Kur’an’da insanın şiddetli şikayet edilmesi, büyük tehditler edilmesi ve müthiş korkutulması hangi hikmete dayanmaktadır, hangi yönden bağdaştırılabilir ve ne şekilde uygun düşer? – Cumartesi Dersleri 14. 5.

https://dersdunyasi.net/ olarak devam ettiğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Kur’an’da insanın şiddetli şikayet edilmesi, büyük tehditler edilmesi ve müthiş korkutulması hangi hikmete dayanmaktadır, hangi yönden bağdaştırılabilir ve ne şekilde uygun düşer?” sorusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Beşinci Meselesi’dir.

Kur'an'da insanın şiddetli şikayet edilmesi, büyük tehditler edilmesi ve müthiş korkutulması hangi hikmete dayanmaktadır, hangi yönden bağdaştırılabilir ve ne şekilde uygun düşer? - Cumartesi Dersleri 14. 5.
Kur’an’da insanın şiddetli şikayet edilmesi, büyük tehditler edilmesi ve müthiş korkutulması hangi hikmete dayanmaktadır, hangi yönden bağdaştırılabilir ve ne şekilde uygun düşer? – Cumartesi Dersleri 14. 5.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Dördüncü Söz

Beşinci Mesele

BEŞİNCİSİ:

وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ     1

den tut,


Dipnot-1

“Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.


ta

 وَاعْلَمُۤوا اَنَّ اللهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ 1 

ye kadar,

hem

 اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ 2

den tut,

ta

 يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ 3

e kadar, hem

 خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ 4 

dan tut, ta

خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ 5

e kadar, hem

مَا شَۤاءَ اللهُ لاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ 6 

den tut,

ta 

وَمَا تَشَۤاؤُ نَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ 7 

ya kadar hudud-u azamet-i Rububiyeti ve kibriyâ-i Ulûhiyeti tutmuş olan Ezel, Ebed Sultanı, şu âciz ve nihayetsiz zayıf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz’î bir ihtiyarla, icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kisble mücehhez benî Âdeme karşı şedid şikâyât-ı Kur’âniyesi ve azîm tehdidatı ve müthiş vaidleri ne hikmete binaendir ve ne vech ile tevfik edilir, ne suretle münasip düşer, demek olan derin ve yüksek hakikate kanaat getirmek için, şu gelecek iki temsile bak.

Birinci temsil:

Meselâ, şahane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçektar masnular, içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrâsındaki deliğin kapağını açmaktır. Ve şu hizmetkâr ise tenbellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit, Hâlıkın san’at-ı Rabbâniyesinden ve sultanın nezaret-i şahanesinden ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka, bütün hademelerin o sersemden şekvâya hakları vardır. Zira hizmetlerini akim bıraktı veya zarar verdi.


Dipnot-1

“Bilin ki, Allah, kişinin kalbine ondan daha yakındır.” Enfâl Sûresi, 8:24.

Dipnot-2

“Allah herşeyin yaratıcısıdır. O herşey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir.” Zümer Sûresi, 39:62.

Dipnot-3

“Allah onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da.” Bakara Sûresi, 2:77.

Dipnot-4

“Gökleri ve yeri O yarattı.” A’râf Sûresi, 7:54.

Dipnot-5

“Sizi de, sizin yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” Sâffât Sûresi, 37:96.

Dipnot-6

“Maşaallah, Allah dilemiş de yaratmış! Kuvvet ve kudret ancak Allah’ındır.” Kehf Sûresi, 18:39.

Dipnot-7

“Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz.” İnsan Sûresi, 76:30.


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
akim: sonuçsuz, verimsiz
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
binâen: –dayanarak, dolayı
çiçektar: çiçekli
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
Ezel Ebed Sultanı: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)
hademe: hizmetçi
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halel: eksiklik, zarar
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m)
hizmet-i bendegâne: kölecesine hizmet etmek
hizmetkâr: hizmetçi
hudud-u azamet-i Rububiyet: Allah’ın varlıklar üzerindeki terbiye ve idare ediciliğinin ve egemenliğinin geniş sınırları (bk. a-ẓ-m; r-b-b)
ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḥ-y-r)
kanaat: inanma, razı olma
kibriyâ-i Ulûhiyet: Allah’ın ortak kabul etmeyen ilâhlığının büyüklüğü (bk. k-b-r; e-l-h)
kisb: çalışma
masnu: sanat eseri varlık (bk. ṣ-n-a)
mecrâ: kaynak
meyvedar: meyveli
mücehhez: cihazlanmış, donanmış
münasip: uygun (bk. n-s-b)
nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
nezaret-i şahane: son derece güzel bakım ve gözetim (bk. n-ẓ-r)
nihayetsiz: sonsuz
san’at-ı Rabbâniye: herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sanatı (bk. ṣ-n-a; r-b-b)
şedid: şiddetli
şekvâ: şikayet
şikâyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın şikâyetleri
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tayin edilmek: görevlendirilmek
tehdidat: tehditler
tekemmül: olgunlaşma (bk. k-m-l)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tevfik edilmek: bağdaştırılmak
vaid: korkutma (bk. v-a-d)
vecih: yön
ziya: ışık

İkinci temsil:

Meselâ, cesîm bir sefine-i sultaniyede, âdi bir adam cüz’î vazifesini terk etmesiyle, bütün gemideki vazifedarların netâic-i hidematına halel getirdiğinden ve bazı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedit şikâyet eder. Kusur sahibi ise diyemez ki, “Ben bir âdi adamım; ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstehak değilim.” Çünkü, tek bir adem, hadsiz ademleri intaç eder. Fakat vücut kendine göre semere verir. Çünkü birşeyin vücudu bütün şerâit ve esbabın vücuduna mütevakkıf olduğu halde, o şeyin ademi ve intıfâsı, tek bir şartın intıfâsıyla ve tek bir cüz’ün ademiyle, netice itibarıyla mün’adim olur. Bundandır ki, “tahrip, tamirden pek çok defa eshel olduğu” bir düstur-u müteârife hükmüne geçmiştir.

Madem küfür ve dalâlet, tuğyan ve mâsiyet, esasları inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücutlu görünse de, hakikatte intıfâdır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netâic-i amellerine halel verdiği gibi, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i cemâllerine perde çeker.

İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudat namına, o mevcudatın Sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder. Ve etmesi ayn-ı hikmettir. Ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaidlere, bilâşüphe sezâdır.


adem: yokluk
adem-i kabul: kabul etmeme
âdi: basit, sıradan
âsi: isyan eden
ayn-ı hikmet: hikmetin kendisi (bk. ḥ-k-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beşer: insan
bilâşüphe: şüphesiz
cesîm: büyük
cilve-i cemâl: güzelliğin görüntüsü (bk. c-l-y; c-m-l)
cinayet-i sâriye: bulaşıcı, salgın cinayet
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
düstur-u müteârife: bilinen bir kural (bk. a-r-f)
ehemmiyetsiz: önemsiz
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
eshel: daha kolay
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
hadsiz: sayısız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halel: eksiklik, zarar
icad: var etme, yoktan yaratma (bk. v-c-d)
intaç: netice verme
intifâ: yok olma, bitme
mahvetmek: yok etmek
mâsiyet: günah, isyan
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mün’adim: yok olma
müsbet: olumlu, pozitif
müstehak: layık, hak etmiş (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mütevakkıf: bağlı
netâic-i amel: yapılan işin neticeleri
netâic-i hidemat: hizmetlerin neticesi
sair: diğer
sefine-i sultaniye: hükümdarlık gemisi (bk. s-l-ṭ)
semere: meyve, netice
şerâit: şartlar
sezâ: layık
suret-i zahiriye: dış görünüş (bk. ṣ-v-r; ẓ-h-r)
tahrip: yıkma, yok etme
tehdidat: tehditler
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tuğyan: azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)
vaid: korkutma, tehdit etme (bk. v-a-d)
vazifedar: görevli
vücut: varlık (bk. v-c-d)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Beşinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.236

Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık – Yakınlık; Büyüklük – Küçüklük; Aracısız – Temassız Yaratma – Cumartesi Dersleri 14. 4.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık – Yakınlık; Büyüklük – Küçüklük; Aracısız – Temassız Yaratma” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Dördüncü Meselesi’dir.

Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık - Yakınlık; Büyüklük - Küçüklük; Aracısız - Temassız Yaratma - Cumartesi Dersleri 14. 4.
Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık – Yakınlık; Büyüklük – Küçüklük; Aracısız – Temassız Yaratma – Cumartesi Dersleri 14. 4.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Dördüncü Söz

Dördüncü Mesele

DÖRDÜNCÜSÜ: Meselâ,

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 2

    وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ 3

    وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 4

    تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ     5


Dipnot-2

“Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.

Dipnot-3

“Kıyametin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan da yakındır.” Nahl Sûresi, 16:77.

Dipnot-4

“Biz ona şahdamarından daha yakınız.” Kaf Sûresi, 50:16.

Dipnot-5

“Melekler ve Cebrail, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan kıyamet gününde, Allah’ın emrini almak üzere Arşa yükselirler.” Meâric Sûresi, 70:4.


gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-i ulviyesine ki, Kàdir-i Mutlak o derece suhulet ve sür’atle ve muâlecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halk eder ki, yalnız sırf bir emir ile îcad eder gibi görünüyor, fehmediliyor.

Hem o Sâni-i Kadîr nihayet derecede masnuata karîb olduğu halde, masnuat nihayet derecede Ondan baîddir.

Hem nihayetsiz kibriyâsıyla beraber, gayet cüz’î ve hakir umuru dahi ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hariç bırakmıyor.

İşte bu hakikat-i Kur’âniyenin vücuduna, mevcudatta meşhud suhulet-i mutlaka içinde intizam-ı ekmel şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi onun sırr-ı hikmetini gösterir. Meselâ, 

وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 

Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin emr-i Rabbânî ve teshir-i İlâhî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikati fehme takrib eder. Şöyle ki:

Güneş, ulviyetiyle beraber, bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde, o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vech ile müteessir edemezler, kurbiyet dâvâ edemezler.

Hem o güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmişse orada hazır ve nazır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır.

Hem güneşin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük, ufak şeyler ondan gizlenip kaçamazlar.


Dipnot-1

“En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur.” Nahl Sûresi, 16:60.


akis: yansıma
âyine: ayna
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
azamet-i nuraniyet: ışığın, parlaklığın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; n-v-r)
baîd: uzak
cihet: yön
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
emr-i Rabbânî: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın emri (bk. r-b-b)
Esmâ-i Hüsnâ: Cenab-ı Hakkın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
eşya: varlıklar
fehm: anlayış
fehmedilmek: anlaşılmak
hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikati (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i ulviye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakir: hor ve değersiz
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
hüsn-ü san’at: sanatın güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)
ihata: kuşatma, içine alma
intizam-ı ekmel: en mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ḳ-m-l)
Kâdir-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
karîb: yakın
kesif: yoğun, katı, saydam olmayan
kibriyâ: büyüklük, azamet (bk. k-b-r)
kurbiyet: yakınlık
masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mazhar olmak: sahip olmak, erişmek (bk. ẓ-h-r)
meşhud: görünen (bk. ş-h-d)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
muâlecesiz: doğrudan doğruya
mübaşeretsiz: temas etmeden
müteessir: etkileme, tesiri altında bırakma
nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r)
nevi: çeşit
nihayet: son
nüfuz: etki
Nur: bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r)
nuraniyet: nurluluk, parlaklık (bk. n-v-r)
Sâni-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḳ-d-r)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)
sırr-ı hikmet: hikmet sırrı (bk. ḥ-k-m)
suhulet: kolaylık
suhulet-i mutlak: tam kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ)
takrib etme: yaklaştırma
tanzim: düzenleme, düzene koyma (bk. n-ẓ-m)
tasarruf: kullanma (bk. ṣ-r-f)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
teshir-i İlâhî: Allah’ın boyun eğdirmesi, itaat ettirmesi (bk. e-l-h)
timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l)
ulviyet: yükseklik
umur: işler
vecih: yön, şekil
vücud: varlık (bk. v-c-d)
zât: kendisi
zerre: atom
ziya: ışık
ziyadeleşmek: artmak, fazlalaşmak

Demek azamet-i kibriyâsı, cüz’î ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil, bilâkis daire-i ihatasına alıyor.

Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde, farz-ı muhal olarak, fail-i muhtar farz etsek, o derece suhulet ve sür’at ve vüs’at içinde, zerreden, katreden, deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i İlâhî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azimeyi yalnız bir mahz-ı emirle yapar tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemâl-i intizamla verir.

İşte, semâ denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlakın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatin üç esasının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette, güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Mukaddiru’n-Nur olan Zât-ı Zülcelâl, herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nazır; ve eşya Ondan gayet uzak olduğuna; hem o derece külfetsiz, muâlecesiz, suhuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve suhuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î küllî, küçük büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyâsı ihata ettiğine, şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.


âyinecik: küçük ayna
azamet-i kibriyâ: büyüklüğün varlıkları kuşatması (bk. a-ẓ-m; k-b-r)
bilâkis: aksine, tersine
bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
daire-i ihata: kuşatıcı daire, kapsama alanı
daire-i kudret: Allah’ın sonsuz güç ve iktidarının hâkim olduğu daire (bk. ḳ-d-r)
fail-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l)
farz etmek: varsaymak
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım
feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hararet: sıcaklık, ısı
hariç: dışarı
icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)
ihata: kuşatma, içine alma
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
Kadîr-i Mutlak: hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın herşeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
katre: damla
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kesif: yoğun, katı, şeffaf olmayan
kibriyâ: Cenab-ı Allah’ın her cihetle büyüklüğü (bk. k-b-r)
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
külfetsiz: zahmetsiz, zorlanmadan
küllî: büyük, çok (bk. k-l-l)
mahz-ı emir: sadece ve yalnız emir
mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
muâlecesiz: doğrudan doğruya
Mukaddiru’n-Nur: bütün nurların miktarlarını takdir eden Nurların Mukaddiri, Allah (bk. ḳ-d-r; n-v-r)
Münevviru’n-Nur: bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah (bk. n-v-r)
müsavi: eşit
nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r)
nihayetsiz: sonsuz
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nümune: örnek
Nur: bütün varlığı aydınlatan, her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r)
Nuru’n-Nur: bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan Nurların Nuru, Allah (bk. n-v-r)
sema: gök (bk. s-m-v)
seyyarat: gezegenler
seyyare: gezegen
şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)
suhulet: kolaylık
sür’at: hız
tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)
tasarrufat-ı azime: büyük tasarruflar, kullanımlar (bk. ṣ-r-f; a-ẓ-m)
vüs’at: genişlik
yakin-i imanî: kesin ve şüphesiz iman (bk. y-ḳ-n; e-m-n)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zerre: atom
ziyadar: ışıklı

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Dördüncü Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.234

Kırk binler başlı melek – melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat – Cumartesi Dersleri 14. 3.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Dersleri – Bu haftanın konusu Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz Üçüncü Mesele “Kırk binler başlı melek – melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat’ konusu ele alınmaktadır.

Kırk binler başlı melek - melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat - Cumartesi Dersleri 14. 3.
Kırk binler başlı melek – melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat – Cumartesi Dersleri 14. 3.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Dördüncü Söz

Üçüncü Mesele

ÜÇÜNCÜSÜ: Meselâ, Hamele-i Arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadıkın tasvir ettiği, meselâ kırk binler başlı, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini (1) ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki, Zât-ı Zülcelâl,

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ     2

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ …     3

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ     4

gibi âyetlerle tasrih ediyor ki, mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.

Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semâvâtın kelimat-ı tesbihiyesi güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve ber ve bahrinin de ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır.


Dipnot-1

bk. Et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân 15:156; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2:547, 740, 742, 747, 3:868; İbni Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 3:62; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî 8:402; el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 2:82.

