Eğitim ve Öğretime, Bilgi ve Bilime Farklı Bir Bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ Yerine MÂNÂ-YI HARFİ İle Bakış. Kâr Amacı Gütmeyen Ücretsiz Açık Kaynak Bir Eğitim Sitesi. A Different Perspective on Education and Teaching, Knowledge and Science; Glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. A Free Non-Profit Open Source Education Site.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş?” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Birinci Söz İkinci Makam Beşinci Vecih.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı
BEŞİNCİ VECİH
Mesâil-i imâniyede şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani, dalâletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelânını ve tetkikatını ve bîtarafâne muhakemesini, hilâf-ı iman zanneder. İşte, telkinât-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz-ü ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye’se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:
Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir.
acz: güçsüzlük (bk. a-c-z) amel: dinin emirlerini yerine getirme biçare: çaresiz bîtarafâne: tarafsız cevelân: dolaşma cüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) dalâlet: hak yoldan sapkınlık inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dehâlet etmek: sığınmak eda etmek: yerine getirmek emr-i küfrî: inkârla ilgili husus (bk. k-f-r) esbab: sebepler (bk. s-b-b) evlâ: daha iyi galiben: çoğunlukla hakikat-i hal: işin aslı, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halel: zarar, eksiklik harec: zorluk hilâf-ı iman: imana zıt (bk. e-m-n) ihtiyar: irade, istek, tercih (bk. ḫ-y-r) iltibas: karıştırma
Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi dalâlet değildir. Çünkü hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-ü ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an öyle değiller. Bir mizana tâbidirler.
Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şüphe, ondan tevellüt edebilir.
Hem bîtarafâne muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcip olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrur eder.
Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki, imkân-ı zâtî ise yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez.
İşte, bunun gibi, meselâ hakaik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler,
aklen: akıl bakımından bitarafâne: tarafsız bir şekilde cihet: yöncüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) gurub: batma hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik-i imâniye: iman hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-m-n) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halet: durum, hal hasım: düşman hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-ḫ-r) ihtimal-i imkânî: mümkün olma ihtimali (bk. m-k-n) ihtiyar: irade, tercih (bk. ḫ-y-r) ilm-i kelâm: kelâm ilmi (bk. a-l-m; k-l-m) iltibas: karıştırma iltizam: taraf tutma imkân-ı zâtî: bir şeyin aslında mümkün olması (bk. m-k-n)
imkân-ı zihnî: bir şeyin mümkün olabileceğini zihinde düşünmek (bk. m-k-n) insaf: merhamet ve adâlet dâiresinde hareket iz’an: kesin şekilde inanma iz’ân-ı kalbî: kalben kabul etme kaide: kural meşkûk: şüpheli mizan: ölçü (bk. v-z-n)muhakeme: değerlendirme (bk. ḥ-k-m) muhtemel: ihtimal dahilinde münâfi: aykırı, zıt müstekar: kararlı, yerleşmiş nevi: çeşit, tür şek: şüphe şıkk-ı muhalif: karşı taraf tâbi: uyma tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) takarrur: karar kılma, yerleşme taraf-ı muhalif: karşı taraf tasavvur: zihinde şekillendirme, tasarlama (bk. ṣ-v-r) tasavvur-u dalâlet: inançsızlığı zihinde şekillendirme (bk. ṣ-v-r; ḍ-l-l) tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
tasdik-i aklî: aklen doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) tefekkür: düşünme (bk. f-k-r) tefekkür-ü dalâlet: inançsızlığı düşünme (bk. f-k-r; ḍ-l-l) teklif-i dinî: dinin yükümlülükleri tereddüt: şüphede kalma tevehhüm: olmayan şeyi varmış gibi düşünme, kuruntuya kapılma tevellüt: doğma, meydana gelme tulû: doğma vâcip: zorunlu (bk. v-c-b) vehim: kuruntu, olmayan şeyi varmış gibi gösteren düşünce vekil-i fuzulî: gereksiz vekil vesvese: şüphe, kuruntu yakîn: kesinlik (bk. y-ḳ-n) yakîn-i ilmî: kesin ve sağlam bilgi (bk. y-ḳ-n; a-l-m) yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n) zaruret-i zihniye: zihnin zorunlulukları zâtı: kendisi zıddiyet: zıtlık, karşıtlık
yani, “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure, hem usulü’d-din, hem usulü’l-fıkhın kaide-i mukarreresindendir.
Eğer desen: “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş?”
Elcevap: İfrâta varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehâvünü def eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîme şekvâ etmeli,
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 2
demeli.
Dipnot-1
bk. Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-i İslâmiye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu 1:279.
Dipnot-2
“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.”
asl-ı vesvese: vesvesenin aslı beşer: insan binaen: –dayanarak, dolayı dâî: sebep dâr-ı imtihan: imtihan yeri def etme: ortadan kaldırma galebe çalmak: üstün gelmek Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan, sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) Hakîm-i Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m)
hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m) ifrât: aşırılık kaide-i meşhur: bilinen kural kaide-i mukarrere: kesinleşmiş kural kamçı-yı teşvik: teşvik kamçısı lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık meydan-ı müsabaka: yarış meydanı mü’min: iman etmiş (bk. e-m-n) müz’iç olan: sıkıntı veren muzır: zararlı neş’et: meydana gelme şekvâ: şikayet taharrî: araştırma, inceleme
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “İşlediğin ameline ‘Acaba sahih olmuş mu?’ deyip vesvese etme. Fakat ‘Kabul olmuş mu?’ de, gururlanma, ucbe girme.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Birinci Söz İkinci Makam Dördüncü Vecih.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı
DÖRDÜNCÜ VECİH
Amelin en iyi suretini taharrîden neş’et eden bir vesvesedir ki, takvâ zannıyla teşeddüt ettikçe, hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. “Acaba amelim sahih oldu mu?” der, iade eder. Bu hal devam eder, gayet ye’se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.
