Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هَۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ فَلَمَّۤا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ 1 ﴾

Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

 Mukaddeme

Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden

 وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 

âyet-i kerimesinin hükmüne göre;


Dipnot-1

Bakara Sûresi, 2:31-33.

Dipnot-2

“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun
arz: yeryüzü, dünya
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
gayb: görünmeyen âlem
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)]
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama
ihsan: bağış, ikram, lütuf
ikrar: kabul etme, doğrulama
irfan: bilme, anlayış
izhar: gösterme, açığa çıkarma
Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim
lisan: dil
liyakat: lâyık olma
melâike: melekler
mevcut: var olan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş
nekais: eksiklikler, kusurlar
nev-i beşer: insanlar, insanlık
sadık: bağlı, doğru
semavat: gökler
sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi
tasrih etme: açık şekilde bildirme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma
vakta ki: ne zaman ki

Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.

Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:

1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.

2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.


Haşiye-1

Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:

كَأَنَّ الْكِرَامَ الْكٰاتِب۪ـينﭯ تَنَـزَّلُوا ﱬ قَلْبِه۪ وَحْيًا بِمَا ﯺﰍ صَح۪يفَةٍ

(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.

Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


bâtınen: içyüzünde
beşer: insan, insanlık
beyan: açıklama
binaen: -dayanarak
delâlet: delil olma, işaret etme
emsal: benzerler, örnekler
enbiya: nebiler, peygamberler
fehmetme: anlama
fünun: fenler, bilimler
Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme
hassa: nitelik, özellik
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
hikmet: amaç, fayda
İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler)
ihtar: hatırlatma, ikaz
ihtivâ: içine alma, kapsama
ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
işârât: işaretler, belirtiler
istikbal: gelecek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar
mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme
mâzi: geçmiş
mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müellif: telif eden, yazan
nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan, insanlar
nevi: çeşit, tür
nübüvvet: peygamberlik, elçilik
nümune: örnek, misal
remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek
sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama
tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor
terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
teşcî: cesaretlendirme
teşvik: şevklendirme, gayretlendirme
vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma
vücuda gelme: meydana gelme
zahiren: dış görünüş itibariyle

3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,

 وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.

4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer

 غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.

5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,

 اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.

6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.

Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.

Ve keza,

 يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 

âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.

7.

 لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 

âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.

Dipnot-3

“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-4

“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.

Dipnot-5

“Eğer Rabbinin delilini görmeseydi.” Yûsuf Sûresi, 12:24.


asâ: baston, değnek
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
beşer: insanlık
beyan: açıklama, anlatma
bilâtereddüt: tereddütsüz
burudet: soğukluk
delâlet: delil olma, işaret etme
Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)]
Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)]
Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)]
Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme
icad: var etme, yapma
ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
inkılâp: dönüşme
keza: bunun gibi
kıraç: çorak, verimsiz
mazhar: ayna; nail olan
me’haz: kaynak
medar: kaynak, dayanak
mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi
mikyas: ölçek
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi
muvafakat: uygunluk
nev-i beşer: insan türü, insanlar
nev-i insan: insan türü, insanlık
nümune: örnek, misal
santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet
sür’at: hız
tayyare: uçak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar
terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler
terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler

gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un

 اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 

yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden

 أَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ 

âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.

8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında

 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 

olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.

Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.

· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:

1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.

2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.

3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.

4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle


Dipnot-1

Yûsuf Sûresi, 12:94.

Dipnot-2

“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


âlât: aletler
arz: yeryüzü, dünya
avam: tahsil görmemiş sıradan halk
avdet: dönüş, dönme
Belkıs: (bk. bilgiler)
beşer: insanlık
celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme
dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası
emsal: benzerler, örnekler
fehm: anlama ve kavrama
hâkezâ: böylece, bunun gibi
havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)]
hilâfet: halifelik
hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik
hilkat: yaratılış
icâdât: buluşlar, keşifler
ifrit: korkunç ve zararlı cin
illet: asıl sebep
istikbal: gelecek
Kenan: (bk. bilgiler)
kervan: yolculuk kafilesi
keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar
mazhar: ayna; nail olma
me’haz: kaynak
melâike: melekler
Mısır: (bk. bilgiler)
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan türü, insanlık
nümûne: örnek
tafsilâtlı: ayrıntılı
tasrih: açık şekilde bildirme
tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma
timsal: görüntü; akis
umumî: genel, herkese ait
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
vesaire: ve diğer
Züleyha: (bk. bilgiler)

delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.

· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

cümlesi,

 اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 

cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.

Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.

Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     3

dedikten sonra,

 قَالُوا 

evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları


Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29

Dipnot-3

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
arz: yeryüzü, dünya
bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular
beşer: insanlık
bilhassa: özellikle
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
delâlet: delil olma, işaret etme
enaniyet: benlik
esmâ: isimler
halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan
halk etme: yaratma
havas: duygular
hikmet: amaç, gaye
hilâfet: halifelik
ibham: belirsiz, kapalı bırakma
İblis: şeytan
icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme
ihata: içine alma, kapsama
ikrar: kabul etme, doğrulama
iktiza: bir şeyin gereği
ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi
irtibat: ilişki, alâka
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri
istifade: faydalanma, yararlanma
istihkak: lâyık olma, hak etme
kabiliyet: yetenek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
kelâm: kelime, ifade
keza: bunun gibi
mâlik: sahip
mazhar: ayna, nail olma
mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ
melâike: melekler
muâraza: sözle mücadele, karşı gelme
mümtaz: seçkin, üstün
mütevakkıf: –e bağlı
namzet: aday
nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son
nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha
rüçhan: üstünlük
sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tahkik: kesinleştirme
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme
talim: öğretme
tatbik: uygulama
tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi
tefsir: açıklama, yorum
terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme
tesviye: düzeltme
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir (duygu): görünen dış duyular

istifsardan pişman olarak

 سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

dediler.

Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,

 قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 

hitabıyla Âdem’e ferman etti.

Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,

قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّىۤ اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ     3

Yani, “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”

Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.

· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:

﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿ 

Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-2

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.’” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-3

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.’” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-4

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama
âlî: yüce, yüksek
beyan: açıklama, anlatım
binaen: -dayanarak
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
cevab-ı icmâlî: kısa cevap
enaniyet: benlik
ferman: buyruk, emir
fıtrat: mizaç, karakter
halk etme: yaratma
heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı
hikmet: amaç, gaye
hitab: konuşma
İblis: şeytan
icap etmek: gerektirmek
ihata: içine alma, kapsama
iktidar: kudret, güç
iktiza: gerektirme
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet
istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma
kemâlât: mükemmellikler, faziletler
ketmetme: gizleme örtme
kibir: büyüklenme, kendini büyük görme
maâlî: şerefler, yükseklikler
mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
meziyet: üstün özellik
mezraa: tarla
muâraza: sözle mücadele
mükâleme: karşılıklı konuşma
mukavele: sözleşme
nükte: ince ve derin mânâ
sirayet etme: geçme, bulaşma
tafsilât: ayrıntılar
taife: grup, topluluk
tasvir: anlatım, ifade etme
tazammun: içerme, içine alma
tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma
teçhiz: cihazlandırma, donatma
ulvî: yüksek, yüce
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir: açık

 sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki

 وَ 

şu mukadder olan üç cümleye işarettir.

عَلَّمَ 

Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.

Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.

Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.

اٰدَمُ 

hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.

اَلْاَسْمَۤاءَ 

isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.

عَرَضَهُمْ 

Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.

كُلَّهَا 

Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep


Dipnot-1

Öğretti.

Dipnot-2

İsimler.

Dipnot-3

Onlara arzetti, sundu.

Dipnot-4

Hepsini, tamamını.


Âdem: [bk.
bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret
arz: sunma
ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi
cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı
Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat)
ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar
esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
felâsife: felsefeciler, filozoflar
hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri
hâsiyet: özellik, hususiyet
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği
ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme
kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak
keza: bunun gibi
küre-i arz: yer küre, dünya
lügat: konuşulan dil
melâike: melekler
mezhep: dinde tutulan yol
mihver: eksen
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket
muâraza: muhalefet etme, itiraz etme
mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz
münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış
müsemmeyat: isimlendirilenler
remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme
rücû: dönme, geri dönme
şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs
Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah
tasrih: açık şekilde bildirme
tayin: belirleme, belirli kılma
temyiz: ayırma, ayırd etme
teşhir: ilân etme, duyurma
tesmiye edilme: isimlendirilme
teşrif: şereflendirme
tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm
teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f

ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.

﴾ ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿ 1

ثُمَّ 

terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.

 هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ 

Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”

عَرَضَهُمْ 

Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.

  هُمْ 3

müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,

 هُمْ 

kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,

عَرَضَ 4

kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.


Dipnot-1

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).

Dipnot-3

Onlar.

Dipnot-4

Arzetti, sundu.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
ahzetme: alma
âkıl: akıl sahibi
âlim: ilim sahibi
arz: sunma
bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek
bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı
cemaat: topluluk, grup
cihet: tarz, yön
envâ: çeşitler, türler
envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri
enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri
esbab: sebepler
esmâ: Allah’ın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan
heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma
ircâ: döndürme
itibar: özellik
kerîm: cömertlik ve ikram sahibi
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı
kısm-ı âzam: büyük bir kısmı
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
müdrik: idrak eden, anlayan
müennes: (Ar. gr.) dişi kip
müstahak: hak etmiş, lâyık
müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme
temellük: sahiplenme
temessül: görünme, yansıma
terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma
teşmil: içine alma, genelleme

Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

عَلٰى

 arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

HAŞİYE-1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ     2


Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.

 Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

 Abdülmecid


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Haşiye-1

İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَٓا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).

Dipnot-2

“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’” Yûnus Sûresi, 10:10.


Abdülmecid: (bk. bilgiler)
âhir: son
âkil: akıl sahibi, akıllı
arz edilen: sunulan
avn ü inayet: yardım ve ikram
bahr: deniz
beyan: açıklama, anlatım
fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma
fevkinde: üstünde
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olmak: meydana gelmek
himmet: ciddi yardım ve gayret
hitam: son
hitam bulma: son bulma, sona erme
i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması
ihtiyar: irade, tercih, seçme
ikmâl: tamamlama
intihab: seçme, irade
ıslah: düzeltme, iyileştirme
levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı
malûm: bilinen, belli
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma
müzekker: erkek
nakşedilen: işlenen
nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi
nihayet: son
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
tefsir: açıklama, yorum
veciz: kısa, özlü söz

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352


Bu çalışmalarda “Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretim” ile ilgili ne verilmeye çalışıldı?

Bu çalışmalarda Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim - 1

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim - 1
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve Öğretim Kavramlarına Yakından Bakalım:

Bilgi

1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.

2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf:
      “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar

3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.

4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.

5. isim Bilim:
      Doğa bilgisi.

6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.

Bilim

1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim:
      “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar

2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.

3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.

Teknoloji

1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi:
      “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel

2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.

Peygamber

İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.

Mucize

1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.

2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.

3. isim İnsan aklının alamayacağı olay:
      “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin

4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı:
      “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra

Eğitim

1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye:
      “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet

2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.

Öğretim

1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.

2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

https://sozluk.gov.tr/


Önemli Not:

Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.

Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.

Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,


Yirminci Sözün İkinci Makamı

 Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân

(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ     1

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:


Dipnot-1

“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

Bu ifade 1957 senesine aittir.


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
düstur: prensip, kural
ezcümle: özetle, böylece
fen: bilim dalı
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)
garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler
hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hayat-ı maddiye: maddî hayat
ibhâmen: üstü kapalı olarak
icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma
iktizâ-yı makam: makamın gereği
istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d)
itimaden: güvenerek
izah: açıklama
kavl: söz
Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek
muhtelif: çeşitli
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
nev-i beşer: insanlık
nüve: çekirdek
remzen: işareten
sarahaten: açıkça
şimendifer: tren
sır: gizem, gizli gerçek
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tayyare: uçak
tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r)
terakkiyat: ilerlemeler
tevfik: yardımumum: bütün
vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ     اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ     اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ     وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ     وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ     1

HAŞİYE-1 

Kezâ

 فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ     وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ     2

gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ 

HAŞİYE-2

لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ     3

âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

Mukaddime

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye


Dipnot-1

“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.

Dipnot-2

“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.

Haşiye-1

Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.

Haşiye-2

يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ ﱬ نُورٍ

(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.

Dipnot-3

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.


âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
esrâr: sırlar, gizli hakikatler
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
iktifa: yetinme
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
pişdar: öncü
remz: işaret
şimendifer: tren
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)
zikretmek: bildirmek, belirtmek

suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.

İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…

Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden

 وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.


Dipnot-1

“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


ahval: durumlar
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âyine: ayna
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y)
dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z)
dest-i teşvik: teşvik eli
ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evvel: önce
fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a)
gayât: gayeler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hazret-i İdris: (bk. bilgiler)
Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler)
hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye
hudut: sınır
ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)
işmam: koklatma, hissettirme
ittibâ: uymak
ittifak etmek: birleşmek
ittihaz etmek: edinmek
kat’ etmek: aşmak
kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d)
mahzen: depo
mazi: geçmiş
menba: kaynak
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müstakbel: gelecek
müteaddit: çeşitli
mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nazire: benzer (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nihayet: son
pîr: önder
sefine: gemi
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n)
tayeran: uçma
tazammun etmek: içine almak
teshir-i hava: havaya hükmetme
vâsi: geniş
vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d)
zaman-ı mazi: geçmiş zaman
zaman-ı müstakbel: gelecek zaman
zikretmek: anmak, belirtmek

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden

 فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا 

ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ     2

Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.


Dipnot-1

“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-2

“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.


âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
abd: kul (bk. a-b-d)
ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
asâ: baston
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n
celb etmek: çekmek
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evvelki: önceki
feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ)
gâyât-ı hudud: en son sınırlar
halihazır: halen var olan
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler)
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s)
icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)
istinat: dayanma (bk. s-n-d)
ittibâ: uyma
kat etmek: aşmak, kesmek
kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lisan: dil
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz
musibetzede: felâkete uğramış
muvakkat: geçici
müzmin: iyice yerleşmiş, kronik
nihâyât: sonlar
nihayet: son
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
remzen: işareten
san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
tayyare: uçak
terakkiyat: ilerlemeler
tergib etmek: rağbet uyandırmak
tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b)
zemin tahtı: yer altı

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”

İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında

 وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1

وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında

  وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 

âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.

Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.

Dipnot-3

“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m)
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler
fasletmek: ayırmak
fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h)
nuhâs: bakır
nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y)
resul: peygamber (bk. r-s-l)
sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
terakkiyat: ilerlemeler
tergib: rağbet uyandırma

evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ     1

ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.

Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,


Dipnot-1

“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.


adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahvâl: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m)
beşer: insan
celb etmek: çekmek
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olma
ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ)
evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşmet: görkem, heybet
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihtar: uyarma, ikaz
ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
inâyet: yardım (bk. a-n-y)
izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi
kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kıtr: erimiş bakır
lisan-ı ismet: günahsızlık dili
lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mürur-u zaman: zamanın geçmesi
müşerref olmak: şereflenmek
muttali olmak: haberdar olmak
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nuhas: bakır
raiyet: halk
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs)
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak
umum: bütün, genel
vaki: olmuş
Yemen: (bk. bilgiler)

rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.

Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ     1

deki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.”

İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ     2


Dipnot-1

“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.

Dipnot-2

“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.


abd: kul (bk. a-b-d)
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahval: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar
ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)
hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hudut: sınır
iktiza: gerektirme
işmam: hissettirme
istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)
istihdam: çalıştırma
ıttıla: haberi olma
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
men: yasaklama
mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)
muttali olmak: haberdar olmak
nazik: zarif, ince
nev’en: tür olarak
nihayet: son
padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah
remzen: işareten
rû-yi zemin: yeryüzü
şer: kötülük
teshir: boyun eğdirme
umur-u nâfia: faydalı işler
vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar
zemin: yeryüzü

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ     1

ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.

Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem

 فَاَرْسَلْنَۤا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا 

misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve


Dipnot-1

“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.

Dipnot-2

“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
celb: çekme
celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
emvat: ölüler (bk. m-v-t)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
evâmir: emirler
fen: ilim
fevkalâde: olağanüstü
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi
ifrit: korkunç ve zararlı cin
ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
imtizac: bileşim, karışım
ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
maskara: gülünç
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhabere: haberleşme
Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)
münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek
musahhar: boyun eğen
nihayet: son
ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)
sekene: sâkinler (bk. s-k-n)
şer: kötülük
şerir: şerliler, kötüler
temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l)
temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ 1  

   يَا جِبَالُ اَوِّبىِ مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 2  

   عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     3

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir


Dipnot-1

“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.

Dipnot-2

“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


aksisada: yankı
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade
Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)
fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı
fünun-u hafiye: gizli ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihsas etmek: hissettirmek
iktida: uyma
inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)
mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin
nefer: asker
nevi: çeşit, tür
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ)
şakirt: talebe
saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)
serzâkir: zikredenlerin başı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
takarrüp etmek: yaklaşmak
tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
ufkî: daire şeklinde
vecd: coşku
vesâil-i irtibat: iletişim araçları
vesâit-i muhabere: haberleşme araçları

kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً     2 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     1

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

Dipnot-1

“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


Dipnot-2

“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.


aksisada: yankı
Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
câmidât: cansız varlıklar
cebel: dağ
elsine-i mahsusa: özel lisanlar
envâ: çeşitler, türler
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
harekât: hareketler
haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
istihdam etmek: çalıştırmak
lisan: dil
mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son
musahhar: boyun eğmiş
nevi: tür, çeşit
rû-yi zemin: yeryüzü
şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sair: diğer
sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m)
taife: topluluk
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tuyur: kuşlar
velvele: gürültü

İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.

“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”

Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan

 قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ 

âyetinde üç işaret-i lâtife var.

Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.


Dipnot-1

bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-2

“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.


abd: kul (bk. a-b-d)
acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
belki: aslında, gerçekte
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cünûd: askerler
Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi
eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
emir tahtında: emir altında
esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a)
eşcar: ağaçlar
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme
hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş
iktiza etmek: gerektirmek
işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret
ismet: günahsızlık, masumluk
istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
lehviyat: eğlenceler, oyunlar
lisan-ı remz: işaret dili
mahiyet: özellik, nitelik
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k)
mûnis: dost, canayakın
musahhar etmek: boyun eğdirmek
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
mutî: itaat eden
nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri
nebatat: bitkiler
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
râm olmak: boyun eğmek
sair: diğer
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şevk: şiddetli arzu ve istek
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a)
tel-i musikî: musiki teli
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
tevdi etmek: emanet etmek
ulvî: yüce

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1

 سَلاَمًا 

lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.

İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”

İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.


Haşiye-1

Bir tefsir diyor:

سَلَامًا

demeseydi, burûdetiyle ihrak edecekti.

Dipnot-1

bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:67, 95; Nisâ Sûresi, 4:125; En’âm Sûresi, 6:161; Nahl Sûresi, 16:120.


berd: soğuk
beşer: insan
burûdet: soğukluk
cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m)
derecât: dereceler
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n)
envâ: çeşitler, türler
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
halet: hal, vaziyet
Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık
haşiye: dipnot; açıklayıcı not
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a)
hulle: elbise
İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi
ihrak etmek: yakmak
ihzar etmek: hazırlamak
iktiza: gerektirme
incimad ettirmek: dondurmak
keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f)
lâfz: söz
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
madde-i maddiye: maddî madde
madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mâyi: sıvı
men etmek: yasaklamak
millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mukabil: karşılık
mukavemet: karşı gelme, direnç
nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş
neşretmek: yaymak
remz: işaret
selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m)
şer: kötülük
tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
ulvî: yüce
umum: bütün
zarurî: zorunlu, gerekli
zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk
zemin: yeryüzü

Hem meselâ

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.

Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”


Dipnot-1

“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r)
divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b)
fâtiha: başlangıç
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harika-i beşeriye: insanlık harikası
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f)
hüccet: delil
hususî: özel
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
liyakat: layık olma
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
makamât: makamlar
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
menba: kaynak
mertebe-i âliye: yüce mertebe
mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
musahhar olmak: boyun eğmek
muvakkaten: geçici olarak
nihayet: son
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek
rû-yi zemin: yeryüzü
rüçhaniyet: üstünlük
sair: diğer
sarahat: açıklık
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
sukut etmek: düşmek
taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
umum: bütün
uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c)
vakit be vakit: zaman zaman
vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d)
zemin: yeryüzü

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem

Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.

İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri


âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet
âyine: ayna
beşer: insan
câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d)
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
cihet: yön
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r)
edviye: devâlar, ilaçlar
eşya: şeyler, varlıklar
felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)
fen: bilim dalı
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d)
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)
haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hendese: geometri
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m)
hurafât: hurafeler, batıl inanışlar
inkılâb etmek: dönüşmek
ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l)
ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m)
ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
mâlâyâniyât: anlamsız şeyler
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r)
muhtelif: çeşitli
Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r)
mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b)
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
mütenevvi: çeşitli
nâkıs: eksik
nihayet: son
nokta-i müntehâ: son nokta
nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ
Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
remz-i ulvî: yüce işaret
rû-yi zemin: yeryüzü
Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e)
sair: diğer
sırr-ı ehem: çok önemli sır
tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)
tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler

kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا     3

gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem


Dipnot-1

bk. Buharî, Tefsîru Sûre (54) 1, Menâkıb 27; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre (54) 5.

Dipnot-2

bk. Buharî, Vudû’ 32, Menâkıb 25, Eşribe 31, Meğâzî 35; Müslim, Zühd 74; Fezâil 5, 6.

Dipnot-3

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.


Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
arş: haydi!
âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a)
celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l)
dest-i teşvik: teşvik eli
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halâvet: tatlılık, hoşluk
hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e)
hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
iktifa: yetinme
ins: insanlar
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kevser: Cennette bulunan bir havuz
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
maânî: mânâlar (bk. a-n-y)
mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen
mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
merâtib: mertebeler, dereceler
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış
musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ)
nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r)
nihayet: son
şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
server: reis, baş
şevk: şiddetli arzu ve istek
tafsilen: ayrıntılı olarak
tahrik: harekete geçirme
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r)
terğib: rağbet uyandırma
ulviyet: yücelik
vech: yön
vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)
zahir: açık (bk. ẓ-h-r)

öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.

Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.

Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”

Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”

Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve


âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ)
belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ)
beşer: insan
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n)
dünyevî: dünyaya ait
ekser: çok (bk. k-s̱-r)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâ: çeşitler, türler
esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a)
fünûn: fenler, ilimler
gaye-i aksâ: en son gaye
gaye-i yegâne: tek gaye
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık: harikalar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icra ettirmek: yaptırmak
ittihaz etmek: edinmek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d)
mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r)
merğub: rağbet edilen
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d)
mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez
mükerreren: tekrarla, defalarca
nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r)
netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ)
nev-i beşer: insanlık
remzen: işareten
saâdât: mutluluklar
sair: diğer
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
teşvikat: teşvikler
tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l)
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
vâzıhan: açıkça

birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.

Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

İki mühim suale karşı iki mühim cevap

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.

Meselâ, tayyare-i beşer HAŞİYE-2 Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver,


Haşiye-1

Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.

Haşiye-2

Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.


ahvâl: haller, durumlar
âyât: âyetler
bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi
belki: aslında, gerçekte
beşer: insan
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m)
delâlet: delil olma, işaret etme
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ)
hafî: gizli
hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n)
hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
halel: zarar, eksiklik
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları
ihtar: hatırlatma
ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r)
iktidâ etmek: uymak
iktifâ etmek: yetinmek
ima: işaret
işarî: işaret yoluyla
ittibâ etmek: uymak
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f)
maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
miftah: anahtar
muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteaddit: bir çok, çeşitli
müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak
netice: sonuç
nevi: çeşit
nücum: yıldızlar
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
remiz: işaret
sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y)
san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a)
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tarz-ı ifade: ifade tarzı
tasrih: açık şekilde bildirme
tayyare-i beşer: uçak
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
üslub: ifade tarzı
vazife-i asliyesi: esas vazifesi
vezâif: görevler
ziya: ışık

âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”

Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”

Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ     1

ilh. âyeti sizi susturur.”

Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:

“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.


Dipnot-1

“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
arz: dünya
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri
bahr-i muhit-i havâî: hava denizi
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cirm: büyüklük
cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a)
dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk
ehem: en önemli
ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde
fâni: gelip geçici (bk. f-n-y)
gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
kamer: ay
kesb etmek: kazanmak
levâzımât: gerekli olan şeyler
makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer
misbah: lâmba
müesses olmak: kurulmak
mükellef: yükümlü
nazenin: ince, duyarlı
nazik: ince, zarif
nisbet: oran (bk. n-s-b)
nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)
şahap: meteor, göktaşı
seyyârât: gezegenler
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahtelbahir: denizaltı
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tayyare: uçak
tedarik etmek: elde etmek
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l)
zemin: yer, dünya
ziynet: süs (bk. z-y-n)

“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”

İkinci suale cevap:

Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.

Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.


Haşiye-1

Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…


bedâhet: açıklık
beşer: insan
cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler
dâr-ı imtihan: imtihan yeri
dünyevî: dünyaya ait
Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler)
Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler)
ekalliyet: azınlık
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fevt: kaybolma
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hüccet: delil
iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri
istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f)
kıymettar: değerli
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h)
medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti
menâfi-i umumiye: genel yararlar
menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d)
mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muannit: inatçı, dikkafalı
muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
mülhem: ilham olunmuş
müsabaka: yarış
müsavi: eşit
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
nisbet: oran (bk. n-s-b)
remiz: işaret
sa’y: çalışma
saadet-i beşer: insanın mutluluğu
sair: diğer
sarahat: açıklık
sarahaten: açıkça
sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ)
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h)
teşkil: oluşturma
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b)
vâfi: yeterli
vâzıhan: açıkça
zâyi olmak: kaybolmak
zikretmek: bildirmek

Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَۤا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَۤا لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ     1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     2

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ     اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَاٰيَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَۤا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ     وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ     4


Dipnot-1

Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.

Dipnot-2

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-3

“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

Dipnot-4

Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.


elhasıl: özetle, sonuç olarak
eşya: şeyler, varlıklar
gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)
hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
istikbal: gelecek
kelâm: söz (bk. k-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
müstetir: gizli, örtülü
nisbet: oran (bk. n-s-b)
semerat: meyveler, neticeler
terakkiyât-ı insaniye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve Öğretim Kavramlarına Yakından Bakalım:

Bilgi

1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.

2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf:
      “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar

3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.

4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.

5. isim Bilim:
      Doğa bilgisi.

6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.

Bilim

1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim:
      “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar

2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.

3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.

Teknoloji

1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi:
      “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel

2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.

Peygamber

İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.

Mucize

1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.

2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.

3. isim İnsan aklının alamayacağı olay:
      “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin

4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı:
      “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra

Eğitim

1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye:
      “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet

2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.

Öğretim

1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.

2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

https://sozluk.gov.tr/


Önemli Not:

Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.

Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.

Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,


Yirminci Sözün İkinci Makamı

 Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân

(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ     1

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:


Dipnot-1

“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

Bu ifade 1957 senesine aittir.


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
düstur: prensip, kural
ezcümle: özetle, böylece
fen: bilim dalı
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)
garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler
hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hayat-ı maddiye: maddî hayat
ibhâmen: üstü kapalı olarak
icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma
iktizâ-yı makam: makamın gereği
istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d)
itimaden: güvenerek
izah: açıklama
kavl: söz
Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek
muhtelif: çeşitli
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
nev-i beşer: insanlık
nüve: çekirdek
remzen: işareten
sarahaten: açıkça
şimendifer: tren
sır: gizem, gizli gerçek
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tayyare: uçak
tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r)
terakkiyat: ilerlemeler
tevfik: yardımumum: bütün
vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ     اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ     اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ     وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ     وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ     1

HAŞİYE-1 

Kezâ

 فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ     وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ     2

gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ 

HAŞİYE-2

لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ     3

âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

Mukaddime

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye


Dipnot-1

“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.