Dipnot-2

“Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-3

“Biz dağları Dâvud’un emrine verdik ki, onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.

Dipnot-4

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” Ahzâb Sûresi, 33:72.


azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m)
bahr: deniz
bahr-i müsebbih: Allah’ı tesbih eden deniz (bk. s-b-ḥ)
ber: kara, yer
burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi
cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)
ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l)
elfâz-ı tahmidiye: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d)
eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ: “yer nerede, Ülker yıldızı nerede”, birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir
fail: işi yapan, özne (bk. f-a-l)
felek: gök katı
hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hamele-i Arş ve yer ve gök: Arş’ın, yerin ve göğün taşıyıcısı (bk. a-r-ş)
intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyet: kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği (bk. n-ẓ-m; k-l-l; a-b-d)
kelimat-ı tesbihiye: Allah’ı tesbih eden kelimeler (bk. k-l-m; s-b-ḥ)
küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)
külliyet: büyüklük, kapsamlılık (bk. k-l-l)
lisan: dil
masdar: kaynak
melâike-i müekkel: görevli melekler (bk. m-l-k; v-k-l)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mistar-ı hikmet: hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon (bk. ḥ-k-m)
Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
münfail: fiilden etkilenen (bk. f-a-l)
nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nebat: bitki
sair: diğer
semavat: gökler (bk. s-m-v)
tabiat-ı müessire: tesir sahibi, yaratıcı tabiat (bk. ṭ-b-a)
tarz: şekil, biçim
tasrih etme: açıkça ifade etme
tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)
tayr-ı müsebbih ve hâmid: Allah’ı tesbih eden ve şükreden kuş (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d)
telâkki: kabul etme
tesbih-i küllî: büyük ve kapsamlı tesbih (bk. s-b-ḥ; k-l-l)
tesbihat: Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zemin: yer

Şu binler başları olan zeminin her başında yüz binler lisanlar bulunan ve her lisanda yüz bin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.

Evet, müteaddit eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı mânevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, bir nevi ruh-u mânevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.

İşte, bak: Misal olarak, bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan, bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör. Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var. Ve her dilde, bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var. Ve her meyvede, dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i

 كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘e 

mâlik Sâni-i Zülcelâline ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi, ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i mânâda müteaddit dillerle tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.


Dipnot-1

“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.


âlem-i ervah: ruhânî varlıkların bulunduğu âlem (bk. a-l-m; r-v-ḥ)
âlem-i mânâ: mânâ âlemi (bk. a-l-m; a-n-y)
âlem-i misal: dünyadaki işlerin görüntülendiği ve gözlendiği madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)
Barla: (bk. bilgiler)
beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ)
cemiyet: topluluk (bk. c-m-a)
fasih: güzel, açık ve düzgün konuşan (bk. f-ṣ-ḥ)
hikmeten: hikmet gereği; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması gereği (bk. ḥ-k-m)
imtizaç: kaynaşıp karışma
ittihad: birlik
lisan: dil
mâlik: sahip (bk. m-l-k)
medih: övgü
melek-i müekkel: görevli, vekil melek (bk. m-l-k; v-k-l)
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli (bk. v-k-l)
muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)
müteaddit: çeşitli, birden fazla
nevi: çeşit, tür
ruh-u mânevî: mânevî ruh (bk. r-v-ḥ; a-n-y)
şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik (bk. a-n-y)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
tahmidat: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d)
tesbihat: Cenab-ı Hakkın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ)
vazife-i tesbihiye: Allah’ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi (bk. s-b-ḥ)
zemin: yer

TEFSİR

44

Ayet

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّؕ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْؕ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيماً غَفُوراً

٤٤

Meal

Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır. ﴾44﴿

Tefsir

“Yedi gök” ile onlarda bulunan varlıkların hepsi hal lisanıyla Allah’ı tesbih eder, O’na ibadet eder, fakat insanlar onların tesbihlerini anlayamazlar (“yedi gök” hakkında açıklama için bk. Bakara 2/29).

Tefsirlerde âyetteki tesbih kavramı açıklanırken tesbihin iki şeklinin bulunduğu belirtilir: Dil ile tesbih, hal ile tesbih. Birincisi, kulun Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederek zâtı, sıfatları ve fiilleriyle insan zihninin düşünebileceği bütün mükemmellik özelliklerine sahip olduğunu dile getirmesi, Allah’ı hep böyle bilip böyle anmasıdır. Hal ile tesbih ise insanın imanı, ibadeti, ahlâkı, genel olarak her türlü tutum ve davranışlarıyla Allah’ın birliğine, eksiksiz ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi, yasalarına boyun eğmesi, amelinin imanına şahitlik etmesidir. Bu belirtilenler, Râgıb el-İsfahânî’nin iradî dediği tesbih olup şuurlu ve iradeli varlıklara mahsustur (el-Müfredât, “sbh”, “scd” md.leri).

Bir de konumuz olan âyetin üzerinde durduğu, bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmesi vardır. Müfessirlere göre bu da iki çeşittir: 1. Dil ile tesbih. Her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbih eder ama âyette belirtildiği gibi insanlar bunu anlayamazlar; 2. Hal ile tesbih. Evrendeki varlık ve olayların var oluş ve işleyişini gerçekleştiren ilâhî yasalara bütün kâinat mutlak bir zorunlulukla boyun eğmekte, bu suretle yaratanı tesbih etmektedir. Bu anlamda müminiyle münkiriyle bütün insanlar da Allah’ı tesbih ederler, varlığına tanıklık ederler. Özetle zerreden küreye, galaksilerden hidrojen çekirdeğinin etrafında saniyede 2000 km. hızla dönen elektrona kadar evrendeki her şey Allah’ın mutlak düzeni içinde işlemekte, O’nu tesbih etmekte, O’nun varlığına, birliğine kudret ve hikmetine tanıklık etmektedir.

Putperestlerin inancındaki saçmalığı dile getiren 42. âyetin ardından evrenin düzenine işaret eden âyetin gelmesi son derece anlamlıdır, engin hikmetler taşımaktadır.

Âyette evrendeki her varlığın Allah’ı övgü ile tesbih ettiği belirtildikten sonra “Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız” buyurulmaktadır. Fahreddin er-Râzî bu ifadeyi şöyle açıklıyor: Bir elma düşünelim; bu elma çeşitli atomlardan (cüz’-eczâ’) oluşmaktadır ve bu parçacıklardan her biri Allah Teâlâ’nın varlığına tam ve başlı başına bir delildir. Bu atomlardan her birinin kendine özgü doğal yapısı (tab‘), tadı, rengi, kokusu, hacmi gibi nitelikleri vardır. Atomun bu özel sıfatlarla belirlilik kazanması imkân dahilindedir ve bu belirliliği ona ancak kudretli ve hakîm olan bir belirleyici kazandırabilir. Şu halde elmanın her bir parçası yüce Tanrı’nın varlığına eksiksiz bir delildir (XX, 210-211). Eşyanın kendilerine mahsus dil ile yaptığı tesbihi insanlar anlayamazlar; öte yandan atomların sayılarını, niteliklerini, mahiyetlerini de bütünüyle bilmek mümkün değildir. Bu sebeple âyette, “…bilmezsiniz, anlayamazsınız” buyurulmuştur. Kuşkusuz bilimsel keşifler ilerledikçe insanoğlunun evren hakkındaki bilgileri de artacaktır. Nitekim genetikçilerin çözmeye çalıştıkları genlerin şifresi de bir çeşit dildir. Ayrıca bu çalışmalar ilerledikçe evrenin sırlarla dolu olduğu, bilinenlere göre bilinmeyenlerin ne kadar çok olduğu ortaya çıkacaktır.