BİRİNCİ MERHEM: Bu gibi vesvese, ehl-i i’tizâle lâyıktır. Çünkü onlar derler: “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.” Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim nefsülemirdeki güzel surette yapılmış mıdır?”
Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsülemirde varmış; lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mûtezile der: “Hakikatte kabih ve fâsittir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin; ve özrün var.” Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre zahir-i şeriate muvafık olarak işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe girme.
İKİNCİ MERHEM: Dinde harec yoktur.
لاَحَرَجَ فِى الدِّينِ 1
Madem dört mezhep haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rüyetine—böyle vesveseli adama—müreccahtır. Yani, böyle
Dipnot-1
“Dinde zorluk yoktur.” (Şer’î bir hükümdür.)
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) amel: dinin emirlerini yerine getirmek binâen: –dayanarak, dolayı cehl: cahillik, bilgisizlik derk-i kusur: kusurunu anlama ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l) ehl-i i’tizâl: Mûtezile mezhebinin mensupları Ehl-i Sünnet ve Cemaat: Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun yolundan giden büyük Müslüman topluluk (bk. s-n-n; c-m-a) eşya: şeyler, varlıklar evlâ: daha iyi fâsit: bozuk fesada vermek: bozmak hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harec: zorluk hasen: güzel (bk. ḥ-s-n) hüsn-ü amel: güzel amel (bk. ḥ-s-n) hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n) istifade: faydalanma, yararlanma
istiğfar: Allah’tan bağışlanma dileme (bk. ğ-f-r) ıttıla: bilgi sahibi olma kabih: çirkin kubh: çirkinlik lâkin: fakat medar-ı teklif: görev ve sorumluluk sebebi mezheb-i hak: doğru mezhep (bk. ẕ-h-b; ḥ-ḳ-ḳ) mezhep: dinde tutulan yol (bk. ẕ-h-b) mükellef: yükümlü müncer olan: sonuçlanan müreccah: tercih edilen Mûtezile: kendi akıllarını temel unsur kabul edip, Kur’ân ve sünneti ona uydurmaya çalışan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl bir mezhep muttali olma: bilme muvafık: uygun nefsülemir: işin kendisi, aslı (bk. n-f-s) nehy-i İlâhî: Allah’ın yasaklaması (bk. e-l-h) nehyetmek: yasaklamak
neş’et etmek: meydana gelmek nokta-i nazar: görüş, bakış açısı (bk. n-ẓ-r) rüyet: görme sahih: doğru, kusursuz sünnet: Resulullahın söz ve hareketlerine dayanan yüce prensipler (bk. s-n-n) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) surî: görünüşteki tâbi: uyan tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ) taharrî: araştırma takarrur: karar bulma takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y) teşeddüt: şiddetlenme ucb: kendini beğenme, gurur vâcib: yerine getirilmesi zorunlu olup, yapılmadığı takdirde günahı olan İlâhî emir (bk. v-c-b) vesvese: şüphe, kuruntu ye’s: ümitsizlik zahir-i şeriat: şeriatın görünürdeki yönü (bk. ẓ-h-r; ş-r-a) zâtî: kendinden olma
vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.
Madem böyledir. Sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal bir harecdir. Hakikat-i hale muttali olmak güçtür, dindeki yüsre münafidir.
لاَحَرَجَ فِى اَلدِّينُ 1 اَلدِّينُ يُسْرٌ 2
esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek, ibadeti lâyıkı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru ile merhamet-i İlâhiyeye dehâlet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilâne bir niyaza vesiledir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler, oradan suretleri giyerler.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Birinci Söz İkinci Makam İkinci Vecih.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı
İKİNCİ VECİH
Budur ki, mânâlar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler, oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hisset-i nefs, beni matrud eder.” Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.
Şu yaranın merhemi şudur: Dinle ey biçare! Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihânesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de, maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Meselâ, sen âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden, bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kaza-i hâcetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasip süflî suretleri nescedecek. Ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.
levazımat: gerekli şeyler lümme-i şeytani: şeytanın verdiği kuruntu maân-i mukaddese: kutsal mânâlar (bk. a-n-y; ḳ-d-s) mabeyn: ara maraz: hastalık matrud: kovulmuş mücaveret: komşuluk mülevves: kirli, pis münasebât-ı hafiye: gizli münasebetler (bk. n-s-b) münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) münasip: uygun (bk. n-s-b) münezzeh: temiz, kusurdan uzak (bk. n-z-h) mutazarrır: zarar gören müteessif: hayıflanmış, eseflenmiş müteessir: etkilenmiş, üzüntülü
necaset: pislik nescetme: dokuma, örme nevi: çeşit sefillik: aşağılık, çirkinlik süflî: aşağılık suret: görüntü (bk. ṣ-v-r) suret-i mülevves: kirli ve çirkin görünüş (bk. ṣ-v-r) taharet: temizlik tahtında: altında tefekkür: düşünme (bk. f-k-r) telebbüs: giyme televvüs: kirlenme tevehhüm: kuruntuya kapılma, olmayan şeyi var zannetme tevehhüm-ü zarar: zarar zannetmek vesvese: şüphe, kuruntu zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r) zann-ı zarar: zararlı sanma
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Birinci Söz, İkinci Makam, İKİNCİ VECİH, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELÂ! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Birinci Söz İkinci Makam Birinci Vecih – Birinci Yara.
EY MARAZ-I VESVESE İLE MÜPTELÂ! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer; ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.
Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksâm-ı kesiresinden kesîrü’l-vuku olan yalnız Beş Vechini beyan edeceğim; belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.