Dipnot-2

“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.

Haşiye-1

Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.

Haşiye-2

يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ ﱬ نُورٍ

(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.

Dipnot-3

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.


âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
esrâr: sırlar, gizli hakikatler
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
iktifa: yetinme
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
pişdar: öncü
remz: işaret
şimendifer: tren
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)
zikretmek: bildirmek, belirtmek

suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.

İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…

Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden

 وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.


Dipnot-1

“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


ahval: durumlar
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âyine: ayna
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y)
dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z)
dest-i teşvik: teşvik eli
ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evvel: önce
fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a)
gayât: gayeler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hazret-i İdris: (bk. bilgiler)
Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler)
hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye
hudut: sınır
ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)
işmam: koklatma, hissettirme
ittibâ: uymak
ittifak etmek: birleşmek
ittihaz etmek: edinmek
kat’ etmek: aşmak
kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d)
mahzen: depo
mazi: geçmiş
menba: kaynak
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müstakbel: gelecek
müteaddit: çeşitli
mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nazire: benzer (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nihayet: son
pîr: önder
sefine: gemi
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n)
tayeran: uçma
tazammun etmek: içine almak
teshir-i hava: havaya hükmetme
vâsi: geniş
vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d)
zaman-ı mazi: geçmiş zaman
zaman-ı müstakbel: gelecek zaman
zikretmek: anmak, belirtmek

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden

 فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا 

ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ     2

Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.


Dipnot-1

“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-2

“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.


âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
abd: kul (bk. a-b-d)
ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
asâ: baston
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n
celb etmek: çekmek
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evvelki: önceki
feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ)
gâyât-ı hudud: en son sınırlar
halihazır: halen var olan
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler)
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s)
icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)
istinat: dayanma (bk. s-n-d)
ittibâ: uyma
kat etmek: aşmak, kesmek
kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lisan: dil
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz
musibetzede: felâkete uğramış
muvakkat: geçici
müzmin: iyice yerleşmiş, kronik
nihâyât: sonlar
nihayet: son
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
remzen: işareten
san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
tayyare: uçak
terakkiyat: ilerlemeler
tergib etmek: rağbet uyandırmak
tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b)
zemin tahtı: yer altı

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”

İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında

 وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1

وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında

  وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 

âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.

Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.

Dipnot-3

“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m)
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler
fasletmek: ayırmak
fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h)
nuhâs: bakır
nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y)
resul: peygamber (bk. r-s-l)
sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
terakkiyat: ilerlemeler
tergib: rağbet uyandırma

evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ     1

ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.

Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,


Dipnot-1

“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.


adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahvâl: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m)
beşer: insan
celb etmek: çekmek
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olma
ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ)
evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşmet: görkem, heybet
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihtar: uyarma, ikaz
ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
inâyet: yardım (bk. a-n-y)
izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi
kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kıtr: erimiş bakır
lisan-ı ismet: günahsızlık dili
lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mürur-u zaman: zamanın geçmesi
müşerref olmak: şereflenmek
muttali olmak: haberdar olmak
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nuhas: bakır
raiyet: halk
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs)
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak
umum: bütün, genel
vaki: olmuş
Yemen: (bk. bilgiler)

rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.

Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ     1

deki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.”

İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ     2


Dipnot-1

“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.

Dipnot-2

“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.


abd: kul (bk. a-b-d)
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahval: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar
ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)
hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hudut: sınır
iktiza: gerektirme
işmam: hissettirme
istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)
istihdam: çalıştırma
ıttıla: haberi olma
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
men: yasaklama
mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)
muttali olmak: haberdar olmak
nazik: zarif, ince
nev’en: tür olarak
nihayet: son
padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah
remzen: işareten
rû-yi zemin: yeryüzü
şer: kötülük
teshir: boyun eğdirme
umur-u nâfia: faydalı işler
vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar
zemin: yeryüzü

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ     1

ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.

Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem

 فَاَرْسَلْنَۤا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا 

misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve


Dipnot-1

“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.

Dipnot-2

“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
celb: çekme
celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
emvat: ölüler (bk. m-v-t)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
evâmir: emirler
fen: ilim
fevkalâde: olağanüstü
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi
ifrit: korkunç ve zararlı cin
ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
imtizac: bileşim, karışım
ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
maskara: gülünç
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhabere: haberleşme
Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)
münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek
musahhar: boyun eğen
nihayet: son
ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)
sekene: sâkinler (bk. s-k-n)
şer: kötülük
şerir: şerliler, kötüler
temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l)
temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ 1  

   يَا جِبَالُ اَوِّبىِ مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 2  

   عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     3

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir


Dipnot-1

“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.

Dipnot-2

“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


aksisada: yankı
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade
Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)
fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı
fünun-u hafiye: gizli ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihsas etmek: hissettirmek
iktida: uyma
inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)
mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin
nefer: asker
nevi: çeşit, tür
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ)
şakirt: talebe
saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)
serzâkir: zikredenlerin başı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
takarrüp etmek: yaklaşmak
tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
ufkî: daire şeklinde
vecd: coşku
vesâil-i irtibat: iletişim araçları
vesâit-i muhabere: haberleşme araçları

kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً     2 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     1

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

Dipnot-1

“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


Dipnot-2

“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.


aksisada: yankı
Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
câmidât: cansız varlıklar
cebel: dağ
elsine-i mahsusa: özel lisanlar
envâ: çeşitler, türler
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
harekât: hareketler
haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
istihdam etmek: çalıştırmak
lisan: dil
mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son
musahhar: boyun eğmiş
nevi: tür, çeşit
rû-yi zemin: yeryüzü
şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sair: diğer
sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m)
taife: topluluk
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tuyur: kuşlar
velvele: gürültü

İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.

“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”

Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan

 قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ 

âyetinde üç işaret-i lâtife var.

Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.


Dipnot-1

bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-2

“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.


abd: kul (bk. a-b-d)
acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
belki: aslında, gerçekte
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cünûd: askerler
Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi
eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
emir tahtında: emir altında
esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a)
eşcar: ağaçlar
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme
hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş
iktiza etmek: gerektirmek
işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret
ismet: günahsızlık, masumluk
istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
lehviyat: eğlenceler, oyunlar
lisan-ı remz: işaret dili
mahiyet: özellik, nitelik
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k)
mûnis: dost, canayakın
musahhar etmek: boyun eğdirmek
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
mutî: itaat eden
nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri
nebatat: bitkiler
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
râm olmak: boyun eğmek
sair: diğer
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şevk: şiddetli arzu ve istek
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a)
tel-i musikî: musiki teli
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
tevdi etmek: emanet etmek
ulvî: yüce

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1

 سَلاَمًا 

lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.

İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”

İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.


Haşiye-1

Bir tefsir diyor:

سَلَامًا

demeseydi, burûdetiyle ihrak edecekti.

Dipnot-1

bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:67, 95; Nisâ Sûresi, 4:125; En’âm Sûresi, 6:161; Nahl Sûresi, 16:120.


berd: soğuk
beşer: insan
burûdet: soğukluk
cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m)
derecât: dereceler
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n)
envâ: çeşitler, türler
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
halet: hal, vaziyet
Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık
haşiye: dipnot; açıklayıcı not
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a)
hulle: elbise
İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi
ihrak etmek: yakmak
ihzar etmek: hazırlamak
iktiza: gerektirme
incimad ettirmek: dondurmak
keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f)
lâfz: söz
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
madde-i maddiye: maddî madde
madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mâyi: sıvı
men etmek: yasaklamak
millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mukabil: karşılık
mukavemet: karşı gelme, direnç
nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş
neşretmek: yaymak
remz: işaret
selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m)
şer: kötülük
tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
ulvî: yüce
umum: bütün
zarurî: zorunlu, gerekli
zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk
zemin: yeryüzü

Hem meselâ

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.

Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”


Dipnot-1

“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r)
divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b)
fâtiha: başlangıç
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harika-i beşeriye: insanlık harikası
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f)
hüccet: delil
hususî: özel
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
liyakat: layık olma
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
makamât: makamlar
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
menba: kaynak
mertebe-i âliye: yüce mertebe
mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
musahhar olmak: boyun eğmek
muvakkaten: geçici olarak
nihayet: son
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek
rû-yi zemin: yeryüzü
rüçhaniyet: üstünlük
sair: diğer
sarahat: açıklık
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
sukut etmek: düşmek
taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
umum: bütün
uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c)
vakit be vakit: zaman zaman
vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d)
zemin: yeryüzü

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem

Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.

İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri


âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet
âyine: ayna
beşer: insan
câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d)
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
cihet: yön
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r)
edviye: devâlar, ilaçlar
eşya: şeyler, varlıklar
felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)
fen: bilim dalı
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d)
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)
haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hendese: geometri
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m)
hurafât: hurafeler, batıl inanışlar
inkılâb etmek: dönüşmek
ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l)
ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m)
ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
mâlâyâniyât: anlamsız şeyler
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r)
muhtelif: çeşitli
Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r)
mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b)
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
mütenevvi: çeşitli
nâkıs: eksik
nihayet: son
nokta-i müntehâ: son nokta
nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ
Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
remz-i ulvî: yüce işaret
rû-yi zemin: yeryüzü
Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e)
sair: diğer
sırr-ı ehem: çok önemli sır
tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)
tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler

kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا     3

gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem


Dipnot-1

bk. Buharî, Tefsîru Sûre (54) 1, Menâkıb 27; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre (54) 5.

Dipnot-2

bk. Buharî, Vudû’ 32, Menâkıb 25, Eşribe 31, Meğâzî 35; Müslim, Zühd 74; Fezâil 5, 6.

Dipnot-3

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.


Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
arş: haydi!
âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a)
celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l)
dest-i teşvik: teşvik eli
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halâvet: tatlılık, hoşluk
hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e)
hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
iktifa: yetinme
ins: insanlar
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kevser: Cennette bulunan bir havuz
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
maânî: mânâlar (bk. a-n-y)
mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen
mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
merâtib: mertebeler, dereceler
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış
musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ)
nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r)
nihayet: son
şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
server: reis, baş
şevk: şiddetli arzu ve istek
tafsilen: ayrıntılı olarak
tahrik: harekete geçirme
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r)
terğib: rağbet uyandırma
ulviyet: yücelik
vech: yön
vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)
zahir: açık (bk. ẓ-h-r)

öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.

Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.

Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”

Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”

Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve


âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ)
belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ)
beşer: insan
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n)
dünyevî: dünyaya ait
ekser: çok (bk. k-s̱-r)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâ: çeşitler, türler
esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a)
fünûn: fenler, ilimler
gaye-i aksâ: en son gaye
gaye-i yegâne: tek gaye
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık: harikalar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icra ettirmek: yaptırmak
ittihaz etmek: edinmek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d)
mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r)
merğub: rağbet edilen
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d)
mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez
mükerreren: tekrarla, defalarca
nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r)
netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ)
nev-i beşer: insanlık
remzen: işareten
saâdât: mutluluklar
sair: diğer
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
teşvikat: teşvikler
tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l)
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
vâzıhan: açıkça

birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.

Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

İki mühim suale karşı iki mühim cevap

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.

Meselâ, tayyare-i beşer HAŞİYE-2 Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver,


Haşiye-1

Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.

Haşiye-2

Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.


ahvâl: haller, durumlar
âyât: âyetler
bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi
belki: aslında, gerçekte
beşer: insan
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m)
delâlet: delil olma, işaret etme
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ)
hafî: gizli
hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n)
hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
halel: zarar, eksiklik
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları
ihtar: hatırlatma
ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r)
iktidâ etmek: uymak
iktifâ etmek: yetinmek
ima: işaret
işarî: işaret yoluyla
ittibâ etmek: uymak
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f)
maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
miftah: anahtar
muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteaddit: bir çok, çeşitli
müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak
netice: sonuç
nevi: çeşit
nücum: yıldızlar
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
remiz: işaret
sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y)
san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a)
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tarz-ı ifade: ifade tarzı
tasrih: açık şekilde bildirme
tayyare-i beşer: uçak
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
üslub: ifade tarzı
vazife-i asliyesi: esas vazifesi
vezâif: görevler
ziya: ışık

âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”

Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”

Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ     1

ilh. âyeti sizi susturur.”

Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:

“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.


Dipnot-1

“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
arz: dünya
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri
bahr-i muhit-i havâî: hava denizi
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cirm: büyüklük
cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a)
dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk
ehem: en önemli
ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde
fâni: gelip geçici (bk. f-n-y)
gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
kamer: ay
kesb etmek: kazanmak
levâzımât: gerekli olan şeyler
makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer
misbah: lâmba
müesses olmak: kurulmak
mükellef: yükümlü
nazenin: ince, duyarlı
nazik: ince, zarif
nisbet: oran (bk. n-s-b)
nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)
şahap: meteor, göktaşı
seyyârât: gezegenler
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahtelbahir: denizaltı
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tayyare: uçak
tedarik etmek: elde etmek
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l)
zemin: yer, dünya
ziynet: süs (bk. z-y-n)

“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”

İkinci suale cevap:

Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.

Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.


Haşiye-1

Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…


bedâhet: açıklık
beşer: insan
cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler
dâr-ı imtihan: imtihan yeri
dünyevî: dünyaya ait
Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler)
Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler)
ekalliyet: azınlık
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fevt: kaybolma
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hüccet: delil
iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri
istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f)
kıymettar: değerli
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h)
medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti
menâfi-i umumiye: genel yararlar
menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d)
mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muannit: inatçı, dikkafalı
muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
mülhem: ilham olunmuş
müsabaka: yarış
müsavi: eşit
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
nisbet: oran (bk. n-s-b)
remiz: işaret
sa’y: çalışma
saadet-i beşer: insanın mutluluğu
sair: diğer
sarahat: açıklık
sarahaten: açıkça
sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ)
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h)
teşkil: oluşturma
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b)
vâfi: yeterli
vâzıhan: açıkça
zâyi olmak: kaybolmak
zikretmek: bildirmek

Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَۤا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَۤا لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ     1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     2

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ     اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَاٰيَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَۤا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ     وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ     4


Dipnot-1

Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.

Dipnot-2

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-3

“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

Dipnot-4

Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.


elhasıl: özetle, sonuç olarak
eşya: şeyler, varlıklar
gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)
hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
istikbal: gelecek
kelâm: söz (bk. k-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
müstetir: gizli, örtülü
nisbet: oran (bk. n-s-b)
semerat: meyveler, neticeler
terakkiyât-ı insaniye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هَۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ فَلَمَّۤا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ 1 ﴾

Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

 Mukaddeme

Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden

 وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 

âyet-i kerimesinin hükmüne göre;


Dipnot-1

Bakara Sûresi, 2:31-33.

Dipnot-2

“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun
arz: yeryüzü, dünya
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
gayb: görünmeyen âlem
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)]
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama
ihsan: bağış, ikram, lütuf
ikrar: kabul etme, doğrulama
irfan: bilme, anlayış
izhar: gösterme, açığa çıkarma
Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim
lisan: dil
liyakat: lâyık olma
melâike: melekler
mevcut: var olan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş
nekais: eksiklikler, kusurlar
nev-i beşer: insanlar, insanlık
sadık: bağlı, doğru
semavat: gökler
sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi
tasrih etme: açık şekilde bildirme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma
vakta ki: ne zaman ki

Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.

Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:

1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.

2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.


Haşiye-1

Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:

كَأَنَّ الْكِرَامَ الْكٰاتِب۪ـينﭯ تَنَـزَّلُوا ﱬ قَلْبِه۪ وَحْيًا بِمَا ﯺﰍ صَح۪يفَةٍ

(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.

Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


bâtınen: içyüzünde
beşer: insan, insanlık
beyan: açıklama
binaen: -dayanarak
delâlet: delil olma, işaret etme
emsal: benzerler, örnekler
enbiya: nebiler, peygamberler
fehmetme: anlama
fünun: fenler, bilimler
Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme
hassa: nitelik, özellik
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
hikmet: amaç, fayda
İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler)
ihtar: hatırlatma, ikaz
ihtivâ: içine alma, kapsama
ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
işârât: işaretler, belirtiler
istikbal: gelecek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar
mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme
mâzi: geçmiş
mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müellif: telif eden, yazan
nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan, insanlar
nevi: çeşit, tür
nübüvvet: peygamberlik, elçilik
nümune: örnek, misal
remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek
sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama
tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor
terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
teşcî: cesaretlendirme
teşvik: şevklendirme, gayretlendirme
vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma
vücuda gelme: meydana gelme
zahiren: dış görünüş itibariyle

3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,

 وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.

4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer

 غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.

5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,

 اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.

6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.

Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.

Ve keza,

 يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 

âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.

7.

 لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 

âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.

Dipnot-3

“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-4

“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.

Dipnot-5

“Eğer Rabbinin delilini görmeseydi.” Yûsuf Sûresi, 12:24.


asâ: baston, değnek
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
beşer: insanlık
beyan: açıklama, anlatma
bilâtereddüt: tereddütsüz
burudet: soğukluk
delâlet: delil olma, işaret etme
Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)]
Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)]
Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)]
Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme
icad: var etme, yapma
ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
inkılâp: dönüşme
keza: bunun gibi
kıraç: çorak, verimsiz
mazhar: ayna; nail olan
me’haz: kaynak
medar: kaynak, dayanak
mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi
mikyas: ölçek
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi
muvafakat: uygunluk
nev-i beşer: insan türü, insanlar
nev-i insan: insan türü, insanlık
nümune: örnek, misal
santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet
sür’at: hız
tayyare: uçak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar
terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler
terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler

gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un

 اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 

yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden

 أَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ 

âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.

8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında

 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 

olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.

Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.

· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:

1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.

2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.

3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.

4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle


Dipnot-1

Yûsuf Sûresi, 12:94.

Dipnot-2

“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


âlât: aletler
arz: yeryüzü, dünya
avam: tahsil görmemiş sıradan halk
avdet: dönüş, dönme
Belkıs: (bk. bilgiler)
beşer: insanlık
celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme
dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası
emsal: benzerler, örnekler
fehm: anlama ve kavrama
hâkezâ: böylece, bunun gibi
havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)]
hilâfet: halifelik
hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik
hilkat: yaratılış
icâdât: buluşlar, keşifler
ifrit: korkunç ve zararlı cin
illet: asıl sebep
istikbal: gelecek
Kenan: (bk. bilgiler)
kervan: yolculuk kafilesi
keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar
mazhar: ayna; nail olma
me’haz: kaynak
melâike: melekler
Mısır: (bk. bilgiler)
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan türü, insanlık
nümûne: örnek
tafsilâtlı: ayrıntılı
tasrih: açık şekilde bildirme
tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma
timsal: görüntü; akis
umumî: genel, herkese ait
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
vesaire: ve diğer
Züleyha: (bk. bilgiler)

delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.

· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

cümlesi,

 اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 

cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.

Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.

Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     3

dedikten sonra,

 قَالُوا 

evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları


Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29

Dipnot-3

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
arz: yeryüzü, dünya
bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular
beşer: insanlık
bilhassa: özellikle
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
delâlet: delil olma, işaret etme
enaniyet: benlik
esmâ: isimler
halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan
halk etme: yaratma
havas: duygular
hikmet: amaç, gaye
hilâfet: halifelik
ibham: belirsiz, kapalı bırakma
İblis: şeytan
icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme
ihata: içine alma, kapsama
ikrar: kabul etme, doğrulama
iktiza: bir şeyin gereği
ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi
irtibat: ilişki, alâka
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri
istifade: faydalanma, yararlanma
istihkak: lâyık olma, hak etme
kabiliyet: yetenek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
kelâm: kelime, ifade
keza: bunun gibi
mâlik: sahip
mazhar: ayna, nail olma
mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ
melâike: melekler
muâraza: sözle mücadele, karşı gelme
mümtaz: seçkin, üstün
mütevakkıf: –e bağlı
namzet: aday
nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son
nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha
rüçhan: üstünlük
sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tahkik: kesinleştirme
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme
talim: öğretme
tatbik: uygulama
tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi
tefsir: açıklama, yorum
terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme
tesviye: düzeltme
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir (duygu): görünen dış duyular

istifsardan pişman olarak

 سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

dediler.

Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,

 قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 

hitabıyla Âdem’e ferman etti.

Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,

قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّىۤ اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ     3

Yani, “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”

Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.

· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:

﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿ 

Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-2

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.'” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-3

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.'” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-4

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama
âlî: yüce, yüksek
beyan: açıklama, anlatım
binaen: -dayanarak
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
cevab-ı icmâlî: kısa cevap
enaniyet: benlik
ferman: buyruk, emir
fıtrat: mizaç, karakter
halk etme: yaratma
heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı
hikmet: amaç, gaye
hitab: konuşma
İblis: şeytan
icap etmek: gerektirmek
ihata: içine alma, kapsama
iktidar: kudret, güç
iktiza: gerektirme
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet
istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma
kemâlât: mükemmellikler, faziletler
ketmetme: gizleme örtme
kibir: büyüklenme, kendini büyük görme
maâlî: şerefler, yükseklikler
mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
meziyet: üstün özellik
mezraa: tarla
muâraza: sözle mücadele
mükâleme: karşılıklı konuşma
mukavele: sözleşme
nükte: ince ve derin mânâ
sirayet etme: geçme, bulaşma
tafsilât: ayrıntılar
taife: grup, topluluk
tasvir: anlatım, ifade etme
tazammun: içerme, içine alma
tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma
teçhiz: cihazlandırma, donatma
ulvî: yüksek, yüce
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir: açık

 sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki

 وَ 

şu mukadder olan üç cümleye işarettir.

عَلَّمَ 

Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.

Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.

Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.

اٰدَمُ 

hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.

اَلْاَسْمَۤاءَ 

isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.

عَرَضَهُمْ 

Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.

كُلَّهَا 

Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep


Dipnot-1

Öğretti.

Dipnot-2

İsimler.

Dipnot-3

Onlara arzetti, sundu.

Dipnot-4

Hepsini, tamamını.


Âdem: [bk.
bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret
arz: sunma
ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi
cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı
Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat)
ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar
esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
felâsife: felsefeciler, filozoflar
hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri
hâsiyet: özellik, hususiyet
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği
ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme
kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak
keza: bunun gibi
küre-i arz: yer küre, dünya
lügat: konuşulan dil
melâike: melekler
mezhep: dinde tutulan yol
mihver: eksen
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket
muâraza: muhalefet etme, itiraz etme
mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz
münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış
müsemmeyat: isimlendirilenler
remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme
rücû: dönme, geri dönme
şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs
Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah
tasrih: açık şekilde bildirme
tayin: belirleme, belirli kılma
temyiz: ayırma, ayırd etme
teşhir: ilân etme, duyurma
tesmiye edilme: isimlendirilme
teşrif: şereflendirme
tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm
teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f

ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.

﴾ ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿ 1

ثُمَّ 

terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.

 هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ 

Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”

عَرَضَهُمْ 

Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.

  هُمْ 3

müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,

 هُمْ 

kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,

عَرَضَ 4

kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.


Dipnot-1

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).

Dipnot-3

Onlar.

Dipnot-4

Arzetti, sundu.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
ahzetme: alma
âkıl: akıl sahibi
âlim: ilim sahibi
arz: sunma
bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek
bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı
cemaat: topluluk, grup
cihet: tarz, yön
envâ: çeşitler, türler
envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri
enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri
esbab: sebepler
esmâ: Allah’ın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan
heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma
ircâ: döndürme
itibar: özellik
kerîm: cömertlik ve ikram sahibi
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı
kısm-ı âzam: büyük bir kısmı
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
müdrik: idrak eden, anlayan
müennes: (Ar. gr.) dişi kip
müstahak: hak etmiş, lâyık
müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme
temellük: sahiplenme
temessül: görünme, yansıma
terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma
teşmil: içine alma, genelleme

Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

عَلٰى

 arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

HAŞİYE-1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ     2


Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.

 Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

 Abdülmecid


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Haşiye-1

İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَٓا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).

Dipnot-2

“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.'” Yûnus Sûresi, 10:10.


Abdülmecid: (bk. bilgiler)
âhir: son
âkil: akıl sahibi, akıllı
arz edilen: sunulan
avn ü inayet: yardım ve ikram
bahr: deniz
beyan: açıklama, anlatım
fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma
fevkinde: üstünde
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olmak: meydana gelmek
himmet: ciddi yardım ve gayret
hitam: son
hitam bulma: son bulma, sona erme
i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması
ihtiyar: irade, tercih, seçme
ikmâl: tamamlama
intihab: seçme, irade
ıslah: düzeltme, iyileştirme
levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı
malûm: bilinen, belli
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma
müzekker: erkek
nakşedilen: işlenen
nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi
nihayet: son
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
tefsir: açıklama, yorum
veciz: kısa, özlü söz

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352


Bu çalışmadaBilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretimile ilgili ne verilmeye çalışıldı?

Bu çalışmada Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.

MÂNÂ-YI HARFİ NEDİR? MÂNÂ-YI İSMÎ NEDİR?

MÂNÂ-YI HARFİ NEDİR MÂNÂ-YI İSMÎ NEDİR
MÂNÂ-YI HARFİ NEDİR? MÂNÂ-YI İSMÎ NEDİR?

MÂNÂ-YI HARFİ:

(Bak: Mânâ-yı ismi)

Kendisini değil de başkasını veya sahibini, ustasını, kâtibini anlatan, bildiren, ta’rif eden mâna.

MÂNÂ-YI İSMÎ:

İsme dâir mânâ.

Bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak.

Bir şey başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği veya sevdirdiği için olan ma’nâya da mânâ-yı harfi denir.

Bir ağacı gölgesinden, zahirî görünüşünden, bize verdiği meyvesinden dolayı alâka gösterir ve seversek mânâ-yı ismi ile seviyoruz demektir.

Ağacı görmek ve tanımakla ve meyvelerini almakla Rahmet-i İlâhiyeyi tanıyor, Cenab-ı Hakka sevgi ve şükrümüzü artırıyor ve O’nun emri dairesinde ağaca Rabbimizin iltifatı, rahmeti olarak alâka gösteriyor isek; bu mânâya da mânâ-yı harfi deniyor.


(…Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfi ile sev. Mânâ-yı ismi ile sevme!

“Ne kadar güzel yapılmışlar de ne kadar güzeldir” deme ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme..

Çünkü, bâtın-ı kalb, âyine-i Sameddir ve O’na mahsustur.

Meselâ; Nasıl ki; bir pâdişah-ı âlî sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Biri, elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var.

Şu muhabbet padişaha ait değil.

Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder.

Bazan olur ki, padişah o nefis perverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder.

Hem elma lezzeti dahi cüz’idir.

Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise; elma içindeki elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhanedir.

Güyâ o elma, iltifât-ı şahânenin nümûnesi ve mücessimidir, diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder.

Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir.

İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır.

Şu muhabbet padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!..)

(İşte bu misalde birinci muhabbet mânâ-yı ismi ile ikinci muhabbet ise, mânâ-yı harfi ile olduğu anlaşılıyor).

…”Aynen onun gibi, bütün nimetlere, meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddi lezzetleri ile gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsânidir.

O lezzetler de geçici ve elemlidir.

Eğer Cenab-ı Hakkın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütûflarını takdir etmek sûretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa; hem mânevi bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir”.. S.) (Bak: Harfi.)

On İkinci Söz

Birinci Esas

Amma o müzeyyen Kur’ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur’ân ve şakirtleridir.

Evet, Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata “mânâ-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.

Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mânâ-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip “mânâ-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.