Âyette Allah’ın sıfatı olarak geçen halîm kelimesi, “sabırlı, akıllı, ağır başlı ve temkinli” demektir. Özellikle Allah için kullanıldığında “kullarının günah ve isyanları karşısında sabırlı, onları cezalandırmakta acele etmeyen” anlamına gelir. Allah’ın halîm ismiyle “günahları bağışlayan, tövbeleri kabul eden” anlamındaki afüv, gafûr, tevvâb; “her şeyin iç yüzünden haberdar olup bütün ayrıntıları bilen” anlamındaki habîr, muhsî, vâsi‘; “her şeye gücü yeten, kudretli” anlamındaki kadîr, kavî, metîn, muktedir” ve “çok sabırlı” anlamındaki sabûr isimleri arasında anlam yakınlığı bulunduğu kabul edilir.

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 485-489

18-19

Ayet

 اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْاِشْرَاقِۙ

١٨

 وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةًؕ كُلٌّ لَـهُٓ اَوَّابٌ

١٩

Meal

Kendisiyle birlikte sabah akşam tesbih etsinler diye biz, dağları ve toplanıp gelen kuşları Dâvûd’un emrine verdik. Onların her biri Allah’a yönelmişlerdi. ﴾18-19﴿

Tefsir

Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler, Hz. Dâvûd Allah’ı tesbih ederken dağların ve kuşların da dile gelerek onun tesbihine katıldıkları şeklindeki mûcizevî bir olayı anlatmaktadır. Ancak bu âyetleri mecazi anlamda yorumlayanlar da vardır. Buna göre Dâvûd Zebûr okuyarak Allah’ı tesbih ettiği gibi kuşlar ve dağlar da kendi varlık yapılarıyla Allah’ın kudretini ve yüceliğini yansıtmakta, böylece lisân-ı halleriyle Allah’ı tesbih etmektedirler (ayrıca bk. Enbiyâ 21/79). Bu mânaya göre cansız tabiatın Allah’ı tesbih etmesine dağlar, canlı varlıkların tesbihine de kuşlar örnek olarak zikredilmiştir; özellikle inanmış insanların bilinçli tesbihine örnek de Hz. Dâvûd’un tesbihidir.

“Hepsi de Allah’a yönelmişlerdi” diye çevirdiğimiz 19. âyetin son cümlesi, “Gerek dağlar gerekse kuşlar Dâvûd’un etrafında toplanıp ona itaat ederlerdi” veya “Dâvûd tesbihe başlayınca onlar da kendisine katılırlardı” şeklinde de açıklanmıştır (Taberî, XXIII, 138; Râzî, XXVI, 186; İbn Âşûr, XXIII, 228-229).

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 573

72-73

Ayet

 اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُؕ اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ

٧٢

 لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِقٖينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكٖينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ وَالْمُؤْمِنَاتِؕ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَحٖيماً

٧٣

Meal

Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir. ﴾72﴿ Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve Allah’a ortak koşan kadınlara azap etmek; mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul etmek için insana emaneti yüklemiştir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ﴾73﴿

Tefsir

Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.

Emanet kelimesinin sözlük anlamı “korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması”dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız, “tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe’deki anlamıyla emanet”tir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126). Bunların da tamamını, “insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü” kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan– insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aynı âyetteki ifadeyle insan zalûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkını verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız insanları arasında, Allah’ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.

Âyette geçen “emanet” Türkçe’deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel olan yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi mânevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.

Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen âkıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insanın bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına işaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 405-407

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Üçüncü Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.233

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 485-489

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/isra-suresi-17/ayet-39/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 573

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/sad-suresi-38/ayet-18/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 405-407

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/ahzab-suresi-33/ayet-72/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1


CUMARTESİ DERSLERİ

CUMARTESİ DERSLERİ
CUMARTESİ DERSLERİ

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı

13.1. On Üçüncü Söz Ders – i İbret

12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas

12. 2. On İkinci Söz – İkinci ve Üçüncü Esas

12. 1. On İkinci Söz – Birinci Esas

11. 3. Onbirinci Söz Hakikatin Yüzü 2

10.16. Onuncu Söz Hatime

10.15. Onuncu Söz Onikinci Hakikat

10.14. Onuncu Söz Onbirinci Hakikat

10.13. Onuncu Söz Onuncu Hakikat

10.12. Onuncu Söz Dokuzuncu Hakikat

10.11. Onuncu Söz Sekizinci Hakikat

10.10. Onuncu Söz Yedinci Hakikat

10.9. Onuncu Söz Altıncı Hakikat

10.8. Onuncu Söz Beşinci Hakikat

10.7. Onuncu Söz Dördüncü Hakikat

10.6. Onuncu Söz Üçüncü Hakikat

10.5. Onuncu Söz İkinci Hakikat

10.4. Onuncu Söz 3. ve 4. İşaret ile 1. Hakikat

10.3. Onuncu Söz Mukaddime İkinci İşaret .

10.2. Onuncu Söz Mukaddime Birinci İşaret

10.1. Onuncu Söz Temsili Hikayecik 1-12. Suretler

9.2. Dokuzuncu Söz Beşinci Nükte

9. 1. Dokuzuncu Söz 1.-4. Nükteler

8. Sekizinci Söz

7. Yedinci Söz

6. Altıncı Söz

5. Beşinci Söz

4. Dördüncü Söz

3. Üçüncü Söz

2. İkinci Söz

1. Birinci Söz


8. sınıf fen konuları Bediüzzaman Cumartesi Dersleri EĞİTİM Eğitim Eğitim Haberleri Eğitim ve Öğretim Fen Bilimleri Fen Bilimleri 8 Fen Bilimleri 8 Yaprak Test Fen Bilimleri 8 Yaprak Testler fen bilimleri 8. sınıf test çöz Güneş hayvan Kainat KISA VİDEO Kur'an Kur'an-ı Kerim Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan Kur'ân-ı Hakîm Mucize On Dokuzuncu Söz On Dokuzuncu Söz – Risalet-i Ahmediyeye dairdir On Üçüncü Söz Ortaokul Ortaokul Fen Bilimleri 8 Ortaokul Fen Bilimleri 8 Yaprak Test Partilerin Eğitim Programları Risale-i Nur Külliyatı Said Nursi SHORTS Svenska Sözler SİYASİ PARTİLERİN EĞİTİM PROGRAMLARI UZUN VİDEO Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi Yirmi Dördüncü Söz Yirminci Söz Yirmi Üçüncü Söz Yirmi İkinci Söz Yirmi İkinci Söz Birinci Makam Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Üstad İLKOKUL

“Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” – On Dördüncü Söz – İkinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 2.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” başlığı altında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz İkinci Mesele ele alınmaktadır.

"Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır." - On Dördüncü Söz - İkinci Mesele - Cumartesi Dersleri 14. 2.
“Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” – On Dördüncü Söz – İkinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Dördüncü Söz

İkinci Mesele

İKİNCİSİ: Meselâ,

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ     1

وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِۤى اِمَامٍ مُبِينٍ     2

لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ     3

gibi âyetlerin ifade ettikleri ki, “Bütün eşya, bütün ahvâliyle, vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor” demek olan hakikat-i âliyesine kanaat getirmek için, Nakkâş-ı Zülcelâl, rû-yi zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlûkatın fihriste-i vücutlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini; ve zevâlden sonra, semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazdığını; hattâ her geçici baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda kemâl-i intizamla muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya herbir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemîl ve Celîlin eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.

Hakikat böyleyken, beşerin en acip bir dalâleti budur ki, kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuzun yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbâniye olup ehl-i gafletin lisanında “tabiat” denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu


Dipnot-1

“Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

“Biz herşeyi İmam-ı Mübînde tek tek saydık.” Yâsin Sûresi, 36:12.