BİRİNCİ VECİH – BİRİNCİ YARA
Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “Eyvah!” dedirtir, ye’se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi, Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:
Bak, ey biçare vesveseli adam! Telâş etme. Çünkü senin hatırına gelen şetim değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi şetm değildir. Zira, mantıkça, tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.
Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin, ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani, onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği odur.
Dipnot-1
“Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ey Rabbim, Sana sığınırım.” Mü’minûn Sûresi, 23:97-98.
aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) beyan: açıklama (bk. b-y-n) biçare: çaresiz cehil: câhillik, bilgisizlik evvelâ: önce gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halecan: titreme, çarpıntı havf etmek: korkmak kesîrü’l-vuku: çok ve sık vuku bulan (bk. k-s̱-r) lümme-i şeytani: şeytanın verdiği kuruntu
mahfî: gizli mahiyet: nitelik, esas, iç yüz maraz-ı vesvese: şüphe ve kuruntu hastalığı münâfi-i edep: edebe aykırı müptelâ: bağımlı, tutulmuş musibet: belâ, sıkıntı mutazarrır: zarar gören müteessif: hayıflanmış, eseflenmiş müteessir: etkilenmiş, üzüntülü nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) şetm: çirkin söz, kötü düşünce sû-i edep: edepsizlik tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) tahayyül-ü küfür: küfrü hayal etme (bk. ḫ-y-l; k-f-r)
tahayyül-ü şetm: çirkin ve kötü şeyleri hayal etme (bk. ḫ-y-l) tard etmek: kovmak tasvir: resimleme, suret verme (bk. ṣ-v-r) tazammun: içine alma, içerme tevehhüm: kuruntuya kapılma, olmayan şeyi var zannetme tevehhüm-ü zarar: zarar zannetmek vecih: yön, yüz vesvese: şüphe, kuruntu ye’s: ümitsizlik zira: çünkü
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Birinci Söz, İkinci Makam, BİRİNCİ VECİH – BİRİNCİ YARA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Cumartesi Derslerinde bu hafta “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” (Bakara Sûresi, 2:67) konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz Birinci Makam İkinci Nükte.
BİRGÜN şu âyetleri okurken, İblis’in ilkaatına karşı Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz, ‘Kur’ân mu’cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.’ Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz’iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hadise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz; kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’ân umum ehl-i akla ders veriyor. Çok
Dipnot-1
“Meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde, İblis hariç hepsi secde etti.” Bakara Sûresi, 2:34.
Dipnot-2
“Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” Bakara Sûresi, 2:67.
Dipnot-3
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Âdem: (bk. bilgiler) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) ehl-i akıl: akıl sahipleri el-Bakara: inek, dişi sığır emr-i gaybî: gizli emir (bk. ğ-y-b) feyz: ilham, bereket, ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve önemsiz hadiseler (bk. c-z-e) hidayet: doğru ve hak yol (bk. h-d-y)
İblis: Şeytan ilham edilme: kalbe gelme ilkaat: zihin çevirme, akıl çelme iz’an: kesin şekilde inanma kavî: kuvvetli, sağlam Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) musırrâne: ısrarlı bir şekilde nihayetsiz: sonsuz
nükte: ince ve derin mânâ sûre-i azîme: büyük sûre (bk. a-ẓ-m) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tarihvâri: tarih gibi tavsifat: vasıflandırma, özelliklerini anlatma (bk. v-ṣ-f) tesmiye etmek: isimlendirmek (bk. s-m-v) umum: genel vakıa-i cüz’iye: küçük ve ferdî bir olay (bk. c-z-e) vesvese: şüphe, kuruntu
yerlerde
اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 1
der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
Dipnot-1
“Hiç düşünmüyorlar mı?” Yâsin Sûresi, 36:68.
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
İKİNCİ NÜKTE
Mısır kıt’ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt’ada neş’et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i’câz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki, Kur’ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikir ve tekrar edilen kıssa-i Mûsânın yedi cümlelerine misal olarak, Lemeat’ta, İ’câz-ı Kur’ân Risalesinde, o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
“îcl” meselesi: buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun’dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) bakar: sığır bakarperestlik: sığıra tapmak Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) cehennem-nümun: cehennem gibi cüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) ders-i hikmet: hikmet dersi (bk. ḥ-k-m) düstur: prensip, kural düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l) felâhat: çiftçilik feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı tarihiye: tarihî olay hadise-i cüz’iye: ferdî, belirli bir bölgeye ait olay (bk. c-z-e)
hassa: duyular Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z) İ’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) ifham: anlatma istidadât: kabiliyetler (bk. a-d-d) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası kudsiye: mukaddes, kutsal (bk. ḳ-d-s) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) kumistan: kumluk, çöl Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahsuldar: verimli mefkûre: gaye, ideal, inanç (bk. f-k-r) mergup: rağbet edilmiş mevadd-ı şerire: kötü maddeler mevki-i mübarek: mübarek mevki (bk. b-r-k) müheyyâ: hazır mükâleme-i ulviye: yüce konuşma (bk. k-l-m)
mukkaddes: kutsal (bk. ḳ-d-s) mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l) münkad: boyun eğme, itaat etme neş’et etmek: çıkmak, yetişmek nev-i beşer: insanlık nev’: çeşit, tür Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) risale: kitap (bk. r-s-l) risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) Sahrâ-yı Kebir: Büyük Çöl; Libya Çölü (bk. bilgiler) seciye: yaratılış, karakter sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n) sekene-i habise: kötü ve pis sakinler (bk. s-k-n) sevr: öküz tarîk-i kemâlât: mükemmelleşme yolu (bk. ṭ-r-ḳ; k-m-l) tazammun: kapsama, içine alma tesbit: sağlam şekilde yerleştirme teşkil: oluşturma ulvî: yüce vasıta-i ziraat: tarıma vasıta zebh: kesme, boğazlama zikretmek: bildirmek, anlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam, İkinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Cumartesi Derslerinde bu hafta “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, birtek Âdem ile cüz’î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz Birinci Makam Birinci Nükte.