âli: yüksek, yüce
âyât-ı tekvîniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar (bk. k-v-n)
bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k)
beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cihet: yön
cin ve ins: cinler ve insanlar
delâlet: işaret etme, delil olma
ecnebî: yabancı
fehmetmek: anlamak
Furkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ)
haddi tecavüz: sınırı aşma, ileri gitme
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: hükümdar, hükmedici (bk. ḥ-k-m)
Hakîm-i Ezelî: her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah (bk. ḥ-k-m; e-z-l)
hâkim-i hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden (bk. ḥ-k-m)
hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)
hakperest: doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harf-i mânidar: mânâlı harf (bk. a-n-y)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hükemâ: filozof, felsefeci (bk. ḥ-k-m)
huruf-u mevcudat: büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar (bk. v-c-d)
ilm-i felsefe: felsefe ilmi (bk. a-l-m)
ilm-i hikmet: hikmet ilmi (bk. ḥ-k-m)
irade etmek: dilemek, istemek (bk. r-v-d)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
kitab-ı kebirin hurufatı: büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar (bk. k-t-b; k-b-r)
Kur’ân-ı Azîm-i Kâinat: büyük bir Kur’ân gibi derin mânâlar ifade eden kâinat (bk. a-ẓ-m; k-v-n)
Kur’ân-ı Hakîm: hikmetli Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mâna (bk. a-n-y)
mânâ-yı ismî: bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
müdakkik: inceden inceye araştıran
müfessir: yorumlayıcı (bk. f-s-r)
mukabil: karşılık
mükafat: ödül
münasebat: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)
mürşidâne: hak ve doğru yolu göstererek, irşad edici (bk. r-ş-d)
musannâ: sanatlı bir şekilde yapılmış (bk. ṣ-n-a)
müştekî: şikayetçi
müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n)
nâfi: faydalı
nazarıyla: gözüyle, bakışıyla
nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)
safsata: yalan, uydurma
şakirt: talebe, öğrenci
Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
suret: şekil, tarz (bk. ṣ-v-r)
tahkir: hakaret etme, aşağılama
tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-s-r)
telif: yazılmış eser
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)

On Dokuzuncu Mektup

Altıncı Nükteli İşaret

Eğer denilse: “Âl-i Beyte muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü, ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şialar, hususan Râfızîler o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?”

Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.

Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu


adâvet: düşmanlık
Âl-i Beyt: Peygamber Efendimizin ailesi ve onun neslinden gelenler
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i muhabbet: muhabbet edenler, sevgi besleyenler (bk. ḥ-b-b)
ehl-i sekir: İlâhî bir tecelli ile kendinden geçme hâli
Emevîler: (bk. bilgiler)
fart-ı muhabbet: aşırı sevgi, ifrat derecesinde sevme (bk. ḥ-b-b)
fazilet: üstünlük, güzel ahlâk, erdem (bk. f-ḍ-l)
hadd-i meşru: meşrû sınır, helâl daire
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
Havâric: (bk. bilgiler – Hâricîler)
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler – İsâ (a.s.))
helâket: mahvolma, yok olma
hususan: özellikle
Hz. Hasan: (bk. bilgiler – Hasan (r.a.))
Hz. Hüseyin: (bk. bilgiler – Hüseyin (r.a.))
ibnullah: Allah’ın oğlu
ifrat: aşırılık
ifrât-ı adavet: aşırı derecede düşmanlık besleme
ifrât-ı muhabbet: aşırı derecede sevgi besleme (bk. ḥ-b-b)
iktiza etmek: gerektirmek (bk. ḳ-ḍ-y)
İmam-ı Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.))
inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r)
işaret-i Nebeviye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber vermesi, işaret etmesi (bk. n-b-e)
kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l)
mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna (bk. a-n-y)
mânâ-yı ismî: bir şeyin sahibine değil de, bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)
meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)
müfrit: ifrat eden, aşırıya giden
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
nam: ad
Nâsibe: Hâricîler
Nasrânî: Hıristiyan
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
Râfızî: (bk. bilgiler – Rafızîlik)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
Şîa: (bk. bilgiler)
tecavüz: sınırı aşmak, ileri gitmek (bk. c-v-z)
zemm: kötüleme, kınama
ziyadeleştirmek: fazlalaştırmak, artırmak

sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.

İşte, işaret-i Nebeviye ile, Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden, hasârete düşmüşler. Ve o menfi muhabbet, sebeb-i hasârettir.


adâvet: düşmanlık
Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.))
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
dahilî: içe dönük
Fars: (bk. bilgiler)
ferman etmek: buyurmak
fethetmek: açmak
fevkinde: üstünde
fitne: bozgunculuk, ara bozma
hasâret: zarar, ziyan
Hayber Kal’ası: Hayber Kalesi (bk. bilgiler – Hayber)
Hazret-i Ali: (bk. bilgiler – Ali (r.a.))
Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık: (bk. bilgiler – Ebu Bekir (r.a.))
Hazret-i Ömer: (bk. bilgiler – Ömer (r.a.))
ifrat: aşırılık
iktiza etme: gerektirme (bk. ḳ-ḍ-y)
işaret-i Nebeviye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) haber vermesi, işaret etmesi (bk. n-b-e)
istimal: kullanma
me’mul: umulan, ümit edilen
menfi: olumsuz
mu’cize-i Nebeviye: Peygamberimizin mu’cizesi (bk. a-c-z; n-b-e)
Muaviye: (bk. bilgiler)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
musallat: sataşma
muvaffak olmak: başarılı olmak
nakl-i sahih-i kat’î: bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
sebeb-i hasâret: zarar verme, kaybettirme sebebi (bk. s-b-b)
şerir: şerliler, kötüler
Sıffin: (bk. bilgiler)
teberrî etmek: uzaklaşmak
zemm: kötüleme, kınama
ziyade: çok, fazla

KAYNAK:

Yeni Lügat, Abdullah Yeğin, HİZMET VAKFI YAYINLARI, 01.01.2008, İstanbul

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, İkinci Mebhas, Mühim Bir Sual, İkinci Nükte,

http://www.erisale.com/#content.tr.1.873

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On İkinci Söz, Birinci Esas.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.193

Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, Altıncı Nükteli İşaret.

http://www.erisale.com/#content.tr.2.157

Hava ve Atmosfer Kavramları ile Hüve Nüktesi ve Solunum

Hava ve Atmosfer Kavramları ile Hüve Nüktesi ve Solunum

Hava ve Atmosfer Kavramları ile Hüve Nüktesi ve Solunum

Bu makalede hava ve atmosfer kavramları ile ilgili ders kitaplarında yer alan anlatımlar ve Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Küllüyatı’ından Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de yer alan Hüve Nüktesi ve Otuz İkinci Söz Birinci Mevkıf’ta yer alan solunum ile ilgili haşiye ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılacaktır.

İLKOKUL HAYAT BİLGİSİ 2. Sınıf 6. Ünite Doğada Hayat Doğal Unsurlar konusu işlenirken;

“Ben rüzgarım, toprak oluşumunu, bitki tohumlarının yayılmasını ve elektrik üreterek aydınlanmanızı sağlarım.” diyerek havanın görevlerinden bazıları ifade edilmektedir.

Gerçekten de hava alemine girdiğimizde inanılmaz olaylarla karşılaşmaktayız.

İlerleyen bölümlerde bunu çok daha açık bir şekilde göreceğiz.

Burada sadece havada rüzgar oluşturulması ve bunun neticesinde toprakların meydana getirilmesinde, bitki tohumlarının yayılmasında ve elektrik üretilmesinde havanın rolüne ve görevlerine değinilmiştir.

İLKOKUL HAYAT BİLGİSİ 2. Sınıf 6. Ünite Doğada Hayat Doğa Olayları konusu işlenirken;

Bulutlardaki su buharının soğuk hava ile karşılaşması sonucu yağmur, kar, dolu gibi farklı yağış şekillerinin oluşturulduğu,

Yağmurun bulutlardaki su buharının soğuk hava ile karşılaşması sonucu yeryüzüne su damlacıları halinde indirilmesi olduğu,

Yüksek bulutlardaki su damlacıklarının büyük bir bölümünün soğuk havanın etkisiyle minik buz taneciklerine dönüştürülerek kar oluşturulduğu,

Dolunun su buharı bulutlardan yeryüzüne indirilirken soğuk hava ile karşılaşıp katılaşması ve buz toplarına dönüşmesiyle oluşturulduğu,

Nemli havanın yere yakın yerlerde soğuduğu zaman sis oluştuğu belirtilmektedir.

Gerçekten de havada o kadar çok olaylar olmaktadır ki akıllara durgunluk vermektedir.

Bütün bu yağış olayları olmasaydı hayatımız nasıl olurdu acaba hiç düşündünüz mü?

Örneğin yağmur ve kar yağmasaydı o kadar suyu nasıl depolardık? Tarlalarımızı ve bahçelerimizi nasıl sulardık?

Yağmur ve kar taneleri havadan aşağıya indirilirken adeta süzülerek inmekte ve bizleri incitmemektedir.

Bazen de dolu şeklinde yağarak bizler uyarılmaktayız ve hava hal diliyle bizlere “aslında sizin kafanıza bir taş gibi de yağabilirim ama beni görevlendiren size acıdığından ve merhamet ettiğinden geyet yumuşak bir şekilde indiriliyorum” diyor.  

İLKOKUL FEN BİLİMLERİ 3. Sınıf ders kitabının Dünya ve Evren konu alanı 1. Ünite Gezegenimizi Tanıyalım isimli ünitesinde 2. Bölüm Dünya’mızın Yapısı başlığı altında Kara Katmanı, Su Katmanı ve Hava Katmanı kavramları ele alınmıştır.

Anlatımda özetle;

Dünya’nın, Güneş’in etrafında dolanan kayalık bir gezegen olduğu, yüzeyinin çoğu suyla kaplı olduğu için uzaydan mavi renkte göründüğü, diğer gezegenlerin aksine Dünya’mızda milyonlarca canlı türü yaşadığı, Dünya’nın sıcaklığının canlı hayatının sürmesi için elverişli halde yaratıldığı, Dünya yüzeyinin su ve karalarla kaplandığı, su ve karaların ise atmosferle yani hava ile çevrildiği ifade edilmektedir.

Ayrıca öğrencilerden kara, hava ve suyun canlı yaşamındaki öneminin araştırılması istenmektedir.

Hava Katmanı başlıklı konu anlatımında ise;

Dünya’mızın, Güneş sistemindeki gezegenler arasında solunabilir havaya sahip tek gezegen olduğu, gezegenimiz atmosfer adı verilen hava katmanıyla çevrildiği, uzaydan bakıldığında Dünya’mızın atmosferinin ince bir sis gibi göründüğü belirtilmektedir.

Hava katmanının, kara ve su katmanları ile temas halinde olduğu, Dünya’mızı Güneş’in zararlı ışınlarından koruyacak şekilde tasarlandığı, kar, yağmur, rüzgâr gibi hava olaylarının bu katmanda gerçekleştirildiği ifade edilmektedir.

Her ne kadar “Canlılar yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli oksijeni hava katmanından sağlar.” Ifadesi kullanılsa da bunun doğru ifadesi şu şekilde olmalıdır:

“Canlıların yaşamlarını sürdürebimeleri için gerekli olan oksijen hava katmanına yerleştirilmiştir.” Çünkü tüm canlılar bir araya gelseler de bu oksijeni kendi kendilerine sağlamaları imkansızdır. Tüm canlıları Yaratan kimse, oksijeni de O yaratmıştır ve ancak, Arapça ifadeyle هُو Hüve yani O, hava katmanından canlılara oksijen sağlayabilir.

Ders kitabında devamla sıcak havalarda serinlemek için kâğıttan yelpaze yaptığımızı, yelpazeyi yüzümüze salladığımızda hissettiğimiz şeyin hava olduğunu belirtmektedir.

Soluk alıp verdiğimizde akciğerimize hava dolduğu, balonu şişirdiğimizde balonu şişirenin de hava olduğu ifade edilmektedir.

Havanın her yerde olduğu, gözle görülmediği ama her tarafı çevrelediği, toprakta ve suda da havanın olduğu, toprakta ve suda yaşayan canlıların bu havayı kullandığı vurgulanmaktadır.

Aynı kitapta, Canlılar ve Yaşam konu alanı 2. Ünite Beş Duyumuz başlığını taşımaktadır.

1. Bölüm DUYU ORGANLARIMIZ VE GÖREVLERİ başlığında;

Çevremizdeki sesleri işitmemizi sağlayan duyu organının, kulaklarımız olduğu, çevremizdeki insanların, hayvanların, eşyaların ve pek çok varlığın çıkardıkları sesleri kulağımız yardımıyla algıladığımız ifade edilmektedir.

Kulaklarımız yardımıyla pek çok sesi duyabildiğimiz, pek çok sesi birbirinden ayırt edebildiğimiz belirtilmektedir.

Burada akla şöyle bir sorular gelmektedir;

Acaba bu sesleri nasıl duyuyoruz?

Sesleri bize ne getirmektedir?

Bu kadar farklı sesi nasıl ayırt edebiliyoruz?

Telefonda konuştuğumuz kişiyi sesinden nasıl tanıyabiliryoruz?

Dünyada milyarlarca insan yaşamaktadır, hepsinin sesi ve konuştuğu dil farklıdır, peki havadaki bir atom bu kadar dili ve sesi nasıl ayırt etmektedir?

Daha bunlar gibi birçok soru akla gelebilir. Bu soruların cevabını makalenin ilerleyen bölümünde bulabiliriz.

Ders kitabında;

Koku Alma Organımız: Burun başlığında;

Beş duyu organımızdan biri olan burnumuzun koku alma ve solunum organımız olduğu, burnumuz yardımıyla çevremizdeki pek çok farklı kokuyu alabildiğimiz, fırında pişen yemeği, çiçeği, soğan ve pek çok varlığı kokusundan ayırt edebildiğimiz ifade edilmektedir.

Güzel kokular hoşumuza giderken kötü kokular rahatsız ettiği vurgulanmaktadır.

Burada da akla farklı sorular gelmektedir;

Sesleri ileten aynı hava atomu, kokuları nasıl ayırt etmektedir?

Herşeyin kokusunu nasıl bilmektedir?

Ayrıca aynı hava ciğerlerimize girmekte, kanımızı temizlemekte, içeriye oksijen taşırken dışarı çıkarken karbondioksit taşımaktadır.

Bu arada da konuştuğumuz kelimeleri ve sesimizi iletmektedir.

Bu nasıl olmaktadır?

Bu kadar görevi nasıl yapmaktadır?

Madde ve Doğası konu alanı 4. Ünite MADDEYİ TANIYALIM ünitesi 2. Bölüm Maddenin Hâlleri ile ilgilidir.

Maddenin Gaz Hâli açıklanırken; belirli bir şekli olmayan ve bulunduğu ortama rahatça yayılabilen maddelere gaz maddeler dendiği, doğal gaz, deodorant, su buharının maddenin gaz hâline örnek olarak verildiği, balonun şişmesini sağlayan havanın, gaz hâlde olduğu belirtilmektedir.

Nefes aldığımızda ciğerlerimize dolan havanın, maddenin gaz hâli olduğu vurgulanmaktadır.

Suyun katı, sıvı ve gaz hâlini gözlemlemenin kolay olduğu, suyu buz kalıbına koyup buzluğa koyarsak bir süre sonra katı hâli olan buza dönüştürüleceği, buzu alıp oda sıcaklığında tutarsak tekrar sıvı olacağı, suyu çaydanlığa koyup kaynatırsak bir süre sonra su buharını gözlemleyebileceğimiz, bunun da suyun gaz hâli olduğu ifade edilmektedir.

Burada akla yine şöyle sorular gelmektedir;

Gaz haline getirilen su atomları yukarıda da geçen ses ve kokuyu nasıl iletmektedir?

Su; sıvı ve katı halde iken koku ve sesi iletemezken gaz haline gelince nasıl bu özellikte olabilmektedir, kim buna bu özelliği vermiştir, bu nasıl olmaktadır?

İLKOKUL SOSYAL BİLGİLER 4. SINIF Ders Kitabı 4. Ünite İyi ki Var Teknolojik Ürünler konusu işlenirken;

Günlük hayatta kullandığımız teknolojik ürünler sayesinde pek çok işi kolaylıkla yapabildiğimiz, televizyon ve radyonun yanı sıra bilgi edinmek ve eğlenmek amacıyla yararlandığımız bir diğer teknolojik aracın bilgisayar olduğu, bilgisayarı genellikle genel ağdan gazete okumakda, ödev hazırlamakda, genel ağ üzerinden araştırmalar yapmakta, e-postalar göndermekte, müzik dinlemekte kullandığımız açıklanmaktadır.

Haberleşme Teknolojisi başlığı altında;

Haberleşme deyince akla ilk gelen teknolojik ürünün telefon olduğu, bu teknolojik araçları kullanarak uzaktaki insanlarla rahatça konuşup onlara mesajlar gönderebildiğimiz, faturalarımızı ödeyebildiğimiz, bakacılık işlemlerini yapabildiğimiz anlatılmaktadır.

Bütün bu işlemleri yaparken havadan faydalandığımızı biliyor musunuz?

Evet telefonda görüntülü ya da görüntüsüz görüşürken konuşmalar ve sesler hava vasıtasıyla iletilmektedir. Hem de bir anda dünyanın öbür ucuna.

Aynı şekilde kablosuz internet kullanırken de yine bütün bilgi, belge, video, ses, müzik vs. hepsi hava üzerinden bizlere ulaşmaktadır.

Peki hiç merak ettiniz mi bu kadar çok sesi, görüntüyü, belge ve bilgiyi hava nasıl birbirine karıştırmadan anında iletebiliyor?

Fiziksel Olaylar konu alanı 5. Ünite ÇEVREMİZDEKİ IŞIK VE SESLER başlığını taşımaktadır. Işık ve ses hava ve atmosferle doğrudan ilgilidir.

1. Bölüm IŞIĞIN GÖRMEDEKİ ROLÜ başlığı altında ışık ve görme arasındaki bağlantıdan bahsedilmektedir.

Hayatımızı kolaylaştırmak için ışığa ihtiyacımız olduğu, gündüz temel ışık kaynağımız olarak yaratılan Güneş sayesinde etrafımızın aydınlatıldığı, ışığın olmadığı yerlerin karanlık ortamlar olduğu, gözlerimiz ne kadar iyi görürse görsün karanlık ortamlarda varlıkları iyi göremeyeceğimiz, geceleri ya da karanlık ortamlarda aydınlanmak için farklı ışık kaynakları kullandığımız, çünkü görebilmemiz için ışığın gerekli olduğu belirtilmektedir.

Peki ışık, ışık kaynağından bizlere nasıl ulaşmaktadır?

Arada ne vardır?

Arada hava olduğuna göre ışık bizlere hava sayesinde mi gönderilmektedir?

Hava ses, koku ve diğer görevlerinin dışında bir de ışığı mı taşımaktadır?

Havanın ne kadar çok görevi vardır!

Gökkuşağı Nasıl Oluşur? sorusu altında;

Gökkuşağının Güneş’ten gelen ışığın su damlaları içinden geçerken yönünün değiştirilmesi ve yansıtılması sonucunda oluşturulduğu, ışığın su damlalarının içinden yansıyarak geçerken rengarek bir görüntü meydana getirildiği, gökkuşağının renklerinin dıştan içe doğru kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor şeklinde olduğu açıklanmaktadır.

Havanın bütün görevlerinin yanında bir de renkleri yansıttığı anlaşılmaktadır.

3. Bölüm ÇEVREMİZDEKİ SESLER başlığı altında ses konusu ele alınmaktadır.

Yaşadığımız çevrede farklı sesler işittiğimiz, işittiğimiz bu seslerin kaynaklarının birbirinden farklı olduğu, her sesin kaynağının var olduğu, daha önce duyduğumuz sesleri sesin kaynağını görmesek bile tanıyabileceğimiz, kaldırımda yürürken havlama sesi duyduğumuzda yakınlarda bir yerde köpek olduğunu anladığımız, çünkü havlama sesinin kaynağının köpek olduğu, evimizden dışarı çıkarken gök gürültüsü sesi duyduğumuzda yanımıza şemsiyeyi aldığımız, dışarıya çıkmamamıza rağmen havanın bulutlu olduğunu ve yağmur yağabileceğini duyduğumuz sesin kaynağından anladığımız ifade edilmektedir.

Peki bu sesler bizlere nasıl iletilmektedir?

Arada havadan başka birşey olmadığına göre hava bu kadar farklı sesi nasıl ayırt etmektedir?

Sesin Yayılması başlığı altında;

Kongre ve kültür merkezi, konser salonu veya tiyatro salonu gibi yerlerde en öndekinden en arkaya kadar tüm dinleyici ve izleyiciler sahnedeki sesleri duydukları, bunun sebebinin ses kaynağından çıkan sesin her yöne dalgalar halinde yayılması olduğu belirtilmektedir.

Ses kaynağından çıkan sesin, aynı su dalgalarında olduğu gibi dalgalar halinde havada her yöne yayıldığı, fakat boşlukta yani madde olmayan bir ortamda sesin yayılmayacağı ifade edilmektedir.

Peki hava maddesine sesi yayma görevini kim, nasıl vermiştir?

Cansız hava kendi kendine mi bu özelliği kazanmıştır veya bu görevi kendisi mi üstlenmiştir?

Canlılar ve Yaşam konu alanı 6. Ünite CANLILAR DÜNYASINA YOLCULUK ile ilgilidir.

1. Bölüm ÇEVREMİZDEKİ VARLIKLARI TANIYALIM başlığını taşımakta ve canlı ve cansız varlıklar hakkında bilgiler verilmektedir.

Canlı varlıklardan bitki ve hayvanlar, cansız varlıklardan hava, su, toprak anlatılmaktadır.

Çevremizdeki varlıkların özelliklerine göre canlı ve cansız olarak ikiye ayırıldığı, hava, toprak ve suyun canlılık özellikleri göstermediği, bu yüzden cansız varlıklar olduğu, bitkiler ve hayvanların canlı varlıklar olduğu ifade edilmektedir.

Solunum Yapma başlığı altında;

Solunum yapmanın canlıların ortak özelliklerinden biri olduğu, birçok hayvanın gereksinim duyduğu oksijeni akciğerlerine hava çekerek aldığı, bitkilerin solunumları için gerekli oksijenin bir kısmını kendilerinin üretecek şekilde tasarlandığı, bir kısmını da yaprakları aracılığıyla havadan aldığı belirtilmektedir.

Burada akla yine şöyle sorular gelmektedir;

Hava, solunum yapan bütün canlıların solunum özelliklerini nereden bilmektedir?

Hangi canlıya neyi nasıl götüreceğini nereden anlamaktadır?

Havanın aklı var mıdır?

Hava canlı mıdır?

Hava canlı olsa ve aklı olsa bile bütün bu görevleri yapabilecek bilgi ve gücü var mıdır?

Kaldı ki hava cansızdır.

O halde cansız bir varlık bu kadar canlılının canlı kalabilmesi için gerekli olan solunum işinde nasıl bir rol oynamaktadır?

Bu görevi nasıl üstlenmiştir?

İLKOKUL FEN BİLİMLERİ 4. SINIF Ders kitabında;

Fiziksel Olaylar konu alanı 3. Ünite Kuvvetin Etkileri 1. Bölüm Kuvvetin Cisimler Üzerindeki Etkisi anlatılırken;

Hava paraşüte hangi kuvveti uygular?

Parşüt neden yavaş bir şekilde aşağıya doğru inmektedir?

soruları ile başlanmaktadır.

Cansız varlıkların, canlı varlıklar gibi kendiliğinden hareket edemedikleri, harekete geçebilmeleri için onlara bir kuvvet uygulanması gerektiği, rüzgâr türbininin, bebek arabasının, kaykayın, bisikletin, yel değirmeninin, su değirmeninin, kayığın harekete geçebilmesi için bu cisimlere kuvvet uygulanması gerektiği belirtilmektedir.

Peki hava kendisi şeffaf olduğu halde göremediğimiz halde nasıl bir kuvvet uygulamaktadır ya da daha doğru ifadeyle hava atomları kullanılarak nasıl kuvvet uygulanmaktadır?

 Aynı ünitede 2. Bölüm Mıknatısların Uyguladığı Kuvvet anlatılırken;

Demir, nikel, kobalt gibi maddeleri ve bu maddeleri içeren cisimleri çeken maddelere mıknatıs dendiği, insanların binlerce yıldır mıknatıslardan haberdar olduğu, ilk mıknatısların, mıknatıs taşı adı verilen ve doğal bir biçimde yeryüzünde bulunan siyah kayalardan yapıldığı, bunların doğal olarak yaratılan mıknatıslar olduğu, günümüzde kullanılan mıknatısların ise fabrikalarda üretildiği, bunların yapay mıknatıslar olduğu, mıknatıslar hemen hemen her şekilde olabildiği ifade edilmektedir.

Mıknatıs taşı (modern adıyla manyetit) adı verilen bu kayacın, demir içerdiği ve diğer metalleri kendine çektiği, aynı kayacın farklı parçalarının birbirini çektiği ya da ittiği, mıknatıs taşının bir başka inanılmaz özelliğinin ise yere konulduğunda serbestçe dönmesi olduğu, böyle dönerek yaklaşık kuzey-güney doğrultusunu gösterdiği açıklanmaktadır.

İki mıknatısın farklı kutuplarını birbirine yaklaştırdığımızda mıknatısların birbirini çektiği, iki mıknatısın aynı kutuplarını yaklaştırdığımızda ise mıknatısların birbirlerini ittiği belirtilmektedir.

Mıknatıs ile çektiği ya da ittiği madde arasında sadece hava vardır.

Hava bu itme ve çekme haberleşmesini nasıl yapmaktadır?

Hava sesi, ışığı, kokuyu ilettiği gibi itme ve çekme özelliğini de iletmekte midir?

Peki ne şekilde?

Madde ve Doğası konu alanında 4. Ünite Maddenin Özellikleri 3. Bölüm Maddenin Halleri anlatılırken;

Maddelerin, doğada üç hâlde bulundukları, nehrin etrafını saran büyük dağların maddenin katı hâli, yağan yağmur maddenin sıvı hâli, bulutlar ise maddenin gaz hâli olduğu, maddeler hâl değiştirdikçe fiziksel özelliklerinin de değiştirildiği belirtilmektedir.

Su buharının, havanın, yemekten çıkan buharın gaz hâlde olduğu, gaz hâldeki maddelerin de sıvılarda olduğu gibi belirli bir şekillerinin olmadığı, bulundukları ortama yayıldıkları, çaydanlıktaki suyun sıvı, çaydanlık ve içine koyduğumuz kuru çayın katı, çıkan buharın da maddenin gaz hâli olduğu açıklanmaktadır.

Soluduğumuz havanın gaz olduğu, sık sık oynadığımız futbol, voleybol ya da basketbol topunun şişkin durmasını sağlayan içindekinin hava yani gaz olduğu, parfüm ya da kolonya sıkıldığında bütün odaya yayılmakta olduğu, gazlar bazen görünmese de hissedilebildiği, rüzgâr eserken yüzümüzde hissettiğimiz, nefes alıp verirken ciğerlerimize çektiğimiz havanın da bir gaz olduğu, havayı göremediğimiz ama varlığını hissedebildiğimiz ifade edilmektedir.

Peki yemeklerden çıkan buhara göre pişen yemeği görmesek bile hangi yemeğin piştiğini tahmin edebilmekteyiz.

Pişen yemeği bizlere yemeğin gaz haline gelen buharı mı yani hava mı haber vermektedir?

Yemek konuşamadığına ve biz de yemeği görmediğimize göre bu nasıl olmaktadır?          

                                                                                                           

Fiziksel Olaylar konu alanı 5. Ünite Aydınlatma ve Ses Teknolojileri 4. Bölüm Geçmişten Günümüze Ses Teknolojileri konusunun anlatımında;

Ses teknolojilerinin sesi kaydetmeye, sesin şiddetini değiştirmeye yönelik araştırmalar yaptığı, insanların seslerini kaydedebilme ve uzaklara iletebilme isteklerinin, ses teknolojisinin sürekli gelişmesini sağladığı, teknolojinin gelişmesiyle birlikte ses teknolojisinde büyük değişiklikler olduğu, sesle birlikte görüntüyü de kaydedebilen araçlar geliştirildiği, ses teknolojisindeki gelişmelerin, Alexander Graham Bell (Aleksandır Graham Bel) tarafından telefonun icadı ile başladığı, Graham Bell’in sesin tellerde iletimi sistemini ve kuralını keşfederek diğer teknolojilerin de öncüsü olduğu,  daha sonra radyo ve telsizin icat edildiği, bu önemli icatların sahibinin Guglielmo Marconi (Guglielmo Markoni) olduğu, radyo dalgalarının havadan iletilebilmesini araştıran mucidin, herhangi bir aracı kaynak olmadan mesaj göndermeyi başardığı ve telsizi ürettiği, Thomas Edison’un, fonografı icat ettiği, bu alet ise sesin kaydedilmesi ve kaydedilen sesin dinlenebilmesini sağladığı açıklanmaktadır.