Dipnot-3

“Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar birşey Ondan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” Sebe’ Sûresi, 34:3.


acip: ilginç, hayret verici
ahvâl: haller, vaziyetler
bahusus: özellikle
beşer: insan
Celîl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. c-l-l)
Cemîl: sonsuz ve kusursuz güzellik sahibi Allah (bk. c-m-l)
cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
derc: yerleştirme
desatir-i hareket: hareket düsturları
ehl-i gaflet: dünyaya daldığından dolayı âhiretin farkında olmayan (bk. ğ-f-l)
eşya: varlıklar
fihriste-i san’at-ı Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların fihristesi (bk. ṣ-n-a; r-b-b)
fihriste-i vücut: varlık fihristesi (bk. v-c-d)
hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-ı âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
kader kalemi: Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r)
kalem-i kader: kader kalemi, Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r)
kanaat getirmek: razı olmak, inanmak
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kitabet-i fıtriye: yaratılışa ait yazılar, doğal yazı (bk. k-t-b; f-ṭ-r)
Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı mânevî kader levhası (bk. ḥ-f-ẓ)
mahdut: sınırlı
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
Nakkaş-ı Zülcelâl: herşeyi nakışlı ve süslü bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. n-ḳ-ş; ẕü; c-l-l)
nazar-ı şuhud: şahitlerin bakışı; görüş (bk. n-ẓ-r; ş-h-d)
nihayetsiz: sonsuz
rû-yi zemin: yeryüzü
semere: meyve
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
tarihçe-i hayat: hayat hikâyesi, biyografi (bk. ḥ-y-y)
vücuda gelmek: var olmak (bk. v-c-d)
zemin: yer
zerrecik: atom, en küçük madde parçası
zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)

nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, “tabiat-ı müessire” diyerek masdar ve fail telâkki etmesidir. Eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ? Hakikat nerede, ehl-i gafletin telâkkileri nerede?

azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m)
bahr: deniz
bahr-i müsebbih: Allah’ı tesbih eden deniz (bk. s-b-ḥ)
ber: kara, yer
burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi
cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)
ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l)
elfâz-ı tahmidiye: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d)
eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ: “yer nerede, Ülker yıldızı nerede”, birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir
fail: işi yapan, özne (bk. f-a-l)
felek: gök katı
hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hamele-i Arş ve yer ve gök: Arş’ın, yerin ve göğün taşıyıcısı (bk. a-r-ş)
intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyet: kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği (bk. n-ẓ-m; k-l-l; a-b-d)
kelimat-ı tesbihiye: Allah’ı tesbih eden kelimeler (bk. k-l-m; s-b-ḥ)
küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)
külliyet: büyüklük, kapsamlılık (bk. k-l-l)
lisan: dil
masdar: kaynak
melâike-i müekkel: görevli melekler (bk. m-l-k; v-k-l)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mistar-ı hikmet: hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon (bk. ḥ-k-m)
Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ)
münasip: uygun (bk. n-s-b)münfail: fiilden etkilenen (bk. f-a-l)
nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nebat: bitki
sair: diğer
semavat: gökler (bk. s-m-v)
tabiat-ı müessire: tesir sahibi, yaratıcı tabiat (bk. ṭ-b-a)
tarz: şekil, biçim
tasrih etme: açıkça ifade etme
tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)
tayr-ı müsebbih ve hâmid: Allah’ı tesbih eden ve şükreden kuş (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d)
telâkki: kabul etme
tesbih-i küllî: büyük ve kapsamlı tesbih (bk. s-b-ḥ; k-l-l)
tesbihat: Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zemin: yer

Tefsir Paneli

En’âm Sûresi

57-59

Ayet

 قُلْ اِنّٖي عَلٰى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبّٖي وَكَذَّبْتُمْ بِهٖؕ مَا عِنْدٖي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهٖؕ اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِؕ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلٖينَ

٥٧

 قُلْ لَوْ اَنَّ عِنْدٖي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهٖ لَقُضِيَ الْاَمْرُ بَيْنٖي وَبَيْنَكُمْؕ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالظَّالِمٖينَ

٥٨

 وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَؕ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِؕ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فٖي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖي كِتَابٍ مُبٖينٍ

٥٩

Meal

De ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge üzereyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz azap benim elimde değil. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” ﴾57﴿ De ki: “Sizin acele istediğiniz azap şayet benim elimde olsaydı benimle sizin aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu.” Allah zalimleri daha iyi bilir. ﴾58﴿ Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın. ﴾59﴿

Tefsir

İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.

59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara 2/3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin, ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).

Kur’anYolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 414-415

Yâsîn Sûresi

12

Ayet

 اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْؕ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖٓي اِمَامٍ مُبٖينٍࣖ

١٢

Meal

Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir. ﴾12﴿

Tefsir

Müşriklerin ağır baskıları altında büyük sıkıntılar çeken Hz. Peygamber ve müminler için teselli ve moral kaynağı özelliği taşıyan bu âyet kümesi, yüce Allah’ın eşsiz kudret ve ilmine, ölüleri diriltmeye kadir olanın da, herkesin yapıp ettiklerini bilenin de yalnız O olduğuna özel bir vurgu yapılarak bitirilmektedir. Bazı ilk dönem müfessirleri bu âyetteki “ölüleri diriltme” ifadesinden maksadın şirkten çıkarıp imana eriştirmek olduğunu belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 281).

Bir taraftan kişinin bütün yapıp ettiklerinin kayda geçirildiğinin, diğer taraftan da olup bitecek her şeyin zaten Allah Teâlâ’nın ezelî ilminde mâlûm olduğunun belirtilmesinden şöyle bir anlam çıkarılabilir: İnsanın bütün eylemlerinin kayda geçirilmesine yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur; bu, insanın bu bilgiyi her zaman göz önünde bulundurup dünya hayatındaki varlığını anlamlandırabilmesi ve her adımını varlık sebebine uygun bir bilinç içinde atması içindir. Bu sayede insan soyut bir ahlâkî görev telakkisiyle baş başa kalmamış olur; yaşanan hayat gibi canlı, her anını kuşatan ve her davranışına yön veren somut bir tasavvurdan güç alır. Yine bu inanç kişiye, insanın metafizik âlemle ilişkisinin sırf Tanrı’ya yalvarılan ve belirli dinî vecîbelerin ifa edildiği zaman dilimlerine hapsedilemeyeceği şuurunu kazandırır, fizik âlemde olup bitenlerle fizik ötesi gerçekler arasındaki sıkı bağı kavramasını kolaylaştırır.

Tefsirlerde âyetin “gelecek için yaptıkları her şey ve bıraktıkları her iz” şeklinde tercüme edilen kısmı açıklanırken, bir yandan iyi olsun kötü olsun insanların bütün işlediklerinin tesbit edildiği belirtilir; diğer yandan da kişinin öbür dünyada karşısına çıkacak amel defterinin ölümle kapanmadığı, yararlı bir bilgiyi öğretme veya kaleme alma, bir imkânını vakfedip kalıcı hayır yapma, insanların faydalanacakları hizmet binası, cami, misafirhane, köprü vb. iyi eserler bırakmanın yahut bazı zalim yöneticilerin yaptığı gibi insanların eziyet çekmesine, zarara girmesine veya Allah yolundan sapmasına sebep olacak usuller ihdas etmek suretiyle geride kötü izler bırakmanın –bu iz ve eserler varlığını koruduğu sürece– insanın sorumluluk hanesine olumlu veya olumsuz puanlar halinde kaydedildiği üzerinde durulur (Zemahşerî, III, 281; Şevkânî, IV, 414). Bu bakımdan âyeti “ölmeden yapıp tükettikleri, bitirdikleri ile izi ve eseri devam eden bütün işlerini (amellerini) …” şeklinde çevirmek de mümkündür. Hz. Peygamber’in şu meâldeki hadisi insanların yararı devam ettiği sürece sevabı da yenilenen hayır faaliyetlerine yoğun biçimde yönelmelerinde ve özellikle vakıf kurumunun gelişmesinde çok etkili olmuştur: “İnsan öldükten sonra amel (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât” (Müslim, “Vasiyet”, 14; Tirmizî, “Ahkâm”, 36). Fakat bu hadiste amel defterinin kapanması sevapların yazılması açısındandır. Birçok müfessirin konumuz olan âyetin yorumu sırasında belirttiği üzere, başkalarının kötülük işlemesine sebebiyet verecek kötü bir yol açanlar da bu âyetin kapsamındadırlar ve etkileri öldükten sonra devam eden bu kötülüklerden ötürü veballeri de artmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz şu hadisinde başkalarını etkileyecek çığır açmanın iki şeklini de ayrı ayrı ifade etmiştir: “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir” (Müslim, “İlim”, 15, “Zekât”, 44, 69; Müsned, IV, 362).