BİRGÜN şu âyetleri okurken, İblis’in ilkaatına karşı Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz, ‘Kur’ân mu’cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.’ Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz’iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hadise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz; kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’ân umum ehl-i akla ders veriyor. Çok
Dipnot-1
“Meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde, İblis hariç hepsi secde etti.” Bakara Sûresi, 2:34.
Dipnot-2
“Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” Bakara Sûresi, 2:67.
Dipnot-3
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Âdem: (bk. bilgiler) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) ehl-i akıl: akıl sahipleri el-Bakara: inek, dişi sığır emr-i gaybî: gizli emir (bk. ğ-y-b) feyz: ilham, bereket, ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve önemsiz hadiseler (bk. c-z-e) hidayet: doğru ve hak yol (bk. h-d-y)
İblis: Şeytan ilham edilme: kalbe gelme ilkaat: zihin çevirme, akıl çelme iz’an: kesin şekilde inanma kavî: kuvvetli, sağlam Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) musırrâne: ısrarlı bir şekilde nihayetsiz: sonsuz
nükte: ince ve derin mânâ sûre-i azîme: büyük sûre (bk. a-ẓ-m) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tarihvâri: tarih gibi tavsifat: vasıflandırma, özelliklerini anlatma (bk. v-ṣ-f) tesmiye etmek: isimlendirmek (bk. s-m-v) umum: genel vakıa-i cüz’iye: küçük ve ferdî bir olay (bk. c-z-e) vesvese: şüphe, kuruntu
yerlerde
اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 1
der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
BİRİNCİ NÜKTE
Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki,
عَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 2
Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hadise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:
Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envâına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maarifin tâlimidir ki, nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrâyı3 haml dâvâsında bir rüçhaniyet vermiş; ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur’ân ifham ettiği misillü, “melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi” olan hadise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor. Şöyle ki:
Kur’ân, şahs-ı Âdem’e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin
Dipnot-1
“Hiç düşünmüyorlar mı?” Yâsin Sûresi, 36:68.
Dipnot-2
“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-3
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.
arz: yeryüzü, dünya beyan: açıklama (bk. b-y-n) câmiiyet-i istidat: istidadın kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d) düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l) düstur-u külliye-i meşhude: görünen büyük ve genel prensip (bk. k-l-l; ş-h-d) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) emanet-i kübrâ: büyük emanet (bk. e-m-n; k-b-r) envâ: çeşitler, türler evsâf: sıfatlar (bk. v-ṣ-f) fünun: fenler, ilimler hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve ferdî olaylar (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e) hadise-i cüz’iye: küçük ve ferdî olay (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e) hadise-i cüz’iye-i gaybiye: görünmeyen küçük ve basit olay (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e; ğ-y-b) hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlât-ı tabiiye: doğal haller (bk. ṭ-b-a) halife-i mânevî: mânevî halife (bk. ḫ-l-f; a-n-y) Hâlık: her şeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haml: yüklenme heyet-i mecmua: genel yapı (bk. c-m-a) hidayet: doğru yola eriştirme (bk. h-d-y) ifham etmek: anlatmak, bildirmek ihsas: hissettirme ilham olunma: kalbe gelme imtinâ: çekinme, yapmama inkıyad: boyun eğme, itaat etme kabiliyet-i hilâfet: halifelik kabiliyeti (bk. a-d-d; ḫ-l-f) kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) kanun-u umumî: genel kanun (bk. ḳ-n-n) kesretli: çok (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) maarif: bilgiler, bilimler (bk. a-r-f)
melâike: melekler (bk. m-l-k) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) müekkel: görevli muhit: kuşatan mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l) musahhar olmak: boyun eğmek nev-i beşer: insanlık rüçhaniyet: üstünlük şahs-ı Âdem: Hz. Âdem’in şahsı şâmil: kapsayan semâvat: gökler (bk. s-m-v) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n) tâlim: öğretme (bk. a-l-m) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) tekebbür: büyüklenme (bk. k-b-r) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) zikretmek: anmak, belirtmek
hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, birtek Âdem ile cüz’î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
“îcl” meselesi: buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun’dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) bakar: sığır bakarperestlik: sığıra tapmak Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) cehennem-nümun: cehennem gibicüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) ders-i hikmet: hikmet dersi (bk. ḥ-k-m) düstur: prensip, kural düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l) felâhat: çiftçilik feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı tarihiye: tarihî olayhadise-i cüz’iye: ferdî, belirli bir bölgeye ait olay (bk. c-z-e)
hassa: duyular Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z) İ’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) ifham: anlatma istidadât: kabiliyetler (bk. a-d-d) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası kudsiye: mukaddes, kutsal (bk. ḳ-d-s) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) kumistan: kumluk, çöl Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahsuldar: verimli mefkûre: gaye, ideal, inanç (bk. f-k-r) mergup: rağbet edilmiş mevadd-ı şerire: kötü maddeler mevki-i mübarek: mübarek mevki (bk. b-r-k) müheyyâ: hazır mükâleme-i ulviye: yüce konuşma (bk. k-l-m)
mukkaddes: kutsal (bk. ḳ-d-s) mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l) münkad: boyun eğme, itaat etme neş’et etmek: çıkmak, yetişmek nev-i beşer: insanlık nev’: çeşit, tür Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) risale: kitap (bk. r-s-l) risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) Sahrâ-yı Kebir: Büyük Çöl; Libya Çölü (bk. bilgiler) seciye: yaratılış, karakter sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n) sekene-i habise: kötü ve pis sakinler (bk. s-k-n) sevr: öküz tarîk-i kemâlât: mükemmelleşme yolu (bk. ṭ-r-ḳ; k-m-l) tazammun: kapsama, içine alma tesbit: sağlam şekilde yerleştirme teşkil: oluşturma ulvî: yüce vasıta-i ziraat: tarıma vasıta zebh: kesme, boğazlama zikretmek: bildirmek, anlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam, Birinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlemiş olduğumuz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı – Kur’an’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar ifade etmesi ve mucizeliği” ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nın Sözler isimli eserinden On Beşinci Sözün Zeyli son bölüm.