Plak üzerine kaydedilen sesin, gramofonlarda dinlendiği, seslerin, özel bir baskı yöntemi olan kristal iğnelerle kazınarak plaklara işlendiği, bu teknolojinin daha çok sanatçılar tarafından kullanıldığı,

Sonraları plak ve gramofonun, yerini kaset ve kasetçalara bıraktığı, bu icadın sesin kaydedilmesini daha da kolaylaştırdığı, özel bir manyetik bant içine kaydedilen sesin, kasetçalar içinde bulunan dönen mekanizmaya yerleştirildiğinde düzenli olarak sesi dışarı ilettiği,

Görüntü ve sesin birleştirilerek kullanılmasının ise video kameralarla birlikte başladığı, video kameraların hem sesi hem görüntüyü eş zamanlı olarak kaydettiği, bu teknolojinin kayıt kısmında kaset kullanıldığı, özel bant ile hem ses hem görüntüyü okuyabildiği,

Plak teknolojisine çok benzeyen ama daha hafif, taşınabilir ve pratik olan CD’nin bulunduğu, bu teknolojinin, büyük boyutlarda müzik ve video kaydedebilme özelliğine sahip olduğu, uzunca bir süre kullanılan teknolojinin bugün azalsa da hâlâ kullanılmakta olduğu,

Günümüzde müzik teknolojisinin çok geliştiği, CD ve DVD kullanımının yanı sıra USB bellekler, MP3 ve MP4 çalarlar bulunduğu,

Geçmişte sesi depolamak için birçok icat yapıldığı, bugün bu icatların hepsini cebimizde taşıyacak kadar küçültüp birleştirebildiğimiz, yukarıda tek tek incelediğimiz aletlerin hepsinin yapabildiklerini artık cep telefonlarımızla da yapabilmekte olduğumuz ifade edilmektedir.

Bu teknolojiler yani hem ses hem de görüntü teknolojilerinin hepsi hava ile ilgilidir. Çünkü neticede kullanılan aletlerin hepsi hava ile temas kurarak kaydetmekte ve yine hava ile temas kurarak iletmektedir.

Hatta günümüzde ses ve görüntünün bu şekilde dünyanın bir tararından diğer tarafına iletilmesinin yanında eşyanın da bir anda iletilmesi üzerinde çalışılmaktadır. Kim bilir belki de yakın bir zamanda o da gerçekleştirilecektir. Eşyanın nakli de belki yine hava sayesinde olacaktır.

Kur’an’ Kerim’de eşyanın da iletilebileceğine dair işaretler vardır. Peygamberlerden Hz. Süleyman A.S.’ın yanındaki bir bilim insanının o dönem hükümdarlarından Belkıs’ın tahtını bir anda nakletmesi anlatılmaktadır ki belki de bu nakli yine hava üzerinden yapmış olabilir.

Peki şimdi yine sorularımıza dönelim;

Hava insanın ve diğer canlıların içine girip onların temizlenmesininde görevlendirildiği gibi, sesleri, ışığı, görüntüyü, kokuyu nakletmeyi, çekme ve itmeyi ve daha bilmediğimiz birçok şeydeki görevini nasıl yapmaktadır?

Şayet eşyanın nakledilmesinde de hava görevliyse bu kadar görevin üstesinden nasıl gelmektedir?

Günümüzde e-posta yoluyla yazılar gönderildiği gibi bilgiler, belgeler, fotoğraflar, sesler, videolar vb. gönderilmekte, bulut teknolojisiyle de saklanmakta ve depolanmaktadır. Yani bütün bu bilgiler ve belgeler havada asılı kalmaktadır ve istediğimizde ya da kim isterse sanki yağmur gibi yağmaktadır.

Hatta geçmiş dönemdeki seslerin de havada olabileceği düşüncesiyle araştırmalar yapılmaktadır. Hatta ve hatta Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.S)’in sesine de ulaşılmaya çalışılmaktadır.

Çünkü ses havada dalga dalga yayılmakta ve herbir hava atomunun içine girmekte olduğu varsayılmaktadır. Dolayısıyla ağzımızdan çıkan iyi veya kötü her söz artık silinemeyecek şekilde havaya emanet edilmektedir. Dolayısıyla konuştuklarımıza dikkat etmemiz gerekmektedir.

Allah’ın Settar (Örten, Gizleyen) ismiyle konuştuğumuz kötü kelimelerimizi ve başkalarının duymasını istemediğimiz sözlerimizi örtmesini ve gizlemesini Allah’tan dileriz.

ORTAOKUL VE İMAM HATİP ORTAOKULU FEN BİLİMLERİ 5. SINIF Ders kitabında;

Dünya ve Evren konu alanı 1. Ünite Güneş Dünya ve Ay 1. Bölüm Güneş’in Yapısı ve Özellikleri anlatılırken;

Yeryüzündeki yaşamın kaynağına önemli bir sebep olan Güneş’in sıcak gazlardan oluştuğu ve çevresine ısı ve ışık yayan bir yıldız olduğu, Güneş’ten yayılan enerjinin çok az bir kısmının yeryüzüne ulaştığı, bu enerjinin yeryüzünde yaşamın devam etmesi için gerekli olduğu belirtilmektedir.

Güneş’ten yayılan ısı ve ışık onun bir ateş topu gibi görünmesine sebep olduğu, Güneş’in sıcaklığının yüzeyde 6000 oC’u içinde ise 15 milyon oC’u bulduğu, Güneş ve Dünya’nın büyüklüğünü kıyaslayacak olursak Güneş o kadar büyüktür ki, içine yaklaşık bir milyon tane dünya sığabileceğini, Güneş’in bir futbol topuna benzetirsek Dünya’yı da yarım pirinç tanesine benzetebileceğimizi ifade edilmektedir.

Güneş’e doğrulttuğumuz bir dürbünün arkasına bir parça kağıt veya karton koyup Güneş’e tuttuğumuzda doğru açıyı yakalarsak kağıt üzerinde Güneş’in görüntüsünün oluştuğunu göreceğimiz, görüntüde görülen koyu renkli lekelerin Güneş lekeleri olduğu, bu lekeler Güneş’in yüzeyinde daha soğuk olan bölgeler olduğu açıklanmaktadır.

Güneş ile dünya arasında uzayı dolduran bir madde (bir görüşe göre herşeyi kaplayan ve içeren atom altı esir maddesi) ve dünya yüzeyinde de atmosfer yani hava vardır. Buna göre güneşten bize ısı, ışık, renk, D vitamini ve daha bilmediğimiz birçok enerji, vitamin vb. bu yolla yani uzaydaki madde yoluyla ve havadaki, atmosferdeki maddeler yoluyla bizlere ulaşmaktadır.

O zaman tekrar sorular sorabiliriz;

Uzaydaki o madde adı her ne ise ve atmosferdeki, havadaki maddeler ses, ışık, ısı, renk, koku, manyetik alan, vitamin, enerji ve daha adını ve varlığını bilmediğimiz ve keşfedemediğimiz şeyler nasıl oluyor da bizlere ulaşabiliyor?

Bütün bu karmaşık şeyler bizlere ulaşırken bizleri rahatsız etmiyor ve bizler huzur içerisinde bu kelimeleri yazabiliyor, okuyabiliyor ve anlatabiliyoruz? Bütün bunlar nasıl oluyor? Havadaki madde ya da atom veya atom altı parçacıklar bütün bunları nasıl biliyor ve yapıyor veya yaptırılıyor? 

2. Bölüm Ay’ın Yapısı ve Özellikleri anlatılırken;

Ay’ın Dünya’mızın tek doğal uydusu olduğu, Ay bir ışık kaynağı olmadığı halde Güneş’ten aldığı ışınlar sayesinde Dünya’dan görüldüğü açıklanmaktadır.

Ay’ın asmosferinin çok ince bir tabaka halinde olduğu, Dünya’nın atmosferi ile kıyaslanacak olursa Ay’ın atmosferi yok denecek kadar az olduğu, bu yüzden rüzgar, yağış gibi hava olaylarının Ay’da görülmediği, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkının da çok fazla olduğu, Ay’ın yüzeyinin toz tabakası ile kaplı olduğu, Ay’da rüzgar ve yağmur olmaması sebebiyle toz tabakasının hiç değişmeden kaldığı ifade edilmektedir.

Demek ki Dünya’mızın atmosferinde yer alan hava olayları canlıların canlı kalması için son derece önemlidir. Hava yukarıda sayılan birçok görevinin yanında bir de rüzgar ve yağmur gibi önemli hava olaylarında da görevlendirilmiştir.

Bir maddeye bu kadar çok görev verildiğine göre bütün bu görevlere uygun kıvamda ve özellikte yaratılması gerekir, öyle değil mi?

Fiziksel Olaylar konu alanı 3. Ünite Kuvvetin Ölçülmesi ve Sürtünme 2. Bölüm Sürtünme Kuvveti Hava Ortamında Sürtünme Kuvveti anlatılırken;

Hava ortamında hareket eden cisimlerle hava arasında sürtünme kuvvetinin olduğu, havanın cisimlere uygulattırılan sürtünme kuvvetine hava direnci denildiği, hava direncinin cisimlerin hareketini engelliyici bir etkisinin olduğu, salıncakta sallanan çocuğun bir süre sonra yavaşlayıp durmasının sebebinin de hava direnci olduğu belirtilmektedir.

Cisimler hava ortamında hareket ederken havanın direnci cisimlerin hareket yönüne ters yönde etki ettiği, cismin havayla temas eden yüzeyi ne kadar genişse hava direncinin de o kadar fazla olacağı, paraşütlerin yüzeylerinin büyük olması hava direncini artırarak paraşütçünün yere yavaş ve güvenli inmesini sağladığı, jet uçaklarının arkadından iniş sırasında açılan paraşütlerin hava direncini artırdığı, böylece uçağın inerken daha kolay yavaşlamasının sağlandığı ifade edilmektedir.

Havanın direncini azaltmaya çalıştığımız durumların da var olduğu, hava ve kara taşıtlarının hava direncinden en az etkilenecek şekilde tasarlandıkları, kuşların, hızlı koşan hayvanların vücut şekillerinin, bisiklet yarışçılarının yarışırken aldıkları pozisyonların hava direncini azaltan durumlar olduğu, uçakların ve arabaların ön kısımlarının sivri olmasının da hava direncini azatacak şekilde yapılan tasarımlara örnek olduğu açıklanmaktadır.

Burada havanın tüm görevlerinin yanında bir de direnç oluşturmak görevi olduğu anlaşılmaktadır. Peki bu direnç oluşturma, yani hava direnci konusunda hava bunun farkında mıdır? Yoksa birisi mi ona bu görevi yaptırmaktadır?

Hezarfen Ahmet Çelebi Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşamış bir Türk bilginidir. Onun havada uçuş ile ilgili yaptığı deney ile ilgili parçayı okuyunuz.

Madde ve Doğası konu alanında 4. Ünite Madde ve Değişim 1. Bölüm Maddenin Hal Değişimi Buharlaşma Kaynama ve Yoğuşma işlenirken;

Sıvı haldeki maddelerin ısı alarak gaz haline geçmesine buharlaşma dendiği, ıslak çamaşırların kuruması, barajlardaki su seviyesinin azalması, bulut oluşturulması gibi olayların buharlaşma sonucunda gerçekleştirildiği ifade edilmektedir.

Buharlaşma gerçekleşirken maddenin ısı aldığı, örneğin yağmurda ıslandığımızda üşüdüğümüzü hissettiğimiz, bunun sebebinin giysilerimizdeki suyun buharlaşabilmesi için gereken ısıyı vücudumuzdan alması gerektiği, giysilerdeki su buharlaşırken vücudumuz ısı verdiği için üşüdüğümüzü hissettiğimiz belirtilmektedir.

Islak saçlarımızın bir süre sonra kuruduğu, saçlarımızdaki suyun buharlaşması için hava sıcaklığının kaç derece olduğunun bir öneminin olmadığı, fakat hava sıcaklığının saçlarımızın kuruma süresine etki edecek şekilde tasarlandığı, sıcak havalarda saçlarımız daha çabuk kururken soğuk havalarda daha geç kuruduğu açıklanmaktadır.

Gaz halindeki bir maddenin dışarıya ısı verdiğinde sıvı hale geçtiği, maddenin bu şekilde sıvı hale geçirilmesine yoğuşma denildiği, yemeğin pişme sırasında tencerenin kapağında oluşan damlacıkları fark edebileceğimiz, yemekten çıkan su buharının çok sıcak olduğu ve daha soğuk olan kapağa çarptığında aniden hal değiştirdiği, bunun yoğuşma olayına örnek olduğu, kışın pencerelerimizin iç tarafında su damlacıklarının oluştuğunu gördüğümüz, benzer şekilde buzdolabından çıkardığımız şişenin dışında da kısa sürede damlacıklar oluştuğu, bu olayların sebebinin odada bulunan sıcak havadaki su buharının soğuk maddeye çarptığında yoğuşması olduğu ifade edilmektedir.

Katı haldeki bir maddenin ısı alarak sıvı hale geçmeden gaz haline geçmesine süblimleşme denildiği, süblimleşme olayını gözlemleyebileceğimiz maddelerin birisinin kuru buz olarak bilinen madde olduğu, kuru buzun karbondioksit gazının katı hali olduğu, dondurulmuş ürünlerin sevkiyatında ürünlerin erimemesi için kuru buz kullanıldığı, giysilerimizi güvelerden korumak için kullanılan naftalinin de süblimleşen maddelere örnek olduğu anlatılmaktadır.

Süblimleşmenin tam tersi olan olayın ise kırağılaşma olarak adlandırıldığı, kırağılaşma olayının gaz haldeki bir maddenin ısı verdiğinde sıvı hale geçmeden doğrudan katı hale geçmesi olduğu, bazı soğuk günlerde çimlerin üzerini ya da otomobillerin camlarını ince bir buz tabakasının kapladığını gördüğümüz, bu gördüğümüz tabakanın havada bulunan su buharının bulunduğu yerde aniden gaz halden katı hale dönüştürülmesi olduğu, kırağılaşma sonucunda oluşturulan bu hava olayının kırağı olarak adlandırıldığı belirtilmektedir.

3. Bölüm Isı ve Sıcaklık işlenirken;

Soğuk bir günde odamızı ısıtmak için soba, kalorifer gibi ısı kaynaklarından faydalandığımız, ısı kaynaklarının etrafa yaydıkları ısı enerjisi sayesinde odamızıın sıcaklığını yükselttiğimiz, ısı ve sıcaklık kavramlarının birbiriyle ilişkili kavramlar olduğu, ısı ve sıcaklık kelimelerini günlük hayatta birbirinin yerine kullansak da aslına bu ikisinin farklı kavramlar olduğu, ısının maddeler arasında alınıp verilebilen bir enerji türü olduğu, sıcaklığın ise enerji olmadığı, sıcaklığın bir maddenin diğer  maddeden ne kadar sıcak veya ne kadar soğuk olduğunu gösteren bir ölçü olduğu, cisimlerin sıcaklıklarını termometre ile ölçtüğümüz, bir cismin sıcaklığını değiştirmek için alması ya da vermesi gereken ısının ise kalorimetre ile hesaplandığı açıklanmaktadır.

Bu durumda havanın ısıyı alıp verme, ısıyı iletme ile ilgili doğrudan bir görevi vardır.

Farklı maddelerin farklı buharlaşmaları ve gaz haline gelmeleri de ayrı bir meseledir.

Çünkü hava o kadar maddenin buharlaşarak ya da buharlaşmadan (örneğin süblimleşerek veya yanarak) doğrudan gaz haline gelen özelliklerini nereden bilecek ve nasıl kendi içerisine katacaktır?

Yoksa o maddelerin ve havanın özelliklerini bilen ve onları buharlaştırarak ya da buharlaştırmadan gaz haline getirdiğinde havanın içerisinde nasıl bir pozisyon almaları gerektiğini ayarlayan sonsuz bir bilgi ve güç sahibi mi vardır?

4. Bölüm Isı Maddeleri Etkileri GENLEŞME VE BÜZÜLME Konusu anlatılırken bir örnek verilmektedir;

“Selim evlerinin deposunda bulunan futbol topunu almaya gittiğinde topun sönüp şeklinin değiştinin gördü. Çok şaşırdı.

Topu alıp odasına götürdü. Sobanın yanına bıraktığı topun bir süre sonra şişip eski haline döndüğünü gördü.

Topun depada kendi kendine sönüp odada ise kendi kendine şişmesini sağlayan nedir?” şeklinde bir örnek verilmekte ve soru sorulmaktadır.

Öncelikle soruda geçen kendi kendine sönüp kendi kendine şişmesi ifadeleri doğru değildir. Burada verilen örnekte hava kendi kendine değil kendisine verilen özelliğe göre, belli bir kanun ve kurala göre sönmekte ve şişmektedir. Bu kanunlarda genleşme ve büzülme kanunlarıdır.  Havanın iradesi, aklı, şuuru, bilgisi ve kuvveti yoktur. Birisi ona bu özelliği vermiştir dolayısıyla hava kendi kendine sönüp şişmez.

Konunun devamındaki genleşme ve büzülme ile ilgili anlatımda;

Maddelerin ısı alması sonucu hacimlerinin artmasına genleşme denildiği, maddelerin ısı vermesi sonucu hacimlerinin azalmasına büzülme denildiği, katı, sıvı ve gaz halindeki maddelerde genleşme ve büzülme görüldüğü anlatılmaktadır.

Kışın otomobil lastiklerinin içindeki havanın soğuğun etkisiyle büzüldüğü, böylece otomobil lastiklerinin yumuşadığı, yazın ise sıcaklığın yükselmesiyle lastiklerdeki havanın genişlediği, böylece otomobil lastiklerinin daha sert ve şişkin hale geldiği belirtilmektedir.

Havanın bir başka özelliğini daha öğrenmiş olduk. Genleşme ve büzülme.

Böylece havaya o kadar çok özellik konulduğunu görmekteyiz ve bunun nasıl gerçekleştirildiğini merak etmekteyiz.

Gerçekten hava bu kadar özelliği ile bu kadar görevi nasıl yapmaktadır ya da ona yaptırılmaktadır?

Fiziksel Olaylar konu alanı 5. Ünite Işığın Yayılması 1. Bölüm Işığın Yayılması anlatılırken;

Güneşli bir günde Güneş’in etrafındaki her yeri aydınlattığını gördüğümüz, benzer şekilde karanlık bir odada yakılan küçük bir mumun ışığının tüm odayı aydınlattığı, bu olayların bize bir ışık kaynağından çıkan ışığın her yöne doğru yayılabildiğini gösterdiği ifade edilmektedir.

Bir ışık kaynağından yayılan ışığın doğrusal olarak her yöne yayıldığı için basit ışın çizimlerinin şekildeki gibi yapabileceğimiz belirtilmektedir.

Işık düz bir çizgi üzerinde yol aldığı için ışık kaynağından çıkan bir ışık demetini istediğimiz yere yöneltmenin kolay olduğu, bir kaynaktan çıkan ışığın her bir küçük parçasının düz bir çizgi boyunca yol aldığı, bu çizgilere ışın dendiği, bir ışık kaynağından yayılan ışığın izlediği yolu göstermek için basit ışın çizimleri kullandığımız açıklanmaktadır.

Tabi ki ışığın düz bir çigi üzerinde yol aldığı yer hava yani atmosfer olmaktadır. Uzayda ise uzayı dolduran madde bir görüşe göre esir maddesi olmaktadır.

Aslında esir maddesi havayı yani atmosferi de kapsamaktadır ya da içine almaktadır ya da esir maddesinden yani atom altı parçacıklarından oluşturulmaktadır diyebiliriz.

Dolayısıyla havanın ışığı iletme ile de ilgili çok önemli bir görevi vardır.

2. Bölüm Işığın Yansıması anlatılırken;

Durgun bir su birikintisinin kenarında durup suya doğru baktığımızda, sabahları ayna karşısında saçımızı taradığımızda, bir caddedeki mağaza vitrinlerine baktığımızda kendi görüntümüzü karşımızda gördüğümüz, bunun sebebinin ışığın yansıması olduğu ifade edilmektedir.  

Işık kaynağından çıkan ışınların bir yüzeye çarptığında geldiği ortama geri dönmesine ışığın yansıması denildiği, aynada camda ya da durgun suda görüntü oluşmasının ışığın yansımasının bir sonucu olduğu belirtilmektedir.

Demek ki hava sadece ışık kaynağından çıkan ışınları değil parlak şeylerden yansıyan görüntüleri ışınları şekilleri ve renkleri de iletmektedir.  

Canlılar ve Yaşam konu alanı 6. Ünite İnsan ve Çevre 2. Bölüm İnsan ve Çevre İlişkisi Hava Kirliliği anlatılırken;

Evlerden otomobillerden fabrikalardan enerji santrallerinden çıkan gazların havayı kirlettiği ayrıca yakıt olarak kalitesiz kömür kullanılması motorlu taşıtlar düzensiz şehirleşmenin hava kirliğiliğinin sebeplerinden olduğu, hava kirliliği oluşturan zehirli gazların asit yağmurlarına sera etkisine ve ozon tabakasının incelmesine sebep olduğu, havaya karışan zararlı gazların havadaki su buharı ile birleşerek asit yağmurlarını oluşturduğu, asit yağmurlarının doğadaki canlı ve cansız varlıklara zarar verdiği açıklanmaktadır.

Atmosfere yerleştirilen ozon tabakasının güneşin zararlı ışınlarının yeryüzüne ulaşmasını engellediği, deodorant klima ve buzdolabı yapımında kullanılan gazların ozon tabakasının incelmesine sebep olduğu, böylece güneşin zararlı ışınlarının yeryüzüne ulaştığı ve canlılara zarar verdiği ifade edilmektedir.

Güneş’ten gelip Dünya’dan yansiyan güneş ışınlarının bir kısmının atmosferdeki bazı gazlar ve su buharı tarafından tutulmasına sera etkisi denildiği, hava kirliliği sonucunda bu gazların miktarının artmasının yeryüzünün gereğinden fazla ısınmasına sebep olduğu, bu durumun küresel iklim değişikliğine yol açtığı, küresel iklim değişikliğinin iklimsel özelliklerin değişmesine, buzulların erimesine, denizlerin su seviyesinin yükselmesine yol açtığı, buzulların erimeye başlamasıyla özellikle kutup bölgelerinde yaşayan canlı türlerinin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı belirtilmektedir.

Tam da burada Kur’an’ı Kerim’de geçen şu ayeti hatılamakta fayda var;

İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır. ﴾41﴿  

(Rûm Sûresi, 30/41).

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/rum-suresi-30/ayet-33/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Havaya yüklenen görevleri yapmasına engel olan yine insanların yaptığı kötü işlerdir. Atom bombasından, nükleer atıklara, zehirli gazların bol miktarda kullanımına kadar bir çok kötü davranış yine insanların kendilerinden kaynaklanmaktadır ve zararlarını da hem kendileri çekmekte hem de masum varlıklara çektirmektedirler.

ORTAOKUL VE İMAM HATİP ORTAOKUL FEN BİLİMLERİ 6. Sınıf ders kitabında;

Dünya ve Evren konu alanı 1. Ünite Güneş Sistemi ve Tutumlar 1. Bölüm Güneş Sistemi Asteroit Meteor Gök Taşı konusu anlatılırken;

Asteroitlerin parçalanması sonucu oluşan küçük parçaların bazıları Dünya yüzeyine çarpmadan atmosferde buharlaştığı, atmosfere giren gök taşlarına meteor denildiği, meteorların gökyüzünde ışık demeti oluşturdukları, görünüşü sebebiyle meteorlara halk dilinde kayan yıldız da denildiği, astreoit ve meteorların kaya parçaları olduğu, aralarındaki farkın dünya yüzeyine yakınlığı ile ilgili olduğu ifade edilmektedir.

Buradan atmosferin yani havanın gök taşlarını parçalamak ve buhalaştırmak gibi bir görevlerinin de olduğunu anlamaktayız.

Canlılar ve Yaşam Konu alanı 2. Ünite Vücudumuzdaki Sistemler 4. Bölüm Solunum Sistemi anlatılırken;

Soluk alıp vermede burun, yutak, gırtlak, soluk borusu ve akciğerlerin görevli olduğu, ayrıca akciğer altında bulunan diyafram ile kaburga kaslarının da soluk alıp vermede etkili oldukları, soluk alıp verme sırasında görevli olan bu yapı ve organların hepsi ile solunum sisteminin oluşturulduğu belirtilmektedir.

Solunum sisteminin vücudumuzdaki tüm yapılar için gerekli olan oksijeni havadan aldığını, bu yapılarda oluşan karbondioksit ve su buharını vücudumuzdan uzaklaştırdığını, solunum sistemi yardımıyla havadan alınan osijenin kan dolaşımıyla tüm yapılarımıza taşındığı, bu yapılarda oluşan karbondioksidi de vücudumuzdan atılmak için kan dolaşımıyla solunum sistemine iletildiği ifade edilmektedir.

Dolayısıyla havadaki oksijenin neredeyse vücudumuzun tamamını gezdiği söylenebilir.

Hava atomları bizlerin vücunu nasıl tanımaktadır?

Herbir organımızın ne iş yaptığını nereden bilmektedir?

Madde ve Doğası konu alanı 4. Ünite Madde ve Isı 1. Bölüm Maddenin Tanecikli Yapısı anlatılırken;

Gaz halindeki maddelerin tanecikleri arasındaki boşluğun oldukça fazla olduğu, bu nedenle gazların sıkıştırılabildiği, taneciklerin birbirinden bağımsız hareket ettikleri, titreşim öteleme ve dönme hareketi yaptıkları, bu nedenle gaz halindeki maddelerin de akışkanlık özelliğine sahip oldukları, gaz haldeki maddelerin bulundukları kabın hacmini doldurdukları, mutfakta pişen yemeğin kokusunun tüm eve yayılması da gaz haldeki maddelerin taneciklerinin hareketli olduğunu gösterdikleri belirtilmektedir.

Kokuyu taşıyan gaz halindeki aynı hava tanecikleri aynı anda sesimizi de taşımakta,

aynı anda görüntüleri de taşımakta,

aynı anda havaya gönderdiğimiz belge ve bilgilerimizi de taşımakta,

aynı anda ısıyı da taşımakta,

aynı anda ışığı da taşımakta ve daha bilmediğimiz birçok şeyi taşımaktadır.

Bu kadar görevi gaz halindeki hava taneceikleri aynı anda nasıl yapmaktadır?

Madde ve Doğası konu alanı 4. Ünite Madde ve Isı 3. Bölüm Madde ve Isı konusu işlenirken;

Buzdolabından çıkan soğuk meyve suyunun sıcaklığının bir süre sonra arttığı, içmekte olduğumuz sıcak bir sütün ise sıcaklığının bir süre sonra azaldığı, madde ısı aldığında taneciklerin daha hızlı ısı verdiğinde ise daha yavaş hareket ettiği, ısı alma ve verme durumlarında taneciklerin büyüklüğünde belirgin bir değişme olmadığı, sadece tanecikler arasındaki uzaklığın değiştiği anlatılmaktadır.

Soğuk meyve suyu ısınırken sıcak süt soğurken aynı hava ortamında bulunmaktadır.

Dolayısıyla hava soğuk ve sıcak kavramlarına göre de hareket etmektedir.

Hangisini soğutacağını, hangisini ısıtacağını nasıl bilmektedir?

