Eğitim ve Öğretime, Bilgi ve Bilime Farklı Bir Bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ Yerine MÂNÂ-YI HARFİ İle Bakış. Kâr Amacı Gütmeyen Ücretsiz Açık Kaynak Bir Eğitim Sitesi. A Different Perspective on Education and Teaching, Knowledge and Science; Glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. A Free Non-Profit Open Source Education Site.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz Birinci Makam Yedinci Burhan.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi İkinci Söz
Birinci Makam
YEDİNCİ BURHAN
Ey arkadaş, gel. Şimdi bu cüz’iyâtı bırakıp, saray şeklindeki bu acip âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz.
İşte, bak: Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.
İşte, bak: Gaipten acip bir kafile HAŞİYE-1 çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak taşıyorlar. İşte, bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar.
Haşiye-1
Umum hayvanatın erzakını taşıyan nebatat ve eşcar kafileleridir.
abes: geresiz, lüzumsuz acip: şaşırtıcı, hayret verici âlem: dünya (bk. a-l-m) cüz’iyât: küçük, ferdî şeyler (bk. c-z-e) ecza: parçalar, bölümler (bk. c-z-e) erzak: rızıklar; yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ) eşcar: ağaçlar fail-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l; ḫ-y-r) fert: birey (bk. f-r-d) gaip: görünmeyen âlem (bk. ğ-y-b) has/mahsus: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihsanperverâne: bağışta bulunmayı pek sever şekilde (bk. ḥ-s-n) imdad: yardım inkılap: değişim, dönüşüm intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) kafile: topluluk küllî: büyük, geniş (bk. k-l-l) lütûf: yardım, iyilik, bağış (bk. l-ṭ-f) mahiyet: nitelik, özellik merkep: binek mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z) muhal: imkânsız muhtelif: çeşitli mükrimâne: ikramlarda bulunarak (bk. k-r-m) muktedir: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r) muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m) musahhar: boyun eğmiş
müteaddit: çeşitli nebat: bitki nebatat: bitkiler nihayet: son nizâmât-ı külliye: kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenler (bk. n-ẓ-m; k-l-l) sahavetperverâne: cömertlikte bulunmaktan pek hoşlanır şekilde suret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r) tabla-i erzak: yiyecek tablası (bk. r-z-ḳ) tabla-i nimet: nimet tablası (bk. n-a-m) taife: topluluk tesadüfî: rastgele, tesadüfen tevfik-i hareket: uygun hareket umumî: genel, herkese ait ziyade: fazla
Hem de bak, bu kubbede o azîm elektrik lâmbası, HAŞİYE-1 onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor! Yalnız, pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybî tarafından birer ipe takılıp HAŞİYE-2 ona karşı tutuluyor.
Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar—nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacık HAŞİYE-3 takılmış. İki çeşme gibi, yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.
Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et; tâdât ile bitmez.
İşte, bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyle tanzim olunur. Herşey onun keremiyle muavenet eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir söz söyle!
Haşiye-1
O azîm elektrik lâmbası, güneşe işarettir.
Haşiye-2
İp ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir.
Haşiye-3
İki tulumbacık ise, validelerin memelerine işarettir.
âkıl: akıllı azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) biçare: çaresiz dest-i gaybî: görünmeyen el (bk. ğ-y-b) elhasıl: özetle, sonuç olarak emirber: emre hazır emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) eşya: şeyler, varlıklar haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihata etme: kuşatma izn-i Rabbani: Rab olan Allah’ın izni (bk. r-b-b)
kat’î: kesin kerem: ikram, iyilik (bk. k-r-m) kubbe: yarım küre; gökyüzü lâtif: şirin, hoş (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler leziz: lezzetli mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) masnuât-ı İlâhiye: İlâhî san’at eserleri (bk. ṣ-n-a; e-l-h) medet: yardım menşe: kök muavenet: yardımlaşma muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musahhar: boyun eğmiş müvellid: meydana getiren, doğurtan nahif: çelimsiz, zayıf nakş: işleme (bk. n-ḳ-ş)
nefer: asker nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) nescetme: dokuma, örme saray-ı acib: hayranlık uyandıran saray saray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) taam: yiyecek tâdât: sayma tanzim olmak: düzenlenmek (bk. n-ẓ-m) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) tekzip: yalanlama valide: ana zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) ziya: ışık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam, YEDİNCİ BURHAN, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. …” (Bakara Sûresi, 2:74) konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz Birinci Makam Üçüncü Nükte.
Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini en mühim ve büyük meseleler suretinde bahis ve beyanda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”
Şu vesveseye karşı, feyz-i Kur’ân’dan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’ân’ın îcâz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş.
Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur’ân’ın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki, Kur’ân’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumî düsturları, melûf ve cüz’î suretlerle gösterilsin. Ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında harikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye icmâlen gösterilsin. İşte, bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Hakîm şu âyetle diyor:
Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira, görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar
Dipnot-1
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.” Bakara Sûresi, 2:74.
âdet: alışkanlık âdi: değersiz, basit avâm: sıradan halk tabakası benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) binâen: –dayanarak, dolayı câmid: cansız, sert, katı cüz’î: küçük, ferdî, kişisel (bk. c-z-e) ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) feyz-i Kur’ân: Kur’ân’ın verdiği ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) fıtrî: doğal, yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlât-ı tabiiye: doğal haller (bk. ṭ-b-a) harikulâde: olağanüstü hidayet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hak ve doğru yola erdirmesi (bk. h-d-y)
hüsn-ü ifham: anlatımdaki güzellik (bk. ḥ-s-n) i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) îcâz: vecizlik, az sözle çok mânâlar anlatma (bk. v-c-z) îcâz-ı mu’ciz: mu’cizeli vecizlik; mu’cizeli bir şekilde az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. a-c-z) icmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l) ihtisar edilmek: kısaltılmak, özetlenmek iktiza: gerektirme ilham edilme: kalbe gelme küllî: büyük, genel (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lütf-u irşad: iyilik ve bağışla doğru yola erdirme (bk. l-ṭ-f; r-ş-d)
malûm: bilinen (bk. a-l-m) melûf: alışılmış muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) müvesvis: vesvese veren, şüphe ve kuruntu veren nükte: ince ve derin mânâ tabaka-i azîme: büyük tabaka (bk. a-ẓ-m) tahtında: altında tasarrufât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın tasarrufları, icraatları (bk. ṣ-r-f; e-l-h) teşkil: oluşturma umumî: genel vesvese: şüphe, kuruntu ziyade: çok, fazla
evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de, tahtezzemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizamla, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cetvelleri HAŞİYE-1 ve su damarları, kemâl-i hikmetle, o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtat ve ağaçların dallarının suhuletle suret-i intişarı gibi, o derece suhuletle köklerin nazik damarları yeraltındaki taşlarda, mümânaat görmeyerek, evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’ân işaret ediyor. Ve geniş bir hakikati şu âyetle ders veriyor ve o dersle o kasavetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:
Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasavetle mukavemet ediyor? Halbuki, o koca, sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla, karanlıkta, nazik vazifelerini mükemmel ifa ediyorlar, itaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medâr-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli
Haşiye-1
Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâl tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur’ân’a yakışır. İşte, birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enhârın muntazam bir mizanla zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet, taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde delâil-i vahdâniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) azamet-i kudret: güç ve iktidarın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) cereyan etmek: meydana gelmek cevelân: akma, dolaşma dâyelik: analık delâil-i vahdâniyet: Cenab-ı Allah’ın birliğinin delilleri (bk. v-ḥ-d) dest-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r) deveran-ı dem: kanın dolaşması emirber: emre hazır enhâr: nehirler evâmir: emirler evâmir-i İlâhi: Cenab-ı Allah’ın emirleri (bk. e-l-h) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın icraatı (bk. r-b-b) ifa etmek: yerine getirmek inâyet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen (bk. a-n-y) intişar etmek: yayılmak intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kasavet: katılık, kalb katılığı kemâl-i hikmet: mükemmel bir hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m) kemâl-i inkıyad: tam ve mükemmel bir boyun eğme (bk. k-m-l) kudret-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h) kudret-i Rabbâniye: her şeyi terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti (bk. ḳ-d-r; r-b-b) masnuât-ı muntazama: düzenli bir şekilde yaratılan san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a; n-ẓ-m)