Şu âyetleri okurken Şeytan dedi ki: “Kur’ân’ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan,2 muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur’ân’ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?”
Elcevap: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın esas-ı i’câzı, en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır. Îcaz, i’câz-ı Kur’ân’ın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîmde şu mucizâne îcaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Meselâ,
“İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, yanında onu yazmaya hazır, gözetleyici bir melek olmasın. Derken ölüm sarhoşluğu gerçekten geliverir. İşte senin kaçıp durduğun şey budur. Ve sûra üfürülür. Vaad olunan gün işte budur. Herkes yanında bir sevk eden, bir de şahitlik eden melekle beraber gelir. And olsun ki sen bundan gafildin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bakışın pek keskindir bugün! Yanındaki melek, ‘İşte onun defteri bende hazırdır’ der. Atın Cehenneme herbir inatçı kâfiri!” Kaf Sûresi, 50:18-24.
acip: şaşırtıcı, hayret verici belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) ehl-i tetkik: dikkatle ve titizlikle araştıran kimseler ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) esas-ı i’câz: mu’cizeliğin esası (bk. a-c-z) fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ) hitâm: son i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) îcaz: vecizlik, az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. v-c-z)
idhal: girme intikal etme: geçme, yer değiştirme kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) metin: sağlam mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)
muhasebe: hesaba çekilme münasebet: ilgi, bağlantı (bk. n-s-b) nefh-i sur: Hz. İsrafil’in sur’a üflemesi, kıyametin kopması sekerat: ölüm sarhoşluğu, can çekişme hali selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) vuzuh: açıklık zikretmek: anmak, belirtmek
İşte, kavm-i Semud’un acip ve mühim hâdisâtını ve netâicini ve sû-i akıbetlerini böyle kısa birkaç cümle ile, îcaz içinde bir i’câz ile, selâsetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyan ediyor.
cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl
etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder.
Dipnot-1
“Ve denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.’ Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.
Dipnot-2
“Semud kavmi, azgınlığı yüzünden peygamberini yalanladı. Onların en azgını başkaldırdığı zaman, Allah’ın Resulü kendilerine ‘Allah’ın bir mucize olarak yarattığı şu deveye dokunmayın; onun su içmesine mâni olmayın’ demişti. Onlar peygamberlerini yalanlayıp deveyi öldürdüler. Rableri de, günahları yüzünden onları azapla kuşatıp hepsini birden helâk etti. Allah onlara verdiği cezanın âkıbetinden korkacak değildir.” Şems Sûresi, 91:11-15.
Dipnot-3
“Balığın yuttuğu Yunus’u da hatırla ki, öfkelenerek kavmini terk etmiş ve Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti: ‘Senden başka ilâh yoktur; Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendisine zulmedenlerden oldum.'” Enbiyâ Sûresi, 21:87.
“Karanlıklar içinde nida etti.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.
acip: hayret verici, şaşırtıcı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) ehl-i belâğat: edebiyatçılar, söz ve ifade uzmanları (bk. b-l-ğ) fehm: anlayış, kavrayış hâdisât: hadiseler, olaylar hadise-i âzime: büyük olay (bk. ḥ-d-s̱; a-ẓ-m) Hazret-i Yunus: (bk. bilgiler) i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)
îcaz: vecizlik, az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. v-c-z) îcazkârâne: vecizeli bir şekilde, az sözle çok mânâlar ifade ederek (bk. v-c-z) ihlâl etmek: bozmak, karıştırmak kavm-i Semûd: Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah’ın yok ettiği kavim kıssa: ibretli hikâye matvî: dürülmüş, sıkıştırılmış
mezkûr: anılan, sözü geçen mühim: önemli mütebaki: geri kalan kısım (bk. b-ḳ-y) netâic: neticeler, sonuçlar selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) sû-i akıbet: kötü son Tufan: Nuh Tufanı, büyük su baskını vuzuh: açıklık zikretmek: anmak, bildirmek
Hem meselâ, Sûre-i Yusuf’ta
فَاَرْسِلُونِ 1
kelimesinden
يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ 2
ortasında yedi sekiz cümle, îcaz ile tayyedilmiş; hiç fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Bu çeşit mucizâne îcazlar Kur’ân’da pek çoktur. Hem pek güzeldir.
Amma Sûre-i Kaf’ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle beyan eder.
İşte, ey Şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle.
Şeytan der: “Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar. Ve feylesoflardan çok firavunlar var, enâniyetlerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar, senin bu gibi Sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana teslim-i silâh etmem.”
(O iki gençten kurtulmuş olanı, bir hayli zaman sonra Yusuf’u hatırladı ve “Ben size bu rüyanın tâbirini bildiririm, beni zindana gönderin” dedi. Yusuf Sûresi 12:45.)
(Zindana varınca, “Ey Yûsuf, ey doğru sözlü kişi,” dedi. “Yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz ineği ve kurularla karışık yedi yeşil başağı bize tâbir et ki o insanların yanına bu haberle döneyim; belki böylece senin kadrini bilirler.” Yusuf Sûresi, 12:46.)
