Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı – Kur’an’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar ifade etmesi ve mucizeliği – On Beşinci Sözün Zeyli – Cumartesi Dersleri 15. 9.

Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı - Kur'an'ın vecizliği, az sözle çok mânâlar ifade etmesi ve mucizeliği - On Beşinci Sözün Zeyli - Cumartesi Dersleri 15. 9.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlemiş olduğumuz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı – Kur’an’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar ifade etmesi ve mucizeliği” ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nın Sözler isimli eserinden On Beşinci Sözün Zeyli son bölüm.

Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı - Kur'an'ın vecizliği, az sözle çok mânâlar ifade etmesi ve mucizeliği - On Beşinci Sözün Zeyli - Cumartesi Dersleri 15. 9.
Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı – Kur’an’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar ifade etmesi ve mucizeliği – On Beşinci Sözün Zeyli – Cumartesi Dersleri 15. 9.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Sözün Zeyli

Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı

Sûre-i

 قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ 

i okurken,

مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ     وَجَۤاءَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذٰلِكَ مَا كُنْتَ مِنْهُ تَحِيدُ     وَنُفِخَ فِى الصُّورِ ذٰلِكَ يَوْمُ الْوَعِيدِ     وَجَۤاءَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَعَهَا سَۤائِقٌ وَشَهِيدٌ     لَقَدْ كُنْتَ فِى غَفْلَةٍ مِنْ هٰذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَۤاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ     وَقَالَ قَرِينُهُ هٰذَا مَا لَدَىَّ عَتِيدٌ     اَلْقِيَا فِى جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنِيدٍ     1

Şu âyetleri okurken Şeytan dedi ki: “Kur’ân’ın en mühim fesahatini, siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan,2 muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur’ân’ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?”

Elcevap: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın esas-ı i’câzı, en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır. Îcaz, i’câz-ı Kur’ân’ın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîmde şu mucizâne îcaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Meselâ,

وَقِيلَ يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ


Dipnot-1

“İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, yanında onu yazmaya hazır, gözetleyici bir melek olmasın. Derken ölüm sarhoşluğu gerçekten geliverir. İşte senin kaçıp durduğun şey budur. Ve sûra üfürülür. Vaad olunan gün işte budur. Herkes yanında bir sevk eden, bir de şahitlik eden melekle beraber gelir. And olsun ki sen bundan gafildin. Şimdi gözünden perdeyi kaldırdık. Bakışın pek keskindir bugün! Yanındaki melek, ‘İşte onun defteri bende hazırdır’ der. Atın Cehenneme herbir inatçı kâfiri!” Kaf Sûresi, 50:18-24.

Dipnot-2

bk. En’âm Sûresi, 6:73; Kehf Sûresi, 18:99; Tâhâ Sûresi, 20:102; Mü’minûn Sûresi, 23:101; Neml Sûresi, 27:87; Yâsîn Sûresi, 36:49, 51, 53.


acip: şaşırtıcı, hayret verici
belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
ehl-i tetkik: dikkatle ve titizlikle araştıran kimseler
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
esas-ı i’câz: mu’cizeliğin esası (bk. a-c-z)
fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
hitâm: son
i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)
îcaz: vecizlik, az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. v-c-z)
idhal: girme
intikal etme: geçme, yer değiştirme
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
metin: sağlam
mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)
muhasebe: hesaba çekilme
münasebet: ilgi, bağlantı (bk. n-s-b)
nefh-i sur: Hz. İsrafil’in sur’a üflemesi, kıyametin kopması
sekerat: ölüm sarhoşluğu, can çekişme hali
selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)
vuzuh: açıklık
zikretmek: anmak, belirtmek

وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ     1

kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle öyle îcazkârâne ve mucizâne beyan ediyor ki, çok ehl-i belâğati, belâğatine secde ettirmiş.

Hem meselâ,

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَا     اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَا     فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللهِ نَاقَةَ اللهِ وَسُقْيٰيهَا     فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَا     وَلاَ يَخَافُ عُقْبٰيهَا     2

İşte, kavm-i Semud’un acip ve mühim hâdisâtını ve netâicini ve sû-i akıbetlerini böyle kısa birkaç cümle ile, îcaz içinde bir i’câz ile, selâsetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyan ediyor.

Hem meselâ,

وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ
لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ     3

İşte, 

اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ 

cümlesinden

 فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ 

cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl

etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder.


Dipnot-1

“Ve denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.’ Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.

Dipnot-2

“Semud kavmi, azgınlığı yüzünden peygamberini yalanladı. Onların en azgını başkaldırdığı zaman, Allah’ın Resulü kendilerine ‘Allah’ın bir mucize olarak yarattığı şu deveye dokunmayın; onun su içmesine mâni olmayın’ demişti. Onlar peygamberlerini yalanlayıp deveyi öldürdüler. Rableri de, günahları yüzünden onları azapla kuşatıp hepsini birden helâk etti. Allah onlara verdiği cezanın âkıbetinden korkacak değildir.” Şems Sûresi, 91:11-15.

Dipnot-3

“Balığın yuttuğu Yunus’u da hatırla ki, öfkelenerek kavmini terk etmiş ve Bizim de kendisini bu yüzden bir sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti: ‘Senden başka ilâh yoktur; Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendisine zulmedenlerden oldum.'” Enbiyâ Sûresi, 21:87.

Dipnot-4

“Kendisini sıkıntıya uğratmayacağımızı.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.

Dipnot-5

“Karanlıklar içinde nida etti.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
ehl-i belâğat: edebiyatçılar, söz ve ifade uzmanları (bk. b-l-ğ)
fehm: anlayış, kavrayış
hâdisât: hadiseler, olaylar
hadise-i âzime: büyük olay (bk. ḥ-d-s̱; a-ẓ-m)
Hazret-i Yunus: (bk. bilgiler)
i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)
îcaz: vecizlik, az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. v-c-z)
îcazkârâne: vecizeli bir şekilde, az sözle çok mânâlar ifade ederek (bk. v-c-z)
ihlâl etmek: bozmak, karıştırmak
kavm-i Semûd: Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah’ın yok ettiği kavim
kıssa: ibretli hikâye
matvî: dürülmüş, sıkıştırılmış
mezkûr: anılan, sözü geçen
mühim: önemli
mütebaki: geri kalan kısım (bk. b-ḳ-y)
netâic: neticeler, sonuçlar
selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)
sû-i akıbet: kötü son
Tufan: Nuh Tufanı, büyük su baskını
vuzuh: açıklık
zikretmek: anmak, bildirmek

Hem meselâ, Sûre-i Yusuf’ta 

فَاَرْسِلُونِ 

kelimesinden

 يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ 

ortasında yedi sekiz cümle, îcaz ile tayyedilmiş; hiç fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Bu çeşit mucizâne îcazlar Kur’ân’da pek çoktur. Hem pek güzeldir.

Amma Sûre-i Kaf’ın âyeti ise, ondaki îcaz pek acip ve mucizânedir. Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle beyan eder.

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ     3

İşte, ey Şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle.

Şeytan der: “Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar. Ve feylesoflardan çok firavunlar var, enâniyetlerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar, senin bu gibi Sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana teslim-i silâh etmem.”


Dipnot-1

Âyetin tamamı şöyle:

وَقَالَ الَّذ۪ى نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ اُمَّةٍ اَنَا اُنَبِّئُكُمْ بِتَاْو۪يلِه۪ فَاَرْسِلُون

(O iki gençten kurtulmuş olanı, bir hayli zaman sonra Yusuf’u hatırladı ve “Ben size bu rüyanın tâbirini bildiririm, beni zindana gönderin” dedi. Yusuf Sûresi 12:45.)

Dipnot-2

Âyetin tamamı şöyle:

يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ اَفْتِنَا ﯺﰍ سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَاْكُــلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍخُضْرٍ وَاُخَرَ يَابِسَاتٍ لَعَـﱱﱣﲀﱧ اَرْجِعُ اِﱫﱷ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ

(Zindana varınca, “Ey Yûsuf, ey doğru sözlü kişi,” dedi. “Yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz ineği ve kurularla karışık yedi yeşil başağı bize tâbir et ki o insanların yanına bu haberle döneyim; belki böylece senin kadrini bilirler.” Yusuf Sûresi, 12:46.)

Dipnot-3

“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, rahmete erişesiniz.” A’râf Sûresi, 7:204.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
ahmak: akılsız
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
dehşetli: korkunç
elîm: elemli, acı veren
enâniyet: benlik, gurur
fehm: anlayış, kavrayış
feylesof: filozof, felsefeci
hâdisât: hadiseler, olaylar (bk. ḥ-d-s̱)
îcaz: vecizlik, az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. v-c-z)
ihlâl etmek: bozmak, karıştırmak
inkılâbât: değişimler, dönüşümler
istikbal: gelecek
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin şeylerden birini inkâr eden kimse (bk. k-f-r)
mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)
mühim: önemli
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
neşr: yayımlama
sed çekmek: engel koymak
selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tayyedilmek: atlanmak, çıkarılmak
teslim-i silâh etmek: teslim olmak, yenilgiyi kabul etmek
ulvî: yüce, yüksek
zikredilmek: anılmak, belirtilmek

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Sözün Zeyli, Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.268

Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek? – Cumartesi Dersleri 15. 8.

Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili - Tarafsız olarak değerlendirme ne demek - Cumartesi Dersleri 15. 8.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek?” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler isimli eserinden On Beşinci Sözün Zeyli.

Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili - Tarafsız olarak değerlendirme ne demek - Cumartesi Dersleri 15. 8.
Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek – Cumartesi Dersleri 15. 8.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Sözün Zeyli

(Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ     وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     1

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ     2

 Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî

İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeâtta yazmıştım. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“Sen Kur’ân’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.

O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.

Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.


Dipnot-1

Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-2

“Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah’a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Fussilet Sûresi, 41:36.


âli: yüce, yüksek
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
bîtarafâne: tarafsız olarak
desise: hile, aldatma
ehl-i tuğyan: azgınlık ve taşkınlık yapanlar, zulüm ve küfürde çok ileri gidenler (bk. ṭ-ğ-y)
farz etmek: varsaymak
hafız: Kur’ân-ı Kerimi ezberleyen kişi (bk. ḥ-f-ẓ)
hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî: Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili
İblis: Şeytan
ifham: delil göstererek susturma
ilzam: susturma, cevap veremez hale getirme
iskât: susturma
İstanbul: (bk. bilgiler)
istimdad etmek: yardım istemek
kat’î: kesin
mebhas: bölüm, konu
meziyet: üstün özellikler
mücmel: özetlenmiş (bk. c-m-l)
müdhiş: korkunç
muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)
münazara: tartışma (bk. n-ẓ-r)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
telif: yazılış
vakıa: olay
varta: tehlike
zeyl: ilâve, ek
ziynet: süs (bk. z-y-n)

Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.

Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”

Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.1

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem gibi ve nâkızeyn gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sahibülyed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah olduğuna dair bütün burhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.

Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin mıhlarıyla Arş-ı Âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?

İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere


Dipnot-1

bk. Es-Serahsî, el-Mebsût 11:8; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 6:202; el-Merğînânî, el-Hidâye 2:177.


adem: yokluk
Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)
bâtıl: gerçek ve doğru olmayan, geçersiz
berâhin-i kat’iyet: kesin burhanlar, deliller
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
bîtarafâne: tarafsız
bîtaraflık: tarafsızlık
burhan: delil
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâil-i ispat: ispatın delilleri
ehl-i hak ve insaf: hak ve doğru yolda olan insaf sahibi kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
farz etmek: varsaymak
hadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
heyhat: yazık, çok yazık
iltizam: taraf tutma
kabil: mümkün
kaideten: kural gereği
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
kıymettar: kıymetli, değerli
kurbiyet-i mekân: yer yakınlığı (bk. m-k-n)
mağrip: batı
maşrık: doğu
mıh: çivi
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
müddeî: iddia sahibi, davacı
muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)
münazâun fîh: hakkında tartışılan
muvakkaten: geçici olarak
nâkızeyn: birbirine zıt iki şey
rağmına: zıddına, inadına
sahibülyed: mal sahibi
şakirt: talebe, öğrenci
serâdan Süreyya’ya kadar: yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir)
şıkk-ı muhalif: karşı taraf, karşıt görüşsuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
taraf-ı İlâhî: Allah’ın tarafı (bk. e-l-h)
taraf-ı muhalif: muhalif taraf, karşıt
tarafgirlik: taraftarlık
vücut: varlık (bk. v-c-d)
ziyadeleştirmek: artırmak

atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.

Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından ve hasâisinden başka, ef’al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekvîniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li’l-âlemîn olamazdı.1

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.


Dipnot-1

bk. Enbiyâ Sûresi, 21:107.


âdet-i İlâhiye: Allah’ın âdeti, kanunu (bk. e-l-h)
ahval: haller, davranışlar
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
beşeriyet: insanlık
bîtarafâne: tarafsız
burhan: delil
cihet: yön, taraf
cin ve ins: cinler ve insanlar
desise: hile, aldatma
dua: yalvarma, yakarma (bk. d-a-v)
edeb-i muaşeret: görgü ve ahlâk kuralları
ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i kemâl: kemâl sahipleri, olgun kimseler (bk. k-m-l)
ehl-i şuur: şuur ehli, bilinç sahibi olanlar (bk. ş-a-r)
envâr: nurlar, ışıklar (bk. n-v-r)
etvâr: tavırlar, hal ve hareketler
evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n)
hâkezâ: böylece, bunun gibi
harekât: hareketler
harikulâde: olağanüstü
hasâis: vasıflar, özellikler
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
kat’î: kesin
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lisan: dil
merci: kaynak, başvurulacak yer
mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)
metanet: sağlamlık
mıh: çivi
mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler (bk. a-c-z)
muallim: öğretmen (bk. a-l-m)
muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)
muhaverât: karşılıklı konuşmalar
muhavere: karşılıklı konuşma
münâcât: dua, yakarış (bk. n-c-v)
münkad: boyun eğen, bağlılık gösteren
mürşid: irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d)
mürşid-i mutlak: mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d; ṭ-l-ḳ)
mutî: itaat eden, emre uyan
muvaffak: başarılı
rahmeten li’l-âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (bk. r-ḥ-m; a-l-m)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)
tahammül: dayanma, katlanma
Tûr-i Sina: Sina Dağı; Mûsâ (a.s.) peygamberin Allah’ın kelâmına nâil olduğu dağ
ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler
umum: bütün
üslûb: ifade tarzı
zarurî: zorunlu, gerekli
zikretmek: anmak
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulül’azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm demiş:

اَهٰكَذَا كَلاَمُكَ ؟ قَالَ اللهُ : لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ     1

Şeytan döndü yine, dedi ki: “Kur’ân’ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”

Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 

    فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ 

düsturundan titrer.

Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”

İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?


Dipnot-1

“Senin kelâmın böyle midir?’ Allah buyurdu: ‘Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim.” Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 3:536.

Dipnot-2

“Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?” Zümer Sûresi, 39:32.


âdi: basit, sıradan
ahvâl: haller, davranışlar
alâ külli hal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
cihet: yön
cins: tür, çeşit
dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi
düstur: prensip, kural
ehl-i dikkat: dikkat sahibi kimseler
etvâr: tavırlar, hal ve hareketler
evvelâ: ilk olarak
farz etmek: varsaymak
haddinden tecavüz etmek: çizgiyi aşmak, çok ileri gitmek
hadsiz: sınırsız
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
İbn-i Sina: (bk. bilgiler)
iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l)
kelâm: söz (bk. k-l-m)
maskara: gülünç
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
muhal: imkansız
muvaffak: başarılı
muvakkaten: geçici olarak
nam: ad
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nur: ışık (bk. n-v-r)
rasat ehli: gözlemci, gözetleyen
saniyen: ikinci olarak
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tahammül: dayanma, katlanma
tasannuat: yapmacık hareketler (bk. ṣ-n-a)
tekellüfat: zoraki davranışlar
tekellüfsüz: zahmetsiz
ulü’l-azm: azamet, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve peygamberimiz Hz. Muhammed’e verilen sıfat

Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin—hâşâ—mahiyeti bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Salisen: Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniâtı olsun ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.


âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)
âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)
âli: yüce, yüksek
âmi: basit, sıradan
âsâr: eserler
bedihî: ap açık
beşer: insan
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
cemiyetli: geniş kapsamlı (bk. c-m-a)
cihet: yön, taraf
dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi
dehâ: olağanüstü zeka ve akıl sahibi kimse
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
envâr-ı hakaik: hakikat nurları (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)
farz etmek: varsaymak
Furkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ)
hakikatli: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hayatfeşan: hayat saçan (bk. ḥ-y-y)
hezeyan: saçmalama
hurafat: batıl inanışlar; mânâsız sözler
ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ)
ihsas: hissettirme
itikadsız: inançsız
kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
keyfiyet: özellik, nitelik
Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; b-y-n)
mahiyet: özellik, nitelik, esas
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
menba-ı hakaik: hakikatlerin kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mu’cizbeyan: açıklama ve anlatış tarzı mu’cize olan (bk. a-c-z; b-y-n)
muavenetsiz: yardımsız
müdakkik: dikkatli, inceden inceye araştıran
müddet-i ömür: ömür süresi
müfteri: iftiracı
muhal: olması imkansız şey
müşir: mareşal
mutekid: inanmış, dindar
namdar: şan ve şöhret sahibi
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nefer: asker, er
neşretmek: yaymak
netâic: neticeler, sonuçlar
saadetresan: mutluluğa ulaştıran
sadık: doğru, dürüst (bk. ṣ-d-ḳ)
salisen: üçüncü olarak
şems-i kemâlât: kemâlât güneşi, her türlü mükemmelliğin kaynağı (bk. k-m-l)
şeytanet: şeytanlık
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tasannu: yapmacık hareket, zorla birşeyi daha iyi göstermeye çalışma (bk. ṣ-n-a)
tasniât: uydurmalar
telâkki etmek: kabul etmek
temâşâ eden: hayranlıkla seyreden
temâşâ ehli: gözlemci, gözetleyen
tesirât: tesirler, etkiler
ulvî: yüksek
vaki: olmuş
yıldız-ı hakikat: hakikat yıldızı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
zîakıl: akıl sahibi (bk. ẕî)

Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.

Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, nev’-i benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı-maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum o efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî


ahvâl: haller, davranışlar
akvâl: sözler
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
âli: yüce
Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)
âzâ: organlar
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
cevârih: organlar
cihan: dünya
derecât: dereceler
divane: akılsız, deli
düstur: prensip, kural
ednâ: en aşağı
efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)
emniyet: güven (bk. e-m-n)
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
evsâf: vasıflar, özellikler, nitelikler (bk. v-ṣ-f)
farz etmek: varsaymak
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım
ferman: buyruk
ferş: yer
fethetmek: açmak
fıtraten: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)
Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, herşeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil
haslet: huy, özellik, karakter
hezeyan-ı küfrî: küfür, inançsızlık saçmalığı (bk. f-k-r)
ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ)
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
inzibat: güvenlik ve düzen, asayiş
istihdam: çalıştırma, kullanma
istikamet: doğruluk
istimal: kullanma
itikadsız: inançsız
kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
maden-i desâis: hile ve aldatmaların kaynağı
mecma-ı hakaik: hakikatlerin toplandığı yer (bk. c-m-a; ḥ-ḳ-ḳ)
menba-ı hurafat: hurafelerin kaynağı
menba-ı kemâlât: mükemmelliklerin kaynağı (bk. k-m-l)
müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y)
muhal: olması imkansız şey
muhteşem: ihtişamlı, görkemli
mukaddes: her türlü noksandan ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)
müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d)
muzaaf: katmerli, kat kat
nâfiz: etkili, hükmü geçen
nev’-i benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık türü
rabian: dördüncü olarak
Resulullah: Allah’ın Resulü (bk. r-s-l)
sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)
sukut etmek: düşmek, alçalmak
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tathir: temiz tutma, temizleme
teçhiz etmek: donatmak
telâkki edilen: kabul edilen
teshir: boyun eğdirme
ümmet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar (bk. ḥ-m-d)
umum: bütün
vaki: olmuş

ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren1 ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.

Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Elcevap:

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.

Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.