Ana kitap” diye çevrilen imâm kelimesi, “delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan kitap”, “levh-i mahfûz” ve “amel defterleri” gibi mânalarla açıklanmıştır (İbn Atıyye, IV, 448). Yüce Allah’ın kendi ilmini sözlükte “öncü, kendisine uyulan” anlamlarına gelen bu kelimeyle nitelemesi, rabbânî irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun biçimde cereyan ettiğini belirtmek içindir (İbn Âşûr, XXII, 357; bu hususun insanın mesuliyeti ile ilişkisi hakkında bk. Fâtır 35/11; irade ve kader konusunda bilgi için bk. Bakara 2/7; Enfâl 8/17-23).

Ensardan Selemeoğulları’nın yerlerini yurtlarını terkedip Mescid-i Nebevî çevresine yerleşmek istemeleri üzerine Resûlullah bunu uygun görmemiş ve onlara “Kendi bulunduğunuz yerde de yaptıklarınızın izleri kayda geçirilir” buyurmuştu. Bazıları bu olayı delil göstererek bu âyetin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki Hz. Peygamber’in bu âyetteki ifadeyi Medine’de geçen olayda kullanmış olması onun Medine’de indiğini göstermez (İbn Atıyye, IV, 445, 448).

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 478-480

Tefsir Paneli

Sebe’ Sûresi

2-3

Ayet

 يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ فٖيهَاؕ وَهُوَ الرَّحٖيمُ الْغَفُورُ

٢

 وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَا تَأْتٖينَا السَّاعَةُؕ قُلْ بَلٰى وَرَبّٖي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِۚ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرُ اِلَّا فٖي كِتَابٍ مُبٖينٍۙ

٣

Meal

Allah, yere gireni, yerden çıkanı; gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır. ﴾2﴿ İnkar edenler, “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbime andolsun ki, Kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” ﴾3﴿

Tefsir

İlk âyette yüce Allah’ın ilmiyle ilgili bir tasvire yer verilmiştir. Bu tasvire göre insanın yakın çevresinde mevcut bulunan veya olup biten maddî ve mânevî, açık ve gizli bütün varlık ve olaylar Allah Teâlâ’nın bilgisi dahilindedir (Taberî, XXII, 59; İbn Atıyye, IV, 404). Şu halde O’ndan başkasına kulluk etmek insana yaraşmaz. “Ona yükselen” anlamına gelen cümlede “ilâ” değil “” edatının kullanılmasındaki incelik şöyle açıklanır: İlâ “sona ulaşma”yı,  ise “içine girip nüfuz etme”yi ifade eder. 3. âyette Allah’ın –insanın kendi imkânlarıyla bilgisine ulaşamayacağı bir alan olan– gaybı da bildiği, evrendeki bütün varlık ve olayların en küçük ayrıntısına kadar açık bir kitapta kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Müfessirlerin çoğuna göre bu kitaptan maksat levh-i mahfûzdur. Bunu şöyle anlamak da mümkündür: Gerek duyular âlemine dahil gerekse bunun ötesindeki her şey bütün ayrıntılarıyla Allah tarafından bilinmektedir (ayrıca bk. En‘âm 6/59).

İnkârcıların insanların yapıp ettiklerinden hesaba çekilecekleri bir günün gelmeyeceği yönündeki iddiası, evrenin sonsuz olduğu, sadece değişebileceği ama asla yok olmayacağı fikrini içerir ki bu iddia aynı zamanda insanın varlığını anlamsız ve değersiz kabul etme mânasına gelir. Bazı tefsirlerde, âyette genel bir ifadeyle inkârcılara atfedilen bu sözün Ebû Süfyân tarafından söylendiğine dair bir rivayete yer verilir. Bu rivayete göre bir gün Ebû Süfyân, “Ne gelecek bir son saat var, ne kıyamet var, ne de haşir var” diyerek –en büyük putlardan– Lât ve Uzzâ’nın adı üzerine yemin etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah peygamberine, onun da aksi yönde yemin etmesini buyurdu (İbn Atıyye, IV, 405).

Gayb, Allah’ın, yarattıklarından gizli tuttuğu hususlar demektir (bilgi için bk. Bakara 2/3; Mâide 5/94-96). Burada Cenâb-ı Allah’ın kendisini “gaybı bilen” şeklinde nitelemesi, kıyametin mutlaka kopacağını fakat zamanını sadece kendisinin bildiğini vurgulama amacı taşımaktadır (Taberî, XXII, 61). Elmalılı, bunun yanı sıra burada, bedenleri çürüyüp darmadağın olmuş insanların yeniden diriltilmesini imkânsız görenlere cevap verme tarzında bir mâna inceliğinin de bulunduğunu belirtir (VI, 3943).

Kur’an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 411-412

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, İkinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.232

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/enam-suresi-6/ayet-59/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Kur’anYolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 414-415

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/yasin-suresi-36/ayet-12/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 478-480

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/sebe-suresi-34/ayet-3/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Kur’an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 411-412

Kuran Araf Suresi 7/54: “Altı günde gökleri ve yeri yarattık” On Dördüncü Söz Birinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 1.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Birinci Mesele’si; Kuran Araf Suresi 7/54. ayetinde geçen “Altı günde gökleri ve yeri yarattık” konusu işlenmektedir.

Kuran Araf Suresi 7 . 54 - Altı günde gökleri ve yeri yarattık - On Dördüncü Söz Birinci Mesele - Cumartesi Dersleri 14. 1.
Kuran Araf Suresi 7 . 54 – Altı günde gökleri ve yeri yarattık – On Dördüncü Söz Birinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 1.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Dördüncü Söz

 الۤرٰ كِتَابٌ اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ     1

 KUR’ÂN-I HAKÎMİN ve Kur’ân’ın müfessir-i hakikîsi olan Hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyâdı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde, o hakikatlerin bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz. Ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet beyan edilecek. O hakikatlerden haşir ve kıyametin nazireleri Onuncu Sözde, bilhassa Dokuzuncu Hakikatinde zikredildiği için, tekrara lüzum yoktur. Yalnız, sair hakikatlerden nümune olarak Beş Mesele zikrederiz.

BİRİNCİSİ:

Meselâ,

 خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 2 

“Altı günde gökleri ve yeri yarattık” demek olan; hem, belki bin (3) ve elli bin (4) sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’âniye ile, insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâlin halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâlin emriyle âlem dolar, boşalır.


Dipnot-1

“Elif lâm râ. Bu öyle bir kitaptır ki, hikmeti herşeyi kuşatan ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Allah tarafından, âyetleri sağlam şekilde tanzim edilmiş, sonra da tafsilâtıyla açıklanmıştır.” Hûd Sûresi, 11:1.

Dipnot-2

A’râf Sûresi, 7:54.

Dipnot-3

Hac Sûresi, 22:47; Secde Sûresi, 32:5.

Dipnot-4

Meâric Sûresi, 70:4.