Dipnot-3
“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, rahmete erişesiniz.” A’râf Sûresi, 7:204.
acip: hayret verici, şaşırtıcı ahmak: akılsız beyan: açıklama (bk. b-y-n) dehşetli: korkunç elîm: elemli, acı veren enâniyet: benlik, gurur fehm: anlayış, kavrayış feylesof: filozof, felsefeci hâdisât: hadiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱) îcaz: vecizlik, az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. v-c-z)
ihlâl etmek: bozmak, karıştırmak inkılâbât: değişimler, dönüşümler istikbal: gelecek kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin şeylerden birini inkâr eden kimse (bk. k-f-r) mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z) mühim: önemli nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) neşr: yayımlama sed çekmek: engel koymak
selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tayyedilmek: atlanmak, çıkarılmak teslim-i silâh etmek: teslim olmak, yenilgiyi kabul etmek ulvî: yüce, yüksek zikredilmek: anılmak, belirtilmek
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Sözün Zeyli, Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek?” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler isimli eserinden On Beşinci Sözün Zeyli.
İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeâtta yazmıştım. Şöyle ki:
Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:
“Sen Kur’ân’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”
Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.
O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.
Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.
Dipnot-1
Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-2
“Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah’a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Fussilet Sûresi, 41:36.
âli: yüce, yüksek beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) bîtarafâne: tarafsız olarak desise: hile, aldatma ehl-i tuğyan: azgınlık ve taşkınlık yapanlar, zulüm ve küfürde çok ileri gidenler (bk. ṭ-ğ-y) farz etmek: varsaymak hafız: Kur’ân-ı Kerimi ezberleyen kişi (bk. ḥ-f-ẓ) hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî: Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili İblis: Şeytan ifham: delil göstererek susturma ilzam: susturma, cevap veremez hale getirme iskât: susturma İstanbul: (bk. bilgiler) istimdad etmek: yardım istemek kat’î: kesin mebhas: bölüm, konu meziyet: üstün özellikler
Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.
Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”
Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.1
İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem gibi ve nâkızeyn gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sahibülyed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah olduğuna dair bütün burhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.
Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin mıhlarıyla Arş-ı Âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?
İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise:
Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere
adem: yokluk Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) bâtıl: gerçek ve doğru olmayan, geçersiz berâhin-i kat’iyet: kesin burhanlar, deliller beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) bîtarafâne: tarafsız bîtaraflık: tarafsızlık burhan: delil Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâil-i ispat: ispatın delilleri ehl-i hak ve insaf: hak ve doğru yolda olan insaf sahibi kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
farz etmek: varsaymak hadsiz: sınırsız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) heyhat: yazık, çok yazık iltizam: taraf tutma kabil: mümkün kaideten: kural gereği kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) kıymettar: kıymetli, değerli kurbiyet-i mekân: yer yakınlığı (bk. m-k-n) mağrip: batı maşrık: doğu mıh: çivi muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) müddeî: iddia sahibi, davacı muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m) münazâun fîh: hakkında tartışılan
muvakkaten: geçici olarak nâkızeyn: birbirine zıt iki şey rağmına: zıddına, inadına sahibülyed: mal sahibi şakirt: talebe, öğrenci serâdan Süreyya’ya kadar: yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir) şıkk-ı muhalif: karşı taraf, karşıt görüşsuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) taraf-ı İlâhî: Allah’ın tarafı (bk. e-l-h) taraf-ı muhalif: muhalif taraf, karşıt tarafgirlik: taraftarlık vücut: varlık (bk. v-c-d) ziyadeleştirmek: artırmak
atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.
Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”
Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından ve hasâisinden başka, ef’al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekvîniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li’l-âlemîn olamazdı.1
Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.
Dipnot-1
bk. Enbiyâ Sûresi, 21:107.
âdet-i İlâhiye: Allah’ın âdeti, kanunu (bk. e-l-h) ahval: haller, davranışlar Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beşer: insan beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) beşeriyet: insanlık bîtarafâne: tarafsız burhan: delil cihet: yön, taraf cin ve ins: cinler ve insanlar desise: hile, aldatma dua: yalvarma, yakarma (bk. d-a-v) edeb-i muaşeret: görgü ve ahlâk kuralları ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i kemâl: kemâl sahipleri, olgun kimseler (bk. k-m-l) ehl-i şuur: şuur ehli, bilinç sahibi olanlar (bk. ş-a-r) envâr: nurlar, ışıklar (bk. n-v-r) etvâr: tavırlar, hal ve hareketler evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n)
hâkezâ: böylece, bunun gibi harekât: hareketler harikulâde: olağanüstü hasâis: vasıflar, özellikler Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) kat’î: kesin kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lisan: dil merci: kaynak, başvurulacak yer mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l) metanet: sağlamlık mıh: çivi mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler (bk. a-c-z) muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m) muhaverât: karşılıklı konuşmalar muhavere: karşılıklı konuşma münâcât: dua, yakarış (bk. n-c-v)
münkad: boyun eğen, bağlılık gösteren mürşid: irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d) mürşid-i mutlak: mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d; ṭ-l-ḳ) mutî: itaat eden, emre uyan muvaffak: başarılı rahmeten li’l-âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (bk. r-ḥ-m; a-l-m) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) taallüm: öğrenme (bk. a-l-m) tahammül: dayanma, katlanma Tûr-i Sina: Sina Dağı; Mûsâ (a.s.) peygamberin Allah’ın kelâmına nâil olduğu dağ ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler umum: bütün üslûb: ifade tarzı zarurî: zorunlu, gerekli zikretmek: anmak zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulül’azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm demiş:
Şeytan döndü yine, dedi ki: “Kur’ân’ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”
Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:
Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz.
فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ 2
düsturundan titrer.
Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.
Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”
İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?
Dipnot-1
“Senin kelâmın böyle midir?’ Allah buyurdu: ‘Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim.” Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 3:536.
Dipnot-2
“Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?” Zümer Sûresi, 39:32.