Dipnot-1

bk. Buharî, Edeb 72; İ’tisâm 5; Müslim, Fezâil 127, 128; Müsned 6:45, 181.


adem-i kabul: kabul etmeme
âkıl: akıllı olan
akvâl: sözler
Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)
beşer: insan
câhilâne: cahilce
düstur: prensip, kural
ef’âl: fiiler, işler (bk. f-a-l)
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
elhak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
evvelâ: ilk olarak
farz etmek: varsaymak
farz-ı muhal: varsayım
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlis: saf, katıksız, samimi (bk. ḫ-l-ṣ)
hâşâ: asla öyle değil
havf etmek: korkmak
haysiyet: itibar, şeref
hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay
inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r)
irtikâp etmek: yapmak, işlemek
istikamet: doğruluk
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
katmer: kat kat
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
kemâl-i haşmet: ihtişam ve heybetin mükemmelliği (bk. k-m-l)
küre-i arz: yerküre, dünya
lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık
makul: akla uygun
medar-ı fahr: övünç kaynağı
muhal: imkansız, olmayacak şey
mümkün: olabilir (bk. m-k-n)
nazar: bakış, göz (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık, insan türü
saadet: mutluluk
salisen: üçüncü olarak
saniyen: ikinci olarak
sathî: yüzeysel
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
semâ: gök (bk. s-m-v)
şöhretşiar: şöhretli
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: işler, fiiller ve özellikler (bk. ş-e-n)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tarihçe-i hayat: kısa hayat hikâyesi (bk. ḥ-y-y)
tebeî: dolaylı
telâkki: kabul etme
tesis etmek: kurmak
velvele: gürültü
ziyade: çok, fazla

Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve muğâlata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—hâşâ, sümme hâşâ—bir sahtekârın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubûdiyetinin delâletiyle ve


adem-i kabul: kabul etmeme
aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler
âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)
asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y)
bâtıl: gerçek dışı, sahte, yalan
bedbaht: talihsiz
bil’ittifak: ittifakla, hep birlikte
bilbedâhe: ap açık bir şekilde
bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
bizzarure: zorunlu olarak
cihan: dünya
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
delâlet: delil olma, işaret etme
desâtir: düsturlar, prensipler, kurallar
desise: hile, aldatma
emn ve emanet: güven ve güvenilirlik (bk. e-m-n)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları (bk. r-k-n; e-m-n)
erkân-ı İslâmiye: İslâmın esasları, şartları (bk. r-k-n; s-l-m)
evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
farz etmek: varsaymak
fevkalâde: olağanüstü
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakaik: gerçek mahiyetler, asıl ve esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakkaniyet: hak oluş, doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlis: katıksız, saf, samimi (bk. ḫ-l-ṣ)
hâşâ: asla öyle değil
hezeyan-ı küfrî: küfür saçmalaması (bk. k-f-r)
hüküm: yargı, kesin bir karara varma (bk. ḥ-k-m)
iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l)
inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r)
intaç etmek: sonuç vermek
izhar etmek: ortaya çıkarmak (bk. ẓ-h-r)
kabul-ü adem: yokluğunu kabul etme, inkâr
kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
mecmua: topluluk (bk. c-m-a)
müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y)
muğâlata: karşısındakini yanıltma, yanlışa sevketme
muhal: imkansız, olmayacak şey
muhâlât: imkansız, olmayacak şeyler
mükâbere: büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme (bk. k-b-r)
mümkün: olabilir (bk. m-k-n)
mütemadiyen: sürekli olarak
muttasıf: vasıflanmış (bk. v-ṣ-f)
nazarıyla: gözüyle, bakışıyla
rabian: dördüncü olarak
saadet: mutluluk
sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ)
sâfi: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y)
safsata: yalan yanlış, uydurma
semâ: gök (bk. s-m-v)
şenî: kötü, çirkin, alçakça
şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm (bk. ş-r-a; s-l-m)
sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)
sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)
sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendisini dahi inkâr eden
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tabakat-ı ehl-i kemâl: olgunluk ve fazilet sahibi insanların tabakaları (bk. k-m-l)
takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)
tasniat: uydurma şeyler
tesirât: tesirler
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
umum: bütün

bil’ittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farz etmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir.

Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmi tabakası, i’câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyle ise mucizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat’î bir hüccetle1 deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezdin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız,


Dipnot-1

bk. el-Cüveynî, el-Burhân, 2:534, 535; er-Râzî, el-Mahsûl, 5:299.


ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ; ḥ-s-n)
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
âmi: cahil, tahsil görmemiş
Arş-ı Âzam: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)
beşer: insan
bil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle
bilâşüphe: kuşkusuz
bizzarure: kaçınılmaz şekilde
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
efdâl: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
farz etmek: varsaymak
fehm: anlayış, kavrayış
fenn-i mantık: mantık ilmi
fevkinde: üstünde
Hâlık-ı Kâinat: evreni ve içindeki herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)
hâşâ: asla öyle değil
hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil
hüccet: delil
i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)
iktiza: gerektirme
ilm-i usul: bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji (bk. a-l-m)
irtikâp etmek: yapmak, işlemek
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itikad: inanç
itikadsız: inançsız
kat’î: kesin
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah kelâmı (bk. k-l-m)
mahlukât: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
menfur: nefret edilen
metin: sağlam
mevcut: var olan (bk. v-c-d)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muhal: olması imkansız şey
muhâlât: olması imkansız şeyler
mutekid: inanmış, dindar
resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l)
Resulullah: Allah’ın elçisi (bk. r-s-l)
sabık: geçen, önceki
sadık: doğru (bk.i)
sahib-i kemâlât: olgunluk ve fazilet sahibi kimseler (bk. k-m-l)
şakirt: talebe, öğrenci
sebr ve taksim: mantıkta bir ispatlama usulü
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
umum: genel, bütün
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
zulümlü: karanlık (bk. ẓ-l-m)

esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek HAŞİYE-1 lâzım gelir ki bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”

Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir.

عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ     1


Haşiye-1

Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını iptal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tabirâtı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum.

Dipnot-1

Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca ona salât ve selâm olsun.


Asya: (bk. bilgiler)
Avrupa: (bk. bilgiler)
beşer: insan
bihakkılyakîn: yaşanmış bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)
bilbedâhe: ap açık bir şekilde
bizzarure: zorunlu olarak
efdal: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
farz etmek: varsaymak
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım
feylesof: filozof, felsefeci
fikr-i küfrî: küfür ve inkâr fikri (bk. f-k-r; k-f-r)
galiz: çirkin
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hizbüşşeytan: şeytanın taraftarları
hüccet: delil
İblis: Şeytan
istinaden: dayanarak (bk. s-n-d)
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden kimse (bk. k-f-r)
kat’î: kesin
küfriyat: inkâr ve inançsızlığa sebep olan sözler ve işler (bk. k-f-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
müfsit: bozguncu
muhal: olması imkansız şey
muhaliyet: imkansızlık
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse
münhasır: ayrılmış
rağmına: zıddına, aksine
resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l)
Resulullah: Allah’ın resulü, elçisi (bk. r-s-l)
sukut etmek: düşmek, alçalmak
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabirât: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Sözün Zeyli, Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.258

Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların – Göktaşlarının – Metorların Üç Anlamı Olabilir – Cumartesi Dersleri 15. 7.

Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların - Göktaşlarının - Metorların Üç Anlamı Olabilir - Cumartesi Dersleri 15. 7.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların – Göktaşlarının – Metorların Üç Anlamı Olabilir” konusu üzerinde durulmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Yedinci Basamak.

Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların - Göktaşlarının - Metorların Üç Anlamı Olabilir - Cumartesi Dersleri 15. 7.
Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların – Göktaşlarının – Metorların Üç Anlamı Olabilir – Cumartesi Dersleri 15. 7.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

YEDİNCİ BASAMAK

YEDİNCİ BASAMAK

Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük,2 bir kısmı gayet büyüktür.3 Hattâ gökyüzünde her parlayana yıldız denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin semâ yüzünün murassa ziynetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâl onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nev’ini de şeyâtînin recmine alet etmiş.


Dipnot-2

bk. Ed-Deylemî, el-Müsned 2:190; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2:734.

Dipnot-3

bk. Müslim, Selâm 124; Tirmizî, Tefsîru Sûre (34) 3; Ebû Dâvud, Sünnet 18; Müsned 1:218; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 4:476, 13:137; İbni Hibbân, es-Sahîh 13:499


arz: yer, dünya
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
efrad: fertler (bk. f-r-d)
esbap: sebepler (bk. s-b-b)
ezvâc: hanımlar, eşler
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)
hürmet-i Nebî: Peygamber Efendimize saygı (bk. ḥ-r-m; n-b-e)
izhar: gösterme, ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r)
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kuvvet-i hikmet: hikmetin kuvveti (bk. ḥ-k-m)
menzil: mekan, yer (bk. n-z-l)
mesire: seyredilecek, gezilecek yer
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhtelif: çeşitli
münevver: aydınlık, nurlanmış (bk. n-v-r)
murassa: süslenmiş
müsebbih: tesbih eden, Allah’ı anan (bk. s-b-ḥ)
nazenin: ince, nâzik, duyarlı
Nebî: Peygamber (bk. n-b-e)
nev’: çeşit
nihayet: son
nuhas: erimiş bakır
rahîmâne: şefkat ve merhametle (bk. r-ḥ-m)
recm: taşlama
riayet: gözetme, kollama
Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atlı şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)
şekva: şikayet
sema: gök (bk. s-m-v)
semek: balık
şenaat: kötülük, alçaklık
şeyâtin: şeytanlar
şuvazlı: kızgın, ateşli
tahşid: kuvvetlendirme, destekleme
tahşidat: öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma
teşhir: sergileme
zaife: zayıf, dayanıksız
ziynet: süs (bk. z-y-n)

İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç mânâsı olabilir.

Birincisi: Kanun-u mübareze en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alâmettir.

İkincisi: Semâvâtta huşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilâtından ve istimâlarından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir.

Üçüncüsü: Muzahrafat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semâyı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla red ve tarddır.1

İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet. Biz dahi etmeliyiz ve

    رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ 

beraber demeliyiz.

فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ     3

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     4


Dipnot-1

bk. Hicr Sûresi, 15:16-18; Sâffât Sûresi, 37:6-10; Buharî, Bed’ü’l-Halk 6, 11, Tefsîru Sûre (15) 1, (34) 1; Tevhid 32; Müslim, Selâm 122, 123, 124; Tirmizî, Tefsîru Sûre (34) 3; İbni Mâce, Mukaddime 122, 123; Müsned 6:87.

Dipnot-2

“Ey Rabbim, şeytanların yanımda bulunmasından, Sana sığınırım.” Mü’minûn Sûresi, 23:98.

Dipnot-3

“Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kat’î şekilde eserleri görünen hikmet Allah’ındır.” (bk. En’âm Sûresi, 6:149.)

Dipnot-4

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.


arzlı: dünyalı
cünudullah: Allah’ın askerleri
ebvâb-ı sema: gök kapıları (bk. s-m-v)
hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
huşyar: uyanık
i’câz: mu’cize oluş, muhatapları acze düşürecek derecede mükemmel olma (bk. a-c-z)
ihtilât: karışma
istimâ: dinleme
itimad eden: güvenen
kanun-u mübareze: mücadele, çatışma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi
mancınık: eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti
mesken: ev, mekan (bk. s-k-n)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mümessilât-ı habise: pis ve kötü temsilciler (bk. m-s̱-l)
mutî: itaat eden, emre uyan
muzahrafat-ı arziye: dünyanın süprüntüleri, pislikleri
nöbettar: nöbetçi
nüfus-u habise: pis ve kötü nefisler (bk. n-f-s)
recm-i şeyâtin: şeytanların taşlanması
recmetmek: taşlamak
remiz: işaret
şahap: göktaşı, meteor
sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)
sema: gök, yücelik (bk. s-m-v)
semavat: gökler (bk. s-m-v)
şerir: şerliler, kötüler
tard: kovma
tecessüs etmek: casusluk yapmak, gizlice araştırmak
telvis etmek: kirletmek, pisletmek

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Yedinci Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.256

“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” – Cumartesi Dersleri 15. 6.

