Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Sözün İkinci Makamı “Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli” konulu mektup işlenmektedir.
Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli – On Üçüncü Söz İkinci Makam – Cumartesi Dersleri 13. 5.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Cumartesi Dersleri 13. 5.
On Üçüncü Söz İkinci Makam
Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli
Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârâne, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyan edeceğim.
Birinci nokta:
Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.
İşte, ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.
İkinci nokta:
Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.
Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç
Dipnot-2
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
Dipnot-3
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z) bâki: ölümsüz, devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y) beyan: açıklama (bk. b-y-n) bilâkis: aksine, tersine cihet: yön divanelik: delilik, akılsızlık ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) elem: acı, keder, sıkıntı elem-i mânevî: mânevî elem, acı (bk. a-n-y) elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur” (bk. ḥ-m-d; e-l-h)
erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ) fâni: ölümlü, gelip geçici (bk. f-n-y) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haps-i ebedî: sonsuz bir hapis (bk. e-b-d) hariçten: dışarıdan istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak kıymettar: kıymetli, değerli mâdum: yok mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) musibet: belâ, felaket, dert mütemadiyen: sürekli olarak
muvakkat: geçici nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ) safa: zevk, keyif şerâit: şartlar sıddık: çok doğru (bk. ṣ-d-ḳ) tahassür: özlem, hasret çekme tahattur: hatırlama teessüf: eseflenme, üzülme teneffüs: nefes alma, nefeslenme zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l) zevâl-i elem: acı ve kederin sona ermesi (bk. z-v-l) zevâl-i lezzet: lezzetin sona ermesi (bk. z-v-l)
ve mâdum ve yok olmuşlar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir biçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.
Üçüncü nokta:
Mahpuslara şefkatkârâne hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte çalışanların, bir sadaka hükmünde, defter-i hasenatına yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin sevabı çok ziyadeleşir.
İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) biçare: çaresiz dahilde: içeride defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n) gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hariçte: dışarıda hususan: özellikle
ihtar: hatırlatma inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h) kâfi: yeterli lillâh: Allah için mâdum: yok, ölü mahpus: hapsedilmiş olan mahrumiyet: yoksunluk medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane meyusiyet: ümitsizlik
mezkûr: sözü geçen minnet: başa kakma musibetzede: felâkete uğrayan nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y) sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ) şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ) şekva: şikayet zarfında: içinde ziyadeleşmek: fazlalaşmak
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta hapis, mahpus ve gençlik ile ilgili Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden “Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir” bölümü işlenmektedir.
HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK – Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir – Cumartesi Dersleri 13. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 3
Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.
Şer’î bir kaidedir. “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.”
Dipnot-3
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) âkıbet: netice, son âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m) âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n) bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü bedbaht: talihsiz berzah: kabir âlemi cazibedar: cazibeli, çekici dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r) ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ) ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) elem: acı, keder, sıkıntı esef: üzüntü, acı fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma gam: üzüntü gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harekât: hareketler, davranışlar haşiye: dipnot, açıklayıcı not hissiyat: hisler, duygular hususan: özellikle katletmek: öldürmek keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan mizan: ölçü (bk. v-z-n) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d) müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ) mütemadiyen: sürekli nev-i insan: insanlık, insan türü saika: sevk sakar: yedi Cehennemden birinin ismi şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) suiistimalât: kötü kullanımlar tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma teşkil eden: oluşturan ziyade: çok, fazla
Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibâha eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.
Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) bâkileşmek: devamlı ve kalıcı hale gelmek (bk. b-ḳ-y) beşer: insanlık biçare: çaresiz cihet: yön ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i namus: namus sahibi ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) elem: acı, sıkıntı elzem: çok gerekli esef: üzüntü, acı fâni: gelip geçici, yok olucu (bk. f-n-y) fuhşiyat: çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler gam: üzüntü hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayat-ı bâkiye: kalıcı ve devamlı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)
hevesat: hevesler, arzu ve istekler hissiyat: hisler, duygular ibâha: serbest bırakma, helâl gösterme istikamet: doğruluk istikbal: gelecek kahramanâne: kahramanca kat’î: kesin Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) kütüb ve suhuf-u semaviye: Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen kitaplar ve sahifeler (bk. k-t-b; s-m-v) mahvetmek: yok etmek mâni: engel mes’ut: mutlu muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
mukabele etmek: karşılık vermek musibet: belâ, felaket, sıkıntı muzır: zararlı nevi: çeşit, tür saadet: mutluluk sair: diğer sarf etmek: harcamak sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik şimal: kuzey suiistimal: kötü kullanım taat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma terbiye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın terbiyesi (bk. r-b-b) varta: tehlike zîhayat: canlı, hayat sahibi (bk. ḥ-y-y) ziyadeleşmek: fazlalaşmak
Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”
Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudattan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakîn bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün,
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r )aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bahtiyar: talihli biçare: çaresiz çilehane-i uzlet: yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer Denizli: (bk. bilgiler) ecel: ölüm vakti ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapan, inançsız kimseler ve zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar (bk. ḍ-l-l) ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) elem: acı, sıkıntı farz: Allah’ın kesin emirleri fevkalâde: olağanüstü firâk-ı lâyezâlî: sonu olmayan ayrılık (bk. f-r-ḳ; z-v-l) hakikat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hariçteki: dışarıdaki hayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y) hüccet: delil hüsn-ü ahlâk: güzel ahlâk (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ) idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d) istikamet: doğruluk istirahathane: rahat edilecek, dinlenilecek yer ıslah: iyileştirme, düzeltme kafile: grup kàtil: adam öldüren keder: sıkıntı, üzüntü mahbubât: sevilenler, sevgililer (bk. ḥ-b-b) mahpus: hapsedilmiş olan maruz: tesiri altında olma menfaat: yarar, fayda merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
muhabbethane: sevgi yeri, muhabbet evi (bk. ḥ-b-b) müntakim: intikam alan münzevî: bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, vaktini ibadetle geçiren müptelâ: düşkün, tutulmuş müşevveş: düzensiz, karma karışık musibet: belâ, felaket müştak: düşkün, istekli saadet: mutluluk salih: dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu (bk. ṣ-l-ḥ) terhis: göreve son verme tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen tezkere: belge ziyade: çok, fazla
tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir.1 Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.
Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1
Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.
Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.
Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.
Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve ÖğretimKavramlarına Yakından Bakalım:
Bilgi
1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf: “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar
3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.
4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.
5. isim Bilim: Doğa bilgisi.
6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.
Bilim
1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim: “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar
2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.
3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.
Teknoloji
1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi: “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel
2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.
Peygamber
İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.
Mucize
1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.
2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.
3. isim İnsan aklının alamayacağı olay: “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin
4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı: “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra
Eğitim
1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye: “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet
2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.
Öğretim
1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.
2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.
Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.
Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.
Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.
İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.
Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.
İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
Dipnot-1
“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.
Dipnot-2
Bu ifade 1957 senesine aittir.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) düstur: prensip, kural ezcümle: özetle, böylece fen: bilim dalı feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hayat-ı maddiye: maddî hayat ibhâmen: üstü kapalı olarak icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma iktizâ-yı makam: makamın gereği istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d) itimaden: güvenerek izah: açıklama kavl: söz Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d) mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek muhtelif: çeşitli münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) münasip: uygun (bk. n-s-b) nev-i beşer: insanlık nüve: çekirdek remzen: işareten sarahaten: açıkça şimendifer: tren sır: gizem, gizli gerçek suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tayyare: uçak tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r) terakkiyat: ilerlemeler tevfik: yardımumum: bütün vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)
âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.
Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.
Mukaddime
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye
Dipnot-1
“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.
Dipnot-2
“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.
Haşiye-1
Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.
(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.
Dipnot-3
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.
pişdar: öncü remz: işaret şimendifer: tren terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y) zikretmek: bildirmek, belirtmek
suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.
İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…
Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.
Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden
âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.
Dipnot-1
“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
ahval: durumlar Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âyine: ayna beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y) dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z) dest-i teşvik: teşvik eli ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evvel: önce fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a) gayât: gayeler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hazret-i İdris: (bk. bilgiler) Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler) hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye hudut: sınır ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ) işmam: koklatma, hissettirme ittibâ: uymak ittifak etmek: birleşmek ittihaz etmek: edinmek kat’ etmek: aşmak kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d) mahzen: depo mazi: geçmiş menba: kaynak mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müstakbel: gelecek müteaddit: çeşitli mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nazire: benzer (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nihayet: son pîr: önder sefine: gemi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n) tayeran: uçma tazammun etmek: içine almak teshir-i hava: havaya hükmetme vâsi: geniş vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d) zaman-ı mazi: geçmiş zaman zaman-ı müstakbel: gelecek zaman zikretmek: anmak, belirtmek
İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden
ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”
İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:
Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.
Dipnot-1
“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-2
“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) abd: kul (bk. a-b-d) ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n celb etmek: çekmek ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evvelki: önceki feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ) gâyât-ı hudud: en son sınırlar halihazır: halen var olan Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler) Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s) icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d) istinat: dayanma (bk. s-n-d) ittibâ: uyma kat etmek: aşmak, kesmek kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lisan: dil lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz musibetzede: felâkete uğramış muvakkat: geçici müzmin: iyice yerleşmiş, kronik nihâyât: sonlar nihayet: son rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) remzen: işareten san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde tayyare: uçak terakkiyat: ilerlemeler tergib etmek: rağbet uyandırmak tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b) zemin tahtı: yer altı
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”
İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1
وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 2
Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 3
âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.
Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-2
“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.
Dipnot-3
“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler fasletmek: ayırmak fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f) hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h) nuhâs: bakır nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y) resul: peygamber (bk. r-s-l) sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a) sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması terakkiyat: ilerlemeler tergib: rağbet uyandırma
evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”
İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.
Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:
ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.
İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,
Dipnot-1
“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahvâl: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m) beşer: insan celb etmek: çekmek celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olma ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ) evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşmet: görkem, heybet Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihtar: uyarma, ikaz ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) inâyet: yardım (bk. a-n-y) izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kıtr: erimiş bakır lisan-ı ismet: günahsızlık dili lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile mürur-u zaman: zamanın geçmesi müşerref olmak: şereflenmek muttali olmak: haberdar olmak nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nuhas: bakır raiyet: halk risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi suret: şekil (bk. ṣ-v-r) taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs) telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak umum: bütün, genel vaki: olmuş Yemen: (bk. bilgiler)
rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,
مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ 2
Dipnot-1
“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.
Dipnot-2
“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.
abd: kul (bk. a-b-d) adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahval: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ervâh-ı habise: kötü ruhlar ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hudut: sınır iktiza: gerektirme işmam: hissettirme istidad: kabiliyet (bk. a-d-d) istihdam: çalıştırma ıttıla: haberi olma lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) men: yasaklama mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k) muttali olmak: haberdar olmak nazik: zarif, ince nev’en: tür olarak nihayet: son padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah remzen: işareten rû-yi zemin: yeryüzü şer: kötülük teshir: boyun eğdirme umur-u nâfia: faydalı işler vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d) vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar zemin: yeryüzü
ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.
Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem
misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve
Dipnot-1
“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.
Dipnot-2
“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beşer: insan celb: çekme celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ) celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) emvat: ölüler (bk. m-v-t) ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ) evâmir: emirler fen: ilim fevkalâde: olağanüstü Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi ifrit: korkunç ve zararlı cin ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) imtizac: bileşim, karışım ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) maskara: gülünç mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muhabere: haberleşme Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler) münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek musahhar: boyun eğen nihayet: son ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ) sekene: sâkinler (bk. s-k-n) şer: kötülük şerir: şerliler, kötüler temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l) temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ) teshir: boyun eğdirme tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r) tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair
âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?
Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.
İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir
Dipnot-1
“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.
Dipnot-2
“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-3
“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
aksisada: yankı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı fünun-u hafiye: gizli ilimler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek iktida: uyma inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f) kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m) mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin nefer: asker nevi: çeşit, tür risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ) şakirt: talebe saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ) serzâkir: zikredenlerin başı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) takarrüp etmek: yaklaşmak tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l) tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) ufkî: daire şeklinde vecd: coşku vesâil-i irtibat: iletişim araçları vesâit-i muhabere: haberleşme araçları
kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.
Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.
cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.
Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.
Dipnot-1
“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
Dipnot-2
“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.
aksisada: yankı Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) câmidât: cansız varlıklar cebel: dağ elsine-i mahsusa: özel lisanlar envâ: çeşitler, türler fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) harekât: hareketler haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hizmetkâr: hizmetçi ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) istihdam etmek: çalıştırmak lisan: dil mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z) medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son musahhar: boyun eğmiş nevi: tür, çeşit rû-yi zemin: yeryüzü şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y) sair: diğer sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n) sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m) taife: topluluk tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) teshir: boyun eğdirme tuyur: kuşlar velvele: gürültü
İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.
“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”
Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan
Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.
Dipnot-1
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.
Dipnot-2
“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.
abd: kul (bk. a-b-d) acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) belki: aslında, gerçekte Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cünûd: askerler Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r) emir tahtında: emir altında esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a) eşcar: ağaçlar fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler) hizmetkâr: hizmetçi hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş iktiza etmek: gerektirmek işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret ismet: günahsızlık, masumluk istidat: kabiliyet (bk. a-d-d) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) lehviyat: eğlenceler, oyunlar lisan-ı remz: işaret dili mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) medar: sebep, vesile mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k) mûnis: dost, canayakın musahhar etmek: boyun eğdirmek müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d) mutî: itaat eden nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri nebatat: bitkiler nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) râm olmak: boyun eğmek sair: diğer saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şevk: şiddetli arzu ve istek suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a) tel-i musikî: musiki teli tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) tevdi etmek: emanet etmek ulvî: yüce
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1
سَلاَمًا
lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.
Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.
İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”
İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.
berd: soğuk beşer: insan burûdet: soğukluk cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a) celb etmek: çekmek dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m) derecât: dereceler ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d) eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n) envâ: çeşitler, türler esbab: sebepler (bk. s-b-b) Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m) halet: hal, vaziyet Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık haşiye: dipnot; açıklayıcı not Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler) hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a) hulle: elbise İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi ihrak etmek: yakmak ihzar etmek: hazırlamak iktiza: gerektirme incimad ettirmek: dondurmak keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f) lâfz: söz lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) madde-i maddiye: maddî madde madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mâyi: sıvı men etmek: yasaklamak millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukabil: karşılık mukavemet: karşı gelme, direnç nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş neşretmek: yaymak remz: işaret selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m) şer: kötülük tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler ulvî: yüce umum: bütün zarurî: zorunlu, gerekli zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk zemin: yeryüzü
Hem meselâ
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.
Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”
Dipnot-1
“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r) divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b) fâtiha: başlangıç fünun: fenler, ilimler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harika-i beşeriye: insanlık harikası Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f) hüccet: delil hususî: özel kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili liyakat: layık olma mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) makamât: makamlar mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) melâike: melekler (bk. m-l-k) menba: kaynak mertebe-i âliye: yüce mertebe mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) musahhar olmak: boyun eğmek muvakkaten: geçici olarak nihayet: son Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek rû-yi zemin: yeryüzü rüçhaniyet: üstünlük sair: diğer sarahat: açıklık semâvât: yücelikler (bk. s-m-v) sukut etmek: düşmek taallüm: öğrenme (bk. a-l-m) tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a) talim: öğretme (bk. a-l-m) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler umum: bütün uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c) vakit be vakit: zaman zaman vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d) zemin: yeryüzü
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem
Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:
Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.
Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.
İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri
âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet âyine: ayna beşer: insan câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d) celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir cihet: yön cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r) edviye: devâlar, ilaçlar eşya: şeyler, varlıklar felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a) fen: bilim dalı fünun: fenler, ilimler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d) Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m) haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hendese: geometri hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m) hurafât: hurafeler, batıl inanışlar inkılâb etmek: dönüşmek ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l) ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m) ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h) kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) mâlâyâniyât: anlamsız şeyler maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r) muhtelif: çeşitli Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r) mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b) müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) mütenevvi: çeşitli nâkıs: eksik nihayet: son nokta-i müntehâ: son nokta nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) remz-i ulvî: yüce işaret rû-yi zemin: yeryüzü Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e) sair: diğer sırr-ı ehem: çok önemli sır tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y) tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler
kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,
gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem
“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.
Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) arş: haydi! âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a) celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l) cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l) dest-i teşvik: teşvik eli enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halâvet: tatlılık, hoşluk hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e) hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m) Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l) iktifa: yetinme ins: insanlar kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kelâm: söz (bk. k-l-m) kevser: Cennette bulunan bir havuz Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) maânî: mânâlar (bk. a-n-y) mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) merâtib: mertebeler, dereceler mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ) nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r) nihayet: son şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi server: reis, baş şevk: şiddetli arzu ve istek tafsilen: ayrıntılı olarak tahrik: harekete geçirme talim: öğretme (bk. a-l-m) tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r) terğib: rağbet uyandırma ulviyet: yücelik vech: yön vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zahir: açık (bk. ẓ-h-r)
öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.
Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.
Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.
Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”
Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”
Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”
Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve
âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ) belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ) beşer: insan cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l) cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n) dünyevî: dünyaya ait ekser: çok (bk. k-s̱-r) elhasıl: özetle, sonuç olarak enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâ: çeşitler, türler esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a) fünûn: fenler, ilimler gaye-i aksâ: en son gaye gaye-i yegâne: tek gaye hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) havârık: harikalar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l) Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) icra ettirmek: yaptırmak ittihaz etmek: edinmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d) mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r) merğub: rağbet edilen mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d) mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez mükerreren: tekrarla, defalarca nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r) netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ) nev-i beşer: insanlık remzen: işareten saâdât: mutluluklar sair: diğer suret: şekil (bk. ṣ-v-r) suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) teşvikat: teşvikler tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l) uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) vâzıhan: açıkça
birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.
Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.
İki mühim suale karşı iki mühim cevap
Birincisi:
Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”
Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.
Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.
Haşiye-2
Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.
ahvâl: haller, durumlar âyât: âyetler bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi belki: aslında, gerçekte beşer: insan daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m) delâlet: delil olma, işaret etme enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ) hafî: gizli hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n) hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) halel: zarar, eksiklik haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları ihtar: hatırlatma ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r) iktidâ etmek: uymak iktifâ etmek: yetinmek ima: işaret işarî: işaret yoluyla ittibâ etmek: uymak kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f) maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y) medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti miftah: anahtar muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ) müteaddit: bir çok, çeşitli müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak netice: sonuç nevi: çeşit nücum: yıldızlar nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) remiz: işaret sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y) san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a) semâvât: yücelikler (bk. s-m-v) şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tarz-ı ifade: ifade tarzı tasrih: açık şekilde bildirme tayyare-i beşer: uçak terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler üslub: ifade tarzı vazife-i asliyesi: esas vazifesi vezâif: görevler ziya: ışık
âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”
Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”
Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.
Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:
“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.
Dipnot-1
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.
acip: hayret verici, şaşırtıcı arz: dünya âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri bahr-i muhit-i havâî: hava denizi beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cirm: büyüklük cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a) dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk ehem: en önemli ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde fâni: gelip geçici (bk. f-n-y) gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d) kamer: ay kesb etmek: kazanmak levâzımât: gerekli olan şeyler makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer misbah: lâmba müesses olmak: kurulmak mükellef: yükümlü nazenin: ince, duyarlı nazik: ince, zarif nisbet: oran (bk. n-s-b) nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r) şahap: meteor, göktaşı seyyârât: gezegenler suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahtelbahir: denizaltı talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tayyare: uçak tedarik etmek: elde etmek ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l) zemin: yer, dünya ziynet: süs (bk. z-y-n)
“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”
İkinci suale cevap:
Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.
Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.
Haşiye-1
Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…
bedâhet: açıklık beşer: insan cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler dâr-ı imtihan: imtihan yeri dünyevî: dünyaya ait Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler) Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler) ekalliyet: azınlık elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ) fevt: kaybolma hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hüccet: delil iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f) kıymettar: değerli Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h) medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti menâfi-i umumiye: genel yararlar menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d) mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muannit: inatçı, dikkafalı muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m) mülhem: ilham olunmuş müsabaka: yarış müsavi: eşit nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l) nisbet: oran (bk. n-s-b) remiz: işaret sa’y: çalışma saadet-i beşer: insanın mutluluğu sair: diğer
sarahat: açıklık sarahaten: açıkça sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ) tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l) teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h) teşkil: oluşturma uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b) vâfi: yeterli vâzıhan: açıkça zâyi olmak: kaybolmak zikretmek: bildirmek
Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…
Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.
Dipnot-2
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-3
“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
Dipnot-4
Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.
elhasıl: özetle, sonuç olarak eşya: şeyler, varlıklar gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b) hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) istikbal: gelecek kelâm: söz (bk. k-l-m) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Bu derste Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de yer alan “Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır” bölümü işlenmektedir.
Bu derste iki video yer almaktadır. Birinci video kısa videoda, sadece düz bir şekilde okunmakta herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. İkinci video uzun videoda, cümlelerin ve kelimelerin üzerinde durulmakta ve çeşitli örnekler verilerek açıklamalar yapılmaya çalışılmaktadır.
Faydalı olması dileğiyle.
dersdunyasi.net
13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır – Cumartesi Dersleri 13. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır
Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:
Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r) ahval: haller, vaziyetler bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) biçare: çaresiz, zavallı cihet: yön daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a) ebedî: sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler elem: acı, keder, üzüntü endişe-i istikbal: gelecek endişesi gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hadisat: hadiseler, olaylar halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular iffet: namus ihtar: hatırlatma iktifa: yetinme istikbal: gelecek kâfi: yeterli kat’iyen: kesinlikle kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l) mazi: geçmiş medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı medet: yardım meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a) müptelâ: düşkün, tutulmuş nefrin/nefret etmek: tiksinmek nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) saadet: mutluluk sabık: geçen sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ) sürur: sevinç, mutluluk taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma tenbih: ikaz, uyarı terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b) terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m) terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d) usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r) zayi: kaybolup gitme ziyade: çok, fazla
ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada izahı var; ona bakmalısınız.
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyan ediyorum.
Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim.
adem: yokluk, hiçlik alâkadarlık: ilgili olma alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l) beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihet: yön cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i dalâlet ve gaflet: doğru ve hak yoldan sapmış, inançsız ve âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ḍ-l-l; ğ-f-l) elem: acı, sıkıntı envâr-ı vücudiye: varlığa ait olan nurlar (bk. n-v-r; v-c-d)
ezvâk: zevkler, lezzetler ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ) fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) gaflet: vurdumduymazlık, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l) gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hakikat-ı mevt: ölüm gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-v-t) hasıl olan: ortaya çıkan hazır zaman: içinde bulunulan şimdiki zaman hususan: özellikle itikad: inanç izah: açıklama kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lezzet-i hayat: hayatın zevk ve lezzeti (bk. ḥ-y-y) mâdum: yok muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) mütemadiyen: sürekli olarak temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tılsım: sır, gizem ulvî: yüksek, yüce vefiyat: vefatlar, ölümler vücud: varlık (bk. v-c-d) zahiren: görünüşte (bk. ẓ-h-r) zaman-ı hazır: şimdiki zaman zinetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n) ziyade: çok, fazla zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.
İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.
Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur’ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi,
Dipnot-1
Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âsâr: eserler aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) çendan: gerçi, her ne kadar darağacı: idam sehpası ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i velâyet: veli kullar, Allah dostları (bk. v-l-y) ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) elem: acı, keder, üzüntü elhasıl: özetle, sonuç olarak emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enin: inilti
evhamlı: kuşkulu, vehimli, kuruntulu ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri fevkalâde: olağanüstü gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) hevesat-ı gayr-ı meşrua: dinin izin vermediği arzu ve istekler (bk. ş-r-a) israfat: israflar, savurganlıklar kat’î: kesin lisan-ı hâl: hal ve beden dili mukadderat-ı beşer: insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar (bk. ḳ-d-r)
müttefikan: ittifakla, birleşerek saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) saadet-i sermediye: sürekli mutluluk saika: sebep, sevk etme sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık sefalethane: aşağılık ve çirkin işlerin yapıldığı yer şek: tereddüt, şüphe suiistimal: kötüye kullanma tılsım-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri zahiren: görünüş itibariyle (bk. ẓ-h-r) zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı hava, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar1 belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde,
اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ 2
sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) âkıbet: netice, son âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m) âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n) bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü bedbaht: talihsiz berzah: kabir âlemi cazibedar: cazibeli, çekici dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r) ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ) ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) elem: acı, keder, sıkıntı esef: üzüntü, acı fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma gam: üzüntü gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harekât: hareketler, davranışlar haşiye: dipnot, açıklayıcı not hissiyat: hisler, duygular hususan: özellikle katletmek: öldürmek keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan mizan: ölçü (bk. v-z-n) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d) müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ) mütemadiyen: sürekli nev-i insan: insanlık, insan türü saika: sevk sakar: yedi Cehennemden birinin ismi şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) suiistimalât: kötü kullanımlar tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma teşkil eden: oluşturan ziyade: çok, fazla
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.
Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.
Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.
Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.
Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve ÖğretimKavramlarına Yakından Bakalım:
Bilgi
1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf: “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar
3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.
4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.
5. isim Bilim: Doğa bilgisi.
6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.
Bilim
1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim: “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar
2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.
3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.
Teknoloji
1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi: “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel
2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.
Peygamber
İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.
Mucize
1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.
2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.
3. isim İnsan aklının alamayacağı olay: “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin
4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı: “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra
Eğitim
1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye: “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet
2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.
Öğretim
1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.
2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.
Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.
Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.
Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.
İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.
Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.
İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
Dipnot-1
“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.
Dipnot-2
Bu ifade 1957 senesine aittir.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) düstur: prensip, kural ezcümle: özetle, böylece fen: bilim dalı feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hayat-ı maddiye: maddî hayat ibhâmen: üstü kapalı olarak icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma iktizâ-yı makam: makamın gereği istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d) itimaden: güvenerek izah: açıklama kavl: söz Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d) mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek muhtelif: çeşitli münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) münasip: uygun (bk. n-s-b) nev-i beşer: insanlık nüve: çekirdek remzen: işareten sarahaten: açıkça şimendifer: tren sır: gizem, gizli gerçek suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tayyare: uçak tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r) terakkiyat: ilerlemeler tevfik: yardımumum: bütün vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)
âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.
Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.
Mukaddime
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye
Dipnot-1
“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.
Dipnot-2
“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.
Haşiye-1
Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.
(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.
Dipnot-3
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.
pişdar: öncü remz: işaret şimendifer: tren terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y) zikretmek: bildirmek, belirtmek
suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.
İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…
Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.
Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden
âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.
Dipnot-1
“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
ahval: durumlar Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âyine: ayna beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y) dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z) dest-i teşvik: teşvik eli ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evvel: önce fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a) gayât: gayeler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hazret-i İdris: (bk. bilgiler) Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler) hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye hudut: sınır ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ) işmam: koklatma, hissettirme ittibâ: uymak ittifak etmek: birleşmek ittihaz etmek: edinmek kat’ etmek: aşmak kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d) mahzen: depo mazi: geçmiş menba: kaynak mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müstakbel: gelecek müteaddit: çeşitli mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nazire: benzer (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nihayet: son pîr: önder sefine: gemi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n) tayeran: uçma tazammun etmek: içine almak teshir-i hava: havaya hükmetme vâsi: geniş vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d) zaman-ı mazi: geçmiş zaman zaman-ı müstakbel: gelecek zaman zikretmek: anmak, belirtmek
İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden
ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”
İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:
Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.
Dipnot-1
“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-2
“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) abd: kul (bk. a-b-d) ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n celb etmek: çekmek ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evvelki: önceki feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ) gâyât-ı hudud: en son sınırlar halihazır: halen var olan Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler) Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s) icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d) istinat: dayanma (bk. s-n-d) ittibâ: uyma kat etmek: aşmak, kesmek kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lisan: dil lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz musibetzede: felâkete uğramış muvakkat: geçici müzmin: iyice yerleşmiş, kronik nihâyât: sonlar nihayet: son rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) remzen: işareten san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde tayyare: uçak terakkiyat: ilerlemeler tergib etmek: rağbet uyandırmak tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b) zemin tahtı: yer altı
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”
İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1
وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 2
Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 3
âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.
Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-2
“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.
Dipnot-3
“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler fasletmek: ayırmak fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f) hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h) nuhâs: bakır nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y) resul: peygamber (bk. r-s-l) sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a) sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması terakkiyat: ilerlemeler tergib: rağbet uyandırma
evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”
İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.
Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:
ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.
İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,
Dipnot-1
“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahvâl: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m) beşer: insan celb etmek: çekmek celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olma ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ) evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşmet: görkem, heybet Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihtar: uyarma, ikaz ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) inâyet: yardım (bk. a-n-y) izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kıtr: erimiş bakır lisan-ı ismet: günahsızlık dili lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile mürur-u zaman: zamanın geçmesi müşerref olmak: şereflenmek muttali olmak: haberdar olmak nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nuhas: bakır raiyet: halk risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi suret: şekil (bk. ṣ-v-r) taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs) telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak umum: bütün, genel vaki: olmuş Yemen: (bk. bilgiler)
rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,
مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ 2
Dipnot-1
“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.