âdi: basit, sıradan ahvâl: haller, davranışlar alâ külli hal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beşer: insan beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) cihet: yön cins: tür, çeşit dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi düstur: prensip, kural ehl-i dikkat: dikkat sahibi kimseler etvâr: tavırlar, hal ve hareketler evvelâ: ilk olarak farz etmek: varsaymak haddinden tecavüz etmek: çizgiyi aşmak, çok ileri gitmek
hadsiz: sınırsız hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) İbn-i Sina: (bk. bilgiler) iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l) kelâm: söz (bk. k-l-m) maskara: gülünç muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muhal: imkansız muvaffak: başarılı muvakkaten: geçici olarak nam: ad nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nur: ışık (bk. n-v-r) rasat ehli: gözlemci, gözetleyen
saniyen: ikinci olarak suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tahammül: dayanma, katlanma tasannuat: yapmacık hareketler (bk. ṣ-n-a) tekellüfat: zoraki davranışlar tekellüfsüz: zahmetsiz ulü’l-azm: azamet, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve peygamberimiz Hz. Muhammed’e verilen sıfat
Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.
Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin—hâşâ—mahiyeti bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
Salisen: Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniâtı olsun ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.
âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m) âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) âli: yüce, yüksek âmi: basit, sıradan âsâr: eserler bedihî: ap açık beşer: insan beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m) bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cemiyetli: geniş kapsamlı (bk. c-m-a) cihet: yön, taraf dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi dehâ: olağanüstü zeka ve akıl sahibi kimse emin: güvenilir (bk. e-m-n) envâr-ı hakaik: hakikat nurları (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ) farz etmek: varsaymak Furkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ) hakikatli: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil hayatfeşan: hayat saçan (bk. ḥ-y-y) hezeyan: saçmalama
hurafat: batıl inanışlar; mânâsız sözler ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ) ihsas: hissettirme itikadsız: inançsız kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) keyfiyet: özellik, nitelik Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; b-y-n) mahiyet: özellik, nitelik, esas mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) menba-ı hakaik: hakikatlerin kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) mu’cizbeyan: açıklama ve anlatış tarzı mu’cize olan (bk. a-c-z; b-y-n) muavenetsiz: yardımsız müdakkik: dikkatli, inceden inceye araştıran müddet-i ömür: ömür süresi müfteri: iftiracı muhal: olması imkansız şey müşir: mareşal mutekid: inanmış, dindar
namdar: şan ve şöhret sahibi nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefer: asker, er neşretmek: yaymak netâic: neticeler, sonuçlar saadetresan: mutluluğa ulaştıran sadık: doğru, dürüst (bk. ṣ-d-ḳ) salisen: üçüncü olarak şems-i kemâlât: kemâlât güneşi, her türlü mükemmelliğin kaynağı (bk. k-m-l) şeytanet: şeytanlık suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tasannu: yapmacık hareket, zorla birşeyi daha iyi göstermeye çalışma (bk. ṣ-n-a) tasniât: uydurmalar telâkki etmek: kabul etmek temâşâ eden: hayranlıkla seyreden temâşâ ehli: gözlemci, gözetleyen tesirât: tesirler, etkiler ulvî: yüksek vaki: olmuş yıldız-ı hakikat: hakikat yıldızı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) zîakıl: akıl sahibi (bk. ẕî)
Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.
Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, nev’-i benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı-maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum o efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî
ahvâl: haller, davranışlar akvâl: sözler âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi âli: yüce Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş) âzâ: organlar bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cevârih: organlar cihan: dünya derecât: dereceler divane: akılsız, deli düstur: prensip, kural ednâ: en aşağı efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d) emniyet: güven (bk. e-m-n) esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı evsâf: vasıflar, özellikler, nitelikler (bk. v-ṣ-f) farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım ferman: buyruk ferş: yer fethetmek: açmak fıtraten: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r) Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, herşeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil haslet: huy, özellik, karakter hezeyan-ı küfrî: küfür, inançsızlık saçmalığı (bk. f-k-r) ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ) intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) inzibat: güvenlik ve düzen, asayiş istihdam: çalıştırma, kullanma istikamet: doğruluk istimal: kullanma itikadsız: inançsız kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) maden-i desâis: hile ve aldatmaların kaynağı mecma-ı hakaik: hakikatlerin toplandığı yer (bk. c-m-a; ḥ-ḳ-ḳ) menba-ı hurafat: hurafelerin kaynağı menba-ı kemâlât: mükemmelliklerin kaynağı (bk. k-m-l) müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y)
muhal: olması imkansız şey muhteşem: ihtişamlı, görkemli mukaddes: her türlü noksandan ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s) müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d) muzaaf: katmerli, kat kat nâfiz: etkili, hükmü geçen nev’-i benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık türü rabian: dördüncü olarak Resulullah: Allah’ın Resulü (bk. r-s-l) sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sukut etmek: düşmek, alçalmak talim: öğretme (bk. a-l-m) tathir: temiz tutma, temizleme teçhiz etmek: donatmak telâkki edilen: kabul edilen teshir: boyun eğdirme ümmet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar (bk. ḥ-m-d) umum: bütün vaki: olmuş
ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren1 ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.
Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”
Elcevap:
Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.
Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.
Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.
Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.
Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.
adem-i kabul: kabul etmeme âkıl: akıllı olan akvâl: sözler Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş) beşer: insan câhilâne: cahilce düstur: prensip, kural ef’âl: fiiler, işler (bk. f-a-l) ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) elhak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) evvelâ: ilk olarak farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: varsayım hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: saf, katıksız, samimi (bk. ḫ-l-ṣ) hâşâ: asla öyle değil havf etmek: korkmak haysiyet: itibar, şeref
hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r) irtikâp etmek: yapmak, işlemek istikamet: doğruluk kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) katmer: kat kat kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m) kemâl-i haşmet: ihtişam ve heybetin mükemmelliği (bk. k-m-l) küre-i arz: yerküre, dünya lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık makul: akla uygun medar-ı fahr: övünç kaynağı muhal: imkansız, olmayacak şey mümkün: olabilir (bk. m-k-n) nazar: bakış, göz (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık, insan türü saadet: mutluluk salisen: üçüncü olarak saniyen: ikinci olarak sathî: yüzeysel şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) semâ: gök (bk. s-m-v) şöhretşiar: şöhretli suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnat: işler, fiiller ve özellikler (bk. ş-e-n) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tarihçe-i hayat: kısa hayat hikâyesi (bk. ḥ-y-y) tebeî: dolaylı telâkki: kabul etme tesis etmek: kurmak velvele: gürültü ziyade: çok, fazla
Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.