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" - Cumartesi Dersleri 15. 6.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” ayetleri ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserdinden On Beşinci Söz Altıncı Basamak.

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" - Cumartesi Dersleri 15. 6.
“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” – Cumartesi Dersleri 15. 6.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

ALTINCI BASAMAK

ALTINCI BASAMAK

Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için, Kur’ân-ı Hakîm öyle i’cazkâr


beşer: insan
cühud: bilerek inkâr etme
i’cazkâr: mu’cizeli (bk. a-c-z)
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
şer: kötülük
temerrüd: inat etme, direnme
tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)

bir belâğatle ve öyle âli ve bâhir üslûplarla ve öyle gàli ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki, kâinatı titretir. Meselâ, “Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, hudud-u mülkümden, elinizden gelirse çıkınız” meseline işaret eden

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ     فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ     يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ     1

âyetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurâne temerrüdlerini, gayet mucizâne bir belâğatle kırar. Aczlerini ilân eder. Saltanat-ı Rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve biçare olduklarını gösterir. Güya şu âyetle, hem 

وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ 

âyetiyle böyle diyor ki:

“Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid, ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın evamirine karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

“Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerlerecmedebilirler.

“Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlûkları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir


Dipnot-1

“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman Salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız da dokunmaz.” Rahmân Sûresi, 55:33-35.

Dipnot-2

“…Onları (yıldızları) şeytanlara atılan mermiler yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
adüvv-ü kâfir: inkârcı, inanmayan düşman (bk. k-f-r)
âli: yüce, yüksek
arz: yer, dünya
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
bâhir: açık, berrak
belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
biçare: çaresiz
cünud: askerler
emirber nefer: emre hazır asker
evamir: emirler
fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)
faraza: varsayalım ki
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım ki
gàli: kıymetli
hakaret: küçüklük, değersizlik
Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
hudud-u mülk: mülkün sınırı (bk. m-l-k)
ibâd: kullar (bk. a-b-d)
inzar: sakındırma, uyarma
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
küfran: nankörlük, inkâr (bk. k-f-r)
mağrur: gururlu
mağrurâne: gururlu bir şekilde
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan, herşeyin sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)
mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)
muannid: inatçı
mübareze: mücadele, çatışma
mütemerrid: inatçı, dik kafalı
mutî: itaat eden, emre uyan
nisbet: oran, ölçü (bk. n-s-b)
recmetme: taşlama
saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
serkeş: isyan eden, başıbozuk
Sultan-ı Zîşân: şan ve şeref sahibi Sultan, Allah (bk. s-l-ṭ; ẕi)
temerrüd: inat etme, ayak direme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)
zahir: açık, gözle görünür (bk. ẓ-h-r)
zecretme: sakındırma, vazgeçirme

olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nuhasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.

“Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

Evet, Kur’ân’da bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.

Hem bazan kemâl-i intizamı ve nihayet adli ve gayet ilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zayıf birşeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. Meselâ şu âyete bak:

وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللهَ هُوَ مَوْلٰيهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ بَعْدَ ذٰلِكَ ظَهِيرٌ     1

Ne kadar Nebî hakkına hürmet ve ne kadar ezvâcın hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebînin azametini ve iki zaifenin şekvâlarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini rahîmâne ifade etmek içindir.


Dipnot-1

“Eğer (siz iki hanım) Peygambere karşı birbirinize arka çıkarsanız, şüphesiz ki onun dostu Allah’tır, Cebrail’dir ve salih mü’minlerdir. Üstelik melekler de onun yardımcısıdır.” Tahrim Sûresi, 66:4.


arz: yer, dünya
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
efrad: fertler (bk. f-r-d)
esbap: sebepler (bk. s-b-b)
ezvâc: hanımlar, eşler
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)
hürmet-i Nebî: Peygamber Efendimize saygı (bk. ḥ-r-m; n-b-e)
izhar: gösterme, ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r)
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kuvvet-i hikmet: hikmetin kuvveti (bk. ḥ-k-m)
menzil: mekan, yer (bk. n-z-l)
mesire: seyredilecek, gezilecek yer
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhtelif: çeşitli
münevver: aydınlık, nurlanmış (bk. n-v-r)
murassa: süslenmiş
müsebbih: tesbih eden, Allah’ı anan (bk. s-b-ḥ)
nazenin: ince, nâzik, duyarlı
Nebî: Peygamber (bk. n-b-e)
nev’: çeşit
nihayet: son
nuhas: erimiş bakır
rahîmâne: şefkat ve merhametle (bk. r-ḥ-m)
recm: taşlama
riayet: gözetme, kollama
Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atlı şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)
şekva: şikayet
sema: gök (bk. s-m-v)
semek: balık
şenaat: kötülük, alçaklık
şeyâtin: şeytanlar
şuvazlı: kızgın, ateşli
tahşid: kuvvetlendirme, destekleme
tahşidat: öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma
teşhir: sergileme
zaife: zayıf, dayanıksız
ziynet: süs (bk. z-y-n)

33-36

Ayet

 يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُواؕ لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍۚ

٣٣

 فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

٣٤

 يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِۚ

٣٥

 فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

٣٦

Meal

Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz. ﴾33﴿ O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? ﴾34﴿ Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız. ﴾35﴿ O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? ﴾36﴿

Tefsir

Müfessirlerin bir kısmı buradaki hitabı kıyamet tasviri çerçevesinde değerlendirmişler ve o gün cinlere ve insanlara böyle seslenileceği yorumunu yapmışlardır. Önceki âyetlerde hesap gününe ilişkin bir uyarının bulunması, müteakip âyetlerde de kıyametten ve âhirette karşılaşılacak sonuçlardan söz edilmesi bu yorumu destekleyici niteliktedir. Diğer bir grup müfessire göre ise bu hitap dünya hayatıyla ilgilidir ve önceki âyetlerde yer alan uyarıyı tamamlamaktadır: Cinlere ve insanlara kendilerine dünya hayatında tanınan fırsata aldanmamaları gerektiği hatırlatılmakta, ölümden ve ilâhî huzurda verilecek hesaptan kaçışın asla mümkün olmadığı bildirilmektedir. Derveze 33. âyette geçen sultân kelimesini “kişiyi kurtaracak sâlih ameller” şeklinde izah eder (VII, 136); birçok müfessirin anılan kelimeyi “delil, hüccet” anlamında almaları (İbn Atıyye, V, 230) bu yorumu destekler nitelikte olmakla beraber, 35. âyetin ifadesi belirtilen ihtimali zayıflatmaktadır. Öte yandan, bazı tefsirlerde sultan kelimesinin “güç” anlamı esas alınarak “Büyük bir güç bulunmadıkça geçemezsiniz” ifadesinden, “Böyle bir gücünüz de olmadığına göre göklerin ve yerin sınırını aşıp ötelere geçmeniz de imkânsızdır” anlamı çıkarılmıştır. Fakat sultan kelimesinin “yetki” anlamı dikkate alınarak âyetin ilgili kısmı, “Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp ötelere geçebilmeniz ancak (Allah tarafından verilecek) bir yetki, bir imkânla olabilir” şeklinde de anlaşılabilir. Bu takdirde muhatapların, yüce yaratıcının evrendeki yasaları doğrultusunda ortaya koyacakları çabaları sonucunda elde edecekleri kuvvete bir gönderme yapılmış demektir. Uzay araştırmalarının ilerlediği ve uzaya seyahatlerin gerçekleştiği günümüz şartları, Kur’an tefsiriyle meşgul olanları bu yorumu benimsemeye ve bu âyetlerde uzayın fethine işaret bulunduğu görüşüne yöneltmiştir. Hatta 35. âyetteki tasvirin modern silâhları çağrıştırdığı yorumları yapılmıştır. Râzî’nin belirttiği gibi, bağlam bu hitabın âhirette olduğu izlenimini vermektedir. Fakat her iki ihtimale göre düşünüp bu âyetlerde, Allah’ın hükümranlığını aşmanın ve verdiği hükümden kaçmanın asla mümkün olmayacağı uyarısı bulunduğunu söylemek daha doğru olur (XXIX, 113-114). Bir başka anlatımla, Allah’a karşı sorumluluğu olan varlıklar ister dünya hayatında ister kıyamet gelip çattığında Allah’ın hükmünden kaçıp kurtulmak için yerin ve göğün sınırlarını zorlayacak kadar güç elde etseler veya kendilerine bu tarz bir imkân verilse, hatta bu varlıklar topyekün bir dayanışma içine girseler dahi, 35. âyette ifade edildiği üzere bunlar sınırlı ve sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Şu halde ikinci yorum esas alındığında da (dünya hayatı bakımından) bu âyetlerden çıkan mesaj şu olmaktadır: Evreni daha iyi tanıma merakı, yerin derinliklerine ve göğün en uzak noktalarına nüfuz etme arzusu yadırganacak bir şey değildir ve büyük bir güç oluşturularak bu konuda epeyce mesafe alınabilir; ama bu çabalar asla ilâhî iradenin egemenliğini alt etme gibi bir amaç taşımamalıdır. Zira bu, Allah’ın evrendeki mutlak gücünü ayan beyan gören şuurlu varlıklara yaraşmaz; kaldı ki böyle bir yöneliş başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdur, böyle bir amaç taşıyanların âkıbeti hüsrandır.

35. âyette “erimiş bakır” diye çevrilen kelimeye “bakır gibi kızıl duman” mânası da verilmiştir.

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Altıncı Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.254

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 208-209

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/rahman-suresi-55/ayet-33/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Ateş Topu – Fireball – Göktaşı Meteor Yağmuru- Yıldız Kayması – Şeytan Taşlama – Dünyadan Uzaya Gidip Gelme ve Uzaydan Dünyaya İnip Çıkma – Cumartesi Dersleri 15. 5.

Ateş Topu - Fireball - Göktaşı Meteor Yağmuru- Yıldız Kayması - Şeytan Taşlama - Dünyadan Uzaya Gidip Gelme ve Uzaydan Dünyaya İnip Çıkma - Cumartesi Dersleri 15. 5.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz bu haftaki Cumartesi Derslerinde “Ateş Topu – Fireball – Göktaşı Meteor Yağmuru- Yıldız Kayması – Şeytan Taşlama – Dünyadan Uzaya Gidip Gelme ve Uzaydan Dünyaya İnip Çıkma” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Beşinci Basamak.