Dipnot-2
“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.
abd: kul (bk. a-b-d) adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahval: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ervâh-ı habise: kötü ruhlar ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hudut: sınır iktiza: gerektirme işmam: hissettirme istidad: kabiliyet (bk. a-d-d) istihdam: çalıştırma ıttıla: haberi olma lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) men: yasaklama mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k) muttali olmak: haberdar olmak nazik: zarif, ince nev’en: tür olarak nihayet: son padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah remzen: işareten rû-yi zemin: yeryüzü şer: kötülük teshir: boyun eğdirme umur-u nâfia: faydalı işler vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d) vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar zemin: yeryüzü
ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.
Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem
misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve
Dipnot-1
“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.
Dipnot-2
“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beşer: insan celb: çekme celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ) celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) emvat: ölüler (bk. m-v-t) ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ) evâmir: emirler fen: ilim fevkalâde: olağanüstü Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi ifrit: korkunç ve zararlı cin ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) imtizac: bileşim, karışım ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) maskara: gülünç mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muhabere: haberleşme Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler) münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek musahhar: boyun eğen nihayet: son ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ) sekene: sâkinler (bk. s-k-n) şer: kötülük şerir: şerliler, kötüler temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l) temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ) teshir: boyun eğdirme tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r) tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair
âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?
Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.
İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir
Dipnot-1
“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.
Dipnot-2
“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-3
“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
aksisada: yankı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı fünun-u hafiye: gizli ilimler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek iktida: uyma inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f) kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m) mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin nefer: asker nevi: çeşit, tür risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ) şakirt: talebe saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ) serzâkir: zikredenlerin başı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) takarrüp etmek: yaklaşmak tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l) tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) ufkî: daire şeklinde vecd: coşku vesâil-i irtibat: iletişim araçları vesâit-i muhabere: haberleşme araçları
kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.
Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.
cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.
Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.
Dipnot-1
“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
Dipnot-2
“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.
aksisada: yankı Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) câmidât: cansız varlıklar cebel: dağ elsine-i mahsusa: özel lisanlar envâ: çeşitler, türler fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) harekât: hareketler haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hizmetkâr: hizmetçi ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) istihdam etmek: çalıştırmak lisan: dil mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z) medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son musahhar: boyun eğmiş nevi: tür, çeşit rû-yi zemin: yeryüzü şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y) sair: diğer sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n) sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m) taife: topluluk tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) teshir: boyun eğdirme tuyur: kuşlar velvele: gürültü
İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.
“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”
Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan
Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.
Dipnot-1
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.
Dipnot-2
“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.
abd: kul (bk. a-b-d) acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) belki: aslında, gerçekte Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cünûd: askerler Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r) emir tahtında: emir altında esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a) eşcar: ağaçlar fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler) hizmetkâr: hizmetçi hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş iktiza etmek: gerektirmek işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret ismet: günahsızlık, masumluk istidat: kabiliyet (bk. a-d-d) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) lehviyat: eğlenceler, oyunlar lisan-ı remz: işaret dili mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) medar: sebep, vesile mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k) mûnis: dost, canayakın musahhar etmek: boyun eğdirmek müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d) mutî: itaat eden nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri nebatat: bitkiler nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) râm olmak: boyun eğmek sair: diğer saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şevk: şiddetli arzu ve istek suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a) tel-i musikî: musiki teli tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) tevdi etmek: emanet etmek ulvî: yüce
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1
سَلاَمًا
lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.
Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.
İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”
İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.
berd: soğuk beşer: insan burûdet: soğukluk cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a) celb etmek: çekmek dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m) derecât: dereceler ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d) eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n) envâ: çeşitler, türler esbab: sebepler (bk. s-b-b) Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m) halet: hal, vaziyet Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık haşiye: dipnot; açıklayıcı not Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler) hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a) hulle: elbise İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi ihrak etmek: yakmak ihzar etmek: hazırlamak iktiza: gerektirme incimad ettirmek: dondurmak keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f) lâfz: söz lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) madde-i maddiye: maddî madde madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mâyi: sıvı men etmek: yasaklamak millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukabil: karşılık mukavemet: karşı gelme, direnç nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş neşretmek: yaymak remz: işaret selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m) şer: kötülük tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler ulvî: yüce umum: bütün zarurî: zorunlu, gerekli zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk zemin: yeryüzü
Hem meselâ
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.
Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”
Dipnot-1
“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r) divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b) fâtiha: başlangıç fünun: fenler, ilimler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harika-i beşeriye: insanlık harikası Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f) hüccet: delil hususî: özel kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili liyakat: layık olma mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) makamât: makamlar mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) melâike: melekler (bk. m-l-k) menba: kaynak mertebe-i âliye: yüce mertebe mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) musahhar olmak: boyun eğmek muvakkaten: geçici olarak nihayet: son Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek rû-yi zemin: yeryüzü rüçhaniyet: üstünlük sair: diğer sarahat: açıklık semâvât: yücelikler (bk. s-m-v) sukut etmek: düşmek taallüm: öğrenme (bk. a-l-m) tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a) talim: öğretme (bk. a-l-m) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler umum: bütün uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c) vakit be vakit: zaman zaman vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d) zemin: yeryüzü
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem
Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:
Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.
Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.
İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri
âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet âyine: ayna beşer: insan câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d) celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir cihet: yön cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r) edviye: devâlar, ilaçlar eşya: şeyler, varlıklar felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a) fen: bilim dalı fünun: fenler, ilimler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d) Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m) haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hendese: geometri hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m) hurafât: hurafeler, batıl inanışlar inkılâb etmek: dönüşmek ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l) ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m) ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h) kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) mâlâyâniyât: anlamsız şeyler maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r) muhtelif: çeşitli Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r) mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b) müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) mütenevvi: çeşitli nâkıs: eksik nihayet: son nokta-i müntehâ: son nokta nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) remz-i ulvî: yüce işaret rû-yi zemin: yeryüzü Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e) sair: diğer sırr-ı ehem: çok önemli sır tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y) tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler
kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,
gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem
“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.
Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) arş: haydi! âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a) celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l) cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l) dest-i teşvik: teşvik eli enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halâvet: tatlılık, hoşluk hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e) hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m) Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l) iktifa: yetinme ins: insanlar kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kelâm: söz (bk. k-l-m) kevser: Cennette bulunan bir havuz Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) maânî: mânâlar (bk. a-n-y) mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) merâtib: mertebeler, dereceler mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ) nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r) nihayet: son şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi server: reis, baş şevk: şiddetli arzu ve istek tafsilen: ayrıntılı olarak tahrik: harekete geçirme talim: öğretme (bk. a-l-m) tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r) terğib: rağbet uyandırma ulviyet: yücelik vech: yön vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zahir: açık (bk. ẓ-h-r)
öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.
Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.
Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.
Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”
Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”
Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”
Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve
âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ) belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ) beşer: insan cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l) cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n) dünyevî: dünyaya ait ekser: çok (bk. k-s̱-r) elhasıl: özetle, sonuç olarak enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâ: çeşitler, türler esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a) fünûn: fenler, ilimler gaye-i aksâ: en son gaye gaye-i yegâne: tek gaye hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) havârık: harikalar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l) Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) icra ettirmek: yaptırmak ittihaz etmek: edinmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d) mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r) merğub: rağbet edilen mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d) mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez mükerreren: tekrarla, defalarca nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r) netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ) nev-i beşer: insanlık remzen: işareten saâdât: mutluluklar sair: diğer suret: şekil (bk. ṣ-v-r) suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) teşvikat: teşvikler tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l) uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) vâzıhan: açıkça
birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.
Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.
İki mühim suale karşı iki mühim cevap
Birincisi:
Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”
Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.
Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.
Haşiye-2
Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.
ahvâl: haller, durumlar âyât: âyetler bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi belki: aslında, gerçekte beşer: insan daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m) delâlet: delil olma, işaret etme enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ) hafî: gizli hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n) hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) halel: zarar, eksiklik haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları ihtar: hatırlatma ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r) iktidâ etmek: uymak iktifâ etmek: yetinmek ima: işaret işarî: işaret yoluyla ittibâ etmek: uymak kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f) maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y) medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti miftah: anahtar muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ) müteaddit: bir çok, çeşitli müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak netice: sonuç nevi: çeşit nücum: yıldızlar nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) remiz: işaret sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y) san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a) semâvât: yücelikler (bk. s-m-v) şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tarz-ı ifade: ifade tarzı tasrih: açık şekilde bildirme tayyare-i beşer: uçak terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler üslub: ifade tarzı vazife-i asliyesi: esas vazifesi vezâif: görevler ziya: ışık
âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”
Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”
Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.
Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:
“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.
Dipnot-1
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.
acip: hayret verici, şaşırtıcı arz: dünya âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri bahr-i muhit-i havâî: hava denizi beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cirm: büyüklük cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a) dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk ehem: en önemli ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde fâni: gelip geçici (bk. f-n-y) gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d) kamer: ay kesb etmek: kazanmak levâzımât: gerekli olan şeyler makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer misbah: lâmba müesses olmak: kurulmak mükellef: yükümlü nazenin: ince, duyarlı nazik: ince, zarif nisbet: oran (bk. n-s-b) nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r) şahap: meteor, göktaşı seyyârât: gezegenler suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahtelbahir: denizaltı talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tayyare: uçak tedarik etmek: elde etmek ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l) zemin: yer, dünya ziynet: süs (bk. z-y-n)
“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”
İkinci suale cevap:
Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.
Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.