Madde ve Doğası konu alanı 4. Ünite Madde ve Isı 4. Bölüm Yakıtlar konusu anlarılırken;

Yanma sonucu çevresine ısı enerjisi veren maddelere yakıt denildiği, yakıtların katı sıvı ve gaz olmak üzere üç gruba ayrıldığı, çevreye yüksek miktarda kül ve karbondioksit gazı verdiği için katı fosil yakıtların çevre kirliliğine sebep olduğu, sıvı yakıtların kalorifer sistemlerinde kara ve deniz taşıtlarında kullanıldığı katı yakıtlara göre sıvı yakıtların daha hızlı yandığı, sıvı yakıtların da katı yakıtlar gibi çevre kirliliğine sebep olduğu, doğalgaz hava gazı biyogaz metan etan gibi gazların gaz yakıtlara örnek olarak verilebileceği, doğalgazın renksiz ve kokusuz olduğu, yandığında katı atık bırakmadığı için en temiz fosil yakıt olarak kabul edildiği ifade edilmektedir.

Kullanıldıkları halde tükenmeyen enerji kaynaklarına yenilebilir enerji kaynakları denildiği, güneş rüzgar hidroelektrik jeotermal ve biyokütle enerjisi yenilenebilir enerji kaynaklarının önemli örneklerden olduğu, rüzgar türbinlerinde veya yel değirmenlerinde rüzgarın hareket enerjisinden yararlanırlarak elektrik üretildiği, rüzgar türibinlerinin sürekli rüzgar alan bölgelere kurulduğu beliritlmektedir.

Isınma amaçlı yaygın olarak kullanılan yakıtların odun kömür doğalgaz fuel-oil mazot gibi fosil yakıtlar olduğunu bu yakıtların sobada veya kaloriferde yakılarak ısı enerjisine dönüştüğü bunların yakılması sonucu atmosfere zararlı atıklar kimyasallar ve karbondioksit gibi zararlı gazlar salındığı bu gazların (sera gazların) atmosferde birikerek sera etkisine sebep olduğu, küresel ısınmanın sera etkisine neden olan gazların artması sonucu meydana geldiği açıklanmaktadır.

Burada konumuza dönecek olursak; ilgili bu yakıtların içinde yaşadığımız ortamı ve havayı ısıtmak için kullanıldığı dolayısıyla havanın ısıyı iletme ve ısınma ile ilgili görevi olduğu anlaşılmaktadır.

Ayrıca yanma olayında da yanan maddenin hal değişimi sırasında gaz haline gelme durumu dumanın havaya karışma sırasında harika bir düzen içinde gerçekleşmesini görmekteyiz.

Bunlarla birlikte insanların yanlış kullanımı neticesinde havaya zararlı gazların fazla salınması nedeniyle sera etkisi ve dolayısıyla küresel ısınma gibi bir problemle de karşılaşmaktayız.

Bunlara tedbir olarak yenilenebilir enerjilerden birisi olan rüzgar türibinlerinin artması da havanın enerji ürettiminde aktif kullanımını göstermektedir.

Dolayısıyla hava birçok görevinin yanında bir de enerji üretiminde de çalıştırılmaktadır.

Hava ısıyı nasıl iletmektedir?

Yanan bir maddeden çıkan duman ve gaz havaya nasıl mükemmel bir şekilde karışmakta ve havanın genel görevlerini olumsuz etkilememektedir ve havaya karışan o madde de aynı şekilde havanın görevlerini nasıl yapmaya başlamaktadır?

Havada rüzgar oluşturulması ve rüzgarın bir çok faydasının olması ve insanların da bu faydalardan istifadesi ile beraber hava görevini rüzgarda da nasıl mükemmel bir şekilde yapmaktadır?

Fiziksel Olaylar konu alanı 5. Ünite Ses ve Özellikleri 1. Bölüm Sesin Yayılması konusu işlenirken;

İnsanların ses tellerinin titreşmesi sonucu ses çıkardıkları çıkardıkları sesleri düzenleyerek konuşma bağırma gibi olayları gerçekleştirdikleri, hayvanların da insanlar gibi çıkardıkları sesler sayesinde birbiriyle iletişim kurdukları, titreşim sonucu oluşan seslerin durgun suya atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi her yöne yayıldığı, bağlama ve ut gibi telli çalgılarda ise telin titreşmesi sonucunda ses oluştuğu, alçaktan uçan helikopter ve uçak gibi taşıtların motor seslerinin pencerelerimizin titreşmesine sebep olduğu ifade edilmektedir.

Sesin katı ve sıvı ortamlarda yayıldığı gibi gaz ortamlarda da yayıldığı, günlük yaşam konuşmaları, televizyon veya radyo hoparlöründen çıkan sesi, sokakta oluşan gürültüyü, gök gürültüsünü, sehpanın üzerinde çalan telefon sesini, havai fişek gösterisinde çıkan sesi duyabilmeyi sesin gaz ortamda yayılmasına örnek gösterebileceğimiz belirtilmektedir.

Hava bu kadar sesi etrafa yayarken hiçbirisini karıştırmadan şaşırmadan nasıl iletmektedir?

Fiziksel Olaylar konu alanı 5. Ünite Ses ve Özellikleri 3. Bölüm Sesin Sürati Işık ve Sesin Süratlerinin Karşılaştırılması konusu işlenirken;

Yağmurlu bir akşamda önce şimşeğin çaktığını gördüğümüz sonra da gök gürültüsünü duyduğumuz, aynı şekilde yıldırum düştükten sonra gök gürültüsünün duyulduğunu bildiğimiz, şimşek veya yıldırım sayesinde oluşturulan ışığın çok süratli olduğu için anında fark edildiği fakat seslerini daha geç işittiğimiz, havai fişek atıldığında önce ışığını gördüğümüz sonra da patlama sesini duyduğumuz, verilen örneklerden ışığın süratinin sesin süratinden fazla olduğunu anlayabileceğimiz açıklanmaktadır.

Burada hem ışık hem de ses aynı hava ortamında bizlere iletilmektedir.

Dolayısıyla aynı hava hem sesi tanımakta hem de ışığı tanımaktadır.

Peki bunların süratlerini ayarlayan havanın kendisi midir?

SES BİR ENERJİDİR konusu işlenirken;

Ses enerjisinin hareket ve ısı enerjisine dönüşebildiği, kaynağından uzaklaştıkça sesin şiddetinin azaldığı, ses enerjisini aktabilmesi için taneciklerin birbirine temas etmesi gerektiği, yandaki hoparlörden çıkan sesin dalgalar halinde havada yayıldığı, ses dalgalarının hoparlörün önündeki mum alevinin titreşmesine sebep olduğu, bunun da sesin enerji olduğunu gösterdiği,

sesin bir enerji olduğunu gösteren diğer olay veya durumların; çok alçaktan uçan bir savaş uçağının oluşturduğu ses enerjisinin pencere camlarını kırabileceği, dağlarda düşük şiddetli bir ses yüzünden çığ oluşabileceği, böbrek taşının kırılmasında ses enerjisinden yararlanıldığı, mikrofonda ses enerjisinin elektrik enerjisine dönüştürüldüğü anlatılmaktadır.

Ses havada olduğuna göre havanın da birçok diğer görevi olduğuna göre bu kadar çok işi aynı anda nasıl yapmaktadır?

Fiziksel Olaylar konu alanı 5. Ünite Ses ve Özellikleri 4. Bölüm Sesin Maddeyle Etkileşimi konusu işlenirken;

Mimar Sinan’ın asırlar önce eserlerinde sesin akustik özelliğini mükemmel bir şekilde kullandığı, öyle ki Süleymaniye Camii’nin içinin bugün bile dünyadaki akustik uygulamalarının en güzel örneklerinden birisi olduğu ifade edilmektedir.

SESİN MADDEYLE KARŞILAŞMASI işlenirken;

Evimizin penceresi kapalıyken evin önünden geçen seyyar satıcının sesini duyduğumuz, seyyar satıcını çıkardığı sesin dalgalar halinde havada ilerlerken pencere camına ve duvara çarptığı, bu ses dalgalarından bir ksımının cam ve duvarı geçerek tekrar havada ilerleyerek kulağımıza geldiği, bu olaya sesin yayılması denildiği, ancak ses dalgalarının bir kısmının duvar ve cam tarafından soğurulduğu (emildiği) belirtilemektedir.

SESİN YANSIMASI işlenirken;

Ses kaynağından çıkan ses dalgalarının bir maddeye çarpıp geri dönmesi olayına sesin yansıması denildiği, boş bir odada şiddetli duyulan seslerin odada eşya olduğunda aynı şiddette duyulmadığı, bunun sebebinin boş odadaki sesin daha fazla yansıyarak oda içine geri dönmesi olduğu, oysa eşya dolu bir odada sesin farklı yönlere dağıldığı ve bazı eşyalar tarafından sesin soğurulduğu, sesin yansıma özelliğinden yararlanılarak bilim ve teknolojide gelişmeler yaşandığı, ultrason ve sonar gibi aletlerin geliştirildiği açıklanmaktadır.

Canlılar ve Yaşam konu alanı 6. Ünite Vücudumuzdaki Sistemler ve Sağlığı 2. Bölüm Duyu Organları Göz konusu işlenirken;

Çevremizdeki cisimleri görmemizi sayalayan duyu organımızın göz olduğu, oldukça hassas bir yapıya sahip olduğu, gözün iki grup yapıyla tasarlandığı, bunlardan gözü koruyan yapıların kaşlar, kirpikler, gözyaşı bezler ve göz kapağı olduğu, görme ile ilgili yapıların sert tabaka, damar tabaka ve ağ tabaka olduğu ifade edilmektedir.

Görme ile ilgili yapıların dıştan içe doğru üç tabakadan oluştuğu,

Sert tabakanın gözün en dış kısmında bulunduğu ve gözü dış etkilere karşı koruyan bir yapıda olduğu, beyaz renkli ve parlak olduğu, ön kısmında ışığı kıran kornea bulunduğu,

 Damar tabakanın sert tabakanın altında bulunduğu, kan damarlarından oluştuğu, bu damarların gözün beslenmesini sağladığı, göze rengin verilmesinde irisin kullanıldığı, irisin ortasında gelen ışığa göre büyüp küçülen göz bebeğinin bulunduğu, göz bebeğine gelen ışığı kıran yapının göz merceği olduğu,

Ağ tabakada ışığa duyarlı yapıların yanında sarı leke ve kör nokta bölgelerinin bulunduğu, sarı lekenin görme olayının gerçekleştiği bolge olduğu, sarı lekede görüntünün ters oluştuğu, beyinde doğru olarak yorumlandığı, görme sinirlerinin ağ tabakadan çıktığı noktanın kör nokta olduğu, kör noktada görüntü oluşturulmadığı belirtilmektedir. Görme olayının bir ışık kaynağından ya da bir cisimden yansıyan ışınların beyindeki görme merkezine ulaştırılması sonucunda gerçekleştirildiği, görme olayının gerçekleşme aşamalarının ise;

Işık ışınları ilk olarak saydam tabakaya geldiği, burada kırılarak saydam tabakaya ulaştırıldığı,

Göz bebeğinden gelen ışınların göz merceğinde tekrar kırıldığı ve görüntünün ağ tabakadaki sarı leke üzerinde ters olacak şekilde meydana getirildiği,

Sarı lekedeki duyu almaçlarınca algılanan ters görüntünün görme sinirleriyle beynin görme merkezine iletildiği,

Beynin görme merkezine gelen ters görüntünün düz olarak algılandığı, böylece görme olayının gerçekleştiği anlatılmaktadır.

Gözümüze kadar gelen cisimlerden yansıyan ışınları hava taşımaktadır. Havanın göze kadar getirdiği ışınlar gözden içeri girdikten sonra yukarıda anlatıldığı şekliyle görme olayı gerçekleştirilmektedir.

Işık olmasa ve cisimlerden yansıyan ışınlar hava yoluyla taşınmasaydı belki de hiçbir şey göremeyecektik.

Bu durumda göz, görme, ışık, ışın, yansıma ve havada taşınma hepsi birbiriyle ilişkilidirler.

Gözün görme fonksiyonunu yerine getirmesinde hava taneciklerinin de görevli olduğunu böylece öğrenmiş oluyoruz. Çünkü cisimlerden yansıyan ışınlar ve renkler göze hava vasıtasıyla taşınmaktadır.

Canlılar ve Yaşam konu alanı 6. Ünite Vücudumuzdaki Sistemler ve Sağlığı 2. Bölüm Duyu Organları Kulak konusu işlenirken;

Bir ses kaynağından çıkan ses dalgalarının beyindeki işitme merkezine ulaştırılması sonucu işitme olayının gerçekleştirildiği, işitme olayının gerçekleştirilme aşamalarının ise;

Çevremizdeki ses kaynaklarından oluşan ses dalgalarının kulak kepçesi tarafından toplandığı ve kulak yolu aracılığıyla kulak zarına iletildiği,

Kulak zarının gelen ses dalgalarıyla titreştiği ve bu titreşimlerin orta kulaktaki çekiç örs ve üzengi kemiklerine aktarıldığı,

Çekiç örs ve üzengi kemiklerinin titreşerek ses titreşimlerinin şiddetini artıdığı ve ses titreşimlerinin oval pencereye iletilmesini sağladığı,

Oval pencerenin gelen ses titreşimlerini salyangoza ilettiği,

Salyangoza gelen ses titreşimlerinin duyu almalarınca algılandığı ve işitme sinirlerine iletildiği,

İşitme sinirleri ile sesin benin işitme merkezine taşındığı ve sonuçta sesin algılanmış olduğu açıklanmaktadır.

Burada akla şöyle bir soru gelmektedir:

Evin salonunda otururken radyodan televizyondan ya da telefondan birşeyler dinleyebiliyoruz ve gelen sesleri duyabiliyoruz. Her seferinde bir kez duyuyoruz sonra ses kayboluyor. Ama tekrar dinlemek istediğimizde yine duyuyoruz. Yani o ses havada asılı kalıyor gibi.

O zaman havada milyarlarca ses olduğuna göre biz neden hepsini bir anda duymuyoruz? Neden sesler bizleri rahatsız etmiyor? Bu nasıl oluyor?

Aynı anda hem televizyon hem radyo hem telefondan sesler gelse duymakta ve anlamakta zorlanıyoruz. Binlerce radyo ve televizyon yayını ve milyarlaca telefon görüşmeleri yapılıyor. Ama hava tanecikleri milyarlarca sesi aynı anda duyduğu ve aynı anda ilettiği halde hiçbirini şaşırmıyor karıştırmıyor. Bu nasıl oluyor?

Canlılar ve Yaşam konu alanı 6. Ünite Vücudumuzdaki Sistemler ve Sağlığı 2. Bölüm Duyu Organları Burun konusu işlenirken;

Burunun hem koklama hem de solunum sistemi organı olduğu, burunun ön tararının kıkırdaktan arka tarafının kemikten oluşturulduğu, burun boşluğunun iki delikle dışarı arka tarfının yutağa açıldığı, burnun içindeki kılcal damarların solunan havayı ısıttığı, burun boşluğunun üst kısmında sarı bölge bulunduğu, koklama ile ilgili yapıların bu bölgede yer aldığı, koku alınabilmesi için maddelerin kokularının gaz halinde olması gerektiği,

Bir maddeden yayılan koku taneciklerinin beyindeki koku merkezine ulaştırılması sonucu koku alma olayının gerçekleştirildiği, koku alma olayının gerçekleştirilme aşamalarının ise sırasıyla;

Maddelerden yayılan koku taneciklerinin soluk alımı ile burun deliklerinden burun boşluğuna geçtiği,

Burundaki mukus sıvısı içerisinde çözünen koku taneciklerinin sarı bölgedeki koku almaçlarını uyardığı,

Oluşan uyartıların sinirlerle beynin koku alma merkezine aktarıldığı,

Beyindeki koku alma merkezinde uyartıların değerlendirildiği ve kokunun algılanmış olduğu ifade edilmektedir.

Koku Yorgunluğu kavramı açıklanırken;

Burundaki duyu hücrelerinin çabuk yorulduğu, buruna sürekli aynı koku gelirse hissedilen kokunun zamanla azalacağı veya kokunun hiç hissedilmeyeceği, buna koku yorgunluğu denildiği, bu durumda burun ancak farklı bir kokuyu aldılabileceği belirtilmektedir.

Hava tanecikleri sesleri taşırken aynı zamanda kokuları da taşımaktadır. Sesleri ayırt ederken aynı zamanda kokuları da ayırt etmektedir. Hem güzel kokuları hem de kötü kokuları aynı anda taşıyabilmektedir.

Peki hava tanecikleri ya da atomları nasıl kokuları birbirine karıştırmıyor?

Canlılar ve Yaşam konu alanı 6. Ünite Vücudumuzdaki Sistemler ve Sağlığı 2. Bölüm Duyu Organları Deri konusu işlenirken;

Vücudumuzun en büyük duyu organının deri olduğu, vücudumuzun dışını tamamen kapladığı, cismin sert, yumuşak, sıcak, soğuk olması gibi özelliklerini derimizle hissettiğimiz, derinin iki bölümde incelendiği,

Üst deride derinin renginin bu yapılarda verildiği, derinin alt bölümlerini dış etkilerden koruduğu, burada kan damarları ve sinirlerin bulunmadığı, üst kısmın cansız olduğu, dış etkenlerin etkisiyle ölü hücreler aşınıp döküldükçe alttan yerinin doldurulduğu,  

Alt deride kan damarları, ter bezleri, kıl kökleri, yağ bezleri, sinirler ve kıl kaslarının bulunduğu, en alt kısmında yağ tabakasının olduğu, bu tabakanın vücudumuzu darbelerden koruduğu, vücuttaki ısı kaybını önlediği, ter bezlerinin ise terleme ile boşaltıma yardımcı olduğu,

Alt deride bulunan duyu almaçlarının sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık, basınç gibi uyarıları algıladığı, algılanan uyarıların sinirler yardımıyla beynin ilgili bölümüne aktarıldığı ve burada değerlendirildiği, bu şekilde dokunma yani hissetme olayının gerçekleştirildiği açıklanmaktadır.

Havanın soğuk ya da sıcak olmasını derilerimize temas eden hava tanecikleri sayesinde hissederiz.

Kışın ellerimiz üşüdüğünde sobaya ya da kalorifere yaklaştırarak ısıtmaya çalışırız.

Sobadan ya da kaloriferden bize sıcaklık nasıl gelmektedir? Tabiiki hava vasıtasıyla gelmektedir.

Dolayısıyla hava ısıyı bize kadar getirmekte, derilerimizin içine kadar işlemektedir.

Hava ısıyı yani sıcağı, soğuğu, ışığı, ışını, rengi, kokuyu, sesi, görüntüyü, belgeyi, bilgiyi ve daha bilmediğimiz birçok şeyi aynı anda taşıyacak ve muhtaç olan yerlere yetiştirecek şekilde tasarlanmıştır.

Fiziksel Olaylar konu alanı 7. Ünite Elektriğin İletimi 2. Bölüm Elektriksel Direnç ve Bağlı Olduğu Faktörler Ampul de Bir Dirençtir konusu işlenirken;

Elektrik enerjisini ısı ve ışık enerjisine çeviren devre elamnının ampul olduğu, ampullerin elektrik enerjisini ışığa nasıl çevirdiğini anlamak için ampulün yapısını incelemek gerektiği,

Ampulün vidalı metal bir kısım ve cam bir balondan oluşturulduğu, bu cam balonun içinde filaman adı verilen bir tel bulunduğu, but el büyük bir dirence sahip olan tungsten (volfram) metalinden yapıldığı, ampul içindeki telin dik kesin alanının küçük boyunun uzun olması telin direncinin büyük olması için gerekli olduğu, bu filaman telin sarmak hale getirilerek ampule yerleştirildiği, telden geçen elektrik enerjisinin zorlandığı, telden geçen elektrik enerjisinin zorlandıkça kızardığı ve ışık yaydığı anlatılmaktadır.

Ampulün içerisinde hava olsaydı tungsten metalinden yapılmış filamanın hava ile etkileşime girerek yanıp kül olacağı, bu nedenle ampulün içindeki havanın boşaltılarak yerine argon gazı doldurulduğu, ampulün içine neon gazı doldurulduğunda ise lambanın renkli ışık yayacağı açıklanmaktadır.

Ampulden gelen ışık ve ısıyı bizlere hava iletmektedir. Işık renkli ise renkli iletmektedir.

Isı ve ışığı ilettiği aynı anda havadaki sesleri ve kokuyu da iletmektedir.

Bu gerçekten akıllara durgunluk veren harika bir durumdur.

Hava ve atmosfer kavramları ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’ndan On Üçüncü Söz Hüve Nüktesi

Hüve Nüktesi

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ     وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا     2

Çok aziz ve sıddık kardeşlerim,

Kardeşlerim, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 3 ve قُلْ هُوَ اللهُ 4 deki ( هُو ) “Hû” lâfzında, yalnız maddî cihette bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede, hava sahifesinin mütalâasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni binler muhal bulunduğunu müşahede ettim.

Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.

Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin, adeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.

Aynen öyle de, emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan ( هُو ) “Hû” lâfzındaki havada, küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o ( هُو ) “Hû” daki havanın, belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar


Dipnot-1

Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-2

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.

Dipnot-3

“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2.

Dipnot-4

“De ki: O Allah’tır.” İhlâs Sûresi, 112:1.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.226

âhize: alıcı
âni: birden bire
arş: taht; emir ve egemenliğin icra yeri (bk. a-r-ş)
aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
cihazat: organlar, donanım
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
emir ve irade: Allah’ın yaratılışa dair emir ve dilemeleri (bk. r-v-d)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
hadsiz: sınırsız
hasiyet: özellik
hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)
Hüve: O, Allah
iktidar: güç, kuvvet (bk. ḳ-d-r)
lâfz: ifade, kelime
maddî cihet: maddeye bakan yön
meslek-i imaniye: iman yolu (bk. e-m-n)
mevcut: var olan (bk. v-c-d)
mikyas: ölçek
muhal: imkansız
muhtelif: çeşitli
mümteni: imkansız
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
müşkilât: zorluk
mütalâa: inceleme
nâkile: iletici
nihayetsiz: sonsuz
nükte: ince ve derin mânâ
nükte-i tevhid: Allah’ın birliğine dair ince bir mânâ (bk. v-ḥ-d)
seyahat-i hayaliye-i fikriye: hayalde ve düşüncede yapılan yolculuk (bk. f-k-r; ḫ-y-l)
şirk: Allah’a ortak koşma
sıddık: çok doğru ve bağlı (bk. ṣ-d-ḳ)
suhulet: kolaylık
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğa, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
umum: bütün
unsur-u hava: hava maddesi
vücub: kesinlik, zorunluluk (bk. v-c-b)
zarif: güzel, ince
zerre: atom

mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin.

Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var.

İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar âşikâre görünüyor.

Eğer Sâni-i Zülcelâle verilse, hava bütün zerratıyla O’nun emirber neferi olur.

Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisap ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudretiyle ve bir anda, şimşek sür’atinde ve ( هُو ) “Hû” telâffuzu ve havanın temevvücü suhuletinde yapar.

Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sahife olur.

Ve zerreleri, o kalemin uçları; ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur.

Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.

İşte, ben لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ 2 deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temâşâ ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel hakikati tam vazıh ve mufassal, aynelyakîn müşahede ettim.

Ve ( هُو ) “Hû” nun lâfzında, havasında böyle parlak bir burhan ve bir lem’a-i Vâhidiyet bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve ( هُو ) “Hû” zamirinin mutlak ve müphem işareti hangi Zâta bakıyor?” işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem


Dipnot-1

“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2; Haşir Sûresi, 59:22.

Dipnot-2

“De ki: O Allah’tır.” İhlâs Sûresi, 112:1.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.227

âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
âşikâre: açıkça
aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)
bilfiil: fiilen, gerçekte (bk. f-a-l)
burhan: delil
cilve-i Ehadiyet: Allah’ın birliğinin herbir şeyde görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d)
cilve-i kudret: Allah’ın kudretinin yansıması (bk. c-l-y; ḳ-d-r)
ecza: cüzler, parçalar (bk. c-z-e)
ehl-i küfür: inkârcılar, inançsızlar, kâfirler (bk. k-f-r)
emirber nefer: emre hazır asker
hadsiz: sayısız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hareket-i fikriye: fikrî hareket, akıl yürütme (bk. f-k-r)
hüccet: delil
hüccet-i tevhid: Allah’ın birliğinin delili (bk. v-ḥ-d)
Hüve: O, Allah
imtinâ: imkansızlık
intisap: bağlanma (bk. n-s-b)
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
kalem-i kader: kader kalemi (bk. ḳ-d-r)
kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
karine-i taayyün: belirtme işareti, “O” zamirinin Allah’a işaret etmesi
küllî: kapsamlı, büyük (bk. k-l-l)
lâfz: ifade, kelime
lem’a-i Vâhidiyet: Allah’ın birliğini gösteren parıltı (bk. v-ḥ-d)
maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar
meslek: gidilen yol, usül
mücmel: özetlenmiş (bk. c-m-l)
mufassal: ayrıntılı
muhal: imkansızlık
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
müphem: belirsiz
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
müşkilât: zorluklar
mütalâa: etraflıca düşünme
mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ)
neşretmek: yaymak
nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
Sânii: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
suhulet: kolaylık
sür’at: hız
tabiiyyun: tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler (bk. ṭ-b-a)
telâffuz: söyleyiş, ifade etme
temâşâ: seyretme
temevvüc: dalgalanma
umum: bütün
vazıh: açık, âşikar
zerrat: zerreler, atomlar
zerre: atom, maddenin en küçük parçası


Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hem ehl-i zikir, makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye, ilmelyakîn ile bildim.

Evet, meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn gördüm ki, ( هُو ) “Hüve”nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, kemâl-i serbestiyetle, cezbedârâne, hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn müşahede ettim.

Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin.

Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır.

Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.

Öyle ise, bu sahife-i hava, hakkalyakin, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz, gayr-ı mütenâhi ilmi ve hikmetle çalıştırdığı


Dipnot-1

“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2.

Dipnot-2

“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.228

aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)
bâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlış
bedahet: açıklık
berk: şimşek
cezbedârâne: kendinden geçerek
ehl-i zikir: Allah’ı sürekli olarak zikredenler, ananlar
gayr-ı mütenâhi: sonsuz
hadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim-i mutlak: herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
hakkalyakin: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)
hassa: özellik
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
Hüve: O, Allah
ilmelyakin: ilmî bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n)
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
irade: isteme, dileme, tercih (bk. r-v-d)
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kemâl-i serbestiyet: tam serbestlik (bk. k-m-l)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kudsî: kutsal, kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklaması mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lisan: dil
makam-ı tevhid: tevhid makamı, kalben Allah’ın birliğinin hissedildiği hal (bk. v-ḥ-d)
medar: eksen, dayanak
mezkûr: sözü geçen
muhal: imkansız
muhtelif: çeşitli
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
müteaddit: çeşitli, birden fazla
sahife-i hava: hava sayfası
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zerrât: zerreler, atomlar
zerre: atom, en küçük madde parçası
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir Levh-i Mahv, İsbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdâniyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi; unsur-u havanın sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, ziya gibi sair letâifin naklinde şaşırmadan, muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkih gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemâl-i intizamla yetiştiriyor. 

Emir ve irade-i İlâhiyenin bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor.

Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim.

Ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hâl ile لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ve قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2 dediklerini bildim.

Ve bu ( هُو ) “Hüve” anahtarıyla havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir ( هُو ) “Hû” olarak âlem-i misal ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu.

Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor.

Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyâtın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temâşâgâhlarda ve Cennette


Dipnot-1

“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2; Haşir Sûresi, 59:22.