Ateş Topu - Fireball - Göktaşı Meteor Yağmuru- Yıldız Kayması - Şeytan Taşlama - Dünyadan Uzaya Gidip Gelme ve Uzaydan Dünyaya İnip Çıkma - Cumartesi Dersleri 15. 5.
Ateş Topu – Fireball – Göktaşı Meteor Yağmuru- Yıldız Kayması – Şeytan Taşlama – Dünyadan Uzaya Gidip Gelme ve Uzaydan Dünyaya İnip Çıkma – Cumartesi Dersleri 15. 5.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

BEŞİNCİ BASAMAK

Madem arzdan semâya gidip gelmek var. Semâdan arza inip çıkmak oluyor; ehemmiyetli levazımat-ı arziye oradan gönderiliyor. Ve madem ervâh-ı tayyibeler


arz: yer, dünya

ervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar (bk. r-v-ḥ)
levazımat-ı arziye: dünyanın ihtiyaçları, dünyevî ihtiyaçlarsema: gök (bk. s-m-v)

semâya gidiyorlar. Elbette, ervâh-ı habîse dahi, ahyârı takliden semâvât memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücutça letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve red edilecekler. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nuhusetleri vardır.

Hem, bilâşek velâ şüphe, şu muamele-i mühimmenin, şu mübareze-i mâneviyenin, âlem-i şehadette bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü, saltanat-ı Rububiyetin hikmeti iktiza eder ki, zîşuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. (Nasıl ki, nihayetsiz bahar mucizatına yağmuru işaret koymuş ve havârık-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş.) Ta âlem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acip temâşâya, umum ehl-i semâvât ve sekene-i arzın enzâr-ı dikkatlerini celb etsin. Yani, o koca semâvâtı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i Rububiyetini tefekkür ettirsin.

Madem şu mübareze-i ulviyenin ilânı, hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedâheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdemden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.


ahyâr: hayırlı kimseler (bk. ḫ-y-r)
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)
bahusus: özellikle
bedâheten: ap açık bir şekilde
beşer: insan
bilâşek velâ şüphe: şeksiz ve şüphesiz (bk. lâ)
celb etmek: çekmek
cühud: bilerek inkâr etme
dellal: davetçi, ilan edici
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i semavat: semavat ehli, melekler ve ruhanîler (bk. s-m-v)
enseb: daha uygun (bk. n-s-b)
enzâr-ı dikkat: dikkatli bakışlar (bk. n-ẓ-r)
ervâh-ı habîse: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
esbab-ı zahiriye: görünen sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r)
hadisat-ı cevviye ve semaviye: hava ve gök olayları (bk. s-m-v)
hadisat-ı necmiye: yıldız olayları (bk. ḥ-d-s̱)
haşmet-i Rububiyet: Cenab-ı Hakkın bütün varlıkları merhamet ve şefkatle beslemesi, terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasının ihtişamı (bk. r-b-b)
havârık-ı san’at: sanat harikaları (bk. ṣ-n-a)
hiffet: hafiflik
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmeten: hikmet gereği (bk. ḥ-k-m)
i’cazkâr: mu’cizeli (bk. a-c-z)
iktiza: gerektirme
işhad: şahit gösterme (bk. ş-h-d)
letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)
mahiyet: esas, nitelik, içyapı
mancınık: eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti
meşhud: görünen, bilinen (bk. ş-h-d)
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
muamele-i mühimme: önemli davranış
mübareze-i mâneviye: mânevî mücadele ve çatışma (bk. a-n-y)
mübareze-i ulviye: yüce mücadele
muhkem: sağlam (bk. ḥ-k-m)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müşahede: gözlemleme (bk. ş-h-d)
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
nöbettar: nöbetçi
nuhuset: uğursuzluk
recm-i şeytan: şeytan taşlama
sair: diğer
saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
sekene-i arz: dünyalılar (bk. s-k-n)
semâ: gök (bk. s-m-v)
semavat: gökler (bk. s-m-v)
şer: kötülük
şeraret: şerlilik, kötülük
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tard: kovma, uzaklaştırma
tasarrufat-ı gaybiye: görünmeyen âlemlerden gelen tasarruflar (bk. ğ-y-b; ṣ-r-f)
tefekkür etmek: düşünmek (bk. f-k-r)
temâşâ: seyir
temerrüd: inat etme, direnme
tezyin edilmek: süslenmek (bk. z-y-n)
tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)
zaman-ı Âdem: Âdem peygamberin zamanı
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Beşinci Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.253

Melekler ve Şeytanlar – İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze – Mücadele ve Çatışma – Cumartesi Dersleri 15. 4.

Melekler ve Şeytanlar - İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze - Mücadele ve Çatışma - Cumartesi Dersleri 15. 4.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Melekler ve Şeytanlar – İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze – Mücadele ve Çatışma” işlnmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Dördüncü Basamak.

Melekler ve Şeytanlar - İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze - Mücadele ve Çatışma - Cumartesi Dersleri 15. 4.
Melekler ve Şeytanlar – İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze – Mücadele ve Çatışma – Cumartesi Dersleri 15. 4.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

DÖRDÜNCÜ BASAMAK

Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.

Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ daire-i adliye onu Hâkim-i Âdil ismiyle yad eder. Daire-i askeriye onu Kumandan-ı Âzam namıyla bilir.


ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)
ahyâr-ı semâviyyîn: göktekilerin hayırlıları, iyileri (bk. s-m-v)
âlem: dünya, evren (bk. a-l-m)
arz: yer, dünya
ashab-ı Nebî: Peygamberimizin ashabı, arkadaşları (bk. n-b-e)
daire-i adliye: adliye dairesi (bk. a-d-l)
daire-i askeriye: askerlik dairesi
daire-i hükûmet: yönetim dairesi (bk. ḥ-k-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enfas: nefesler, hayatlar, canlar (bk. n-f-s)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
eşrâr-ı arzîn: yeryüzünün şerlileri, kötüleri
evliyalar: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme (bk. bilgiler)
fıtrî: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)
hadsiz: sınırsız
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hulkî: yaratılıştan (bk. ḫ-l-ḳ)
iktiza: gerektirmeins: insanlar
kabza-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kayıt: sınır
küffar: kâfirler, inkârcılar (bk. k-f-r)
Kumandan-ı Âzam: her yere ve herşeye hükmeden en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)
kuvâ: duygular, hisler
mabeyn: ara
mahdut: sınırlı
mahvetmek: yok etmek
mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
mazhar-ı tahavvülât: değişikliğe uğramış (bk. ẓ-h-r)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
meydan-ı imtihan: imtihan meydanı
mezkur: sözü geçen, anılan
mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
mübareze: mücadele, çatışma
Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)
muharebe: savaş
mühim: önemli
nam: ad, isim, ünvan
nemrud: (bk. bilgiler)
neş’et eden: doğan, meydana çıkan
nüfus: nefisler (bk. n-f-s)
peyda olmak: var olmak
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
rububiyet-i âmme: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer, başka
sayha: sesleniş
sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
şeraret: şerlilik, kötülük
şeyâtin: şeytanlar
sür’at: hız
tagayyür: başkalaşma
tahavvül: değişim
tedennî: alçalma, gerileme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakki: yükselme, ilerleme
yad edilmek: anılmak
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

Daire-i meşihat onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu Sultan namiyle tanır. Mutî ahali ona Merhametkâr Padişah derler. Âsi insanlar ona Kahhar Hâkim derler. Daha bunlara kıyas et. İşte, bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âli âciz, zelil bir âsiyi bir emirle idam etmiyor. Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatini biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki, haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlide onu taltif eder, liyakatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.

İşte,

 وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 

Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe’ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine (2) kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder.


Dipnot-1

“En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur.” Nahl Sûresi, 16:60.

Dipnot-2

bk. Tirmizî, Tefsîru Sûre (2) 36; en-Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ 6:305; İbni Hibbân, es-Sahîh 3:278.


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
âfâk: ufuklar
ahali: halk
arz: yer, dünya
âsi: isyan eden, başkaldıran
cihet: yön, taraf
daire-i meşihat: din işleri dairesi
daire-i mülkiye: devlet idaresiyle meşguliyet dairesi (bk. m-l-k)
ervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar (bk. r-v-ḥ)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
Ezel ve Ebed Sultanı: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hâkimiyet sahibi Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)
Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
Halife: Müslümanların dini reisi (bk. ḫ-l-f)
haşmet-i saltanat: sultanlığın haşmeti, ihtişamı (bk. s-l-ṭ)
hususî: özel
iktiza: gerektirme
ilhamat: ilhamlar
imtihan-ı ulvî: yüce imtihan
istihkak: hak etme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
istikbal-i siyasî: siyasî karşılama
Kahhar Hâkim: kahreden ve herşeye hükmeden güç ve kuvvet sahibi (bk. ḳ-h-r; ḥ-k-m)
kanun-u mübareze: mücadele, çatışma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kanun-u müsabaka: yarışma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kanun-u teavün: yardımlaşma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kanun-u tenasül: üreme ve çoğalma kanunu (bk. ḳ-n-n)
levazımat-ı arziye: dünyanın ihtiyaçları, dünyevî ihtiyaçlar
liyakat: layık olma
mecma-ı âli: yüce meclis (bk. c-m-a)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Merhametkâr: merhametli, şefkatli (bk. r-ḥ-m)
meydan-ı müsabaka: yarış meydanı
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mübareze: mücadele, çatışma
muhteşem: ihtişamlı, görkemli
muktedir: iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
mutî: itaatkâr, emre uyan
nam: ad, ünvan
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
padişah-ı âli: yüce hükümdar
sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ)
şe’n: iş, fiil, özellik (bk. ş-e-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
şümul: kapsam
şuûnat: işler, fiiller ve icraatlar (bk. ş-e-n)
taltif: lütuf ve iyilikte bulunma (bk. l-ṭ-f)
tâmim: genelleştirme, yayma
tecelliyat-ı celâliye: Allah’ın haşmet ve ihtişamının varlıklar üzerinde görünümü (bk. c-l-y; c-l-l)
tedbir-i hükûmet: hükûmetin tedbiri, işleri önceden planlayarak idare etmesi (bk. d-b-r; ḥ-k-m)
temâşâ: seyretme
teşhir etmek: sergilemek
tezahürat-ı cemâliye: Allah’ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri (bk. ẓ-h-r; c-m-l)
umumî: genel
vesvese: şüphe, kuruntu
vücud: varlık (bk. v-c-d)
zelil: alçak, aşağılık
zikretmek: anmak
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Dördüncü Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.252

Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması – Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir – Cumartesi Dersleri 15. 3.

Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması - Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir - Cumartesi Dersleri 15. 3.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması – Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Üçüncü Basamak.

Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması - Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir - Cumartesi Dersleri 15. 3.
Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması – Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir – Cumartesi Dersleri 15. 3.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

ÜÇÜNCÜ BASAMAK

ÜÇÜNCÜ BASAMAK

Semânın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı ve vüs’at ve nuraniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi muti’dirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.