O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve muğâlata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—hâşâ, sümme hâşâ—bir sahtekârın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubûdiyetinin delâletiyle ve
adem-i kabul: kabul etmeme aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m) asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y) bâtıl: gerçek dışı, sahte, yalan bedbaht: talihsiz bil’ittifak: ittifakla, hep birlikte bilbedâhe: ap açık bir şekilde bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) bizzarure: zorunlu olarak cihan: dünya dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) delâlet: delil olma, işaret etme desâtir: düsturlar, prensipler, kurallar desise: hile, aldatma emn ve emanet: güven ve güvenilirlik (bk. e-m-n) envâr: nurlar (bk. n-v-r) erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları (bk. r-k-n; e-m-n) erkân-ı İslâmiye: İslâmın esasları, şartları (bk. r-k-n; s-l-m) evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) farz etmek: varsaymak fevkalâde: olağanüstü gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçek mahiyetler, asıl ve esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: hak oluş, doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: katıksız, saf, samimi (bk. ḫ-l-ṣ) hâşâ: asla öyle değil hezeyan-ı küfrî: küfür saçmalaması (bk. k-f-r) hüküm: yargı, kesin bir karara varma (bk. ḥ-k-m) iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l) inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r) intaç etmek: sonuç vermek izhar etmek: ortaya çıkarmak (bk. ẓ-h-r) kabul-ü adem: yokluğunu kabul etme, inkâr kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) mecmua: topluluk (bk. c-m-a) müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y) muğâlata: karşısındakini yanıltma, yanlışa sevketme muhal: imkansız, olmayacak şey muhâlât: imkansız, olmayacak şeyler mükâbere: büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme (bk. k-b-r) mümkün: olabilir (bk. m-k-n) mütemadiyen: sürekli olarak muttasıf: vasıflanmış (bk. v-ṣ-f)
nazarıyla: gözüyle, bakışıyla rabian: dördüncü olarak saadet: mutluluk sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ) sâfi: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y) safsata: yalan yanlış, uydurma semâ: gök (bk. s-m-v) şenî: kötü, çirkin, alçakça şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm (bk. ş-r-a; s-l-m) sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendisini dahi inkâr eden suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tabakat-ı ehl-i kemâl: olgunluk ve fazilet sahibi insanların tabakaları (bk. k-m-l) takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r) tasniat: uydurma şeyler tesirât: tesirler ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) umum: bütün
bil’ittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farz etmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir.
Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmi tabakası, i’câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyle ise mucizedir.
Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat’î bir hüccetle1 deriz:
Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezdin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.
Hem Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız,
ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ; ḥ-s-n) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âmi: cahil, tahsil görmemiş Arş-ı Âzam: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) beşer: insan bil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle bilâşüphe: kuşkusuz bizzarure: kaçınılmaz şekilde dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) efdâl: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) elhasıl: özetle, sonuç olarak emin: güvenilir (bk. e-m-n) farz etmek: varsaymak fehm: anlayış, kavrayış
fenn-i mantık: mantık ilmi fevkinde: üstünde Hâlık-ı Kâinat: evreni ve içindeki herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n) hâşâ: asla öyle değil hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil hüccet: delil i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) iktiza: gerektirme ilm-i usul: bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji (bk. a-l-m) irtikâp etmek: yapmak, işlemek İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m) itikad: inanç itikadsız: inançsız kat’î: kesin kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah kelâmı (bk. k-l-m) mahlukât: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
menfur: nefret edilen metin: sağlam mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muhal: olması imkansız şey muhâlât: olması imkansız şeyler mutekid: inanmış, dindar resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l) Resulullah: Allah’ın elçisi (bk. r-s-l) sabık: geçen, önceki sadık: doğru (bk.i) sahib-i kemâlât: olgunluk ve fazilet sahibi kimseler (bk. k-m-l) şakirt: talebe, öğrenci sebr ve taksim: mantıkta bir ispatlama usulü suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ) umum: genel, bütün zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m) zulümlü: karanlık (bk. ẓ-l-m)
esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek HAŞİYE-1 lâzım gelir ki bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”
Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir.
Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını iptal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tabirâtı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum.
Dipnot-1
Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca ona salât ve selâm olsun.
Asya: (bk. bilgiler) Avrupa: (bk. bilgiler) beşer: insan bihakkılyakîn: yaşanmış bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) bilbedâhe: ap açık bir şekilde bizzarure: zorunlu olarak efdal: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l) ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım feylesof: filozof, felsefeci
fikr-i küfrî: küfür ve inkâr fikri (bk. f-k-r; k-f-r) galiz: çirkin haşiye: dipnot, açıklayıcı not hizbüşşeytan: şeytanın taraftarları hüccet: delil İblis: Şeytan istinaden: dayanarak (bk. s-n-d) kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden kimse (bk. k-f-r) kat’î: kesin küfriyat: inkâr ve inançsızlığa sebep olan sözler ve işler (bk. k-f-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
müfsit: bozguncu muhal: olması imkansız şey muhaliyet: imkansızlık Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse münhasır: ayrılmış rağmına: zıddına, aksine resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l) Resulullah: Allah’ın resulü, elçisi (bk. r-s-l) sukut etmek: düşmek, alçalmak suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabirât: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Sözün Zeyli, Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.