Dipnot-2

“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.229

acaip: şaşırtıcı ve hayret verici şey
âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)
âlem-i mânâ: mânâ âlemi, mânen anlaşılan ve bilinen âlem (bk. a-l-m; a-n-y)
âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)
âlem-i tagayyür: değişken âlem (bk. a-l-m)
asvat: sesler
aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)
câmid: cansız
câzibe: çekim gücü
cihet: yön, taraf
cilve-i vahdâniyet: Cenab-ı Allah’ın birlik görüntüsü (bk. c-l-y; v-ḥ-d)
dâfia: itme gücü
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
ehemmiyetli: önemli
emir ve irade-i İlâhiyenin arşı: Allah’ın emir ve iradesinin tahtı (bk. r-v-d; e-l-h; a-r-ş)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)
fâniyat: fâni, geçici şeyler (bk. f-n-y)
hâdisât-ı dünyeviye: dünyaya ait olaylar
hadsiz: sınırsız
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
Hüve: O, Allah
izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r)
kalem-i kudret ve kader: varlıkların ve olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
kat’î: kesin
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kitabet: yazım (bk. k-t-b)
letâif: maddi olmayan, çok ince şeyler (bk. l-ṭ-f)
levazımat: gerekli şeyler
Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı mânevî kader levhası (bk. ḥ-f-ẓ)
Levh-i Mahv, İsbat: bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren mânevî levha, yaz boz tahtası
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
mezkûr: sözü geçen
muhaliyet: imkansızlık
muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m)
mütebeddil: değişken
nakl-i asvat: seslerin nakli, iletimi
nebatat: bitkiler
nihayetsiz: sınırsız, sonsuz
sahife-i havaiye: hava sahifesi
sair: diğer
sermedî: sürekli, kalıcı
sinema-i uhreviye: âhirete ait sinema (bk. e-ḫ-r)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: işler, fiiller ve tasarruflar (bk. ş-e-n)
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
telkih: aşılama
temâşâgâh: seyir yeri
teneffüs: soluklanma, nefes alma
unsur-u hava: hava maddesi
zâil: yok olup gidici, geçici (bk. z-v-l)
zerre: atom, en küçük madde parçası
ziya: ışık


saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.

Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misâlin iki hücceti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla içlerinde bir büyük kütüphane kadar malumatın yazılması kat’î ispat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamları olan âlem-i misal, hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vech ile mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin kalem-i kader ve hikmetinin sayfası olduğu, ilmelyakîn ile kat’î bilindi.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     1


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.230

âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)
ashab: sahipler
câmid: cansız
cihet: yön, şekil
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
fekvinde: üstünde
Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
hâtırat: hâtıralar, anılar
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hususan: özellikle
ilmelyakin: kesin delile dayanarak, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde edinilen bilginin kesinliği (bk. a-l-m; y-ḳ-n)
irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)
kalem-i kader ve kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
kat’î: kesin
kemâl-i intizam: mükemmel derecede düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kuvve: duyu
kuvve-i hâfıza: hafıza duyusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ)
kuvve-i hayaliye: hayal duyusu (bk. ḫ-y-l)
Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı (bk. ḥ-f-ẓ)
muhal: imkansız
mütebaki: geri kalan kısım (bk. b-ḳ-y)
nümune: örnek
nümune-i ekber ve âzam: çok büyük örnek (bk. k-b-r; a-ẓ-m)
nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
tabiat: doğa, maddî âlem, canlı cansız bütün varlıklar (bk. ṭ-b-a)
vecih: yön
ziyade: fazla, çok


Solunum ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’ndan Otuz İkinci Söz Birinci Mevkıf

Haşiye-1

Sâni-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir.

Damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görür.

Bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medardırlar.

Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş.

Bir kısmı “küreyvât-ı hamrâ” tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi).

Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler.

Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür’atli bir vaziyet-i acibe alırlar.

Kanın heyet-i mecmuası ise, iki vazife-i umumiyesi var:

Biri bedendeki hüceyrâtın tahribatını tamir etmek, diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp bedeni temizlemektir. 

Evride ve şerâyin namında iki kısım damarlar var ki, biri sâfi kanı getirir, dağıtır, sâfi kanın mecrâlarıdır.

Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı “ree” denilen, nefesin geldiği yere getirirler. 

Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidülhumuza.

Müvellidülhumuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker.

İkisi imtizaç eder.

Buharî hâmız-ı karbon denilen, semli havaî bir maddeye inkılâb ettirir.

Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder.

Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellidülhumuza ile karbona vermiş ki, o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile o iki unsur imtizaç ederler.

Fennen sabittir ki, imtizaçtan hararet hasıl olur.

Çünkü imtizaç bir nevi ihtiraktır.

Şu sırrın hikmeti budur ki:

O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var.

İmtizaç vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder, birtek hareketle hareket eder, bir hareket muallâk kalır.

Çünkü imtizaçtan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre bir oldu; her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı.

Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunuyla hararete inkılâb eder.

Zaten “Hareket harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binaen, beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur.

İşte nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor.

Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.

Fesübhâne men tehayyere fî sun’ihi’l-ukul!

http://www.erisale.com/#content.tr.1.807

âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)
alâka: bağlantı
âsab: vücuttaki sinirler
beden-i insan: insan bedeni
câmid: cansız
cazibe: çekim
çendan: gerçi
cevelân: dolaşma, akma
dafia: itme
dâvâ: iddia
ekalliyet: azınlık
emsal: benzerler (bk. m-s̱-l)
erzak: rızıklar; yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)
evride: toplardamarlar
ezcümle: örneğin
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hassâse: hissetme duygusu
heyet-i mecmua: genel yapı, bütün (bk. c-m-a)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüceyrât: hücrecikler
hüceyrât-ı bedeniye: beden hücreleri
hüceyre: hücre
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
istihdam: çalıştırma
kanun-u İlâhî: Allah’ın koyduğu kanun (bk. ḳ-n-n; e-l-h)
keyfiyet: nitelik, özellik, esas
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
küreyvat: kürecikler, hücreler
küreyvât-ı beyzâ: akyuvarlar
küreyvât-ı hamrâ: alyuvarlar
kuvve: duyu
lisan: dil
masnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)
medar: dayanak, vesile
menzil: mekân, yer (bk. n-z-l)
müdafaa: savunma
müddeî: iddia sahibi
muharrike: harekete geçiren duygu, refleks
mukabele: karşılık verme
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musavvire: şekil veren duyu (bk. ṣ-v-r)
müvellide: doğurgan
nâfiz: derinlere işleyen; etkili
nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)
şâmil: kapsamlı
Sâni-i Hakîm: herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)
şerâyin: atardamarlar
tabiat: canlı cansız bütün varlıklar, doğa (bk. ṭ-b-a)
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tard etmek: kovmak
tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)
teşkil: şekillendirme, bir araya getirme
zerre: atom, en küçük madde parçası

KAYNAKLAR

İlkokul Fen Bilimleri 3 Ders Kitabı, Koncay DEMİRAY ve Özkan KÖKER, MEB Devlet Kitapları, 2021.

İlkokul Fen Bilimleri 4 Ders Kitabı, Dr. Ercan YAMAN ve diğerleri, MEB Devlet Kitapları, 2021.

Fen Bilimleri 5. Sınıf Ders Kitabı, Seval AKTER Hatice Betül ARSLAN Meltem ŞİMŞEK, MEB Devlet Kitapları, 2021

Fen Bilimler 6. sınıf Ders Kitabı, Dr. Semra DEMİRÇALI ve Birsen ALKAN, MEB Devlet Kitapları, 2021.                            

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/rum-suresi-30/ayet-33/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

http://www.erisale.com/#content.tr.1.226

http://www.erisale.com/#content.tr.1.807

ŞÜKÜR EĞİTİMİ

İnsanın yaratılışının gayesi Allah’a ibadet etmektir. İbadetin özünde de şükür yer almaktadır. Şükür yaratılışın en önemli neticelerindendir, meyvelerindendir.

O zaman şükür nedir? Biz insanlar şükürden ne anlamalıyız? En önemlisi insanları yetiştirirken, eğitim-öğretim yaparken şükrü nasıl öğretmeliyiz ve insanlarımıza şükür eğitimini nasıl vermeliyiz?

Şükrün kelime anlamı Türk Dil Kurumu sözlüğünde; “Tanrı’ya duyulan minneti dile getirme” ve “Mutlu bir olay veya durumdan, yapılan bir iyilikten duyulan hoşnutluğu bildirme” şeklinde tarif edilmektedir.

Abdullah Yeğin’e ait Osmanlıca-Türkçe Yeni Lûgatı’nda ise; “Allah’ın (C.C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah’a teşekkür” şeklinde açıklanmaktadır.

Nursi, Mektubat isimli eserinin Yirmi Sekizinci Mektubunda Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele/Şükür Risalesi’nde şükrü şöyle tarif etmektedir:

Hâlık-ı Rahmân‘ın, ibâdından (kullarından)istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip (yalanlama) ve inkâr suretinde gösterip, ‘Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?’(Rahmân Sûresi, 55:13 vd.) fermanıyla, Sûre-i Rahmân’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet, Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat (yaratılışın sonucu) gösteriyor. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek (sonuç verecek) bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor (yöneliyor). Güya şu şecere-i hilkatin (yaratılış ağacının) en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.”

Nursi aynı risalenin devamında:

“Şimdi, görüyoruz ki, her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envaıyla (türleriyle), mânen ve maddeten, halen ve kalen (sözle) şükürle kaimdir (var olur, ayakta kalır), şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir (bir çeşit yaratılıştan gelen şükürdür). Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî (şuursuz olarak, bilinçsiz şekilde) bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.” demektedir.

Nursi aynı risalede şükrün ölçüsünü de vermektedir:

“Şükrün mikyâsı (ölçüsü)kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı (terazisi)hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.”

Tüm bunlardan hareketle şükrün insanlara öğretilmesi gereken hatta eğitiminin yapılması gereken bir konu olduğu sonucuna varmaktayız. Bu durumda “şükür eğitimi nasıl olmalıdır?” Sorusu akla gelmektedir.

Şükür eğitiminin ana hatlarını belirlerken Nursi’nin bizlere verdiği şükür ile ilgili ölçülerden faydalanabiliriz. Örneğin yukarıdaki bu ölçülerde geçen şükrü gösteren; kanaat, iktisat, rıza, memnuniyet, şükürsüzlüğü gösteren; hırs, israf, hürmetsizlik, haram-helal demeyip rast geleni yemek kavramları ele alınabilir.

Şükrü gösteren kavramlar:

Kanaat: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre; “Elindekinden hoşnut olma durumu, kanıklık, yeter bulma, yetinme, fazlasını istememe, doyum” şeklinde açıklanmaktadır. Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ta; “Açgözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helal ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak” şeklinde ifade edilmektedir.

İktisat: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde; “Ekonomi, Tutum” olarak geçmektedir. Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ta; “Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak” şeklinde açıklanmaktadır.

Rıza: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde; “Razı olma, isteme, istek” şeklinde geçmektedir. Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ta; “Memnunluk, hoşluk, razı olmak. İstek, arzu. Kendi isteği” olarak ifade edilmektedir.

Memnuniyet: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde; “Memnun olma, sevinç duyma, sevinme” olarak açıklanmaktadır. Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ta; “Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet” şeklinde geçmektedir.

Şükürsüzlüğü gösteren kavramlar:

Hırs: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde; “Sonu gelmeyen istek, aşırı tutku. Öfke, kızgınlık” şeklinde; Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ta; “Aç gözlülük. Tamahkârlık. Kızgınlık. Şiddetli istek, arzu. Azgınlık” şeklinde ifade edilmektedir.

İsraf: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde; “Gereksiz yere para, zaman, emek vb.ni harcama, savurganlık” biçiminde açıklanırken; Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ta; “Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlak etmek ve harcamak. En lüzumlu asli vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak” şeklinde açıklanmaktadır.

Hürmetsizlik: Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde; “Saygısızlık” olarak geçmektedir. Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ta hürmetsizlik kavramı doğrudan geçmemektedir. Ancak hürmet kavramına bakılarak bunların zıtları düşünülebilir. Hürmet kavramı “Riayet. İhtiram. Haysiyet. Şeref.” şeklinde ifade edilmektedir.

Haram-helal demeyip rast geleni yemek: Bunun anlamı gayet açıktır. Allah’ın bir şeyi kendisi hakkında yasaklayıp yasaklamadığını araştırmadan, soruşturmadan, bunun kendisi için haram mı, helal mi olduğu konusunda hassasiyet göstermeden rast gele, serbestçe el uzatmasıdır.

Burada Nursi’nin Mektubat isimli eserinden Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam, Birinci Remiz’den yukarıdaki kavramlara açıklık getiren bazı sözlerini aktararak konuyu bağlayalım:

“Ey insan-ı müştekî! (şikayet eden insan) Sen mâdum kalmadın (yok olmadın, hiçliğe mahkum olmadın), vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid (cansız)kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkezâ… Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği mahz-ı nimet (nimetin ta kendisi)olan vücut mertebelerine mukabil (karşılık olarak) şükretmeyerek, imkânât ve ademiyat nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Hakk’tan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet (nimete karşı nankörlük)ediyorsun?

“Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: ‘Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?’ diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın—ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.

“Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan! Kat’iyen (kesinlikle) bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır (teşekkür etmedir); hırs, hasâretli (zarara uğratan, kaybettiren) bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır (saygı göstermedir). İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır (hafife almadır). Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, “Yâ Sabûr” de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî (şikayet) etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır.”

Son olarak şükür eğitiminde en önemli hususlardan birisi olan rızık ve buna bağlı olarak yapılan yemek duasının da çok önemli bir yeri olduğunu vurgulayalım, bu duanın da şükür eğitiminde mutlaka ezberlettirilmesi gereken bir dua olduğunun altını çizelim ve yazımızı şükürle noktalayalım:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden (donatan, besleyen) Sultanımız!

“Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını (kaynaklarını) göster. Ve bizi makarr-ı saltanatınacelbet (saltanatının merkezine, başkentine çek, alıp götür). Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval (son bulma, yok olma) ve teb’îd (uzaklaştırma, kovma) ile tazib etme (azaplandırma, eziyet verme). Sana müştak (iştiyaklı, aşık, düşkün) ve müteşekkir (şükreden, teşekkür eden) şu muti raiyetini (itaatkar, emre uyan halkı, vatandaşları) başı boş bırakıp i’dam etme (yok etme).

“YÂ RAB! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadarbizi emanette emin kıl. Ruhumuzu cesedimize, kalbimizi nefsimize, aklımızı midemize, hâkim eyle.Lezzeti şükür için isteyen kullarından eyle.

“YÂ RAB! Resul-u Ekrem AleyhissalatüVesselamın bereketi hürmetine bize ihsan ettiğin maddi vemanevi rızkımıza bereket ihsan et!

“Âmîn, âmîn, âmîn!..”

Said Bal

KAYNAKLAR:

https://sozluk.gov.tr/

YEĞİN, Abdullah, 1983, İstanbul, Osmanlıca-Türkçe İslami-İlmi-Edebi-Felsefi Yeni Lûgat, Hizmet Vakfı

http://www.erisale.com/#content.tr.2.506

http://www.erisale.com/#content.tr.2.507

http://www.erisale.com/#content.tr.2.508

http://www.erisale.com/#content.tr.2.403

Mana-yı Harfi Eksenli Öğretmen Kılavuz ya da Rehber Kitaplar Hazırlanması

Mana-yı Harfi Eksenli Öğretmen Kılavuz ya da Rehber Kitaplar Hazırlanması

Program değişikliği ile beraber öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz, velilerimiz ve diğer ilgili kişiler, ders kitaplarının yanında öğrenci çalışma kitabı ve öğretmen kılavuz kitaplarının ismini duydu. Gerçekten de büyük yenilikler getiren ders öğretim programlarının nasıl işlenmesi gerektiğini anlatan program kitaplarının yanında hazırlanan ders kitaplarının ve öğrenci çalışma kitaplarının nasıl kullanılacağını anlatan öğretmen kılavuz kitapları büyük işe yaradı. Ancak gerçekte varılmak istenen nokta nedir? Daha açık ifadeyle ders öğretim programları, bunlara dayalı hazırlanan ders kitapları, öğrenci çalışma kitapları ve öğretmen kılavuz kitapları ne oranda bizim duygu ve düşünce dünyamıza hitap etmektedir. Bugün bunlardan sadece öğretmen kılavuz kitapları ile ilgili bazı duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.

Öncelikle bütün bilimler ve bu bilimlere dayalı hazırlanan ve okullarda okutulan derslerin hikmet ve hakikat eksenli olması gerektiğini, mana-yı harfi ile konuları ele alması gerektiğini düşünmekteyim. Bundan neyi kastediyorum: Halen televizyonlarda izlediğimiz belgesellerden tutun, bilimsel çalışmalara, üniversitelerde okutulan derslerden; lise, ortaokul, ilkokul hatta okulöncesi düzeydeki derslere kadar materyalist bir anlayışla yani her şeyin tesadüfen veya sebepler yoluyla ortaya çıktığı veya tabiat tarafından ortaya çıkarıldığı gibi hiçbir bilimsel yanı olmayan düşünceler çerçevesinde bilgiler, fikirler ve teoriler verilmektedir. Bunun yerine, her şeyin arka planında varlığını hissettiren, gizli bir güç tarafında kontrol edilen bu kainatın ve bizlerin aslında ne olduğumuz ve niçin burada yer aldığımızı araştırıp ortaya koyan hikmet ve hakikati arayan yani bütün bu olayların ve varlıkların arka planındaki o her şeyi kontrol eden ve dizayn eden sonsuz ilim, sonsuz güç, sonsuz irade, vb. isim ve sıfatlarla da anabileceğimiz yaratıcının varlığını ve birliğini ve özelliklerini arayıp bulmaya çalışan bir bilim dili geliştirilmelidir. Ve derslerimizin öğretim programları ve bunlara bağlı ders kitapları, öğrenci çalışma kitapları ve öğretmen kılavuz kitapları; bu bilim diline uygun yani mana-yı harfiye uygun yani bilimlerin ve konularının kendisini değil, bilimsel kanun ve kuralları ortaya koyan ve yaratan yaratıcıyı anlatan bir dil kullanarak hazırlanmalıdır.

İlkokul ve ortaokul düzeyinde birçok dersin öğretmen kılavuz kitapları mevcut olmakla birlikte özellikle lise seviyesinde öğretmen kılavuz ya da rehber kitaplara pek rastlanmamaktadır. Bu çerçevede bu alanda büyük bir ihtiyaç göze çarpmaktadır. Buna göre özellikle lise seviyesinde olmak üzere ortaokul ve ilkokul dahil yukarıda da değinildiği gibi mana-yı harfi ekseninde öğretmen kılavuz veya rehber kitaplarının ivedilikle ilgili branşlarda hazırlanmasına girişilmelidir.

Öğretmen kılavuz ya da rehber kitaplarından beklentiler;

Mevcut öğretim programları ve ders kitaplarına göre mana-yı harfi bakışıyla ders işleme yöntemleri üzerine örnek olabilecek somut çalışmalar ortaya konulmasını sağlamalıdır. Bu çerçevede örnek ders işlenişi, kazanımlara dönük etkinlikler, proje, ödev vb. çalışmalar ile ölçme ve değerlendirme alanlarında mana-yı harfi ile nasıl çalışmalar ortaya konulabileceği örnekleriyle gösterilmeye çalışılmalıdır.

Eğitim-öğretim hizmetlerinin daha nitelikli hale getirilmesi, gerçek insan olma yolunda nasıl bir eğitim-öğretim yapılması gerektiği ve bu çerçevede mana-yı harfi nazarıyla nasıl farklı çalışmalar ortaya konulabileceğine değinilerek farklı çalışmaların paylaşılması sağlanmalıdır.

Buna göre ülkemizin değişik bölgelerinde, belki de kuş uçmaz kervan geçmez köşelerinde kendi gayretleriyle bir şeyler yapmaya çabalayan kabiliyetlerin çalışmaları ile akademik olarak veya bir heyet halinde ciddi çalışmalar yapan ancak bunu geniş kitlelere duyuramayanlara bir kapı açarak bu deneyimlerini paylaşmaları ve bunların internet vasıtasıyla da geniş kitlelere ulaştırmaları sağlanmalıdır.

İnsanlığa barış, huzur, kardeşlik getirecek yeni bir medeniyetin tesisinde ve insanların gerçek manada insan olabilmesi için eğitim-öğretim faaliyetlerine düşen vazifede özellikle mana-yı harfi nazarıyla eğitim-öğretim programlarının nasıl olması gerektiği üzerinde bilimsel, akademik çalışmalarla katkıda bulunmaları beklenmektedir.

Buna göre eğitim-öğretim programlarının gözden geçirilmesi ile eksik kalan yerlerin tamamlanması ya da yanlış anlaşılan hususların tadil edilmesi – düzeltilmesi, tüm alanlar ve branşlar bazında olması gerekenler üzerine kafa yorularak somut öneriler geliştirilmesi beklenmektedir.

Meyve Risalesinin Altıncı Mes’elesinde de geçtiği gibi Allah’tan bahsetmeyen yani mana-yı harfi ile ders işlemeyen öğretmenlere karşı ders materyallerinin ve bilimlerin-derslerin kendi dilleriyle mana-yı harfi ile ders işlenmesinin yolunu açmak konusunda katkıda bulunmaları sağlanmalıdır.

Buna göre ders kitabı olsun, kaynak kitap olsun, etkinlik örnekleri veya kitabı olsun, konularla ilgili videolar olsun, deney örnekleri, proje ödevleri, ölçme ve değerlendirme çalışmaları, akıllı tahta uygulamaları vb. olsun mana-yı harfi ile nasıl geliştirilebileceği üzerine somut örnekler verilmesi beklenmektedir.

Yapılacak çalışmalarda Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında geçen ve solunumu, kanın temizlenmesini vd. hususları anlatan haşiye mana-yı harfi ile etkinlik, ders işlenişi, ders kitabı vb. hazırlanmasına örnek olabilir.

Burada hem doğrudan Allah’ın isimleri verilirken aralarda da normal dersleri işlerken kullandığımız dil de yer almaktadır:

{(Haşiye): Sâni’-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar.

Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi).

Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür’atli bir vaziyet-i acibe alırlar.

Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi var: Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.

Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki; biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı; enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı “Ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni’-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder.

Çünki Sâni’-i Hakîm, fenn-i Kimya’da aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler.

Fennen sabittir ki; imtizacdan hararet hasıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni’-i Hakîm’in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zâten “Hareket, harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. }

âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)
alâka: bağlantı
âsab: vücuttaki sinirler
beden-i insan: insan bedeni
câmid: cansız
cazibe: çekim
çendan: gerçi
cevelân: dolaşma, akma
dafia: itme
dâvâ: iddia
ekalliyet: azınlık
emsal: benzerler (bk. m-s̱-l)
erzak: rızıklar; yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)
evride: toplardamarlar
ezcümle: örneğin
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hassâse: hissetme duygusu
heyet-i mecmua: genel yapı, bütün (bk. c-m-a)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüceyrât: hücrecikler
hüceyrât-ı bedeniye: beden hücreleri
hüceyre: hücre
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
istihdam: çalıştırma
kanun-u İlâhî: Allah’ın koyduğu kanun (bk. ḳ-n-n; e-l-h)
keyfiyet: nitelik, özellik, esas
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
küreyvat: kürecikler, hücreler
küreyvât-ı beyzâ: akyuvarlar
küreyvât-ı hamrâ: alyuvarlar
kuvve: duyu
lisan: dil
masnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)
medar: dayanak, vesile
menzil: mekân, yer (bk. n-z-l)
müdafaa: savunma
müddeî: iddia sahibi
muharrike: harekete geçiren duygu, refleks
mukabele: karşılık verme
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musavvire: şekil veren duyu (bk. ṣ-v-r)
müvellide: doğurgan
nâfiz: derinlere işleyen; etkili
nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)
şâmil: kapsamlı
Sâni-i Hakîm: herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)
şerâyin: atardamarlar
tabiat: canlı cansız bütün varlıklar, doğa (bk. ṭ-b-a)
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tard etmek: kovmak
tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)
teşkil: şekillendirme, bir araya getirme
zerre: atom, en küçük madde parçası

http://www.erisale.com/#content.tr.1.807

Yapılacak çalışmalarda doğrudan Allah’ın isim ve sıfatları kullanılabileceği gibi (yukarıdaki haşiye örneğinde olduğu gibi) aynı çalışmada bire bir Allah’ın isim ve sıfatlarını doğrudan vermeden mana-yı harfi ile yani edilgen bir dil kullanılarak aynı çalışma farklı şekillendirilebilir.

Örneğin; hali hazırda bir ders kitabı ya da öğretim programında geçmesi mümkün olan “Yerçekimi adı verilen tabiat kanunu …” cümlesi,“tabiata konulan kanunlardan birisi olan ve insanların kolay anlaması için adına yerçekimi kanunu dediğimiz kanun …” şeklinde değiştirildiğinde kendi kendine değil birisi tarafından konulduğu manasını gösterdiğinden akla kapı açılmış ama irade elden alınmamış olacaktır.

Bu iki yolla hazırlanan materyaller paylaşıldığında herkes kendine en uygun olanı alıp kullanabilir.

Ortaokul, Lise ve Üniversitelerde okutulan her bir alan için aşağıda yer alan birer rehber hazırlanabilir.

Ortaokullar için;

  • Fen Bilimleri Rehberi (Fizik, Kimya, Biyoloji, Coğrafya, Matematik vb.)
  • Sosyal Bilimler Rehberi (Tarih, Coğrafya, Din, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji vb.)
  • Dil Bilimleri Rehberi (Türkçe, Arapça, İngilizce, vb.)
  • Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Rehberi (Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet, Siyer, Hadis, Fıkıh, Ahlak vb.)
  • Teknoloji ve Tasarım Rehberi
  • Görsel Sanatlar Rehberi
  • Müzik Rehberi
  • Beden Eğitimi Rehberi

Lise ve Üniversiteler için;

  • Tıp Rehberi
  • Hukuk Rehberi
  • Mühendislik Rehberi
  • Edebiyat Rehberi
  • İlahiyat Rehberi
  • Sanat Rehberi
  • Fizik Rehberi
  • Kimya Rehberi
  • Biyoloji Rehberi
  • Matematik Rehberi
  • Coğrafya Rehberi
  • Tarih Rehberi
  • Felsefe Rehberi
  • Sosyoloji Rehberi
  • Psikoloji Rehberi gibi …

Halen okullarda kullanılan öğretmen kılavuz kitaplarından da yararlanılarak Mana-yı Harfi Nazarı/Bakışıyla her bir ders için öğretim programının nasıl okunması gerektiği, kazanımların nasıl kazandırılacağı, etkinliklerin nasıl yapılması gerektiği, ölçme ve değerlendirmenin nasıl yapılacağı gibi hususların açıklandığı kaynak kılavuz rehber kitapları şeklinde de hazırlanabilir.

Burada yapılması gereken yukarıdaki örnekten yola çıkarak ilgili her branşta uygun her bir konuyu günümüz ders dili ile ancak mana-yı harfi ekseninde ele alarak vermeye çalışmaktır.

Said Bal

ALTINCI MESELE PERSPEKTİFİNDEN LİSE DERSLERİNE BAKIŞ

Meyve Risalesinin Altıncı Meselesi Lise öğrencilerinin Bediüzzaman Said Nursi’den ders talepleri üzerine kaleme alınır. Lise öğrencilerinin talebi şu şekildedir: “Bize Hâlıkımızı (Yaratıcımızı) tanıttır; muallimlerimiz (öğretmenlerimiz) Allah’tan bahsetmiyorlar.”

Nursi’de bu talep üzerine şu dersi verir: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla (kendi özel diliyle) mütemadiyen (sürekli) Allah’tan bahsedip Hâlıkı (Yaratıcıyı) tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.”

Nursi bu sözlerden sonra tıp, makine, gıda, askeriye, elektrik, felsefe, dil bilimlerinden örnekler verir ve “İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan (fenlerden) her bir fen, geniş mikyasıyla (ölçüleriyle) ve hususi âyinesiyle (özel yansıtmalarıyla) ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla (bakışıyla) bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla (isimleriyle) bildirir, sıfâtını (özelliklerini), kemâlâtını (mükemmelliğini) tanıttırır.” şeklinde lise öğrencilerine ders verir.

Burada Nursi’nin yüzlerce fen dalının Yaratıcıyı tanıttığı yönündeki beyanlarından hareketle özellikle lise öğrencilerine yönelik olarak lise müfredatından ortak dersler temel alınarak Altıncı Meselede verdiği örneklerin ışığında kısa bazı değerlendirmeler yapılmaya çalışılacaktır.