Haşiye-1
Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…
bedâhet: açıklık beşer: insan cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler dâr-ı imtihan: imtihan yeri dünyevî: dünyaya ait Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler) Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler) ekalliyet: azınlık elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ) fevt: kaybolma hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hüccet: delil iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f) kıymettar: değerli Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h) medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti menâfi-i umumiye: genel yararlar menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d) mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muannit: inatçı, dikkafalı muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m) mülhem: ilham olunmuş müsabaka: yarış müsavi: eşit nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l) nisbet: oran (bk. n-s-b) remiz: işaret sa’y: çalışma saadet-i beşer: insanın mutluluğu sair: diğer
sarahat: açıklık sarahaten: açıkça sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ) tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l) teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h) teşkil: oluşturma uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b) vâfi: yeterli vâzıhan: açıkça zâyi olmak: kaybolmak zikretmek: bildirmek
Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…
Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.
Dipnot-2
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-3
“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
Dipnot-4
Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.
elhasıl: özetle, sonuç olarak eşya: şeyler, varlıklar gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b) hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) istikbal: gelecek kelâm: söz (bk. k-l-m) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”
Mukaddeme
Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.
Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden
“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun arz: yeryüzü, dünya âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah gayb: görünmeyen âlem Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)] hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama ihsan: bağış, ikram, lütuf ikrar: kabul etme, doğrulama irfan: bilme, anlayış izhar: gösterme, açığa çıkarma Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim lisan: dil liyakat: lâyık olma melâike: melekler mevcut: var olan mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş nekais: eksiklikler, kusurlar nev-i beşer: insanlar, insanlık sadık: bağlı, doğru semavat: gökler sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi tasrih etme: açık şekilde bildirme tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma vakta ki: ne zaman ki
Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.
Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:
1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.
2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.
Haşiye-1
Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:
(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.
Dipnot-1
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
bâtınen: içyüzünde beşer: insan, insanlık beyan: açıklama binaen: -dayanarak delâlet: delil olma, işaret etme emsal: benzerler, örnekler enbiya: nebiler, peygamberler fehmetme: anlama fünun: fenler, bilimler Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme hassa: nitelik, özellik Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] hikmet: amaç, fayda İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler) ihtar: hatırlatma, ikaz ihtivâ: içine alma, kapsama ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ işârât: işaretler, belirtiler istikbal: gelecek kâinat: evren, yaratılmış herşey Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme mâzi: geçmiş mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey müellif: telif eden, yazan nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis nazm: diziliş, tertip ve vezin nev-i beşer: insan, insanlar nevi: çeşit, tür nübüvvet: peygamberlik, elçilik nümune: örnek, misal remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler teşcî: cesaretlendirme teşvik: şevklendirme, gayretlendirme vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma vücuda gelme: meydana gelme zahiren: dış görünüş itibariyle
3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,
وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.
4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer
غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 2
âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.
5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,
اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 3
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.
6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.
Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.
Ve keza,
يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 4
âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.
7.
لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 5
âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-2
“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
Dipnot-3
“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-4
“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.
asâ: baston, değnek âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi beşer: insanlık beyan: açıklama, anlatma bilâtereddüt: tereddütsüz burudet: soğukluk delâlet: delil olma, işaret etme Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)] Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)] Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)] Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)] Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme icad: var etme, yapma ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar inkılâp: dönüşme keza: bunun gibi kıraç: çorak, verimsiz mazhar: ayna; nail olan me’haz: kaynak medar: kaynak, dayanak mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi mikyas: ölçek mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi muvafakat: uygunluk nev-i beşer: insan türü, insanlar nev-i insan: insan türü, insanlık nümune: örnek, misal santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet sür’at: hız tayyare: uçak telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler
gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un
اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 1
yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden
âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.
8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında
عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 3
olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.
Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.
· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:
1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.
2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.
3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.
4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle
Dipnot-1
Yûsuf Sûresi, 12:94.
Dipnot-2
“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.
Dipnot-3
“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
âlât: aletler arz: yeryüzü, dünya avam: tahsil görmemiş sıradan halk avdet: dönüş, dönme Belkıs: (bk. bilgiler) beşer: insanlık celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası emsal: benzerler, örnekler fehm: anlama ve kavrama hâkezâ: böylece, bunun gibi havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)] Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)] hilâfet: halifelik hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik hilkat: yaratılış icâdât: buluşlar, keşifler ifrit: korkunç ve zararlı cin illet: asıl sebep istikbal: gelecek Kenan: (bk. bilgiler) kervan: yolculuk kafilesi keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar mazhar: ayna; nail olma me’haz: kaynak melâike: melekler Mısır: (bk. bilgiler) mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme nazm: diziliş, tertip ve vezin nev-i beşer: insan türü, insanlık nümûne: örnek tafsilâtlı: ayrıntılı tasrih: açık şekilde bildirme tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma timsal: görüntü; akis umumî: genel, herkese ait vecih: şekil, tarz, yön, yüz vesaire: ve diğer Züleyha: (bk. bilgiler)
delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.
· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
cümlesi,
اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 2
cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.
Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.
Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,
evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları
Dipnot-1
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-2
“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29
Dipnot-3
“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.
acz: acizlik, güçsüzlük Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] arz: yeryüzü, dünya bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular beşer: insanlık bilhassa: özellikle Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah delâlet: delil olma, işaret etme enaniyet: benlik esmâ: isimler halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan halk etme: yaratma havas: duygular hikmet: amaç, gaye hilâfet: halifelik ibham: belirsiz, kapalı bırakma İblis: şeytan icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme ihata: içine alma, kapsama ikrar: kabul etme, doğrulama iktiza: bir şeyin gereği ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi irtibat: ilişki, alâka istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri istifade: faydalanma, yararlanma istihkak: lâyık olma, hak etme kabiliyet: yetenek kâinat: evren, yaratılmış herşey kelâm: kelime, ifade keza: bunun gibi mâlik: sahip mazhar: ayna, nail olma mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ melâike: melekler muâraza: sözle mücadele, karşı gelme mümtaz: seçkin, üstün mütevakkıf: –e bağlı namzet: aday nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha rüçhan: üstünlük sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tahkik: kesinleştirme takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme talim: öğretme tatbik: uygulama tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi tefsir: açıklama, yorum terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme tesviye: düzeltme vaktâ: ne zaman vecih: şekil, tarz, yön, yüz zahir (duygu): görünen dış duyular
Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,
قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 2
hitabıyla Âdem’e ferman etti.
Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,
Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:
﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿
Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-2
“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.'” Bakara Sûresi, 2:33.
Dipnot-3
“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.'” Bakara Sûresi, 2:33.
Dipnot-4
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
acz: acizlik, güçsüzlük Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama âlî: yüce, yüksek beyan: açıklama, anlatım binaen: -dayanarak Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah cevab-ı icmâlî: kısa cevap enaniyet: benlik ferman: buyruk, emir fıtrat: mizaç, karakter halk etme: yaratma heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı hikmet: amaç, gaye hitab: konuşma
İblis: şeytan icap etmek: gerektirmek ihata: içine alma, kapsama iktidar: kudret, güç iktiza: gerektirme istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma kemâlât: mükemmellikler, faziletler ketmetme: gizleme örtme kibir: büyüklenme, kendini büyük görme maâlî: şerefler, yükseklikler mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler meziyet: üstün özellik mezraa: tarla muâraza: sözle mücadele mükâleme: karşılıklı konuşma mukavele: sözleşme nükte: ince ve derin mânâ sirayet etme: geçme, bulaşma tafsilât: ayrıntılar taife: grup, topluluk tasvir: anlatım, ifade etme tazammun: içerme, içine alma tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma teçhiz: cihazlandırma, donatma ulvî: yüksek, yüce vaktâ: ne zaman vecih: şekil, tarz, yön, yüz zahir: açık
sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki
وَ
şu mukadder olan üç cümleye işarettir.
عَلَّمَ 1
Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.
Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.
Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.
اٰدَمُ
hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.
اَلْاَسْمَۤاءَ 2
isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.
عَرَضَهُمْ 3
Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.
كُلَّهَا 4
Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep
Dipnot-1
Öğretti.
Dipnot-2
İsimler.
Dipnot-3
Onlara arzetti, sundu.
Dipnot-4
Hepsini, tamamını.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret arz: sunma ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri eşya: şeyler, varlıklar felâsife: felsefeciler, filozoflar hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri hâsiyet: özellik, hususiyet hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak keza: bunun gibi küre-i arz: yer küre, dünya lügat: konuşulan dil melâike: melekler mezhep: dinde tutulan yol mihver: eksen mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket muâraza: muhalefet etme, itiraz etme mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış müsemmeyat: isimlendirilenler remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme rücû: dönme, geri dönme şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah tasrih: açık şekilde bildirme tayin: belirleme, belirli kılma temyiz: ayırma, ayırd etme teşhir: ilân etme, duyurma tesmiye edilme: isimlendirilme teşrif: şereflendirme tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f
ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.
terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.
هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ
Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”
عَرَضَهُمْ
Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.
هُمْ 3
müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,
هُمْ
kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,
عَرَضَ 4
kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.
Dipnot-1
“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-2
Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).
Dipnot-3
Onlar.
Dipnot-4
Arzetti, sundu.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] ahzetme: alma âkıl: akıl sahibi âlim: ilim sahibi arz: sunma bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı cemaat: topluluk, grup cihet: tarz, yön envâ: çeşitler, türler envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri esbab: sebepler esmâ: Allah’ın isimleri eşya: şeyler, varlıklar gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma ircâ: döndürme itibar: özellik kerîm: cömertlik ve ikram sahibi kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı kısm-ı âzam: büyük bir kısmı mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı melâike: melekler mevcudat: varlıklar, var edilenler müdrik: idrak eden, anlayan müennes: (Ar. gr.) dişi kip müstahak: hak etmiş, lâyık müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme temellük: sahiplenme temessül: görünme, yansıma terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma teşmil: içine alma, genelleme
Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.
عَلٰى
arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.
Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.
Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi
Abdülmecid
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Haşiye-1
İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )
( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).
Dipnot-2
“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.'” Yûnus Sûresi, 10:10.
Abdülmecid: (bk. bilgiler) âhir: son âkil: akıl sahibi, akıllı arz edilen: sunulan avn ü inayet: yardım ve ikram bahr: deniz beyan: açıklama, anlatım fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma fevkinde: üstünde haşiye: dipnot, açıklayıcı not hasıl olmak: meydana gelmek himmet: ciddi yardım ve gayret hitam: son hitam bulma: son bulma, sona erme i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması ihtiyar: irade, tercih, seçme ikmâl: tamamlama intihab: seçme, irade ıslah: düzeltme, iyileştirme levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı malûm: bilinen, belli mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma müzekker: erkek nakşedilen: işlenen nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi nihayet: son tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi tefsir: açıklama, yorum veciz: kısa, özlü söz
Bu çalışmada “Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretim” ile ilgili ne verilmeye çalışıldı?
Bu çalışmada Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.
Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.
Please inform your circles. Thank you. Lütfen çevrelerinizi haberdar edin. Teşekkürler.
13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı – Cumartesi Dersleri 13. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan On Üçüncü Sözün İkinci Makamı bu haftaki Cumartesi Dersinin konusunu oluşturuyor.
On Üçüncü Sözün İkinci Makamı
Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.
BİR KISIM GENÇLER tarafından, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi namına onlara dedim ki:
Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.
Birinci yol:
O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.1
İkinci yol:
Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır.2 Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.
Üçüncü yol:
Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.
Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak
bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) bedihî: ap açık, âşikar biçare: çaresiz cazibedar: cazibeli, çekici dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası dehşetli: korkunç ecel: ölüm vakti ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n) ehl-i inkâr ve dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. n-k-r; ḍ-l-l)
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma haps-i ebedî: sonsuz bir hapis, Cehennem (bk. e-b-d) haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d) hevesat: nefsin hoşuna giden yasak istek ve arzular idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d) inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r) itikad etme: inanma lehviyat: haram eğlenceler, oyunlar
medet: yardım muamele: davranış; karşılık muhavere: karşılıklı konuşma nihayetsiz: sonsuz şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y) sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tarz: şekil tasdik etmek: kabul etmek, doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ) tecrit: yalnız başına bırakma
ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.
Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık,1 ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar; ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri; ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat’î delilleriyle, o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn derecesinde HAŞİYE-1 ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î ile, “İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir” diye, ittifakan haber veriyorlar.
Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimalle, dalâlet ve sefahet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebep olduğunu ve “İman, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor” diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını gösterdikleri halde, bu acip ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus Müslüman, eğer iman ve ubûdiyeti
Dipnot-1
Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652: İbni Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ 1:32, 54.
Haşiye-1
Onlardan birisi Risale-i Nur’dur. Meydandadır.
acip: hayret verici, şaşırtıcı âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) âlem-i nur: nur âlemi (bk. a-l-m; n-v-r) âsar: eserler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bahusus: özellikle biçare: çaresiz dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) elem-i mânevî: mânevî acı, vicdan azabı (bk. a-n-y) emare: işaret, belirti enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) endişe-i helâket: yok olma endişesi evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hadd ü hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d) haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) ihbar eden: haber veren ihtimal-i helâket: yok olma ihtimali ihtimal-i kat’î: kesin ihtimal, olabilirlik ilmelyakin: kesin bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n) itaat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma ittifakan: birlik halinde, birleşerek kat’î: kesin keşif: Allah tarafından ilham olunmasıyla gizli bir şeyin meydana çıkarılması (bk. k-ş-f) mezkûr: sözü geçen mu’cize: peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan ve imana gelmelerine sebep olan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z) muhakkik: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhbir: haber veren muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygamber (bk. ṣ-d-ḳ) musaddak: doğrulanan, onaylanan (bk. ṣ-d-ḳ) nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alamet (bk. ṣ-d-ḳ) saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ) saray-ı saadet: mutluluk sarayı sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizce davranış, budalalık şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) zevk: mânevî âlemlerde iman hakikatlerinin hazzına erişme zindan-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d)
olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağırılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.
Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.
Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış; her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik saikasıyla, o hadsiz elemlerle âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihâne ve heveskârâne, muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.
Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin
âhiri: sonuncusu (bk. e-ḫ-r) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âlûde: bulaşmış, karışmış ecnebî: yabancı ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler (bk. ḍ-l-l) ehl-i iman ve taat: iman eden ve dinin emirlerine uyanlar (bk. e-m-n) elem: acı, sıkıntı elîm: elemli, acı verici enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esasat: esaslar, prensipler ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l) faik: üstün gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hadsiz: sınırsız hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haslet: huy, özellik
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde ihtar: hatırlatma ihtiyar: seçme, tercih etme, irade (bk. ḫ-y-r) inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r) kemâlât: faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri (bk. k-m-l) lezzet ve zevk-i mânevî: mânevî lezzet ve zevk (bk. a-n-y) lezzet-i gayr-ı meşrua: dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet (bk. ş-r-a) medar: sebep, vesile mu’cizatça: mu’cizeler açısından (bk. a-c-z) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar, kader (bk. ḳ-d-r)
musibet: belâ, felaket muvakkat: geçici muvakkaten: geçici olarak nev-i beşer: insanlık, insan türü Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) saadet-i lâyezâlî: hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet saika: sevk etme saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ) sefihâne: yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tecessüm: cisimleşme, cisim halinde belirme umum: bütün, genel üstad: hoca, öğretmen vefiyat: vefatlar, ölümler vesika: belge zevk ve lezzet-i azîme: büyük zevk ve lezzet (bk. a-ẓ-m)
medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.
İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.
Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r) ahval: haller, vaziyetler bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) biçare: çaresiz, zavallı cihet: yön daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a) ebedî: sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler elem: acı, keder, üzüntü endişe-i istikbal: gelecek endişesi gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hadisat: hadiseler, olaylar halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular iffet: namus ihtar: hatırlatma iktifa: yetinme istikbal: gelecek kâfi: yeterli kat’iyen: kesinlikle kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l) mazi: geçmiş medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı medet: yardım meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a) müptelâ: düşkün, tutulmuş nefrin/nefret etmek: tiksinmek nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) saadet: mutluluk sabık: geçen sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ) sürur: sevinç, mutluluk taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma tenbih: ikaz, uyarı terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b) terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m) terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d) usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r) zayi: kaybolup gitme ziyade: çok, fazla
KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami’ bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve
Dipnot-1
“Biz Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz.” İsrâ Sûresi, 17:82.
Dipnot-2
“Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
âdet: alışkanlık âdi: normal, basit, sıradan âdiyat: alışılmış olan sıradan şeyler beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) cahilâne: cahilce, bilgisizce cami’: kapsamlı (bk. c-m-a) celb etmek: çekmek derece-i ilim: ilim derecesi (bk. a-l-m) ders-i ibret: ibret dersi hakaik-ı acibe: şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici hazine-i ulûm: ilimler hazinesi (bk. a-l-m) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)
umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister. HAŞİYE-1
İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!
İşte bu sırdandır ki, Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami’ olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san’atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:
Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.
Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı
Haşiye-1
Amerika’da aynen bu vakıa olmuştur.
adem-i intizam: düzensizlik, düzenin yokluğu (bk. n-ẓ-m) âdi: basit, normal, sıradan beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n) cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a) cihet: yön cüda olmak: ayrı düşmek daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b) hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l) hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b) hazine-i ilm-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi (bk. a-l-m; v-ḥ-d) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m) i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) iaşe: beslenme, geçim (bk. a-y-ş)
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) intizâmât-ı san’at: san’attaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṣ-n-a) intizamsız: düzensiz (bk. n-ẓ-m) kemâl-i nizam ve intizam: mükemmel bir düzen ve tertip (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün evren (bk. k-t-b; k-v-n) küfran: iyilik bilmeme, nankörlük (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f) mâbeyn: aramanzum: şiir gibi vezinli yazılmış eser (bk. n-ẓ-m) marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; e-l-h) marifet-i Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; ṣ-n-a)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’cize-i rahmet: Allah’ın rahmet mu’cizesi (bk. a-c-z; r-ḥ-m) münasebet-i mâneviye: mânevî ilişki, bağlantı (bk. n-s-b; a-n-y) muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müstağni: ihtiyaç duymayan, muhtaç olmayan (bk. ğ-n-y) müteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş müteveccih: yönelmiş necm: kısım, durak; yıldız nevi: çeşit, tür nihayetsiz: sonsuz rabıta: bağ, ilgi sema: gökyüzü (bk. s-m-v) sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r) şüzuz etmek: kural dışı kalmak tazammun: içine alma, içerme tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r) terkibat: birleşimler, sentezler teşkil: meydana getirme umumî: genel uslûp: ifade tarzı vakıa: olay vezin: şiirdeki ahenk ölçüsü zi’l-ecniha: çok yönlü (bk. ẕi)
cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.
İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 1
nın bir sırrını bil.
Hem âyet-i
وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 2
sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ,
Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvisinden
“Biz Peygambere şiir öğretmedik…” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-2
“…bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-3
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.
Dipnot-4
“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter.” A’râf Sûresi, 7:54.
Dipnot-5
“Tek bir sesledir ki, onların hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler.” Yâsin Sûresi, 36:53.
Dipnot-6
“Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.” Cum’a Sûresi, 62:1.