âlem: dünya (bk. a-l-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
bilhassa: özellikle
ders-i ibret: ibret dersi
eyyâm-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın tarif ettiği ölçülere uyan günler
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve benzeri olmayan şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
güya: sanki
Hadîs: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)
hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i ulviye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
hâtime: sonuç, son bölüm
inkıyâd: boyun eğme, itaat etme
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kanaat getirmek: razı olmak, inanmak
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
müfessir-i hakikî: gerçek müfessir; Kur’ân-ı Kerimi tam ve doğru olarak açıklayan hadis (bk. f-s-r; ḥ-ḳ-ḳ)
nazar-ı şuhud: şahitlerin bakışı (bk. ş-h-d; n-ẓ-r)
nazire: örnek, benzer (bk. n-ẓ-r)
nümune: örnek
sair: diğer
seyyal: akıcı
seyyar: gezici
sırr-ı inayet: inayet sırrı; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)
ulvî: yüce
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zikretmek: anmak, belirtmek

54

Ayet

 اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذٖي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثٖيثاًۙ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهٖؕ اَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْاَمْرُؕ تَـبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَ

٥٤

Meal

Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir. ﴾54﴿

Tefsir

Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın fiilleri için kullanılan yevm (gün) kavramını yirmi dört saatlik zaman süresi şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim başka âyetlerde O’nun fiilleri hakkında yevm kelimesi “an” mânasında kullanıldığı gibi (Rahmân 55/29), Allah’ın katındaki bir günün insanların hesaplarına göre 1000 yıl tuttuğu da ifade edilmiştir (Hac 22/47; Secde 32/5; ayrıca bk. Meâric 70/4). Her ne kadar âyetteki altı günü, dünya günüyle altı gün diye anlayanlar olmuşsa da, gökler ve yer yaratılmadan önce günden söz edilemeyeceği için, bilhassa bazı çağdaş tefsirlerde –kâinatın yaratılışıyla ilgili yeni teoriler dikkate alınarak– bu altı günü, her birinin ne kadar süre devam ettiğini ancak Allah’ın bildiği “altı devir” diye anlamanın daha münasip olduğu belirtilir. Esasen an, nokta gibi boyutsuz bir zamandır; aynı şekilde sonsuzluk da boyutsuzdur. Böylece sonsuz varlık için an da sonsuzluk da birdir. Buna göre sonlu ve sınırlı varlıklar için düşünebildiğimiz boyutlu ve sınırlı zaman dilimlerini Allah ve O’nun fiilleri hakkında düşünmemiz mümkün değildir. Bu sebeple yaratıcı-yaratılan ilişkisinin söz konusu olduğu konumlarda zaman kavramlarını daima yaratılan açısından dikkate almak gerekir.

Fahreddin er-Râzî, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını bildiren ifadelerden özetle şu sonuçları çıkarmıştır:

a) Evrenin altıdan daha az veya daha çok zaman diliminde yaratılması aklen mümkün olduğuna göre, onun bu zaman dilimi içinde yaratılmasını tercih eden özgür bir belirleyici vardır ki o Allah’tır. Evrendeki bütün varlıkların var oluşlarını, diğer nitelik ve işlevlerini belirleyen de aynı güçtür.

b) Allah Teâlâ her ne kadar eşyanın tamamını bir defada yaratmaya kadirse de, bu takdirde bütünüyle oluşun tesadüfen vuku bulduğu düşünülebilirdi. Halbuki eşyanın, maslahat ve hikmete uygun olarak peş peşe ve birbiriyle ilişki halinde yaratılması ezelî, hikmetli, kudretli ve merhametli yaratıcının yaratma fiiline daha güçlü bir şekilde delâlet eder.

c) Âyetteki “gökler ve yer” ifadesi, onlardaki öteki varlıkları da kapsar. Nitekim başka âyetlerde bu hususa işaret edilmiştir (meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38).

d) Her ne kadar başka bir âyette “Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya kadar olup biter” (Kamer 54/50) buyurulmuşsa da bu, evrenin altı devirlik bir yaratılış sürecinden geçtiği ifadesine ters düşmez. Çünkü bu âyetteki bir tek kelimelik buyruk, tek tek varlıkların oluş veya yok oluşuyla ilgilidir; ayrıca bu, emrin mutlaka gerçekleşeceğine de işaret eden bir ifade tarzıdır.

e) Âyette düşünen kimseler için şöyle bir uyarı vardır: “Şüphesiz ki rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan … Allah’tır.” Yani sizi terbiye eden, bedenen ve zihnen geliştiren, sizi iyilik ve faydalara ulaştıran, kötülüklerden koruyan O’dur; O’nun güç ve bilgisinin, hikmet ve rahmetinin mükemmelliği bu muazzam varlıklar ve olaylar âlemini yaratacak, o âleme her türlü fayda ve iyilikleri yerleştirecek kadar üstündür. Buna rağmen insan nasıl olur da O’nu bırakıp da sıradan varlıklardan iyilikler bekler ve mutluluğu başkasına yönelerek aramaya kalkışır!

47

Ayet

 وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَنْ يُخْلِفَ اللّٰهُ وَعْدَهُؕ وَاِنَّ يَوْماً عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

٤٧

 وَكَاَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ اَمْلَيْتُ لَهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ ثُمَّ اَخَذْتُهَاۚ وَاِلَيَّ الْمَصٖيرُࣖ

٤٨

Meal

Bir de senden acele azap istiyorlar. Halbuki Allah asla va’dinden caymaz. Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir. ﴾47﴿ 

Zalim oldukları halde, mühlet verdiğim, sonra da kendilerini azabımla yakaladığım nice memleket halkları vardır. Dönüş yalnız banadır. ﴾48﴿

Tefsir

Dünya menfaati ve arzuları uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarını sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflâh olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur’an’ın birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’ın takdirinde olduğuna, ayrıca inkârcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça’da hem “düşmüş” hem de “boş kalmış” anlamına geldiği için “hâviyetün alâ urûşihâ” ifadesine “çatıları çöküp duvarları onların üzerine düşmüş” veya “çatıları ayakta olmakla beraber bomboş kalmış” şeklinde mâna vermek mümkündür (Râzî, XXIII, 43-44). Meâlinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı, “evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır” şeklinde çevirmeyi tercih ettik. 46. âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkârcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına ibret gözüyle bakmadıkları ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıkları anlatılmak istenmiştir (İbn Âşûr, XVII, 287-288). 47. âyette geçen “Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir” ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki “gün”den maksadın, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 183-184). Bu ifade ile azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî’nin zikrettiği yorumlardan ikisi şöyledir: a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalarını vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada saydıklarıyla bin yıl gibi olduğunu açıklamıştır. b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O’na uzak değildir, size ise uzakta görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184). Bu konuda Zeccâc’ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ’nın kudreti açısından bir gün ile 1000 yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini istedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lutufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar: Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) 1000 yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen 1000 yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir (Şevkânî, III, 518-519). Râzî’nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim’e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara 1000 yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini istemezlerdi. b) Allah’a nisbetle bir gün ile 1000 yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O’nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde 1000 yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46). Esed’in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın “zaman” ya da “süre”den anladığı şeyin Allah’a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için –insanların hesaplamalarına göre– ha bir gün ha 1000 yıl aynı şeydir (II, 680; krş. Meâric 70/4).

4-9

Ayet

 اَللّٰهُ الَّذٖي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فٖي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِؕ مَا لَكُمْ مِنْ دُونِهٖ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا شَفٖيعٍؕ اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ

٤

 يُدَبِّرُ الْاَمْرَ مِنَ السَّمَٓاءِ اِلَى الْاَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فٖي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُٓ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

٥

 ذٰلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَزٖيزُ الرَّحٖيمُۙ

٦

 اَلَّـذٖٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ طٖينٍۚ

٧

 ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَٓاءٍ مَهٖينٍۚ

٨

 ثُمَّ سَوّٰيهُ وَنَفَخَ فٖيهِ مِنْ رُوحِهٖ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْاَبْصَارَ وَالْاَفْـِٔدَةَؕ قَلٖيلاً مَا تَشْكُرُونَ

٩

Meal

Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için ondan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? ﴾4﴿ Gökten yere kadar bütün işleri Allah yürütür. Sonra bu işler, süresi sizin hesabınızla bin yıl olan bir günde ona yükselir. ﴾5﴿ İşte Allah gaybı da görünen âlemi de bilendir, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. ﴾6﴿ O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. ﴾7﴿ Sonra onun neslini bir öz sudan, değersiz bir sudan yarattı. ﴾8﴿ Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz! ﴾9﴿

Tefsir

Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O’ndan başka gerçek dost ve hâmi bulunmadığını farketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O’nun yarattıklarındaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir (“Allah’ın evreni altı günde yaratması”, “arş ve arşa istivâ” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl olduğu” ifadesi hakkında açıklama için bk. Hac 22/47; “yüce Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi”nin açıklaması için bk. Hicr 15/29).

