ı Âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?
İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise:
Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere
Dipnot-1
bk. Es-Serahsî, el-Mebsût 11:8; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 6:202; el-Merğînânî, el-Hidâye 2:177.
adem: yokluk Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) bâtıl: gerçek ve doğru olmayan, geçersiz berâhin-i kat’iyet: kesin burhanlar, deliller beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) bîtarafâne: tarafsız bîtaraflık: tarafsızlık burhan: delil Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâil-i ispat: ispatın delilleri ehl-i hak ve insaf: hak ve doğru yolda olan insaf sahibi kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | farz etmek: varsaymak hadsiz: sınırsız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) heyhat: yazık, çok yazık iltizam: taraf tutma kabil: mümkün kaideten: kural gereği kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) kıymettar: kıymetli, değerli kurbiyet-i mekân: yer yakınlığı (bk. m-k-n) mağrip: batı maşrık: doğu mıh: çivi muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) müddeî: iddia sahibi, davacı muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m) münazâun fîh: hakkında tartışılan | muvakkaten: geçici olarak nâkızeyn: birbirine zıt iki şey rağmına: zıddına, inadına sahibülyed: mal sahibi şakirt: talebe, öğrenci serâdan Süreyya’ya kadar: yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir) şıkk-ı muhalif: karşı taraf, karşıt görüşsuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) taraf-ı İlâhî: Allah’ın tarafı (bk. e-l-h) taraf-ı muhalif: muhalif taraf, karşıt tarafgirlik: taraftarlık vücut: varlık (bk. v-c-d) ziyadeleştirmek: artırmak |
atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.
Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”
Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından ve hasâisinden başka, ef’al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekvîniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li’l-âlemîn olamazdı.1
Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.
Dipnot-1
bk. Enbiyâ Sûresi, 21:107.
âdet-i İlâhiye: Allah’ın âdeti, kanunu (bk. e-l-h) ahval: haller, davranışlar Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beşer: insan beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) beşeriyet: insanlık bîtarafâne: tarafsız burhan: delil cihet: yön, taraf cin ve ins: cinler ve insanlar desise: hile, aldatma dua: yalvarma, yakarma (bk. d-a-v) edeb-i muaşeret: görgü ve ahlâk kuralları ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i kemâl: kemâl sahipleri, olgun kimseler (bk. k-m-l) ehl-i şuur: şuur ehli, bilinç sahibi olanlar (bk. ş-a-r) envâr: nurlar, ışıklar (bk. n-v-r) etvâr: tavırlar, hal ve hareketler evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n) | hâkezâ: böylece, bunun gibi harekât: hareketler harikulâde: olağanüstü hasâis: vasıflar, özellikler Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) kat’î: kesin kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lisan: dil merci: kaynak, başvurulacak yer mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l) metanet: sağlamlık mıh: çivi mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler (bk. a-c-z) muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m) muhaverât: karşılıklı konuşmalar muhavere: karşılıklı konuşma münâcât: dua, yakarış (bk. n-c-v) | münkad: boyun eğen, bağlılık gösteren mürşid: irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d) mürşid-i mutlak: mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d; ṭ-l-ḳ) mutî: itaat eden, emre uyan muvaffak: başarılı rahmeten li’l-âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (bk. r-ḥ-m; a-l-m) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) taallüm: öğrenme (bk. a-l-m) tahammül: dayanma, katlanma Tûr-i Sina: Sina Dağı; Mûsâ (a.s.) peygamberin Allah’ın kelâmına nâil olduğu dağ ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler umum: bütün üslûb: ifade tarzı zarurî: zorunlu, gerekli zikretmek: anmak zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m) |
Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulül’azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm demiş:
اَهٰكَذَا كَلاَمُكَ ؟ قَالَ اللهُ : لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ 1
Şeytan döndü yine, dedi ki: “Kur’ân’ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”
Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:
Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz.
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ 2
düsturundan titrer.
Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.
Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”
İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?
Dipnot-1
“Senin kelâmın böyle midir?’ Allah buyurdu: ‘Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim.” Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 3:536.
Dipnot-2
“Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?” Zümer Sûresi, 39:32.