âli: yüksek, yüce asr-ı cahiliyet: İslâmdan önceki asır, küfür ve cehâlet asrı beyn: ara cihet: yön daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) farz etmek: varsaymak hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b) hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y) i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)
ibret: düşündürücü ders intizamsızlık: düzensizlik (bk. n-ẓ-m) kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) lisan-ı ulviye: yüce lisan mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) müteveccih: yönelmiş necm-i âyet: âyet yıldızı necm-i sâkıp: karanlığı delip geçen parlak yıldız neşir: yayma nevi: çeşit, tür nisbet edilmek: kıyaslanmak (bk. n-s-b) nisbet-i hafiye: gizli bağ (bk. n-s-b)
nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r) perde-i cümud: donuk, katı perde revnaktar: göz alıcı güzellik sahrâ-yı bedeviyet: bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) zulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve duyarsızlık karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l) zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem,
يُسَبِّحُ
sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikr ediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat
sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.
Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile, yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı içinde bu nevi i’câzını zevk edemezsin.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan
Dipnot-1
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu (Allah’ı) tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
acip: şaşırtıcı, hayret verici arz: dünya arz-ı dîdar etmek: kendini göstermek ateşpare: ateş parçası âzâ: uzuvlar, organlar bahr: deniz ber: kara, yer camid: cansız, katı cüz’: parça (bk. c-z-e) dekaik: incelikler derece-i i’câz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z) envâ-ı i’câz: mu’cizelik türleri (bk. a-c-z) farz etmek: varsaymak hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hudut: sınır huşyar: uyanık i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z) kelime-i hikmetnümâ: hikmet ifade eden kelime, hikmetli söz (bk. k-l-m; ḥ-k-m) kelime-i tesbihfeşan: Allah’ı çok çok tesbih eden kelime (bk. k-l-m; s-b-ḥ)
kıyam etme: ayağa kalkma (bk. ḳ-v-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lisan: dil mahiyet: özellik, nitelik, içyüz mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m) mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m) mezkûr: sözü geçen mukabil: karşılık münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) mürur-u zaman: zamanın geçmesi muvazenet: denge (bk. v-z-n) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nebatat: bitkiler neşretmek: yaymak nevi: çeşit, tür neyyirât-ı İslâmiye: İslâmın nurlu hakikatleri (bk. n-v-r; s-l-m) nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
nur-u hakikat-edâ: gerçeğin ve doğrunun ortaya çıkmasına vesile olan nur, ışık (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ) perde-i gayb: görünmeyen perde (bk. ğ-y-b) perde-i ülfet: alışkanlık perdesi sada: ses sair: diğer sathî: sığ, yüzeysel sayha: sesleniş suret: şekil, biçim; görüntü, resim (bk. ṣ-v-r) tabakat-i mestûriyet: gizlilik tabakası temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b) ulûm-u müteârife: herkesçe bilinen bilgiler (bk. a-l-m; a-r-f) uzuv: organ zemzeme-i i’caz: mu’cizelik nağmesi ve ahengi (bk. a-c-z) zikretmek: Allah’ı anmak zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine “Maşaallah, bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” demişler.
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1
temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef’âl-i Rabbâniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki, o şecere-i nuraniye nin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenahi fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı,
hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nuraniyeyi, bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle, o kadar tenasüple ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef’âli beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Furkaniyeye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!” diyerek tasdik ediyorlar.
Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, ta en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüp tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır.
Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz’î semerâtına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’ân-ı cami’in nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiyenin
Dipnot-1
“Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.
Dipnot-2
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan Odur.” Hûd Sûresi, 11:7.
Dipnot-3
“Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi.” Ra’d Sûresi, 13:2.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) âdâb: davranış kuralları akl-ı beşer: insan aklı ashab-ı irfan ve hikmet: ilim ve hikmet sahibi kimseler (bk. a-r-f; ḥ-k-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyanat-ı Furkaniye: hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın açıklamaları, izahları (bk. b-y-n; f-r-ḳ) cevelân eden: dolaşan, gezen cüz’î: küçük (bk. c-z-e) daire-i imkân: bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat (bk. m-k-n) daire-i melekût: varlıkların iç yüzüyle alakalı görünmeyen daire (bk. m-l-k) daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi (bk. v-c-b) ehl-i keşif ve hakikat: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah’ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler (bk. k-ş-f; ḥ-ḳ-ḳ)
erkân: esaslar, şartlar (bk. r-k-n) erkân-ı hamse: beş esas, şart (bk. r-k-n) erkân-ı sitte: altı esas, şart (bk. r-k-n) gayat: gayeler, amaçlar hakaik-ı esmâ ve sıfât ve şuûn ve ef’âl: Cenâb-ı Allah’ın isim, sıfat, iş ve fiillerinin hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-m-v; v-ṣ-f; ş-e-n; f-a-l) hakikat-i nuraniye: nurlu, parlak gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-v-r) hikemiyât: hikmetli söz ve düşünceler (bk. ḥ-k-m) hudut: sınır, uç hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n) hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b) idrak: anlayış, kavrayış işarat: işaretler, deliller izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r) kemâl-i münasebet: mükemmel bir uygunluk (bk. k-m-l; n-s-b) Kur’ân-ı cami’: herşeyi içinde bulunduran Kur’ân-ı Kerim (bk. c-m-a)
mutabık: uygun muvazenet: denge, denklik (bk. v-z-n) nusus: nasslar, açık hükümler rümuz: remizler, işaretler şecere-i azîme: çok büyük ağaç (bk. a-ẓ-m) semerât: meyveler, neticeler Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiye: İslâmın büyük ve yüce kanunları (bk. ş-r-a; k-b-r; s-l-m) Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r) teferruat: ayrıntılar tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b) tevahhuş: korkmak, ürkmek vücuh: vecihler, yönler
kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır.
Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.
“Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir.” Kehf Sûresi, 18:1.
Dipnot-2
Ey Kur’ân’ı indiren Allahım! Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın hakkı için, kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Âmin, ey kendisinden istimdad edilen Müsteân!
bâhusus: özellikle beşer: insan beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) burhan-ı kàtı’: kesin delil cemî: bütün (bk. c-m-a) cerh edilmez: çürütülmez ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d) eşya: şeyler, varlıklar ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l) hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b) ilm-i cüz’î: az ve sınırlı ilim (bk. a-l-m; c-z-e) ilm-i muhît: herşeyi ihata edici, kuşatıcı ilim (bk. a-l-m) istinad: dayanma (bk. s-n-d) kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kemâl-i intizam ve muvazenet: mükemmel düzen ve denge (bk. k-m-l; n-ẓ-m; v-z-n)
müşahede etme: görme (bk. ş-h-d) müstenid: dayanan (bk. s-n-d) resanet: sağlamlık şahid-i âdil: adaletli ve doğruları söyleyen şahit (bk. ş-h-d; a-d-l) ümmî: okuma yazma bilmeyen
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.
On İkinci Söz
…
DÖRDÜNCÜ ESAS
Kur’ân’ın bütün kelimât-ı İlâhiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen, şu iki temsîle bak.
beşer: insan cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a) cidal: mücadele, kavga cihet-i tefevvuk: üstünlük yönü cihet-i ulviyet: yücelik yönü düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y) düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l) gayât: gayeler, amaçlar hâcât-ı beşeriye: insanî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c) hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri (bk. n-f-s) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefenin hikmeti (bk. ḥ-k-m) hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m) hissiyat-ı ulviye: yüksek hisler, yüce duygular incizap: kendine çekme istinad: dayanma (bk. s-n-d) ittifak: birlik, birleşme kâfi: yeterli kavî: kuvvetli, güçlü kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l) kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) livechillâh: Allah için maâliyât: yüksek ve yüce fikirler menfî milliyet: zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) rabıta: bağ rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı rıza-i İlâhî: Allah rızası (bk. e-l-h) saadet: mutluluk saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) sed çekmek: engel olmak selb olmak: ortadan kalkmak semerât: meyveler, neticeler tecavüz: saldırma, sataşma temsîl: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d) tezyid: arttırma tilmiz: talebe, öğrenci uhuvvet: kardeşlik unsuriyet: ırkçılık
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.
İkinci temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar, o âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hâl ile böyle minnettârâne bir sohbet eder, der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.
İşte, bu iki temsîlin dürbünüyle Kur’ân’a bak, ta ki i’câzını göresin ve kudsiyetini anlayasın.
Evet, Kur’ân der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa, Cenâb-ı Hakkın kelimâtını yazsalar, bitiremezler.”1 Şimdi, şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam Kur’ân’a verilmesinin sebebi şudur ki:
Kur’ân, İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semâvât ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye
Dipnot-1
bk. Lokman Sûresi, 31:27.
âdi: normal, sıradan arz: yer âsâr: eserler âyine: ayna cami’: kapsayan (bk. c-m-a) cüz’î: küçük (bk. c-z-e) evâmir: emirler ferman: buyruk hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkimiyet-i amme: genel hâkimiyet, egemenlik (bk. ḥ-k-m) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hane: evhas: özel haşmet: heybet, görkem haysiyet: itibar, özellik hilâfet-i kübrâ: insanın yeryüzünde temsil ettiği mânevî görev (bk. ḫ-l-f; k-b-r) hitap: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b) hususî: özel i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z) İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
izhar: açığa çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r) kayıt: sınır kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelimât: kelimeler (bk. k-l-m) kudsiyet: kusur ve noksandan yücelik, kutsallık (bk. ḳ-d-s) lisan-ı hâl: hal ve beden dili mahdut: sınırlanmış mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d) minnettârâne: minnetli bir şekilde mükâleme: konuşma (bk. k-l-m) münasebettar: ilişkili, bağlantılı (bk. n-s-b) nam: ad, ünvan nazdâr: nazlı nazenin: ince, nazik neşir: yayma nihayetsiz: sonsuz nisbet: oran (bk. n-s-b) Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
raiyet: halk, vatandaş Rububiyet-i mutlaka: Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ) saltanat-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın herşeye hükmeden, herşeyi kuşatan saltanatı, egemenliği (bk. s-l-ṭ; s-b-ḥ) saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m) semavat: gökler (bk. s-m-v) tarz: şekil temsil: örnek, benzetme (bk. m-s̱-l) teşhir: ilan etme, duyurma tevcih etme: yöneltme ulvî: yüce, yüksek ziya: ışık
hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş.