Evet, zeminde ezdad içtima etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münakaşat başlamış. O sebepten ihtilâfat ve ıztırabat düşmüş. Ve ondan imtihanat ve müsabakat teklif edilmiş. Ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki:

Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
ahali: halk
ahyar: hayırlılar, iyiler
âsuman: gökyüzü, gökkubbe
bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)
beşer: insan
cami’: kapsayıcı (bk. c-m-a)
cemiyetli: kapsamlı (bk. c-m-a)
cesed-i misalî: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden (bk. m-s̱-l)
cüz’ü: kısım, parça (bk. c-z-e)
edyân-ı semaviye: vahiyle gelen semavî dinler (bk. s-m-v)
ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı emvat: ölülerin ruhları (bk. r-v-ḥ; m-v-t)
ervâh-ı enbiya ve evliya: peygamberlerin ve velilerin ruhları (bk. r-v-ḥ; n-b-e; v-l-y)
eşrar: şerliler, kötüler
ezdad: zıtlar
fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r)
hads-i kat’î: doğru ve kesin sezgi (bk. ḥ-d-s̱)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hiffet: hafiflik
hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)
icap etmek: gerektirmek
icmâ: görüş birliği (bk. c-m-a)
içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a)
ihtilâfat: ihtilaflar, farklılıklar
imtihanat: imtihanlar
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
istinad eden: dayanan (bk. s-n-d)
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
ıttırad: düzgünlük, aynı şekilde devamlılık
ıztırabat: ıztıraplar, sıkıntılar
karib: yakın
lâtif: cismanî olmayan, ruhla ilgili (bk. l-ṭ-f)
letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)
mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
mesken: ev, yer (bk. s-k-n)
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
münakaşa: tartışma
münakaşat: münakaşalar, tartışmalar
müsabakat: müsabakalar, yarışmalar
muti’: itaat eden, emre uyan
müzahame: zahmet verme, itişip kakışma
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)
safi: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n)
sekene-i arz: dünyalılar, yer sakinleri (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
semere: meyve, netice
semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m)
şerece-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)
şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)
sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n)
sükût: sessizlik
tedenniyat: alçalmalar, gerilemeler
teklif: görev yükleme
terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler
tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
vahiy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y)
vüs’at: genişlik
zemin: yer

maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte, arzın HAŞİYE-1 bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren 

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 

der.


Haşiye-1

Evet, küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvâta karşı gelebilir. Çünkü, nasıl ki daimî bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir. Hem bir ölçekle birşey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zahiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvazeneye çıkabilir. Aynen öyle de, küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san’atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlûkat âlemlerine ölçek ve mazi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli, yüz bin tarzda masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al. Yani bütün mazisini hazır farz et, sonra yeknesak ve bir derece basit semâvâta karşı muvazene et. Göreceksin ki, arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte,

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

sırrını anla.

Dipnot-1

“Göklerin ve yerin Rabbi.” Ra’d Sûresi, 13:16; İsrâ Sûresi, 17:102, Kehf Sûresi, 18:14.


âhiret âlemi: öteki dünya (bk. e-ḫ-r; a-l-m)
âlem: dünya (bk. a-l-m)
arz: yer, dünya
azamet-i mâneviye: mânevî büyüklük (bk. a-ẓ-m; a-n-y)
besâtin-i daime: daimi ve sürekli bahçeler
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cevâdâne: cömertçe (bk. c-v-d)
destgâh: tezgâh, işyeri
envâ-ı sağîre: küçük çeşitler
faaliyet-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın faaliyet ve icraatı (bk. f-a-l; r-b-b)
farz etmek: varsaymak
gayb âlemi: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. ğ-y-b; a-l-m)
hadsiz: sınırsız
hakaret: küçüklük, değersizlik
hallâkıyet-i İlâhiye: Allah’ın yaratıcılığı, yoktan var ediciliği (bk. ḫ-l-ḳ; e-l-h)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hemmiyet-i san’aviye: san’at tarafının önemi (bk. ṣ-n-a)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hususan: özellikle
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kesretli: çok (bk. k-s̱-r)
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
küre-i arz: yerküre, dünya
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mahşer: toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r)
mahsulât: ürünler
mâkes: yansıma yeri, ayna
masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
mazi: geçmiş zaman
medar: eksen, dayanak, vesile
menâzır-ı sermediye: devamlı, sürekli manzaralar (bk. n-ẓ-r)
mensucat-ı ebediye: sonsuz hayata ait dokumalar (bk. e-b-d)
meşher: sergi
mezher: çiçeklik
mezraa: tarla
mikyas: ölçü
mu’cizât-ı san’at: san’at mu’cizeleri (bk. a-c-z; ṣ-n-a)
mükerreren: tekrarla, defalarca
müteaddit: çeşitli, birden fazla
müteceddid: yenilenen, tazelenen
muvakkat: geçici
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nazar: dikkat (bk.n-ẓ-r)
nebatat: bitkiler
nihayetsiz: sonsuz
nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)
noksan: eksik
nokta-i mihrakiye: odak noktası
nümunegâh: nümunelerin bulunduğu yer
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
semavat: gökler (bk. s-m-v)
sür’at: hız
taklitgâh: taklit yeri
tecelliyât-ı esmâ: Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları (bk. c-l-y; s-m-v)
terbiyegâh: terbiye yeri (bk. r-b-b)
varidatsız: gelirsiz
yeknesak: monoton, değişmeyen
zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r)
ziyade: fazla

Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki, sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülât olsun.

Hem şu mahdut arz, hadsiz mucizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedennîye mazhar olmuşlar. Enbiyadan, evliya dan tut, ta Nemrutlara, ta şeytanlara kadar, uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur. Madem öyledir; elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semâya ve ehline taş atacaklar.


ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)
ahyâr-ı semâviyyîn: göktekilerin hayırlıları, iyileri (bk. s-m-v)
âlem: dünya, evren (bk. a-l-m)
arz: yer, dünya
ashab-ı Nebî: Peygamberimizin ashabı, arkadaşları (bk. n-b-e)
daire-i adliye: adliye dairesi (bk. a-d-l)
daire-i askeriye: askerlik dairesi
daire-i hükûmet: yönetim dairesi (bk. ḥ-k-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enfas: nefesler, hayatlar, canlar (bk. n-f-s)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
eşrâr-ı arzîn: yeryüzünün şerlileri, kötüleri
evliyalar: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme (bk. bilgiler)
fıtrî: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)
hadsiz: sınırsız
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hulkî: yaratılıştan (bk. ḫ-l-ḳ)
iktiza: gerektirmeins: insanlar
kabza-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kayıt: sınır
küffar: kâfirler, inkârcılar (bk. k-f-r)
Kumandan-ı Âzam: her yere ve herşeye hükmeden en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)
kuvâ: duygular, hisler
mabeyn: ara
mahdut: sınırlı
mahvetmek: yok etmek
mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
mazhar-ı tahavvülât: değişikliğe uğramış (bk. ẓ-h-r)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
meydan-ı imtihan: imtihan meydanı
mezkur: sözü geçen, anılan
mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
mübareze: mücadele, çatışma
Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)
muharebe: savaş
mühim: önemli
nam: ad, isim, ünvan
nemrud: (bk. bilgiler)
neş’et eden: doğan, meydana çıkan
nüfus: nefisler (bk. n-f-s)
peyda olmak: var olmak
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
rububiyet-i âmme: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer, başka
sayha: sesleniş
sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
şeraret: şerlilik, kötülük
şeyâtin: şeytanlar
sür’at: hız
tagayyür: başkalaşma
tahavvül: değişim
tedennî: alçalma, gerileme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakki: yükselme, ilerleme
yad edilmek: anılmak
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Üçüncü Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.250

Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak – Cumartesi Dersleri 15. 2.

Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak - Cumartesi Dersleri 15. 2.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz İkinci Basamak.

Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak - Cumartesi Dersleri 15. 2.
Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak – Cumartesi Dersleri 15. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

İKİNCİ BASAMAK

Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor.


alâkadar: ilgili
âlem-i cismâniyât: cismânî varlıkların bulunduğu âlem, varlıklar dünyası (bk. a-l-m)
âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)
bahr: deniz
bereket: bolluk (bk. b-r-k)
cismânî: maddî vücutla alakalı
ecnâs: cinsler, türler
ecsâm-ı hayvaniye: hayvan cisimleri, bedenleri (bk. ḥ-y-y)
ecsâm-ı seyyare: gezici cisimler
emr-i Hak: Allah’ın emri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
envâ: çeşitler, türler
ervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
hararet: ısı, sıcaklık
haşmetli: ihtişamlı, görkemli
hasse: duyu
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması (bk. ḥ-k-m)
hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)
hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)
ibâdât: ibadetler (bk. a-b-d)
ins: insanlar
intizam-ı âlem: kâinatta var olan düzen (bk. n-ẓ-m; a-l-m)
irtibat: bağ, ilişki
işârât: işaretler
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
kat’iyet: kesinlik
katarât: damlalar
kesafetli: yoğun, katı
kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r)
küdûretli: bulanık
letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
merâkib: binekler
mu’cizât-ı fıtrat: yaratılış mu’cizesi (bk. a-c-z; f-ṭ-r)
muamele: iş, işlem, alışveriş
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müracaat etmek: başvurmak
mütemadiyen: sürekli olarak
mütenevvi: çeşitli
nam: ad
nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
nihayetsiz: sonsuz
Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nûriye’de yer almaktadır
nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
nuraniyetli: aydınlık, parlak (bk. n-v-r)
rahmet: yağmur (bk. r-ḥ-m)
risale: küçük çaplı kitap (bk. r-s-l)
rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi
ruhaniyat: ruhanî varlıklar (bk. r-v-ḥ)
sema: gökyüzü (bk. s-m-v)
seyran etmek: seyretmek, gezmek
seyyarat: gezegenler
taam: yiyecek
tayyare: uçak
temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmak
tesmiye edilen: isimlendirilen (bk. s-m-v)
tuyûrun hudrun: yeşil renkli kuşlar
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vezaif: vazifeler, görevler
vücut: varlık (bk. v-c-d)
vüs’atli: geniş
zemin: yer
zevi’l-idrak: idrak sahipleri, düşünebilen varlıklar
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
ziya: ışık
zulmet: koyu karanlık (bk. ẓ-l-m)

Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melâike ve ervah semâdan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki, sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler.