âdi: basit, sıradan ahvâl: haller, davranışlar alâ külli hal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beşer: insan beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) cihet: yön cins: tür, çeşit dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi düstur: prensip, kural ehl-i dikkat: dikkat sahibi kimseler etvâr: tavırlar, hal ve hareketler evvelâ: ilk olarak farz etmek: varsaymak haddinden tecavüz etmek: çizgiyi aşmak, çok ileri gitmek | hadsiz: sınırsız hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) İbn-i Sina: (bk. bilgiler) iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l) kelâm: söz (bk. k-l-m) maskara: gülünç muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muhal: imkansız muvaffak: başarılı muvakkaten: geçici olarak nam: ad nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nur: ışık (bk. n-v-r) rasat ehli: gözlemci, gözetleyen | saniyen: ikinci olarak suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tahammül: dayanma, katlanma tasannuat: yapmacık hareketler (bk. ṣ-n-a) tekellüfat: zoraki davranışlar tekellüfsüz: zahmetsiz ulü’l-azm: azamet, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve peygamberimiz Hz. Muhammed’e verilen sıfat |
Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.
Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin—hâşâ—mahiyeti bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
Salisen: Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniâtı olsun ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.
âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m) âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) âli: yüce, yüksek âmi: basit, sıradan âsâr: eserler bedihî: ap açık beşer: insan beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cemiyetli: geniş kapsamlı (bk. c-m-a) cihet: yön, taraf dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi dehâ: olağanüstü zeka ve akıl sahibi kimse emin: güvenilir (bk. e-m-n) envâr-ı hakaik: hakikat nurları (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ) farz etmek: varsaymak Furkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ) hakikatli: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil hayatfeşan: hayat saçan (bk. ḥ-y-y) hezeyan: saçmalama | hurafat: batıl inanışlar; mânâsız sözler ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ) ihsas: hissettirme itikadsız: inançsız kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) keyfiyet: özellik, nitelik Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; b-y-n) mahiyet: özellik, nitelik, esas mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) menba-ı hakaik: hakikatlerin kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) mu’cizbeyan: açıklama ve anlatış tarzı mu’cize olan (bk. a-c-z; b-y-n) muavenetsiz: yardımsız müdakkik: dikkatli, inceden inceye araştıran müddet-i ömür: ömür süresi müfteri: iftiracı muhal: olması imkansız şey müşir: mareşal mutekid: inanmış, dindar | namdar: şan ve şöhret sahibi nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefer: asker, er neşretmek: yaymak netâic: neticeler, sonuçlar saadetresan: mutluluğa ulaştıran sadık: doğru, dürüst (bk. ṣ-d-ḳ) salisen: üçüncü olarak şems-i kemâlât: kemâlât güneşi, her türlü mükemmelliğin kaynağı (bk. k-m-l) şeytanet: şeytanlık suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tasannu: yapmacık hareket, zorla birşeyi daha iyi göstermeye çalışma (bk. ṣ-n-a) tasniât: uydurmalar telâkki etmek: kabul etmek temâşâ eden: hayranlıkla seyreden temâşâ ehli: gözlemci, gözetleyen tesirât: tesirler, etkiler ulvî: yüksek vaki: olmuş yıldız-ı hakikat: hakikat yıldızı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) zîakıl: akıl sahibi (bk. ẕî) |
Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.
Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, nev’-i benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı-maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum o efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî
ahvâl: haller, davranışlar akvâl: sözler âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi âli: yüce Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş) âzâ: organlar bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cevârih: organlar cihan: dünya derecât: dereceler divane: akılsız, deli düstur: prensip, kural ednâ: en aşağı efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d) emniyet: güven (bk. e-m-n) esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı evsâf: vasıflar, özellikler, nitelikler (bk. v-ṣ-f) farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım ferman: buyruk ferş: yer fethetmek: açmak fıtraten: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r) Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, herşeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) | harekât: hareketler hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil haslet: huy, özellik, karakter hezeyan-ı küfrî: küfür, inançsızlık saçmalığı (bk. f-k-r) ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ) intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) inzibat: güvenlik ve düzen, asayiş istihdam: çalıştırma, kullanma istikamet: doğruluk istimal: kullanma itikadsız: inançsız kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) maden-i desâis: hile ve aldatmaların kaynağı mecma-ı hakaik: hakikatlerin toplandığı yer (bk. c-m-a; ḥ-ḳ-ḳ) menba-ı hurafat: hurafelerin kaynağı menba-ı kemâlât: mükemmelliklerin kaynağı (bk. k-m-l) müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y) | muhal: olması imkansız şey muhteşem: ihtişamlı, görkemli mukaddes: her türlü noksandan ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s) müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d) muzaaf: katmerli, kat kat nâfiz: etkili, hükmü geçen nev’-i benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık türü rabian: dördüncü olarak Resulullah: Allah’ın Resulü (bk. r-s-l) sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sukut etmek: düşmek, alçalmak talim: öğretme (bk. a-l-m) tathir: temiz tutma, temizleme teçhiz etmek: donatmak telâkki edilen: kabul edilen teshir: boyun eğdirme ümmet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar (bk. ḥ-m-d) umum: bütün vaki: olmuş |
ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren1 ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.
Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”
Elcevap:
Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.
Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.
Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.
Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.
Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.
Dipnot-1
bk. Buharî, Edeb 72; İ’tisâm 5; Müslim, Fezâil 127, 128; Müsned 6:45, 181.
adem-i kabul: kabul etmeme âkıl: akıllı olan akvâl: sözler Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş) beşer: insan câhilâne: cahilce düstur: prensip, kural ef’âl: fiiler, işler (bk. f-a-l) ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) elhak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) evvelâ: ilk olarak farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: varsayım hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: saf, katıksız, samimi (bk. ḫ-l-ṣ) hâşâ: asla öyle değil havf etmek: korkmak haysiyet: itibar, şeref | hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r) irtikâp etmek: yapmak, işlemek istikamet: doğruluk kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) katmer: kat kat kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) kemâl-i haşmet: ihtişam ve heybetin mükemmelliği (bk. k-m-l) küre-i arz: yerküre, dünya lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık makul: akla uygun medar-ı fahr: övünç kaynağı muhal: imkansız, olmayacak şey mümkün: olabilir (bk. m-k-n) nazar: bakış, göz (bk. n-ẓ-r) | nev-i beşer: insanlık, insan türü saadet: mutluluk salisen: üçüncü olarak saniyen: ikinci olarak sathî: yüzeysel şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) semâ: gök (bk. s-m-v) şöhretşiar: şöhretli suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnat: işler, fiiller ve özellikler (bk. ş-e-n) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tarihçe-i hayat: kısa hayat hikâyesi (bk. ḥ-y-y) tebeî: dolaylı telâkki: kabul etme tesis etmek: kurmak velvele: gürültü ziyade: çok, fazla |
Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.
O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve muğâlata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—hâşâ, sümme hâşâ—bir sahtekârın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubûdiyetinin delâletiyle ve
adem-i kabul: kabul etmeme aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m) asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y) bâtıl: gerçek dışı, sahte, yalan bedbaht: talihsiz bil’ittifak: ittifakla, hep birlikte bilbedâhe: ap açık bir şekilde bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) bizzarure: zorunlu olarak cihan: dünya dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) delâlet: delil olma, işaret etme desâtir: düsturlar, prensipler, kurallar desise: hile, aldatma emn ve emanet: güven ve güvenilirlik (bk. e-m-n) envâr: nurlar (bk. n-v-r) erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları (bk. r-k-n; e-m-n) erkân-ı İslâmiye: İslâmın esasları, şartları (bk. r-k-n; s-l-m) evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) farz etmek: varsaymak fevkalâde: olağanüstü gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) | hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçek mahiyetler, asıl ve esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: hak oluş, doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: katıksız, saf, samimi (bk. ḫ-l-ṣ) hâşâ: asla öyle değil hezeyan-ı küfrî: küfür saçmalaması (bk. k-f-r) hüküm: yargı, kesin bir karara varma (bk. ḥ-k-m) iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l) inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r) intaç etmek: sonuç vermek izhar etmek: ortaya çıkarmak (bk. ẓ-h-r) kabul-ü adem: yokluğunu kabul etme, inkâr kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) mecmua: topluluk (bk. c-m-a) müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y) muğâlata: karşısındakini yanıltma, yanlışa sevketme muhal: imkansız, olmayacak şey muhâlât: imkansız, olmayacak şeyler mükâbere: büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme (bk. k-b-r) mümkün: olabilir (bk. m-k-n) mütemadiyen: sürekli olarak muttasıf: vasıflanmış (bk. v-ṣ-f) | nazarıyla: gözüyle, bakışıyla rabian: dördüncü olarak saadet: mutluluk sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ) sâfi: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y) safsata: yalan yanlış, uydurma semâ: gök (bk. s-m-v) şenî: kötü, çirkin, alçakça şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm (bk. ş-r-a; s-l-m) sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendisini dahi inkâr eden suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tabakat-ı ehl-i kemâl: olgunluk ve fazilet sahibi insanların tabakaları (bk. k-m-l) takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r) tasniat: uydurma şeyler tesirât: tesirler ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) umum: bütün |
bil’ittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farz etmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir.
Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmi tabakası, i’câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyle ise mucizedir.
Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat’î bir hüccetle1 deriz:
Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezdin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.
Hem Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız,
Dipnot-1
bk. el-Cüveynî, el-Burhân, 2:534, 535; er-Râzî, el-Mahsûl, 5:299.
ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ; ḥ-s-n) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âmi: cahil, tahsil görmemiş Arş-ı Âzam: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) beşer: insan bil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle bilâşüphe: kuşkusuz bizzarure: kaçınılmaz şekilde dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) efdâl: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) elhasıl: özetle, sonuç olarak emin: güvenilir (bk. e-m-n) farz etmek: varsaymak fehm: anlayış, kavrayış | fenn-i mantık: mantık ilmi fevkinde: üstünde Hâlık-ı Kâinat: evreni ve içindeki herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n) hâşâ: asla öyle değil hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil hüccet: delil i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) iktiza: gerektirme ilm-i usul: bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji (bk. a-l-m) irtikâp etmek: yapmak, işlemek İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m) itikad: inanç itikadsız: inançsız kat’î: kesin kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah kelâmı (bk. k-l-m) mahlukât: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) | menfur: nefret edilen metin: sağlam mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muhal: olması imkansız şey muhâlât: olması imkansız şeyler mutekid: inanmış, dindar resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l) Resulullah: Allah’ın elçisi (bk. r-s-l) sabık: geçen, önceki sadık: doğru (bk.i) sahib-i kemâlât: olgunluk ve fazilet sahibi kimseler (bk. k-m-l) şakirt: talebe, öğrenci sebr ve taksim: mantıkta bir ispatlama usulü suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ) umum: genel, bütün zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m) zulümlü: karanlık (bk. ẓ-l-m) |
esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek HAŞİYE-1 lâzım gelir ki bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”
Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir.
عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ 1
Haşiye-1
Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını iptal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tabirâtı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum.
Dipnot-1
Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca ona salât ve selâm olsun.
Asya: (bk. bilgiler) Avrupa: (bk. bilgiler) beşer: insan bihakkılyakîn: yaşanmış bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) bilbedâhe: ap açık bir şekilde bizzarure: zorunlu olarak efdal: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l) ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım feylesof: filozof, felsefeci | fikr-i küfrî: küfür ve inkâr fikri (bk. f-k-r; k-f-r) galiz: çirkin haşiye: dipnot, açıklayıcı not hizbüşşeytan: şeytanın taraftarları hüccet: delil İblis: Şeytan istinaden: dayanarak (bk. s-n-d) kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden kimse (bk. k-f-r) kat’î: kesin küfriyat: inkâr ve inançsızlığa sebep olan sözler ve işler (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) | müfsit: bozguncu muhal: olması imkansız şey muhaliyet: imkansızlık Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse münhasır: ayrılmış rağmına: zıddına, aksine resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l) Resulullah: Allah’ın resulü, elçisi (bk. r-s-l) sukut etmek: düşmek, alçalmak suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabirât: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r) |
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Sözün Zeyli, Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
http://www.erisale.com/#content.tr.1.258
Ders Dünyası - WORLD OF COURSES sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.