Dil ve Anlatım Dersi:

İnsanoğlunun en önemli özelliklerinden birisi de farklı dilleri konuşarak birbirleriyle iletişim kurması ve anlaşıyor olmasıdır. Bu özellik insanda Yaratıcının Kelam sıfatının yansımasıdır. Evet dil olmasaydı insanlar birbiriyle nasıl iletişim kuracak ve anlaşacaktı? Eğitim-öğretim nasıl olacaktı? Bilim ve teknolojideki bu kadar gelişme olacak mıydı? Hayır. Çünkü bilimi, sanatı, iletişimi, gelişmeyi sağlayan insanların duygu ve düşüncelerini birbirine silsile yoluyla aktarmasıdır. Bunu da sağlayan dil ve anlatım özelliğidir. Öyleyse bu dil ve anlatımı bilen ve bu özelliği insana veren birisi olmalıdır. O da Mütekellim olan yani konuşma sıfatına, Kelam sıfatına sahip olan Allah’tır. Bu durumda okullarda okutulan Dil ve Anlatım Dersi aslında aynı zamanda bizlere Halîkımızı, Yaratıcımızı, Allah’ımızı da anlatmaktadır.

Bu derste öğretmenlerimiz bizlere Mütekellim olan Yaratıcımızın Kelam-konuşma sıfatını anlatmıyorlarsa bizler de bu dersin içeriğinden, esas ve kurallarından yani dil biliminin kendisine has diliyle Yaratıcımızı bulabiliriz. Zaten Yaratıcımız biz insanoğluyla değişik zamanlarda semavi suhuf (sayfalar) ve kitaplar; Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an-ı Kerim ile de konuşmuştur.

Türk Edebiyatı Dersi:

Olay, düşünce, duygu ve hayallerin dil aracılığıyla sözlü veya yazılı olarak biçimlendirilmesi sanatı olarak tanımlanan edebiyat da insanlarda olan bir özelliktir. Çünkü siz herhangi bir hayvanın edebiyat yaptığını gördünüz mü? Öyleyse insanları diğer varlıklardan farklı kılan yanlardan birisi de söz söylediği ya da yazı yazdığı zaman estetik, sanatsal söz söyleyebilmesi ve yazı yazabilmesidir. Bu durumda insana bu özelliğin verilebilmesi edebiyatın ve belagatın bilinmesini gerektirir. Yani insanı yaratan Yaratıcı sözün güzel söylenme yol ve yöntemlerini de biliyor olması gerekir. Edebiyatın bir alanı da belagattır. Yani muktezayı hale, yaşanan ya da betimlenen duruma en uygun, güzel söz söyleme sanatıdır. Belagat denilince de akla hemen Kur’an-ı Kerim gelmektedir. Çünkü Kur’an’ın indiği dönemde Araplarda belagat ileri seviyelerdeydi. Bu durumda onlara karşı en büyük mucize okuma yazma bilmeyen ümmi bir Peygamberle (S.A.S.) kimsenin karşı koyamayacağı ve cevap veremeyeceği belagatlı söz söylemekle olurdu ve bu da Kur’an mucizesiyle gerçekleşti. İşte Kur’an’dan bazı ayetler:

Tekvir Suresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Güneş, dürüldüğü zaman, ﴾1﴿

Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman, ﴾2﴿

Dağlar, yürütüldüğü zaman, ﴾3﴿

Gebe develer salıverildiği zaman. ﴾4﴿

Yaban hayatı yaşayan (irili ufaklı) tüm canlılar toplandığı zaman, ﴾5﴿

Denizler kaynatıldığı zaman, ﴾6﴿

Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman. ﴾7﴿

Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman, ﴾8-9﴿

Amel defterleri açıldığı zaman, ﴾10﴿

Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman, ﴾11﴿

Cehennem alevlendirildiği zaman, ﴾12﴿

Cennet yaklaştırıldığı zaman, ﴾13﴿

Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir. ﴾14﴿

Andolsun, bir görünüp bir sinenlere, akıp gidip kaybolanlara, ﴾15-16﴿

Andolsun, yöneldiği zaman geceye, ﴾17﴿

Andolsun, aydınlandığı zaman sabaha ki, ﴾18﴿

O (Kur’an), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi katında itibarlı, orada (meleklerce) itaat edilen, güvenilir bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür. ﴾19-21﴿

(Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir. ﴾22﴿

Andolsun o, Cebrâil’i apaçık ufukta gördü. ﴾23﴿

O, gayb hakkında cimri değildir. ﴾24﴿

Kur’an, kovulmuş şeytanın sözü değildir. ﴾25﴿

(Hal böyle iken) nereye gidiyorsunuz? ﴾26﴿

O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür. ﴾27-28﴿

Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. ﴾29﴿

Kaynak: 

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/abese-suresi-80/ayet-34/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Gâşiye Suresi

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar. 8﴿

Yaptıklarından dolayı hoşnutturlar. 9﴿

Yüksek bir cennettedirler. 10﴿

Orada hiçbir boş söz işitmezler. 11﴿

Orada akan bir kaynak vardır. 12﴿

Orada yüksek tahtlar, konulmuş kadehler, sıra sıra yastıklar, serilmiş gösterişli yaygılar vardır. 13-16﴿

Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! 17﴿

Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir! 18﴿

Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! 19﴿

Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır! 20﴿

Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. 21﴿

Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin. 22﴿

Ancak, kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır. 23-24﴿

Şüphesiz onların dönüşü ancak bizedir. 25﴿

Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir. 26﴿

Kaynak: 

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/gasiye-suresi-88/ayet-1/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Edebiyat öğretmenlerimiz bize Yaratıcımızdan ve onun edebi, belagatlı konuşmalarından örnekler vermiyorlarsa ve O’ndan bahsetmiyorlarsa okuduğumuz Edebiyat derslerinin kendisine has dilleriyle de Sanî yani Sanatkâr olan Yaratıcımızı bulabiliriz. Onun aynı zamanda edebi, belagatlı eseri olan Kur’an’ı okuyarak edebiyat diliyle de onunla konuşabiliriz.

Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi:

İnsanlığın dünyadaki ilk varlığından beri dinler hep olmuştur. İlk insan olan Adem (A.S.) babamız, ilk peygamberdir. Zamanla insanlar bozulmuşlar uydurma birtakım ilahlar ve putlara tapmaya başlamışlardır. Allah da insanların doğru yola gelmesi için sürekli peygamberler ve dinler göndermiştir. Şu anda dünya üzerinde semavi olarak gönderilen dinlerden üç büyük dine inanan insanlar vardır. Bu dinler Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlıktır. Bunların dışındaki dünya insanlarının taptıkları dinler semavi din olmayıp insanların kendi uydurdukları dinler ya da semavi olup zamanla tamamen değiştirilmiş dinlerdir. Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinde de ciddi anlamda değişikliler ve bozulmalar olmuştur. Bu yüzden tüm insanlığa gönderilen en son semavi din İslam yani Müslümanlık; tevhit yani Allah’ın varlığı ve birliği; haşir yani öldükten sonra dirilme, hesap verme cennet veya cehenneme gitme; nübüvvet yani insanlığa gönderilen peygamberler, gönderilme gayeleri ve vazifeleri gibi konularda en sağlam ve yeni bilgileri bizlere vermektedir. Bununla birlikte insan tabiatında inanma duygusu hep olagelmiştir. Kendisini ateist yani dinsiz olarak tanımlayanlarda bile bir inanma duygusundan bahsedilmektedir.

Bu yüzden öğretmenlerimiz Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde bize Allah’tan hakkıyla bahsetmeseler bile bu dinlerin özünde ve içimizdeki inanma duygusuyla bir Yaratıcıya inanma yer aldığından bizleri bu dünyaya gönderen ve bizlerden gerçek insan olmamızı isteyen Yaratıcımızı ve özelliklerini bu dinler ya da inanma duygusu sayesinde de öğrenebiliriz.

Ayrıca insan fıtratına yani tabiatına konulan bir duygu da ahlak duygusudur. Gerçekten de insan ahlak, vicdan gibi duygularla gerçek insan olabilir. Yoksa ahlaksız, vicdansız olan ve bu gibi duyguları olmayan ya da bu tür duyguları körelen insanlar insanlıktan çıkmakta hatta hayvan bile olamamaktadırlar. Dolayısıyla insana ahlak gibi insani duyguları koyan Yaratıcı insandan gerçek insan olmasını beklemektedir. Bu durumda bizler de gerçek insan olmaya gayret etmemiz gerekmektedir. Bu duyguların bir Yaratıcı olmadan kendi kendisine bizim içimizde yer alması mümkün değildir. Bir Yaratıcının iradesi ve kastıyla içimize konulduğu anlaşılmaktadır.

Bundan dolayı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde bize Yaratıcımızdan ve O’nun özelliklerinden gerektiği gibi bahsetmeseler de bizler ahlak duygusuyla ve vicdanımızın sesiyle de O’nu bulabiliriz.

Tarih Dersi:

Tarih bilimi insanlığın dünyada ortaya çıkmasından sonra şimdiye kadar geçen süreçte olup biten tüm olayları yorumsuz ya da yorumlayarak anlatan bir bilim dalıdır. İnsanlık tarihinde sürekli bir gelişme ve ilerleme ile birlikte çok değişik yıkımlar ve ölümler de yaşanmıştır ve yaşanmaktadır ve kıyamete kadar da yaşanmaya devam edecektir. Zaten Kur’an-ı Kerimde de bu yıkım ve ölümlerle birlikte, teknolojik ilerleme ve gelişmelere de değinmektedir. Hz. Nuh (A.S.)’ın gemi yapması ve kavminin suda boğulması, şehirler içinde benzeri kurulmamış olan sütunlarla dolu İrem şehri, vadide kayaları oyan Hz. Salih (A.S.)’ın kavmi Semûd; kazıklar, piramitler sahibi Firavun ve buna benzer kavimlerin durumları ve başlarına gelenler, Hz. Davut (A.S.) ve Hz. Süleyman (A.S.)’ın muhteşem saltanatları gibi gelişmeler hep bizlerin gözleri önüne serilmektedir ve bizlere şöyle hitap edilmektedir:

(Âl-i İmrân Suresi), 137. Ayet
Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.

(En’âm Suresi), 11. Ayet
De ki: “Yeryüzünde gezin dolaşın da (Peygamberleri) yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir görün.”

(İbrâhîm Suresi), 9. Ayet

Sizden önceki Nûh, Âd, ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin –ki onları Allah’tan başkası bilmez- haberi size gelmedi mi? Onlara peygamberleri mucizeler getirdiler de onlar (öfkeden parmaklarını ısırmak için) ellerini ağızlarına götürüp, “Biz sizinle gönderileni inkar ediyoruz. Bizi çağırdığınız şeyden de derin bir şüphe içindeyiz” dediler.

(Neml Suresi), 69. Ayet
De ki: “Yeryüzünde dolaşın da suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.”

(Rûm Suresi), 42. Ayet
De ki: “Yeryüzünde dolaşın da önceki milletlerin sonlarının nasıl olduğuna bakın.” Onların çoğu Allah’a ortak koşan kimselerdi.

Bu ve buna benzer ayetler aslında bize tarihi öğrenmemizi emrediyor. Çünkü bizden öncekilerin akıbetlerini öğreneceğiz ki biz de aynı hatalara düşmeyelim ve onların güzel özelliklerini biz de devam ettirelim. Dolayısıyla tarihi olayların gelişi güzel olaylar olmadığı, hepsinde ibretlik durumlar olduğu, olayların gelişmesinde bir hikmet ve gayenin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda tarihin rasgele, tesadüfen olduğunu iddia edemeyiz. Şuurlu ve bilinçli gelişmeler olduğu, bunda hem insanın cüzi iradesi yani tercih etme özelliği, hem de Yaratıcının külli iradesi yani Yaratıcının da insanın tercihlerine, hikmet ve kadere göre dilemesi ve yaratmasının söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Tarihi olayların tesadüfen olması, sebeplerin yapması, kendi kendine olması ya da tabiatın yapması mümkün değildir. O halde tarih dersleri de bizlere Yaratıcının varlığını ve birliğini anlatmaktadır. Birliğini diyoruz çünkü birden fazla Yaratıcı olsaydı şimdiye kadar dünya veya kâinat diye bir şey olmazdı her şey karmakarışık olur, yıkılıp giderdi.

Bu nedenle eğer tarih öğretmenlerimiz bize Allah’tan, Yaratıcıdan bahsetmiyorlarsa onları değil tarih dersini, tarih biliminin kendine has olan dilini dinleyelim ve onun anlatımıyla da Hâlıkımızı, Yaratıcımızı tanıyalım.

T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük Dersi:

İnsanın içine yerleştirilen en önemli duygulardan birisi de bağımsızlık, özgürlük duygusudur. Bu insanlarda böyle olduğu gibi, milletlerde ve toplumlarda da böyledir. Aynı gayeyi paylaşan, aynı amaç etrafında toplanan insanlar kendilerine has bir bağımsızlık ve özgürlük de talep etmekte ve bunun uğrunda gerekirse savaşlar bile vermektedir. İşte Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı sonrası düştüğü durumdan kurtulma gayretleri sırasında sömürgeci devletler Anadolu’yu dört bir yandan işgal etmeye başlamış ve bu işgallere karşı da Anadolu’da Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut vb. tüm unsurlar canla başla bir kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi vermiştir. Sonunda düşman yenilmiş ve yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersinde de yaşanan bu kurtuluş mücadelesi ve sonrasında kurulan devletin temel özellikleri anlatılmaktadır.

İnsanların farklı milletler, kabileler, aşiretler, topluluklar halinde yaratılması bir kavga ya da savaş sebebi değil tam tersine bir tanışma, kaynaşma ve kardeşlik vesilesi olması gerekir. Nitekim bu Kur’an-ı Kerimde şöyle geçmektedir:

(Hucurât Suresi), 13. Ayet
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.

Bağımsızlık ve özgürlük duygusunun insanın içerisinde kendi kendisine oluşması ya da sebeplere dayalı ortaya çıkması ya da şuursuz tabiat tarafından yapılması mümkün değildir. Bu duyguyu bizim içimize elbette bizi yaratan Yaratıcı yerleştirmiştir. İnsan fıtratına yerleştirilen bağımsızlık ve özgürlük duygusu ile yukarıdaki ayette geçen birbiriyle tanışma ve yarışma bir kavgaya dönüşmeden Yaratıcının istediği yönde kullanılması gerekir. Bu durumda her devlet kendi bağımsızlık ve özgürlüğü ile nasıl devlet olduğunu anlatırken bu bakış açısını da gözden kaçırmamalıdır. Buna göre aslında biz insanların dünyada niçin var olduğumuz gerçeğine odaklanmamız ve dünyada kardeşçe yaşama yollarını araştırmamız gerekmektedir. Bunu bizden isteyen de Yüce Yaratıcımızdır. Kendi vatandaşlarımıza bu kardeşçe yaşama yollarını anlatırken aynı zamanda diğer devletlere ve milletlere de örnek olmalı, onları da bu yüce gayeye sevk etmeye çalışmalıyız.

Ayrıca insan sosyal bir varlıktır. Tek başına kendi kendine yaşayamaz. Topluluk halinde yaşamaya muhtaçtır. Bu yüzden de topluluklar devletler kurarak varlıklarını sürdürmeye devam ederler. Devletler kurarken insan fıtratına uygun, kanun ve kuralların da belirlenmesi, huzurlu ve mutlu yaşama adına önemlidir. İnsandaki bu özelliklere bakıldığında bunların tesadüfen olmadığı bir Yaratıcı tarafından bu özelliklerin bilinçli bir şekilde insanın içine yerleştirildiği, bu özellikler kullanılarak dünyanın imar edildiği, toplum hayatının, devlet hayatının geliştiği görülmektedir.

Bu durumda T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük Dersinde de öğretmenlerimiz bize Yaratıcımızı, O’nun bizden ne istediğini anlatması gerekmektedir. Şayet öğretmenlerimiz bize bu derste Yaratıcımızdan bahsetmiyorlarsa biz de bu dersin kendisine has diliyle Yaratıcımızı tanımaya çalışmalıyız.

Coğrafya Dersi:

Hepimiz bir coğrafyada yaşıyoruz. Coğrafya; içinde yaşadığımız dünyayı, dünyayla bağlantılı güneş ve sistemini, yeryüzündeki şekilleri, dağları, ovaları, denizleri, ırmakları, atmosferi ve benzeri varlıkları incelemektedir. Saydığımız ve sayamadığımız tüm bu varlıkların her birisi kendisine has diliyle kendilerini yaratan Yaratıcıyı anlatmaktadır. Düşünün;

Güneş binlerce yıldır yandırılmasa dünyadan bahsedilebilir miydi? Güneş kendi kendine mi yanıyor?

Güneş kendi etrafında döndürülmeseydi etrafındaki gezegenler ve dünya güneşe nasıl itaat ettirilecekti? Güneş kendi kendine mi dönüyor ve gezegenleri kendisi mi manevi bir iple kendisine bağlamış?

Dünya belli bir açıda durdurulmasaydı mevsimler nasıl olacaktı? Mevsimler kendi kendine mi ortaya çıktı? Dünya kendi etrafında ve güneşin etrafında döndürülmeseydi günleri ve yılları nasıl sayacaktık?

Dağlar yeryüzüne kazık olarak çakılmasaydı, akıcı magma tabakası üzerinde nasıl sabit kalacaktık? Dağların içerisine madenler yerleştirilmeseydi ve sular depolanmasaydı ne yapacaktık?

Ovalar dümdüz ekime ve dikime hazır hale getirilmeseydi ve toprak mahsul alacak kıvamda yaratılmasaydı nasıl ekip biçecek ve nasıl ürün alıp karnımızı doyuracaktık?

Küre şeklinde olan dünyamızda akıcı olan su, nehirler, deniz ve okyanuslar nasıl uzaya dökülmeden dünya üzerinde duruyor? “Yerçekimi nedeniyle” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki yerçekimi kanununu kim koymuş? Bu kanun kendi kendine mi ortaya çıktı?

Nefes alabilmemize uygun hale getirilmiş atmosfer yani hava nasıl bu hale getirildi ki belli bir mesafeden sonra nefes alamıyoruz? Ya tesadüfen hava tabakası yırtılsa ve oksijenimiz uzaya dağılsa halimiz nice olur? Bu mümkün müdür? Hayır, kendimiz bir hata yapmazsak ve Yaratıcı ayrı bir tasarrufta bulunmazsa, kıyamete kadar pek mümkün görünmüyor?

İşte yukarıda da gördüğümüz gibi tüm bu varlıkların bir sahibi ve yaratıcısı olduğu ve başıboş olmadığı, rasgele ve tesadüfen hareket etmedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Coğrafya dersinde de öğretmenlerimizin bize bu varlıkların ve bizim Yaratıcımızdan bahsetmesi gerekmektedir.

Şayet Coğrafya Öğretmenlerimiz bize bu dersin gereği Yaratıcımızdan bahsetmezlerse bizler de Coğrafya biliminin kendi diliyle Yaratıcımızı tanımaya çalışmalıyız.

Matematik Dersi:

Her şeyde bir matematik, yani hesap ve formül var. Kainatın yaratılması bir hesap-kitap işi ve bir ölçüye göre olmakta, bir denge gözetilmektedir. Zaten bu durum Kur’an-ı Kerimde de şu şekilde geçmektedir:

(En’âm Suresi), 96. Ayet
O, karanlığı yarıp sabahı çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da ince birer hesap ölçüsü kıldı. Bütün bunlar mutlak güç sahibinin, hakkıyla bilenin takdiridir (ölçüp biçmesidir).

(Ra’d Suresi), 8. Ayet
Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin artırdığı şeyi ve eksilttiği şeyi bilir. Her şey onun katında bir ölçü iledir.

(Hicr Suresi), 19. Ayet
Yeri de yaydık, ona sabit dağlar yerleştirdik ve orada ölçülü (bir biçimde) her şeyi bitirdik.

(Hicr Suresi), 21. Ayet
Hiçbir şey yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.

(Furkân Suresi), 2. Ayet
O, göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratmış ve yarattığı O şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.

(İnfitâr Suresi), 6. Ayet
Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?

(A’lâ Suresi), 3. Ayet
O, (her şeyi) ölçüyle yapıp yönlendirendir.

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere kainatta matematiksel bir düzen, hesap-kitap işi vardır. Hiçbir şey tesadüfen, kendi kendine olmamaktadır. Tüm bu varlıkları şuursuz, görmeyen ve işitmeyen tabiatın da yapması mümkün değildir. O halde sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir yaratıcı tarafından belli ölçü ve formüllerle matematiksel hesaplarla yaratıldığı ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda Matematik Öğretmenlerimizin kâinattaki bu matematiksel hesabı ve yaratıcının sonsuz matematiksel ilmini bizlere anlatması gerekmektedir. Şayet Matematik Öğretmenlerimiz bize her şeyin miktarını, ölçüsünü takdir eden Yaratıcıdan bahsetmiyorlarsa bizler de Matematiğin kendine has olan diliyle Yaratıcımızı tanımaya çalışmalıyız.

Geometri Dersi:

Etrafımıza baktığımızda her şeyin geometrik bir şekilde yaratıldığını görürüz. Geometride de bir formül, hesap ve ölçü vardır. Bu dersi de bizlere Matematik Öğretmenleri anlatır. Yukarıda matematik dersi için değindiğimiz hususlar burada da geçerlidir. Farklı olarak şekiller üzerine bazı hususlar dile getirilebilir. Örneğin:

(Âl-i İmrân Suresi), 6. Ayet
O, sizi rahimlerde, dilediği gibi şekillendirendir. Ondan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

(A’râf Suresi), 11. Ayet
Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” dedik. İblisten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı.

(Hicr Suresi), 26. Ayet
Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık.

(Mü’min Suresi), 64. Ayet
Allah, yeryüzünü sizin için karar kılma yeri, göğü de binâ yapan; size şekil verip de şekillerinizi güzel kılan ve sizi temiz şeylerle rızıklandırandır. İşte Rabbiniz Allah! Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!

(Haşr Suresi), 24. Ayet
O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

(Tegâbün Suresi), 3. Ayet
Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş yalnız O’nadır.

(Abese Suresi), 17-19. Ayetler
Kahrolası (inkârcı) insan! Ne nankördür o!

Allah onu hangi şeyden yarattı?

Az bir sudan (meniden). Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi.

(İnfitâr Suresi), 6. Ayet
Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?

(A’lâ Suresi), 2. Ayet
O, yaratıp şekillendiren, âhenk veren ve düzene koyandır.

Görüldüğü üzere varlıların şekillerini belirleyen, takdir eden Yaratıcıdır. Şekillerin de temelinde geometri yatmaktadır. Bir şekil varsa aynı zamanda bir şekillendiren bulunması gerekir. Bu durumda herhangi bir şekil, geometrik biçim kendi kendine olamayacağına, kör kuvvet, serseri tesadüf, akılsız tabiat bu şekilleri bu kadar ahenkli ve şuurlu yapamayacağına göre Geometri Dersi öğretmenlerimizin bizlere bu şekilleri yapanı da anlatması gerekir. Eğer öğretmenlerimiz şekilleri çizen ve takdir edeni anlatmıyorlarsa, bizler de geometri biliminin kendisine has diliyle takdir eden ve şekillendiren Yaratıcının özelliklerini Geometri dersinin diliyle kendimiz bulmaya çalışmalıyız.

Fizik Dersi:

Çevremizdeki hareketi, maddeyi, kuvveti, enerjiyi, ısıyı, ışığı vb. konuları inceleyen fizik bilimi de bizlere Yaratıcımızı tanıtmaktadır. Sayılan bu ve diğer konuların ahenkli, ölçülü bir şekilde yaratılan kâinatta başıboş olması düşünülemez. Çünkü kontrol altında tutulmayan bir kuvvet ve hareket kargaşa ve karışıklığa sebep olur. Yine birbiriyle uyumlu yaratılmayan maddeler hiçbir işe yaramaz.

Enerjinin ne işe yaradığı bilinmeden doğru yerde depolanamaz ve doğru zamanda ortaya çıkarılamaz. Isı ve ışık canlıların yaratılması ve hayatlarının devamı için olmazsa olmaz olarak var edilmiştir. Bunların gerekliliğini bilmeyen, cansız ve şuursuz tabiatın saydığımız şeyleri yarattığını iddia etmek çok gülünç duruma düşmek demektir. O zaman tüm bu şuurlu işleri yapan bir Yaratıcı bulunması zaruridir.

İşte Fizik Öğretmenlerimiz bizlere fiziği anlatırken aynı zamanda fiziği yaratan Yaratıcıyı da anlatması gerekir. Şayet anlatmıyorlarsa bizler onları değil, fiziğin kendi dilini dinleyerek Yaratıcımızı bulabiliriz.

Kimya Dersi:

Varlıkların temeli en küçük yapı birimi olan atomların yaratılmasına dayanmaktadır. Atomların bir araya getirilmesiyle de elementler ve unsurlar ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan bazılarına canlılık özelliği de katılmış ve hücreler yaratılmıştır.

Bu kadar kimyevi maddenin birbiriyle uyumlu olması elbette maharetli ve usta bir kimyageri göstermektedir. Çünkü bunların bir araya gelmesi tesadüfen olamaz. Örneğin yanıcı ve yakıcı gazlar olan hidrojen ve oksijenin bir araya gelerek yangınları ve içimizin yangınını söndüren bir su haline getirilmesi kimin aklına gelebilir. Varlıkların içinde kendini en akıllı zanneden insanın bile aklına gelmez. O zaman bu kadar ilginç ve enteresan varlıkları bu türlü kimyevi karışımlarla yaratmak elbette eşi ve benzeri olmayan bir Yaratıcıya mahsustur.

Bu durumda Kimya Öğretmenlerimiz bizlere kimya formüllerini ezberletirken aynı zamanda onların Yaratıcısını da anlatması gerekir. Şayet anlatmıyorlarsa her bir kimyevi maddeden hatta her bir atomdan Allah’a giden bir yolu biz kendimiz de bulabiliriz. Yeter ki aklımızı kullanalım.

Biyoloji Dersi:

Yeryüzünde ne kadar canlı yaşıyordur? Peki şimdiye kadar ne kadar ne kadar canlı gelmiş ve geçmiştir, gelecekte ne kadar canlı gelecektir? Bütün bu sorulara cevap verebiliyor muyuz? Hayır. Ancak şunu iyi biliyoruz ki kâinatta mükemmel bir düzen vardır. Dört yüz binden fazla türü bir arada ahenk ve uyum içerisinde idare etmek sonsuz bir ilim ve kudreti gerektirmektedir. Çünkü bir varlığı yok saysak hemen onun karşısındaki varlıklar çoğalıyor ve yeryüzünü istila etmeye çalışıyor ve dengeyi bozuyor – çekirge istilası gibi.

O zaman her birinin şekli ayrı, yiyeceği ayrı, silahı ayrı, elbisesi ayrı, yaratılma şekli ayrı, üreme şekli ayrı, ölüm şekli ayrı bu kadar canlıyı hiç birisini unutmayarak, şaşırmayarak, tam zamanında yerine getirilmesi, dengede tutması elbette bir Yaratıcıyı göstermektedir. Her birinde ayrı bir hikmet ve amacın gözetildiğini göstermektedir.

Bütün bu varlıkların hiçbir şeyi görmeyen kör tesadüfle böyle olması, hiçbir şeyi duymayan sağır sebeplerin bütün bu canlıların sesini duyması, hiçbir şeyden anlamayan ve farkında olmayan şuursuz tabiatın bütün bu canlıları yaratması mümkün değildir.

Bu durumda her şeyi gören, her şeyi duyan ve ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının bütün bu canlıları yarattığını söylemek durumundayız. Aksi halde kendimizi akıllı saysak bile aklımızın hakkını vermemiş oluruz. Biyoloji Öğretmenlerimizin de bu hakikatleri bizlere anlatması gerekir. Eğer anlatmazlarsa biz onları değil biyoloji biliminin kendisini dinlemeliyiz.

Sağlık Bilgisi Dersi:

Allah’ın bir ismi de Şafidir yani şifa, sağlık verendir. Hayatın başına gelen her şey güzeldir. Belalar, musibetler, hastalıklar görünüşte çirkin gibi olsalar da arka planında birçok hikmet ve güzelliği saklamaktadırlar. Bu da her şeyi bilen ve idare eden bir Yaratıcının takdiriyle olmaktadır. Tesadüfen olan hiçbir şey yoktur. Ancak insanların da kötü tercihlerini de hesaba katmamız gerekir. Örneğin ateşin birçok faydası vardır ve ateşin yaratılması güzeldir. Fakat insan kendisini ısıtan, yemeğini pişiren ateşe elini soksa ateşi kendisine düşman eder. Bu durumda ateşe elini bilerek sokan o insan ateş kötüdür diyemez.