medâr-ı hayat: hayat dayanağı (bk. ḥ-y-y) mizan: ölçü (bk. v-z-n) mukavemet: karşı gelme, direnç mümânaat: engel olma muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) musahhar: boyun eğmiş mutî: itaatkâr nazik: zarif, ince nebâtât: bitkiler remzen: işareten sair: diğer seyyar: gezici, hareketli suhulet: kolaylık suret-i intişar: yayılma şekli (bk. ṣ-v-r) tabaka-i muazzama: en büyük tabaka (bk. a-ẓ-m) tahtezzemin: yeraltı taksimat: bölüştürmek, paylaştırmak tasarrufât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın tasarrufları (bk. ṣ-r-f; e-l-h) tavzif edilmek: görevlendirilmek teşkil: oluşma, meydana gelme tevziat: dağıtım uyûn: pınarlar, su kaynakları vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen vazife (bk. f-ṭ-r) zemin: yer zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
tasarrufât-ı İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acip ve intizamca daha garip bir surette, hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecelli ediyor. Bakınız: En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekvîniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar! Ve memur-u İlâhî olan o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki: Taleb-i rüyet hadisesinde meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi, umum rû-yi zeminde, aslı sudan incimad etmiş, adeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisât-ı arziye suretinde tecelliyât-ı celâliye ile, o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyât-ı celâliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp, toprağa kalb olup, nebâtâta menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menâfi için kudret ve hikmet-i İlâhiyeye secde-i itaat ederek, desâtir-i hikmet-i Sübhâniyeye emirber şeklini alıyorlar.
Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevaziâne aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığı; belki bir Hakîm-i Kadîrin tasarrufât-ı hakîmânesiyle, o intizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne bulunduğuna delil ise, o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla
Dipnot-1
“Taşlardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.” Bakara Sûresi, 2:74.
acip: hayret verici, şaşırtıcı beyhude: boşuna, gayesiz cereyan etmek: meydana gelmek desâtir-i hikmet-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın hikmet düsturları, prensipleri (bk. ḥ-k-m; s-b-ḥ) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) emirber: emre hazır evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n) hâdisât-ı arziye: yer olayları (bk. ḥ-d-s̱) hakikat-i muazzama: çok büyük hakikat, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m) Hakîm-i Kadîr: her şeyi hikmetle yapan sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ḳ-d-r) haşyet: korku, dehşet hikem: hikmetler (bk. ḥ-k-m) hikmeten: hikmet gereği (bk. ḥ-k-m) ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmek (bk. ḫ-y-r) inâyet-i İlâhiye: Allah’ın inâyeti; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y; e-l-h)
incimad: donma intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde işleyen düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m) kalb olmak: dönüşmek kasavet: sert, katı kudret ve hikmet-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın kudret ve hikmeti (bk. ḳ-d-r; ḥ-k-m; e-l-h) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mahfî: gizli memur-u İlâhî: Cenab-ı Allah’ın memuru (bk. e-l-h) menâfi: menfaatler, yararlar menşe: kaynak mesken: ev, mekan (bk. s-k-n) mevki: yer, konum misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukavemet: karşı koyma, direnç murassaât: süsler müteallik: yönelik mütevaziâne: alçakgönüllülükle nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nazik: ince, zarif nebâtât: bitkiler rû-yi zemin: yeryüzü secde-i itaat: itaat secdesi sekene-i zemin: yeryüzünde yaşayanlar (bk. s-k-n)
taleb-i rüyet: Allah’ın cemâlini görme isteği (bk. ṭ-l-b) tasarrufât-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde yapılan tasarruflar, icraatlar (bk. ṣ-r-f; ḥ-k-m) tasarrufât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın tasarrufları (bk. ṣ-r-f; e-l-h) tecelli: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tecelliyât-ı celâliye: Allah’ın sınırsız haşmet ve yüceliğini gösteren yansımalar (bk. c-l-y; c-l-l) tesadüfî: tesadüfen, rastgele umum: bütün yekpare: tek parça zahir: açık, görünen (bk. ẓ-h-r) zelzele: deprem, sarsıntızemin: yerzuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemâl-i intizamı ve hüsn-ü san’atı, kat’î, şüphesiz şehadet eder.