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
ahali: halk
ahyar: hayırlılar, iyiler
âsuman: gökyüzü, gökkubbe
bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)
beşer: insan
cami’: kapsayıcı (bk. c-m-a)
cemiyetli: kapsamlı (bk. c-m-a)
cesed-i misalî: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden (bk. m-s̱-l)
cüz’ü: kısım, parça (bk. c-z-e)
edyân-ı semaviye: vahiyle gelen semavî dinler (bk. s-m-v)
ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı emvat: ölülerin ruhları (bk. r-v-ḥ; m-v-t)
ervâh-ı enbiya ve evliya: peygamberlerin ve velilerin ruhları (bk. r-v-ḥ; n-b-e; v-l-y)
eşrar: şerliler, kötüler
ezdad: zıtlar
fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r)
hads-i kat’î: doğru ve kesin sezgi (bk. ḥ-d-s̱)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hiffet: hafiflik
hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)
icap etmek: gerektirmek
icmâ: görüş birliği (bk. c-m-a)
içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a)
ihtilâfat: ihtilaflar, farklılıklar
imtihanat: imtihanlar
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
istinad eden: dayanan (bk. s-n-d)
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
ıttırad: düzgünlük, aynı şekilde devamlılık
ıztırabat: ıztıraplar, sıkıntılar
karib: yakın
lâtif: cismanî olmayan, ruhla ilgili (bk. l-ṭ-f)
letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)
mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
mesken: ev, yer (bk. s-k-n)
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
münakaşa: tartışma
münakaşat: münakaşalar, tartışmalar
müsabakat: müsabakalar, yarışmalar
muti’: itaat eden, emre uyan
müzahame: zahmet verme, itişip kakışma
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)
safi: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n)
sekene-i arz: dünyalılar, yer sakinleri (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
semere: meyve, netice
semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m)
şerece-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)
şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)
sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n)
sükût: sessizlik
tedenniyat: alçalmalar, gerilemeler
teklif: görev yükleme
terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler
tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
vahiy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y)
vüs’at: genişlik
zemin: yer

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, İkinci Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.249


Deprem İlahi İkazdır – On Dördüncü Sözün Zeyli – Cumartesi Dersleri 14. 7.

Deprem İlahi İkazdır - On Dördüncü Sözün Zeyli - Cumartesi Dersleri 14. 7.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlemiş olduğumuz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Deprem İlahi İkazdır” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Sözün Zeyli.

Deprem İlahi İkazdır - On Dördüncü Sözün Zeyli - Cumartesi Dersleri 14. 7.
Deprem İlahi İkazdır – On Dördüncü Sözün Zeyli – Cumartesi Dersleri 14. 7.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Dördüncü Sözün Zeyli

 اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا     وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا     وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَا لَهَا     يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا     بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا .. الخ     1

ŞU SÛRE kat’iyen ifade ediyor ki, küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.

Mânevî ve ehemmiyetli bir canipten, şimdiki zelzele münasebetiyle, altı yedi cüz’î suale karşı, yine mânevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.

Birinci sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?

Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.

İkinci sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?

Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehirle büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tâcille küçük merkezlerde verildiği gibi, mühim bir hikmete binaen,


Dipnot-1

“Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan ‘Ne oluyor buna?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” Zilzal Sûresi, 99:1-5.


biçare: çaresiz
binaen: –dayanarak
canip: yön, taraf
cazibedârâne: çekici, baştan çıkarıcı bir şekilde
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
elîm: acı veren, üzücü
emir tahtında: emir altında
heveskârâne: hevesli bir şekilde, nefsin arzu ve isteklerine uyarak
hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)
icmalen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma
kat’iyen: kesinlikle
kemâl-i neş’e ve sürur: tam bir neşe ve sevinç (bk. k-m-l)
küre-i arz: yerküre, dünya
mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
merkez-i İslâmiyet: İslâm merkezi (bk. s-l-m)
meyusiyet: ümitsizlik
mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)
mühim: önemli
musibet: felaket, belâ
selb etme: ortadan kaldırma
semavî: vahiyle gelen (bk. s-m-v)
tâcil: çabuklaştırma
tafsilen: ayrıntılı olarak
tehir: erteleme, sonraya bırakma
vahiy/ilham: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu; yaratılışa ait kalbe doğuş (bk. v-ḥ-y)
zelzele: deprem, sarsıntı
zeyl: ilâve, ek

ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı âzamı Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre tehir edilerek, ehl-i imanın hataları kısmen bu dünyada cezası verilir. HAŞİYE-1

Üçüncü sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.

Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?

Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَۤاصَّةً     1

Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil’ler, aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Madem mazlum zalim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhiyece lâzım geliyor. Acaba o biçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?


Haşiye-1

Hem Rus gibi olanlar (Bu tâbir SSCB dönemi Rusya’sına aittir), mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp bunlara hiddet ediyor.

Dipnot-1

Enfâl Sûresi, 8:25.


adaletullah: Allah’ın adaleti (bk. a-d-l)
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
biçare: çaresiz
canip: taraf, yön
cihet: yön, taraf
dar-ı teklif ve mücahede: sorumluluk ve mücadele yeri (bk. c-h-d)
ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)
Ebu Bekir: (bk. bilgiler)
Ebu Cehil: (bk. bilgiler)
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
ehl-i küfür: küfür ehli, inanmayanlar (bk. k-f-r)
ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
esfel-i sâfilin: aşağıların en aşağısı
eşhâs: şahıslar, kişiler
fiilen: davranışla (bk. f-a-l)
gayretullah: Allah’ın hak dinini koruma sıfatı (bk. ğ-y-r)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler, davranışlar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet-i İlâhî: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
iktiza: gerektirme
iltihaken: katılarak
iltizamen: taraftar olarak
iştirak: ortak olma, katılma
kabil-i nesh olmayan: hükmü kaldırılamayan
keffâretü’z-zünub: günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile
kısm-ı âzam: büyük kısım (bk. a-ẓ-m)
Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşr: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r; ḥ-ş-r)
mazlum: zulme uğrayan (bk. ẓ-l-m)
mensuh: hükmü yürürlükten kalkmış olan
meydan-ı tecrübe ve imtihan: deneme ve imtihan meydanı
mücahede: nefisle mücadele, cihad (bk. c-h-d)
müsabaka: yarışma
musibet-i âmme: büyük ve genel musibet
nâs: insanlar
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
Risale-i Kader: Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz) (bk. r-s-l; ḳ-d-r)
sır: gizli gerçek, gizem
sırr-ı kader: kader sırrı (bk. ḳ-d-r)
sırr-ı teklif: kulluk sırrı, insanların Allah tarafından görevlendirilerek dünyaya gönderilmesinin anlamı
taallûk etmek: ilgili olmak
tahrif edilmek: değiştirilmek, bozulmak
tehir: erteleme, sonraya bırakma
teklif: görev yükleme, sorumluluk
terakki: ilerleme
zelzele: deprem, sarsıntı

Bu suale karşı, cevaben denildi ki: O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazap içinde bir rahmettir.

Beşinci sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümul-u kudretine nasıl muvafık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur o vazifeden men edilse, o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir; ve lüzumlu bir hayrı yapmamak şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır—ta birtek şer gelmesin gibi, gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat, kusurdan münezzehtirler. Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette, o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde, “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Altıncı sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip, adeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hadise nazarıyla bakarlar. Bu hadisenin mânevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?


Âdil: adaletle iş gören, sonsuz adalet sahibi Allah (bk. a-d-l)
arz: yer, dünya
ayn-ı gazap: hiddetin, öfkenin kendisi
ayn-ı hikmet ve adalet: hikmet ve adaletin tâ kendisi (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
ayn-ı rahmet: rahmetin tâ kendisi (bk. r-ḥ-m)
bâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)
cemâl-i rahmet: rahmetin güzelliği (bk. c-m-l; r-ḥ-m)
cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)
ehl-i gaflet: âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ğ-f-l)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
fâni: geçici, yok olucu (bk. f-n-y)
fevkalâde: olağanüstü
gazap: öfke, kızgınlık
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
haysiyet: itibar
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hilâf-ı hikmet: yaratılıştaki hikmete, İlâhî gayeye zıt (bk. ḥ-k-m)
inkılâbât-ı madeniye: madenlerin alt üst olması, değişmesi
intibah: uyanış
işâa etme: yayma, duyurma
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
küllî: büyük, çok (bk. k-l-l)
küre-i arz: yerküre, dünya
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)
mazlum: zulme uğramış (bk. ẓ-l-m)
men edilme: yasaklanma
meşakkat: zahmet, sıkıntı
münezzeh: kusur ve eksiklikten uzak, temiz (bk. n-z-h)
musallat: sataşma
muvafık: uygun
muvakkat: geçici
nazarıyla: gözüyle, bakışıyla
nevi: çeşit, tür
nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)
Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
sadaka: Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım
sair: diğer
şer: kötülük
şümul: kapsam
şümul-u kudret: kudretin herşeyi kaplaması (bk. ḳ-d-r)
tabiî: tabiat gereği, kendiliğinden (bk. ṭ-b-a)
tahkir: hakaret, aşağılama
tecavüz: haddi aşma, ileri gitme
tesadüfî: rastgele, tesadüfen
vücud: varlık (bk. v-c-d)
zelzele: deprem, sarsıntı

Elcevap: Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından birtek ferdin yüzer âzâsından birtek uzvu olan kanadının kast ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayt kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali, belki hiçbir şeyi—cüz’î olsun küllî olsun—irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlâhî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezasıyla, zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip ateşlendiriyor.

Haydi, madenî inkılâbat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur, başka olamaz. Meselâ bir adam bir tüfekle birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip biçare maktulün büs bütün hukukunu zayi etmek ne derece belâhet ve divaneliktir. Aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, “Ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için ateşlendir” diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamâkatin en eşneidir.

Altıncı sualin tetimmesi ve haşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garip bir temerrüd ve acip bir hamâkat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ, bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından; ve Hâlık-ı Arz ve Semâvât


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
ahval: haller, vaziyetler
anâsır-ı külliye: büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş (bk. k-l-l)
âzâ: organlar
belâhet: aptallık
beşer: insan
biçare: çaresiz
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
divanelik: delilik, akılsızlık
ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)
efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)
ehl-i dalâlet ve ilhad: sapıklık ve inkâr ehli, dinsizler (bk. ḍ-l-l)
ehl-i gaflet ve tuğyan: gaflete dalanlar ve zulüm ve taşkınlıkta çok ileri gidenler (bk. ğ-f-l; ṭ-ğ-y)
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
emr-i Rabbânî: herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın emri (bk. r-b-b)
envâ: çeşitler, türler
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
eşne: en çirkin ve fena, iğrenç
hadsiz: sayısız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Arz ve Semavat: gökleri ve yeri yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; s-m-v)
hamâkat: ahmaklık
hâmi: koruyucu
hariç: dış
hâşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasr-ı nazar etmek: bakışı tek bir yere yöneltmek (bk. n-ẓ-r)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i İlâhî: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
iddihar edilmek: biriktirilmek, depolanmak
ihtiyar: irade, istek, tercih (bk. ḫ-y-r)
inkılâbat: inkılaplar, büyük değişimler
intibah: uyanış
irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d)
Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi, herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kasd-ı İlâhî: Allah’ın kasdı, isteği, hedefi (bk. ḳ-ṣ-d; e-l-h)
küllî: çok, büyük (bk. k-l-l)
küre-i arz: yerküre, dünya
lâkayt: duyarsız, ilgisiz
maktul: öldürülen
mazhariyet: sahip olma, üzerinde gösterme (bk. ẓ-h-r)
merci: başvurulacak, sığınılacak yer
meşiet: dileme, irade, istek
meslek: gidilen yol, usul
mukabele: karşılık
mukteza: gerektirme
mümanaat etmek: engel olmak
münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musahhar: emir altına girmiş, boyun eğmiş
nev’: çeşit, tür
taife: topluluk, grup
tasarrufat: faaliyetler, uygulamalar (bk. ṣ-r-f)
temerrüd: inat etme
tetimme: ek, tamamlayıcı not
umumiyet: genellik
uzuv: organ
zahir: görünen (bk. ẓ-h-r)
zayi: ziyan, kayıp
zelzele: deprem, sarsıntı
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
ziyade: fazla, çok
zulümatlı: karanlıklı (bk. ẓ-l-m)

dahi, değil hususî bir Rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile, kâinatın heyet-i mecmuasında ve Rububiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için, emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten, zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye ve terbiye-i İlâhiyeye karşı eblehâne bir temerrüdle mukabele edip diyorlar ki, “Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye, mânâsız hezeyanlar ediyorlar.

Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!


âdileşmek: basitleşmek, sıradanlaşmak
âfât: afetler, musibetler
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
Amerika: (bk. bilgiler)
cehalet: cahillik
cevv: hava, gökyüzü
cihazat: organlar, donanım
cihet: yön, taraf
daire-i külliye: geniş, kapsamlı, herşeyi içine alan daire (bk. k-l-l)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
destgâh: tezgâh, işyeri
eblehâne: ahmakçasına
emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
fennî: bilimsel
fiil-i rububiyet: Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili (bk. f-a-l; r-b-b)
hadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâkim: herşeyi hükmü altında tutan, herşeye galip olan Allah (bk. ḥ-k-m)
hâkimiyet: egemenlik (bk. ḥ-k-m)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hararet: sıcaklık, ısı
harb-i umumî: dünya savaşı
haysiyetiyle: özelliğiyle
heyet-i mecmua: genel yapı, bütün (bk. c-m-a)
hezeyan: saçmalama
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)
inkâr: kabul etmeme, reddetme (bk. n-k-r)
irade: dileme, tercih ve seçim yapma gücü (bk. r-v-d)
irâe etmek: göstermek
işârât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın işaretleri (bk. r-b-b)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
Kastamonu: (bk. bilgiler)
kayyumiyet: Allah’ın daimî mevcudiyeti ve herşeyi her an ayakta tutması (bk. ḳ-v-m)
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
küllî: genel, kapsamlı (bk. k-l-l)
mahiyet: esas, nitelik, özellik
mânâ: anlam (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mukabele: karşılıknam: ad
neş’et eden: doğan, meydana gelen
nev-i insan: insanlık
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
sema: gök (bk. s-m-v)
suret: şekil, biçim, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tecelli: yansıma, görünme (bk. c-l-y)
temerrüd: inat etme
terbiye-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın terbiyesi (bk. r-b-b; e-l-h)
tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)
umumî: genel
zahir: açık, görünür (bk. ẓ-h-r)
zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)
zındıka: dinsizlik

İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, “Bu budur” der. Meselâ, “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.”

Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil’den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü, âsi bir divane olur.

Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından, çok mucizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa, bir adam o odun parçasını gösterip dese, “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş”; o ustanın harika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamâkattir. Aynen öyle de…

Yedinci sual: Bu hadise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi neyle anlaşılıyor? Ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?

Elcevap: Bu hadise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması, hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle, bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.

Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:


âdetullah: Allah’ın tabiatta yürürlükte olan kanun ve kuralları
ahali-i İslâmiye: Müslüman halk (bk. s-l-m)
arşın: yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi
âsi: isyan eden, başkaldıran
belâhet: aptallık
beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz
delâlet: delil olma, işaret etme
divane: deli, akılsız
Ebu Cehil: (bk. bilgiler)
echeliyet: son derece cahillik
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
emare: belirti, işaret
Erzincan: (bk. bilgiler)
fıtrî: yaratılıştan gelen, doğal (bk. f-ṭ-r)
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l)
hadise-i arziye: yerle ilgili olay
hadise-i Rububiyet: herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın gerçekleştirdiği hadise (bk. r-b-b)
hakikat-i meçhule: bilinmeyen gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkimiyet-i nev’iye: bir sınıfın üstün olduğu egemenlik (bk. ḥ-k-m)
hamâkat: ahmaklık
harb: savaş
harekât: hareketler
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)
icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)
ihtiyar-ı âmm: Allah’ın herşeyi kuşatan iradesi, seçme ve tercih gücü (bk. ḫ-y-r)
intibah: uyanış
irade-i ihtiyariye: hür tercih, hür seçim (bk. r-v-d; ḫ-y-r)
irade-i külliye: Allah’ın herşeyi kaplayan iradesi (bk. r-v-d; k-l-l)
irca: döndürme, yönlendirme
isnad: dayandırma (bk. s-n-d
)İzmir: (bk. bilgiler)
kanun-u askeriye: askerlik kanunu (bk. ḳ-n-n)
kasdî: isteyerek (bk. ḳ-ṣ-d)
mahsus: özel
mâlum: bilinen (bk. a-l-m)
meyvedar: meyveli
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mu’cizatlı: mu’cizeler gösteren (bk. a-c-z)
muhtelif: çeşitli
muzaaf: kat kat
nam: ad
nefer: asker, er
nihayetsiz: sonsuz
nisbet: bağ (bk. n-s-b)
niyaz: dua, yalvarma
nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
okka: 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü
taam: yiyecek
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
tabiî: tabiat gereği, kendiliğinden (bk. ṭ-b-a)
tahribat: yıkımlar, bozulmalar
vecih: yön, taraf
ziyade: fazla, çok

Biri: Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.

İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     2


Dipnot-1

Gaybı Allah’tan başkası bilemez.

Dipnot-2

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.


ehl-i zındıka: dinsizler
hâmi: koruyucu
mağlûp olmak: yenilmek
merkez-i faaliyet: faaliyet merkezi (bk. f-a-l)tâcil edilmek: çabuklaştırılmak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, On Dördüncü Sözün Zeyli, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.241

Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir – Kafayı kuma sokmak – Deprem – Hatime – Cumartesi Dersleri 14. 6.

Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir - Kafayı kuma sokmak - Deprem - Hatime - Cumartesi Dersleri 14. 6.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir – Kafayı kuma sokmak – Deprem” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz Hatime bölümüdür.

Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir - Kafayı kuma sokmak - Deprem - Hatime - Cumartesi Dersleri 14. 6.
Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir – Kafayı kuma sokmak – Deprem – Hatime – Cumartesi Dersleri 14. 6.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Hâtime

 Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.

وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ     1

EY GAFLETE DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Devekuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.

Ey nefis! Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla’da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, “Oraya git”; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.

Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbab ın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.

Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.


Dipnot-1

“Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.


acz-i beşerî: insanın acizliği (bk. a-c-z)
ahbap: dostlar, sevilenler (bk. ḥ-b-b)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âlâm-ı firak: ayrılık elemleri, acıları (bk. f-r-ḳ)
aziz: izzetli, yüce, değerli (bk. a-z-z)
Barla: (bk. bilgiler)
bedbaht: talihsiz
bedel: karşılık
bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)
beşer: insan
biçare: çaresiz
derd-i maişet: geçim derdi (bk. a-y-ş)
ders-i ibret: ibret dersi
elem: acı, keder, üzüntü
elîm: üzücü, acı veren
fakr-ı insanî: insanın fakirliği (bk. f-ḳ-r)
firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l)
gaflet: duyarsızlık, sorumsuzluk, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
Habibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-b-b)
hasr-ı nazar: sadece bir şeye yönelme (bk. n-ẓ-r)
hâtime: sonuç, son bölüm
İstanbul: (bk. bilgiler)
kalb etmek: dönüştürmek
karye: köy
mahvolmak: yok olmak
merdâne: mertçe
müştak: arzulu, çok istekli, aşık
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
perestiş: taparcasına bağlanmak
sür’at peyda etmek: hız kazanmak
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
ünsiyet: dostluk, yakınlık
ziyadeleşmek: artmak, fazlalaşmak

Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller. Meselâ, zemine nebatat ve hayvanat envâından giydirilen, birbiri üstünde, birbiri içinde gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler, baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âli gayeler içinde kemâl-i intizamla meczup mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi HAŞİYE-1 mevtâlûd hadisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek, bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz, hebâen mensur gösterip müthiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hadiseler, bir Hakîm-i Rahîmin emriyle, ehl-i imanın fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkà etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara kefarettir.

Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlıkın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehenneme döker; ehl-i şükre “Haydi, Cennete buyurun” der.


Haşiye-1

İzmir’in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.


âli: yüce
âsâr-ı beşeriye: insanların eserleri
bahusus: özellikle
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
ehl-i şirk: Allah’a ortak koşanlar
ehl-i şükür: şükür ehli, Allah’a şükredenler (bk. ş-k-r)
elîm: acıklı, üzücü
envâ: çeşitler, türler
etvâr-ı gaflet: gaflet davranışları (bk. ğ-f-l)
fâni: gelip geçici, yok olucu (bk. f-n-y)
hadisat-ı hayatiye: hayata ait olaylar (bk. ḥ-y-y)
hadisat-ı kevniye: kâinat ve yaratılışla ilgili olaylar (bk. k-v-n)
Hakîm-i Rahîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve çok şefkatli ve merhametli olan Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hebâen mensur: boşu boşuna
hikmet: gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)
ibkà etmek: devamlı ve kalıcı hale getirmek (bk. b-ḳ-y)
kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük (bk. k-f-r; n-a-m)
küre-i arz: yerküre, dünya
meczup: cezbeye kapılmış, kendinden geçmiş
mevlevî: Mevlevîlik tarikatına mensup kimse
mevtâlûd: ölümcül (bk. m-v-t)
misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi
mücehhez: cihazlanmış, donanmış
mülhid: dinsiz
münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)
münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musahhar: boyun eğen, itaat eden
musibetzede: felâkete uğrayan
müzeyyen: süslenmiş (bk. ẓ-y-n)
nazar-ı hikmet: hikmet bakışı (bk. n-ẓ-r; ḥ-k-m)
nebatat: bitkiler
neşretmek: yaymak
nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
şirk-âlûd: şirk karışmış
sıklet-i mâneviye: mânevî ağırlık (bk. a-n-y)
tesadüf: rastlantı
tesadüfî: rastlantı
vakıa: olay
ye’s: ümitsizlik
zayiat: kayıplar
zelzele: deprem, sarsıntı
zemin: yer
ziynet: süs (bk. z-y-n)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Hâtime, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.239