İşte Sağlık Bilgisi Dersinde de insanın varlığı, canı, cesedi, bedeni uzuvlarının ne kadar kıymetli olduğunu hastalıklar sayesinde öğreniyoruz. Diyemeyiz ki hastalık kötüdür. Hastalık bizlere varlığımızın kıymetini hatırlatmakta, vücudumuzun çelikten yapılmadığını, her an dağılabilir etten ve kemikten yaratıldığını ve bu vücudu bize vereni unutmamamız gerektiğini bizlere anlatmaktadır.

O halde Sağlık Bilgisi Dersi Öğretmenlerimiz de bizlere bu hakikatlerle birlikte sağlığımızı bize veren Yaratıcımızı da bizlere anlatması gerekir. Şayet anlatmıyorlarsa bu derslerdeki hakikatlerle O’nu tanımaya kendimiz çalışmalıyız.

Felsefe Dersi:

Felsefe eşyanın hakikatini arayan bir bilim dalıdır hatta bilimlerin anasıdır. Yalnız felsefe, semavi ve bozulmamış din ile ittifak ettiği zaman hakikati bulması oldukça kolaylaşırken tek başına, sadece akılla meseleleri çözmeye kalkışınca yolunu şaşırmakta ve insanlığı da uçurumların kenarına götürmektedir.

Bu arada Yaratıcımız Kur’an-ı Kerimde sürekli aklımızı kullanmamızı ve düşünmemizi bizlere emretmektedir:

(En’âm Suresi), 151. Ayet
(Ey Muhammed!) De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.”

(Hûd Suresi), 51. Ayet
“Ey kavmim! Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni yaratana âittir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

(Yûsuf Suresi), 109. Ayet
Biz senden önce de, memleketler halkından ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Yeryüzünde dolaşıp da, kendilerinden önce gelenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Elbette ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?

(Ra’d Suresi), 4. Ayet
Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler; bir kökten çıkan çok gövdeli ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır ki hepsi aynı su ile sulanır. Ama biz ürünleri konusunda bir kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.

(Nahl Suresi), 12. Ayet
O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.

(Nahl Suresi), 67. Ayet
Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki, hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için bir ibret vardır.

(Enbiyâ Suresi), 10. Ayet
Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

(Enbiyâ Suresi), 67. Ayet
“Yazıklar olsun, size de; Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

(Mü’minûn Suresi), 80. Ayet
O, diriltendir, öldürendir. Gece ile gündüzün birbirini takib etmesi de O’na aittir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?

(Kasas Suresi), 60. Ayet
(Dünyalık olarak) size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?

(Ankebût Suresi), 35. Ayet
Andolsun biz, aklını kullanacak bir kavm için o memleketten ibret alınacak apaçık bir delil bıraktık.

(Rûm Suresi), 24. Ayet
Korku ve ümit kaynağı olarak şimşeği size göstermesi, gökten yağmur indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesi, onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için elbette ibretler vardır.

(Câsiye Suresi), 5. Ayet
Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.

İşte bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere varlık, eşya ve hadiseleri, olayları anlamak akla bağlıdır. Felsefe de aklı çalıştırmayla ilgilenmektedir. Aklı biz kendimiz yapmadığımıza göre, tesadüfen, kendi kendine olamayacağına göre, sebepler ya da tabiat yapamayacağına göre aklı yaratan bir Yaratıcının olması zaruridir. Bu durumda Felsefe Öğretmenlerimiz bizlere aklı ve aklı kullanmayı anlatırken aklın Yaratıcısını da anlatması gerekmektedir. Yoksa biz kendimiz aklımızı kullanarak aklı yaratan Yaratıcıyı bulmaya çalışmalıyız.

Yabancı Dil Dersi:

Yukarıda, T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük Dersinde geçen ayeti burada da tekrar etmek gerekir:

(Hucurât Suresi), 13. Ayet
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.

İnsanların farklı kabile ve boylar halinde yaratılması onların birbirlerini tanımaları, iletişim kurmaları, kendi kültürlerini yaşamaları içindir. Yoksa birbirleriyle kavga etmeleri için değildir. Bu farklı yaratış haliyle bazı farklılıkları da beraberinde getirmektedir. Bunlardan birisi de dil farklılığıdır. Her milletin ana dili farklıdır. Bu durumda farklı millet ve kabile ve aşiretteki insanlar birbirleriyle nasıl tanışacak ve iletişim kuracaktır? İşte burada eğitim sistemi içerisinde yer alan Yabancı Dil Dersi devreye girmektedir. Dil ve Anlatım Dersinde de bahsedildiği gibi konuşma özelliği insanda Yaratıcının Kelam sıfatının yansımasıdır. Evet dil olmasaydı insanlar birbiriyle nasıl iletişim kuracak ve anlaşacaktı?

Farklı toplumları tanıma adına dillerini öğrenmek ve iletişim kurmak bizlere Yaratıcımız tarafından verilmiş bir özelliktir. Bu durumda Yabancı Dil Dersi Öğretmenlerimiz bizlere bu dilleri öğretirken bu hakikatleri de anlatması ve bizlere Yaratıcımızdan bahsetmesi gerekmektedir. Şayet bahsetmiyorlarsa bizler bu farklılığın hikmetine bakarak ve dil bilimi çerçevesinde Yaratıcımızı tanımalıyız.

Resim / Görsel Sanatlar Dersi:

(Mülk Suresi), 1-4. Ayetler

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Hükümranlık elinde olan Allah, yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.

O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.

O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?

Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.

Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah kâinatı ve varlıkları estetik bir şekilde sanatlı yaratmıştır. Tesadüfen kâinatın ve varlıkların güzel olması diye bir şey söz konusu değildir. Malumdur bir şeyin sanat eseri olabilmesi için onun irade sahibi birisinin elinden kasıtlı olarak güzel yapılmış olması gerektiği söylenir. Tabiata baktığımızda da bir kasıt eseri görünmektedir. Çünkü bir güzelleştirme kastı hemen göze çarpmaktadır. Bütün bebeklere, çiçeklere, kelebeklere, dağa, denize, manzaraya, uzaya, atoma, hücreye, her nereye bakarsanız bakın bir estetik ve güzel yaratma kastını göreceksiniz. Bu da kâinattaki varlıkları sanat eserleri olarak yaratan bir Sanatkârı bizlere göstermektedir.

İşte Görsel Sanatlar/Resim Öğretmenlerimiz de bizlere bu sanat eserlerinin arkasındaki Sanatkârı anlatmaları gerekir. Şayet anlatmıyorlarsa bizler de sanat eserinden Sanatkâra giden yolu görsel sanatların, resmin diliyle kendimiz bulmaya çalışmalıyız.

Müzik Dersi:

Sanat dalları içinde müzik fonetik yani ses sanatları kategorisinde yer alır. Yani ses ile yapılan bir sanattır. Ses aynı zamanda fizik biliminin de konusuna girmektedir. Ancak burada gelişi güzel ses değil estetik bir şekilde sanatla bir araya getirilmiş bir sesten bahsediyoruz. Kâinata baktığımızda varlıkların değişik sesler çıkardığını işitiyoruz. Bunlardan bize güzel geleni de var güzel gelmeyeni de. Bu da bizim estetik anlayışımızla sınırlıdır.

Örneğin kuşların çıkardığı sesler, deniz kenarında denizin sahile vururken çıkardığı sesler, rüzgârın aheste aheste eserken çıkardığı seslerin yaprak seslerine karışması, insanlardan bazılarının duygu dolu sesleri ve daha birçok ses bizde değişik duygular uyandırmaktadır. Demek ki Yaratıcı Sanatkâr seslerle bize kendisini tanıttırmaktadır. Çünkü seslerin böyle kendi kendine ortaya çıkması mümkün değildir.

Düşünün bir kere dünyada yaklaşık yedi milyara yakın insan var fakat hiç birisinin sesi diğerine benzemiyor hatta tanıdığınız kişiyi telefonda görmeden hemen sesinden çıkarabiliyorsunuz. Bütün bunları yapmak için herkesi tanımak ve her sesi bilmek gerekmektedir. Bütün bunların ve estetik, sanatlı müzik seslerinin kendi kendisine olması mümkün değildir. Demek ki bütün sesleri bilen ve hangi sesin hangisiyle uyumlu ve estetik olduğunun farkında olan bir Sanatkârın yaratmasıdır sesler.

O zaman Müzik Dersi Öğretmenlerimizin sesleri ve müziği bizlere anlatırken ve müzik icra ederken aynı zamanda seslerin ve müziğin yaratıcısı Büyük Sanatkârı da bizlere anlatmaları gerekir. Eğer anlatmıyorlarsa bizler müzik sanatının kendi diliyle Sanatkârı tanımaya çalışmalıyız.

Beden Eğitimi Dersi:

İnsan bedenini incelediğinizde birbiriyle ne kadar uyumlu yaratıldığını göreceksiniz. Ancak burada bazı engelleri olan kardeşlerimizi istisna tutmak gerekir. Çünkü onların o engellerinin de yaratılmasının birçok hikmeti vardır. Hangi engele sahipse bu kardeşlerimiz aslında bizlere mesaj vermektedir ve demektedirler ki uzuvlarınızın kıymetini bilin. Çünkü biz bu uzuvlarımızı ve bedenimizi yolda bulmuş değiliz, herhangi bir AVM’den ya da marketten almış da değiliz. Değersiz olduğu için çöpe atılmışta biz bulmuş da değiliz. Bu beden bizlere emanet olarak verilmiştir. O yüzden kıymetini iyi bilmek ve bize emanet edilen bedenimize iyi bakmak zorundayız. İnancımıza göre engelleri olan kardeşlerimize ahirette birçok makam verileceği gibi birçok hataları da affedilecek ve engelleri olan uzuvlarının binlerce katından fazla bir özellik onlara cennette verilecek inşallah, ancak imanlı olmak, sabretmek, isyan etmemek ve emirleri yerine getirmek şartıyla.

Beden Eğitimi Dersinde vücudumuzu tanırken ve onu koruma ve sağlıklı olmasına gayret gösterirken aynı zamanda bizi toprak yapmayan, taş yapmayan, bitki ve hayvan yapmayan ve bizi insan olarak yaratan bize bu vücudu ve organlarımızı veren Yaratıcımıza teşekkür etmeli ve onun izni ve emri dairesinde kullanmalıyız.

İşte Beden Eğitimi Öğretmenlerimiz de bizlere vücudumuzu ve sağlığımızı anlatırken aynı zamanda bu vücudu bize veren Yaratıcımızı da anlatmaları gerekir. Anlatmıyorlarsa bizler beden diliyle bedeni vereni tanımaya gayret etmeliyiz.

Trafik ve İlk Yardım Dersi:

Trafik nasıl ortaya çıkmıştır? Elbette ki ulaşım araçlarının çoğalmasıyla birlikte. Peki trafik nedir? Ulaşım araçları ile yayaların uymaları gereken kurallardır. Her şey bir kurala bağlıdır. Şayet trafikteki kuralları kaldırırsanız her şey birbirine girer. İstanbul gibi büyük şehirlerin trafiğini bir düşünün kuralsız olduğu zaman nasıl bir hal alır. Trafik sadece karada değil, havada ve denizde de vardır, hava trafiği, deniz trafiği şeklinde. Bu trafiklerde de kendisine has kurallar vardır. Kuralsız bir trafikten bahsedemeyiz.

Aynen bunun gibi uzayda da bir trafik vardır. …

KAYNAK:

http://risaleakademi.org/altinci-mesele-perspektifinden-lise-derslerine-bakis–ps-139

ÖĞRENCİ MERKEZLİ EĞİTİMDE İYİ BİR ETKİNLİK VE DERS İŞLENİŞİ NASIL OLMALIDIR?

ÖĞRENCİ MERKEZLİ EĞİTİMDE İYİ BİR ETKİNLİK VE DERS İŞLENİŞİ NASIL OLMALIDIR?

PDF olarak indir

 

ÖĞRENCİ MERKEZLİ EĞİTİMDE İYİ BİR ETKİNLİK VE DERS İŞLENİŞİ NASIL OLMALIDIR?

İrfan KURTUL

Eğitim ve öğretimde son yılların en önemli kavramlarından olan öğrenci merkezli eğitim, aktif öğrenme, çoklu zekâ teorisi, proje temelli eğitim gibi modern eğitim öğretim yöntemleri hakkında bundan on yıl öncesi ile karşılaştırıldığında daha fazla duyum ve bilgilere sahip bulunmaktayız. Özellikle son yıllarda bu kavramların konuşulmadığı okulun kalmadığını tahmin ediyoruz.

Ülkemizin farklı okullarında gerçekleşen eğitimde iyi örnekler gerçekten ülkemiz adına umut verici gelişmelerdendir. Bilinmelidir ki geleceğin dünyasına yön verecek bireylerin sahip olması gereken bu beceriler, çoğunlukla öğretmenin kürsüden dakikalarca konuştuğu ve öğrencilerden tekrarlamalarını istediği veya kulaktan dolma bir biçimde sınıfında sistemsizce uygulamaya çalıştığı bazı öğretim yöntemleri ile geliştirilemez.

Okullarda yıllardır uygulanan kuralları ve bol miktarda veriyi ezberlemeye dayalı eğitim sistemine teknoloji toplumunda daha az ihtiyaç duyulacaktır. Teknoloji ve bilim toplumunda zekânın değişik biçimleri “problem çözme yeteneği, derinlemesine düşünme, etkili kişiler arası ilişkiler ve yaşam boyu aktif öğrenme” giderek daha önemli hale gelecektir.[1]

Öğretimde uygulanacak metot ve teknikler, muhteva ve araç-gereçlerle bütünlük içinde bulunmaktadır. Zira metotla ilişkili olarak belirli oranda muhteva ve araç-gereçlere de temas etme mecburiyeti, aslında öğretim sürecinin girift yapısından kaynaklanmaktadır. Bu yapı içerisinde öğretim metodunun sahip olduğu özellikler, bilhassa sürecin verimliliğini ve etkinliğini sağlaması açısından önem arz etmektedir.

Buradan hareketle, sorulabilecek “İyi bir metot nasıl olmalıdır?” sorusunu cevaplandırmadan önce dersin öğretimi esnasında çocuğa ne verileceğinin, çocuğun hangi yönlerine hitap edileceğinin tespit edilmesi şartı vardır. Öncelikle konuyla ilgili olarak çocuğa, zihin haritası oluşturma imkânı verebilmelidir.

Bunun temini için ise öğretim süreci;

  1. Çocuğa bilgi sunabilmelidir,
  2. Çocuğu düşünmeye sevk edebilmelidir,
  3. Çocukta his-heyecan uyandırabilmelidir,
  4. Çocuğun hayal etmesini sağlamalıdır,
  5. Çocuğun hafızasını güçlendirebilmelidir,
  6. Çocuğa bir hedef verebilmelidir,
  7. Çocuğu harekete sevk ettirebilmelidir.

Bir metodun yukarıda sayılanları tek başına gerçekleştirmesi mümkün olmayabilir. O takdirde metot seçiminde bir çeşitliliğe gitmek gerekir. Fakat bu noktada birbirine geçişin kolay olduğu ve en fazla faydayı temin eden metotların birlikte uygulanmak üzere seçilmesi, öğretimde karmaşıklığın önlemesi açısından fayda sağlayacaktır.

Örneğin; bir derste içerisinde anlatım-drama-grup çalışması veya anlatım-soru-cevap-belge incelemesi veya edebi metin-okuma-tartışma-yazılı çalışma veya alan gezisi-sözlü tarih çalışması gibi 2–3 metot ve etkinlik uygulanabilir.2

Öğretim etkinliklerinin hazırlanması

Öğrenci merkezli eğitimde öncelikle öğretim yöntemlerinin belirlenmesi gerekir. Sonraki aşamada ise öğretmenler öğretim etkinliklerini hazırlayarak derslerine hazırlanırlar. Öğretmenler öğretimin verimliliğini artırma amacı ile hazırladıkları ve seçtikleri öğretim yöntemlerini, sınıf ortamlarında farklı etkinlikler içinde kullanabilirler. Öğretim süreci boyunca kullanılacak olan her bir öğretim yöntemi titizlikle planlama evresinde yapılandırılmalıdır. Öğretim etkinlikleri öğretmenlere sınıf uygulamalarında her adımda ne yapacaklarını söyleyen bir tür talimatlar listesidir ve bir günlük plan olarak kullanılabilir.

Seçilen öğretim yöntemi bazen bir drama etkinliği bazen bir gazete veya broşür hazırlama etkinliği olabilir. Hangi öğretim yöntemi seçilirse seçilsin önemli olan hazırlanacak olan etkinliklerin belli adımlar dikkate alınarak hazırlanması ve uygulanmasıdır.

Bu durumu bir örnekle açıklayalım; öğretmen planlama esnasında dersinin öğrenme hedefine en uygun olan öğretim yöntemi olarak drama yöntemini seçti. Bu seçim sonrasında öğretmen, drama yönteminin alt detaylarını hazırlamalı ve bu yöntemi konusu boyunca kullanabileceği bir etkinliğe dönüştürmelidir. Konunun hangi aşamasında drama etkinliği uygulanacak, kimler rol alacak, hangi yönergeler kullanılacak, hangi kostümlerden faydalanılacak, konunun hangi bölümleri vurgulanacak ve sonuç nasıl yapılacak gibi pek çok önemli detay doğru bir etkinliğin yapılandırılması aşamasında gözden geçirilmelidir.

Öğretim etkinliklerinin doğru bir biçimde hazırlanmasında ve uygulanmasında aşağıdaki sorular öğretmenlerin yardımcıları olacaktır.

A. Etkinliğin amacı nedir?

  • Etkinlik hangi yeterlilikleri, istendik davranışları (kazanımları) kazandırmaya yöneliktir?
  • Bu etkinlik için ön yeterlikler (bilgiler) nelerdir?
  • Bu etkinliğe amacını (amaçlarını) çağrıştıracak biçimde, nasıl bir ad verebiliriz?

B. Etkinlik hangi hazırlıkları gerektiriyor?

  • Etkinlik grupla mı, bireysel mi gerçekleşmeli? Grupla ise kaç kişilik gruplar?
  • Süre en az ne kadar olmalıdır? (Gerekirse etkinlik önceden öğretmen tarafından yapılmalı ve sadece süre alt limiti belirlenmelidir).
  • Gerekli araç gereçler nelerdir, nasıl elde edilebilir?

C. Etkinlik nasıl gerçekleşecek?

  • Etkinlik nasıl sunulacak? (Sunuş, güdüleme, istekli kılma vb.)
  • Etkinlik sürecinde öğrenciler neleri, hangi sırada yapacaklar?
  • Öğrencilerin çalışma süresi içinde öğretmen neleri yapacak? (Denetim, yol gösterme, izlettirme, ilginç sonuçları not etme vb.)

D. Etkinlik nasıl değerlendirilecek?

  • Kişi veya grupların görüşleri nasıl alınacak (Sözlü, yazılı, gösterimli vb.)
  • Neler tartışılacak, eleştirilecek? (Özellikle gelebilecek ilginç sorular)
  • Kazanımlar neler oldu? Etkinlik amacına ulaştı mı? Tekrarlanmalı mı, benzerlerini yapmak gerekli mi?

E. Geliştirme (Zenginleştirme) ve güçlendirme yapmalı mıyız?

  • Bu etkinlik geliştirilmeli mi? Niçin? Nasıl? (Ek çıkarımlar vb.)
  • Etkinlik problem çalışması ile desteklenebilir mi? (Uygulama, transfer vb)
  • Örnek çalışmalar sergilenecek mi?
  • Ödev etkinlik verilebilir mi?

Yukarıdaki sorular demetine bir “Etkinlik Yönergesi” de diyebiliriz. Öğretmenler bu yönergeyi izleyerek planladıkları öğretim yöntemlerini verimli ders içi uygulamalara dönüştürebilirler.3

Etkinlik Geliştirilirken Temelde Bazı Konular Dikkate Alınmalıdır.

Bunlar;

  1. Konuya uygun etkinlik,
  2. Hangi kazanımı sağladığı,
  3. Öğrenci seviyesi,
  4. Velilerin ekonomik durumu,
  5. Etkinliğin zamanlaması,
  6. Etkinlik sırası,
  7. Tekrar edilen etkinlik çeşitleri

olarak sıralanabilir.

İyi Bir Etkinlik İçin Olması Gerekler;

  1. Konuya en uygun etkinlik seçilmeli özellikle daha önce denenmiş ve olumlu sonuçlar alınmış etkinlikler tercih edilmeli. Daha önce yapılan etkinliklerin aksayan yönleri tespit edilerek o etkinlik ya düzeltilmeli ya da tercih edilmemeli.
  2. Hangi kazanımı sağladığı belli olmalı. Bir etkinliği hazırlarken hangi kazanımların alınması isteniyorsa o kazanımlar tercih edilmeli, daha öncede belirtildiği gibi az ve öz bilgi esasına göre seçilmeli.
  3. Sınıf içi eğitim disiplin seviye gibi durumlar dikkat edilerek etkinliğin çok katılımcı olması sağlanmalı.
  4. İyi bir etkinliğin en önemli özelliği konu, kazanım, etkinlik ile sonuç ilişkisi sağlayan etkinliktir.4

Etkinlik (Öğrenci) Merkezli Bir Ders İşlenişinde: (*)

  1. Öğretmen tarafından öğrenme alanı, tema ve ünite mantığının, içeriğinin genel olarak kavranmasına,
  2. Araç ve gereçlerin mutlaka önceden kullanıma hazır hâle getirilmesine,
  3. Ünitede geçen kavramlara özen gösterilmesine: Bu kavramların öğretiminde; giriş, geliştirme ve pekiştirme düzeylerine dikkat edilmesine,
  4. Hazırlık: İlgi ve dikkatleri konuya çekmek ve ön bilgilerini ortaya çıkarmak için resim, foto ve ilginç sorularla giriş yapılmasına,
  5. İşleniş: Ders Kitabı ve Çalışma Kitabı birlikte kullanılmasına, Öğretmen Kitabındaki yönergelere dikkat edilmesi, görsellere vurgu yapılmasına,
  6. Ünite özetinin mutlaka yapılmasına,
  7. Değerlendirme: Geleneksel ve alternatif yöntemlerin kullanılmasına (Özellikle yazılı sınavlarda ezbersiz etkinlik merkezli modeller uygulanmasına, 5
  8. Gelecek Derse Hazırlık: İlgili araç gereçleri isteme ve hazırlık soruları verilmesine,

dikkat edilmelidir.

6 N+1 K’ya Göre Ders Planı Düzenleme6

Planın ÖğeleriEtkinlik Açıklanması
1. Ne öğreteceğiz? (Konular)Eğitim yaşantıları, düzenlenecek konuyu belirtir. Bu konunun, öğrencilerin ilgisini çekebilecek niteliklere kavuşması, oldukça önemlidir.
2. Niçin Öğreteceğiz? (Amaçlar/Hedefler/Kazanımlar)Niçin, amaçlara işaret eder. Eğer amaçlar, öğrenen için bir anlam ifade etmiyorsa öğrenme isteği uyandırmayacaktır.
3. Nelerle Öğreteceğiz? (Araç, Gereç ve Kaynaklar)Amacın gerçekleşmesi için, konuyla ilgili olarak kullanılacak araç gereçler de belirlenmiş olmalıdır. Derse girdikten sonra metre, harita, küre, balon vb. aramak plansızlığın ve zaman kaybının önemli bir göstergesidir.
4. Ne zaman ve ne kadar zaman? (Süre-İş Günü)Öğretim yaşantıları düzenlenirken konunun zaman ayarlaması da oldukça önemlidir. Amacın niteliği, konunun kapsamı, uy­gulamaya verilecek zaman yeterli olmalıdır. Diğer yandan, “Ders hangi saatte verilirse verim açısından daha uygun olur?”
5. Kimlerle? (Sınıf, Grup Düzeyi)Amaca ulaşacak kişilerin, kimler olduğunu belirler. Ancak her sınıftaki öğrencilerin niteliği, güdülenmişliği, hazır bulunuşluk düzeyi ve öğrenme biçimleri farklıdır. O halde sınıftaki öğrencilerin düzeyleri, öğrenme biçimleri dikkate alınmalıdır. Herkesin öğrenmesini eşit kabul eden bir yaklaşım, baştan başarısızlığa mahkûm demektir.
6. Nasıl Öğreteceğiz? (Yöntem ve Teknikler)Nasıl sorusu amacın niteliğini de belirler. Eğer amacınız uygulama düzeyinde ise yönteminiz de bunu karşılayacak özellikte olmalıdır. Amaca uygun yöntem alınamazsa, amacın gerçekleşme düzeyi yetersiz olur. Nasılın karşılığında öğrencinin dikkatinin çekilmesi, derse karşı isteklendirilmesi, merak uyandırılması önemlidir. O nedenle günümüz çocuklarının dilinden de anlamak gereklidir. Öğrencilerin farklı öğrenme yaklaşımlarıyla öğrenmesi, kullanılacak yöntem, tekniklere de etki eder. Diğer yandan, her öğrencinin etkin olduğu zekâ alanları dersin hazırlanmasını ve sunumunu da biçimlendirir. Sunum, sınıf gerçeğine göre birden çok zekâ değişkenini harekete geçirmelidir. Sözel-dilsel ağırlıklı bir sunumda, müziksel-ritmik, doğasal zekâ, görsel uzamsal ya da matematiksel-mantıksal zekâyla desteklenebilir.
7. Ne kadar öğrendik? (Sonuç)Her başlangıcın belli aralıklarla ulaşıldığı noktanın değerlendiril­mesi olmalıdır. Değerlendirmede sadece bilgiyi yoklayan anlatım, çoktan seçmeli geleneksel testler değil, öğrenciye deneme fırsatı veren “konuşma, çizme, anlatma, taklit, örneğini yapma vb gibi fırsatlar veren çalışmalar yapılmalıdır. Elde edilen sonuçlarla amaçlar karşılaştırılmalıdır. Amaçlara ulaşıldı mı ya da onlar aşıldı mı? Amaçların gerisinde mi kalındı? Gizli öğrenmeler oldu mu? Yaratıcılıkta ilerleme var mı? Velilerle çalışmalar paylaşıldı mı? Sınıfa katkı alınabildi mi? gibi çalışmalara yer verilmelidir.

(*) Bu ders işlenişi özellikle yeni öğretim programları doğrultusunda ve kapsamında hazırlanmıştır.

Yararlanılan Kaynaklar

  • Kudret Eren Yavuz, Aktif Öğrenme Yöntemleri, Ceceli Yayınları Eğitim Dizisi-9, Ankara,2005, s. 1-7
  • Gülmisal Emiroğlu İlköğretim Düzeyinde İnkılap Tarihi Ders Konularının Öğretimi: Metot ve Etkinlikler, Türk Eğitim Sisteminde Atatürkçülük Ve Cumhuriyet Tarihi Öğretimi, Hacettepe Üniv. Yay.,2006
  • Bu konuda detaylı bilgi için bkz.: Cynthia MacGregor, Okul Sonrası 365 Aktivite, Rota Yay., İstanbul, 2004, (Çev.: Ayşe Ceren Atmaca)
  • Ahmet Boyacı, İlköğretimlerde Fen ve Teknoloji Derslerinde Etkinlik Geliştirme, Gazi Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Biyoloji Eğitimi Bilim Dalı, Yayımlanmamış Ödev
  • Bu konuda bkz.:İrfan Purtul, Yapılandırmacı Yaklaşıma Göre Hazırlanmış Yazılı Sınav Soru Örnekleri,MEB,Aklın ve Bilimin Aydınlığında Eğitim Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 94 s. 53-59
  • İnci San, H. Güleryüz, Yaratıcı Eğitim ve Çoklu Zeka Uygulamaları, Artım Yayınları, Ankara, 2004.s. 2249.  

YAZAN

İrfan KURTUL

Tarih Öğretmeni/2008-Bolu-Gerede


MAKALELER