İşte, şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’ân’ın letâfet-i beyanına ve i’câz-ı belâğatine: Nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını, üç fıkra içinde üç vakıa-i meşhure ve meşhude ile gösteriyor. Ve medar-ı ibret üç hadise-i uhrâyı hatırlatmakla lâtif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.
Şu fıkra ile, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın asâsına karşı kemâl-i şevkle inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir mânâyı ifham ediyor ve mânen diyor:
Ey Benî İsrail! Birtek mu’cize-i Mûsâya (a.s.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizât-ı Mûseviyeye (a.s.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor?
Şu fıkra ile, Tûr-i Sinâ’daki münâcât-ı Mûseviyede (a.s.) vuku bulan tecelliye-i celâliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-i meşhureyi ihtarla şöyle bir mânâyı ders veriyor ki:
Ey kavm-i Mûsâ! Nasıl Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki, taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor. Ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?
Dipnot-1
“Taşlardan öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar.” Bakara Sûresi, 2:74.
Dipnot-2
“Taşlardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.” Bakara Sûresi, 2:74.
ahz-ı misak: söz alma Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston, değnek Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler Cebel-i Tûr: Tûr Dağı (bk. Tûr-i Sînâ) cümud: katılık, sertlik fıkra: kısım, bölüm hadise-i uhrâ: âhirete ait hadise (bk. e-ḫ-r) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşyet: korku, dehşet hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü san’at: sanatın güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a) Hz. Mûsâ: (bk. bilgiler) i’câz-ı belâğat: güzel söz söylemedeki mu’cizelik (bk. a-c-z; b-l-ğ)
ifham etmek: anlatmak ihtar: hatırlatma inşikak etmek: yarılmak irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) kasavet: katılık, kalp katılığı kat’î: kesin kavm-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kavmi kemâl-i intizam: düzenliliğin mükemmelliği (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kemâl-i şevk: tam bir istek ve arzu (bk. k-m-l) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) letâfet-i beyan: ifadenin güzelliği, hoşluğu (bk. b-y-n) medar-ı ibret: ibret vesilesi mu’cizât-ı Mûseviye: Hz. Mûsâ’nın mu’cizeleri (bk. a-c-z) mu’cize-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın mu’cizesi (bk. a-c-z; şahıs) mukavemetsûz: karşı konulmaz münâcât-ı Mûseviye: Hz. Mûsâ’nın dua ve yakarışı (bk. n-c-v)
münakkaş: nakışlanmış (bk. n-ḳ-ş) müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n) nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r) sürur: sevinç, mutluluk taleb-i rüyet: Allah’ın cemâlini görme isteği (bk. ṭ-l-b) tecelliye-i celâliye: Allah’ın varlıklar üzerinde haşmetinin görünmesi (bk. c-l-y; c-l-l) temerrüd etmek: inat etmek, karşı gelmek Tûr-i Sinâ: Sinâ Dağı; Cenab-ı Hakkın Hz. Mûsâ’ya göründüğü ve Tevrat’ı indirdiği dağ vakıa-i meşhure ve meşhude: meşhur ve bilinen olay (bk. ş-h-d) vuku bulmak: meydana gelmek zecretmek: sakındırmak
Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekvîniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevâri bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki:
Şöyle azîm ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı, galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi varidat olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek harika bir surette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.
İşte, bu sırra işareten, bu mânâyı ifade için, hadiste rivâyet ediliyor ki, “O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor; ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivâyette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennettendir.”2 Şu rivâyetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeânına kabil değildir. Elbette menbaları bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarifle varidatın muvazenesi devam eder.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm şu mânâyı ihtarla şöyle bir ders veriyor ki, der:
Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelâlin evâmirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedînin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı cennet suretine çeviren Nil-i mübarek gibi koca nehirleri âdi, câmid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizât-ı kudretini, şevâhid-i vahdâniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve
Dipnot-1
“Taşlardan öyleleri var ki, bağrından nehirler çağlar.” Bakara Sûresi: 2:74.