Amma sair kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellîsiyle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir.1 Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır.2 Sonra avâm-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:
حَدَّثَنِى قَلْبِى عَنْ رَبِّى 3
Yani, “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.”
Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.”
Hem der: “Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.”
Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.”
Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların4 nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.
arş: taht (bk. a-r-ş) Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) avâm-ı melâike: meleklerden dereceleri düşük olanlar (bk. m-l-k) avâm-ı nas: sıradan halk tabakası âyine: ayna azamet-i haşmet: haşmetin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m) cihet: yön cüz’î: küçük (bk. c-z-e) defter-i iltifâtât-ı Rahmâniye: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içeren defter (bk. r-ḥ-m) derecat: dereceler ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) has: özel hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hicap: perde, örtü hikmetfeşan: hikmet yayan (bk. ḥ-k-m) hususiyet: özel olma, hususîlik hutbe-i ezeliye: varlığının başlangıcı olmayan Allah’ın konuşması (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l) ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m) kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) Kelâmullah: Allah’ın kelamı (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h) kemâl-i liyakat: tam layık oluş (bk. k-m-l) kitab-ı mukaddes: kutsal kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) külliyet: genellik, umumilik (bk. k-l-l) mahsus: özel mazhar-ı hitap: muhatap alınma, muhatap kabul edilme (bk. ẓ-h-r; ḫ-ṭ-b) mecmua: kitap (bk. c-m-a) melâike-i izam: büyük melekler (bk. m-l-k; a-ẓ-m) muhabere: haberleşme muhât: kapsama alanı muhit: çevre, taraf muhtelif: çeşitli münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v) mütefavit: farklı farklı, çeşitli nisbet-i ref’: ortadan kalkma oranı (bk. n-s-b) nüzul: inme (bk. n-z-l)
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) Rabbü’l-Âlemin: âlemlerin Rabbi Allah (bk. r-b-b; a-l-m) rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m) rahmet-i vâsia-i muhîta: Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti, merhamet ve şefkati (bk. r-ḥ-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) sair: diğer saltanat: hâkimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ) tecellî: belirme, görünme (bk. c-l-y) teftiş: kontrol Ulûhiyet: İlâhlık (bk. e-l-h) zahir olan: görünen, ortaya çıkan (bk. ẓ-h-r)
İşte, bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âli ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik ise; Kur’ân-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.
Kur’ân’dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin, dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır; o sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur’ân’ın İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen, Âyetü’l-Kürsî ve âyet-i
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-6
“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.
Dipnot-7
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” Ahzâb Sûresi, 33:72.
Dipnot-8
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.
âdi: normal, basit, sıradan akis: yansıma âli: yüce, yüksek Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti âyine: ayna cilve: görünme (bk. c-l-y) cüz’î: küçük (bk. c-z-e) fâik: üstün fehmetmek: anlamak ferman: buyruk fevkinde: üstünde feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) haysiyet: itibar, özellik İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
istifade: faydalanma, yararlanma kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân (bk. a-ẓ-m) kütüb-ü mukaddese: mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; ḳ-d-s) mertebe-i kudsiye: mukaddes mertebe, yüce derece (bk. ḳ-d-s) mükâleme: konuşma (bk. k-l-m) nisbet: ölçü, oran (bk. n-s-b) saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
sırr-ı tefevvuk: üstünlük sırrı suhuf-u semâviye: bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar (bk. s-m-v) tanzir etmek: benzerini yapmak (bk. n-ẓ-r) tefevvuk: üstünlük tereşşuh etmek: sızmak
gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak. Hem başlarında
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 3
veyahut
سَبَّحَ 4
ve
يُسَبِّحُ 5
bulunan sûrelerin başlarına dikkat et. Ta bu sırr-ı azîmin şuâını göresin. Hem
الۤمۤ 6
lerin ve
الۤرٰ 7
ların ve
حٰمۤ 8
lerin fâtihalarına bak, Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakkın yanında ehemmiyetini bilesin.
Eğer şu Dördüncü Esasın kıymettar sırrını fehmettinse, enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’ân’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’câzının sırrını anlarsın. Hem Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta semâvâta, ta Sidretü’l-Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip,
اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 9
olan Zât-ı Zülcelâl ile münacat edip, tarfetü’l-aynda yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet, şakk-ı kamer nasıl ki bir mucize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de, Mirac dahi bir mucize-i ubûdiyetidir; habibiyetini ervah ve melâikeye gösterdi.
“(Allah) ona şahdamarından daha yakın.” Kaf Sûresi, 50:16.
Dipnot-10
Allah’ım! Senin rahmetine ve onun hürmetine nasıl yaraşırsa, ona ve âline öylece salât ve selâm olsun. Âmin.
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) cin ve ins: cinler ve insanlar ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) fâtiha: başlangıç fehmetmek: anlamak habibiyet: sevgililik (bk. ḥ-b-b) ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ izzet-i kudsiyet: mukaddesliğinin izzeti, yüceliği (bk. a-z-z; ḳ-d-s) Kab-ı Kavseyn: Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür (bk. ḳ-v-b) küllî: kapsamlı (bk. k-l-l)
melâike: melekler (bk. m-l-k) Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c) mu’cize-i risalet: peygamberlik mu’cizesi (bk. a-c-z; r-s-l) mu’cize-i ubûdiyet: kulluk mu’cizesi (bk. a-c-z; a-b-d) münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v) nebî: peygamber (bk. n-b-e) nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi semavat: gökler (bk. s-m-v) Sidretü’l-Müntehâ: yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam
sırr-ı âzim: büyük sır (bk. a-ẓ-m) sırr-ı lüzum: gerekliliğin sırrı şuâ: ışın, güçlü ışık hüzmesi tarfetü’l-ayn: bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an ulvî: yüce, yüksek ulviyet-i i’câz: mu’cizeliğin yüceliği (bk. a-c-z) vahy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y) velî: Allah dostu (bk. v-l-y) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
Kur’ân-ı Hakîmin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi:
Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz
abd: kul (bk. a-b-d) abd-i aziz: izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul (bk. a-b-d; a-z-z) âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z) âzam-ı mahlûkat: yaratılmışların en büyüğü (bk. a-ẓ-m; ḫ-l-ḳ) âzam-ı menfaat: menfaatin en büyüğü (bk. a-ẓ-m) batn: mide, karın cebbar: zorba, zalim (bk. c-b-r) cebbâr-ı hodfuruş: kendini beğenen zorba daire-i izni haricinde: izin verdiği daire dışında denî: alçak dessas: hilekâr, aldatıcı fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r) Fâtır: benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r) ferc: üreme organı, avret firavun-u zelil: alçak bir firavun gaye-i himmet: gayret ve çabanın gayesi gaye-i ibadet: ibadetin gayesi (bk. a-b-d) gayr: başkası hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halim: yumuşak huylu, uysal halis: samimi, temiz, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hasis: âdi, değersiz hayat-ı şahsiye: kişisel hayat (bk. ḥ-y-y) hevesat: hevesler, arzu ve istekler hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmet-i felsefe: felsefe ilmi (bk. ḥ-k-m) hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m) hod-endiş: kendini düşünen hodgâm: kendi keyfini düşünen, bencil iddihar: biriktirmek, saklamak ihtiyar: irade, tercih gücü, istek (bk. ḫ-y-r) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mağrur: gururlu, kendini beğenmiş Mâlik-i Kerîm: bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; k-r-m) menfaat-i hasise: âdi, değersiz çıkar menfaat-i kavmiye: milletin çıkarı menfaat-i şahsiye: kişisel çıkar
menfaatperest: çıkarına tapan miskin: uyuşuk, tembel muannid: inatçı, direnen müstağnî: zengin, minnetsiz, tok gönüllü (bk. ğ-n-y) müştekî: şikayetçi mütemerrid: inatçı, dikkafalı mütevazi: alçakgönüllü muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) nefis: kişinin kendisi; insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nihayetsiz: sonsuz nokta-i istinat: dayanak noktası (bk. s-n-d) safsata: yalan, uydurma şâkirt: talebe, öğrenci selim: sağlam, doğru (bk. s-l-m) Seyyid: efendi, sahip tahkir: hakaret etme, küçümseme tenezzül etmek: inmek, alçalmak (bk. n-z-l) terbiye-i ahlâkiye: ahlâk terbiyesi (bk. r-b-b; ḫ-l-ḳ) tezellül: aşağılanma tilmiz: talebe, öğrenci uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) zaaf: zayıflık zillet: alçaklık, aşağılık
kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır.
İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.
ÜÇÜNCÜ ESAS
Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet, menfi milliyeti” tutar. Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”
Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.
Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate bedel “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine “düstur-u teâvünü” esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.
beşer: insan cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a) cidal: mücadele, kavga cihet-i tefevvuk: üstünlük yönü cihet-i ulviyet: yücelik yönü düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y) düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l) gayât: gayeler, amaçlar hâcât-ı beşeriye: insanî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c) hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri (bk. n-f-s) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefenin hikmeti (bk. ḥ-k-m) hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m) hissiyat-ı ulviye: yüksek hisler, yüce duygular incizap: kendine çekme istinad: dayanma (bk. s-n-d) ittifak: birlik, birleşme kâfi: yeterli kavî: kuvvetli, güçlü kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l) kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l) kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) livechillâh: Allah için maâliyât: yüksek ve yüce fikirler menfî milliyet: zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) rabıta: bağ rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı rıza-i İlâhî: Allah rızası (bk. e-l-h) saadet: mutluluk saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n) sed çekmek: engel olmak selb olmak: ortadan kalkmak semerât: meyveler, neticeler tecavüz: saldırma, sataşma temsîl: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d) tezyid: arttırma tilmiz: talebe, öğrenci uhuvvet: kardeşlik unsuriyet: ırkçılık