âdi: basit, sıradan âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b) azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler câmid: cansız, sert, katı cereyan: akım Dicle: (bk. bilgiler) enhâr: nehirler esbab-ı maddiye: maddî sebepler (bk. s-b-b) evâmir: emirler evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n) faraza: varsayalım ki Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve benzersiz şeyleri üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) fıkra: kısım, bölüm Fırat: (bk. bilgiler) gaflet: umursamazlık, duyarsızlık (bk. ğ-f-l) galiben: çoğunlukla
hakikat: gerçek, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikanümâ: harikalı hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b) hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) ifham: anlatma ihtar: hatırlatma kabil: mümkün kasavet: katılık, sertlik katre: damla kesretli: çok (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mahrutî: koni şeklinde masarif: masraflar, giderler mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) menba: kaynak mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r) mu’cizevâri: mu’cize gibi (bk. a-c-z) musahhar: boyun eğmiş müteyakkız: uyanık ve dikkatli
muvazene: denge (bk. v-z-n) nebean etme: yerden çıkma, kaynama Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) nüfuz etme: içe geçme, işleme rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi Şems-i Sermed: Ebedî Güneş; bu tabir, her şeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır şevâhid-i vahdâniyet: Allah’ın birliğinin şahitleri (bk. ş-h-d; v-ḥ-d) tabiî: doğal (bk. ṭ-b-a) tesadüfî: tesadüfen, rastgele varidat: gelirler Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) ziya-yı marifet: Allah’ı tanıma ve bilme ışığı (bk. a-r-f)
zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulûb ve ukûlüne isâle ediyor. Hem hissiz, câmid bazı taşları böyle acip bir tarzda HAŞİYE-1 mu’cizât-ı kudretine mazhar etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fâtır-ı Zülcelâli gösterdiği halde, nasıl Onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?
İşte, şu üç hakikate nasıl bir belâğat giydirilmiş, gör. Ve belâğat-i irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâğat-i irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?
İşte, baştan buraya kadar anladınsa, Kur’ân-ı Hakîmin irşadî bir lem’a-i i’câzını gör, Allah’a şükret.
HAŞİYE: Nil-i mübarek Cebel-i Kamer‘den çıktığı gibi, Dicle‘nin en mühim bir şubesi Van vilâyetinden, Müküs nahiyesinden bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat‘ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan
(“Arzı, donmuş bir çeşit suyun üzerinde yayan Zatı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim.” (Mecmuatü’l Ahzab, 1:304; 2:554)) kat’î delâlet ediyor ki, asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki “arz” lâfzı, toprak demektir. Demek su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için, Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-2
Allahım! Kur’ân’ın esrarını, sevdiğin ve râzı olduğun şekilde bize tefhim et ve onun hizmetine bizi muvaffak et. Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn. Allahım! Kur’ân-ı Hakîmin kendisine indirildiği zâta ve bütün âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.
acip: hayret verici, şaşırtıcı asl-ı hilkat-i arz: toprağın yaratılışının esası (bk. ḫ-l-ḳ) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) belâğat-i irşadiye: doğru yolu gösteren belâğat (bk. b-l-ğ; r-ş-d) câmid: cansız, sert, katı Cebel-i Kamer: (bk. bilgiler) delâlet: işaret etme, delil olma Dicle: (bk. bilgiler) dimağ: akıl, şuur Diyadin: (bk. bilgiler) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
fennen: ilmen Fırat: (bk. bilgiler) Hakîm-i Rahîm: her şeyi hikmetle yapan, sonsuz rahmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m) hararetli: sıcak haşiye: dipnot, açıklayıcı not hilkaten: yaratılış gereği (bk. ḫ-l-ḳ) ifaza: bol bol akma, taşma (bk. f-y-ḍ) incimad etmek: donmak irşadî: doğru yolu göstermekle ilgili (bk. r-ş-d) isâle etmek: akıtmak izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h) kasavet: sertlik, katılık kulûb: kalpler Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâfız: söz lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
madde-i mâyia: sıvı madde makarr: merkez mazhar: yansıma yeri, ayna (bk. ẓ-h-r) Müküs: (bk. bilgiler) Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) nur-u marifet: Allah’ı bilme ve tanıma nuru (bk. n-v-r; a-r-f) tesbihat-ı Nebeviye: Peygamberimizin, Allah’ı tesbih etme, şanına layık ifadelerle anma biçimi (bk. s-b-ḥ; n-b-e) ukul: akıllar Van: (bk. bilgiler) zemin: yeryüzü zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) ziya: ışık zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam, Üçüncü Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.