1-4

Ayet

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

 سَاَلَ سَٓائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍۙ

١

 لِلْكَافِرٖينَ لَيْسَ لَهُ دَافِـعٌۙ

٢

 مِنَ اللّٰهِ ذِي الْمَعَارِجِؕ

٣

 تَعْرُجُ الْمَلٰٓئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فٖي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسٖينَ اَلْفَ سَنَةٍۚ

٤

Meal

Soran birisi, yükselme yollarının sahibi Allah tarafından kâfirlere kesinlikle inecek olan ve hiç kimsenin uzaklaştıramayacağı azabı sordu. ﴾1-3﴿ Melekler ve Ruh (Cebrail) ona süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir. ﴾4﴿

Tefsir

Huzuruna yükselmenin birçok yolu” diye çevirdiğimiz meâric (tekili: mi‘rec, mi‘râc) “yükselme vasıtaları” demektir. Bazı müfessirler bu kelimeye, “meleklerin yükseldiği gökler, Allah’ın mahlûkata lutfettiği nimetlerin mertebeleri, cennetteki dereceler, mânevî ve ruhanî mertebeler” gibi açıklamalar getirmişlerdir (Elmalılı, XIII, 5352). Bir kısım müfessirler ise meârici mecaz olarak insanı Allah’ın varlığını kavramaya ve O’nunla mânevî yakınlık kurmaya götüren yollar olarak yorumlamışlardır (bk. Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXIX, 56; Esed, III, 1186). Bizim “istedi” diye çevirdiğimiz sûrenin ilk kelimesi “sormak” mânasına da geldiği için bunu “Birisi … sordu” şeklinde çeviren ve anlayanlar da olmuştur. Rivayete göre müşriklerin ileri gelenleri, Hz. Peygamber’e, alaylı bir üslûpla, haber verdiği azabın gelip gelmeyeceğini, gelecekse bunun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlardı. Bir rivayete göre bu soruları soran Nadr b. Hâris idi (bk. İbn Âşûr, XXIX, 153). 2. âyet bizim tercih ettiğimiz mânayı desteklemektedir. Buna göre inkârcılar Hz. Peygamber’in getirdiği kitap doğru ise Allah tarafından başlarına taş yağdırılmasını veya büyük bir ceza ile cezalandırılmalarını istemişlerdi. Müşriklerin, aslında alay ve inkâr yollu ortaya koydukları bu tür sorularına ve isteklerine cevap olmak üzere 2. âyette, onlar ihtimal vermese de, vakti geldiğinde Hz. Peygamber’in haber verdiği azabın mutlaka gerçekleşeceği, bunu hiç kimsenin önleyemeyeceği bildirilmiştir.

Müfessirlere göre 4. âyette geçen “ruh”tan maksat Cebrâil’dir. “Miktarı elli bin yıl olan gün”den ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler buradaki elli bin yılı dünyanın ömrü, bazıları kıyametin oluş süresi, kimileri de âhirette kulların hesap vereceği süre olarak açıklamışlardır. Bir görüşe göre kıyametin müddeti inkârcılar için elli bin sene, müminler için sadece bir günün muayyen bölümü kadar sürecektir. Elli bin senenin, âhiret hayatının toplam süresi olduğunu ileri sürenler de vardır. Ancak bize göre bu yorumların hiçbirinin kabul edilebilir bir mesnedi ve gerçekliği yoktur. Bir önceki âyette geçen “huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan” şeklindeki ifadenin ardından burada da “Melekler, miktarı elli bin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler” buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifadenin kıyamet ve uhrevî hesapla, dünya veya âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sadece meleklerin Allah’a yükselmesinden söz edilmektedir. Şevkânî’nin naklettiği bir yorumda da belirtildiği gibi bu âyetteki elli bin sayısı bu mertebelerin ne kadar yüce olduğunu zihinlerde canlandırmayı amaçlayan temsilî bir anlatımdır (V, 332; krş. Hac 22/47).

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 453-454

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Birinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/araf-suresi-7/ayet-52/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

http://www.erisale.com/#content.tr.1.231

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/hac-suresi-22/ayet-47/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/secde-suresi-32/ayet-1/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/mearic-suresi-70/ayet-1/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Ahiretimizi ağlamaktan kurtaran tam bir teselli: KARDEŞ OLMAK – Cumartesi Dersleri 13. 7.

Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyat’ından Sözler isimli eserinen On Üçüncü Söz’de yer alan kısa bir mektup ele alınmaktadır. Hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli vermek ve KARDEŞ OLMAK konusu ele alınmaktadır.

Ahiretimizi ağlamaktan kurtaran tam bir teselli KARDEŞ OLMAK - Cumartesi Dersleri 13. 7.
Ahiretimizi ağlamaktan kurtaran tam bir teselli KARDEŞ OLMAK – Cumartesi Dersleri 13. 7.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Üçüncü Söz

İkinci Makam

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ     2

Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.

Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.

İşte, şimdi sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyete deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer ve revolver de verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.


Dipnot-1

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-2

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


adavet: düşmanlık
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)
bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız
biçare: çaresiz, zavallı
cihet: yön
Denizli: (bk. bilgiler)
eşedd-i istibdat: baskının en şiddetlisi
eşedd-i zulüm: zulmün en şiddetlisi (bk. ẓ-l-m)
fitrî: yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r)
galip: yenen, üstün gelen
gam: sıkıntı, üzüntü
güya: sanki
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ihtar: hatırlatma
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı, lütfu (bk. a-n-y; e-l-h)
irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)
kat’î: kesin
Leyle-i Kadir: Kadir gecesi
mağlup: yenilen
mahpus: hapsedilmiş olan
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
mavzer: bir cins tüfek
mesele-i mühimme: önemli mesele (bk. m-s̱-l)
meyusiyet: ümitsizlik
mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)
musibetzede: felakete uğramış
nev-i beşer: insanlık, insan türü
revolver: tabanca, küçük silah
sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ)
son Harb-i Umumî: İkinci Dünya Savaşı
tahribat: yıkımlar, bozmalar
tecavüz: saldırma, sataşma
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği (bk. s-l-m)
zayi: kayıp
zeyl: ilâve, ek

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.219

Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.

Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK - Cumartesi Dersleri 13. 6.
Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta: “Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK” konusu işleniyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de barışmak ile ilgili bir mektup ele alınmaktadır.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.


بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1     وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَۤائِمًا     3

Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,

Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika


Dipnot-1

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-2

“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-3

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz
dahilde: içeride
defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n)
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hariçte: dışarıda
hususan: özellikle
ihtar: hatırlatma
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h)
kâfi: yeterli
lillâh: Allah için
mâdum: yok, ölü
mahpus: hapsedilmiş olan
mahrumiyet: yoksunluk
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
meyusiyet: ümitsizlik
mezkûr: sözü geçen
minnet: başa kakma
musibetzede: felâkete uğrayan
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y)
sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)
şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ)
şekva: şikayet
zarfında: içinde
ziyadeleşmek: fazlalaşmak

intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.1

Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez.2 O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş.

Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek”3 İslâmiyet emrediyor.

Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î musibet büyük olur, devam eder.

Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşaallah, bârekâllah” dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.

Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.


Dipnot-1

bk. Nisâ Sûresi, 4:128; Hucurât Sûresi, 49:9.

Dipnot-2

bk. Nahl Sûresi, 16:61; Münâfikûn Sûresi, 63:11.

Dipnot-3

bk. Müslim, Birr: 25.


adavet: düşmanlık
bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k)
bedel: karşılık
bilhassa: özellikle
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
Denizli: (bk. bilgiler)
ecel: ölüm vakti
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
elzem: çok gerekli
fitne: bozgunculuk, ara bozma
garaz: kötü kasıt
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iktiza: gerektirme
istirahat-i şahsiye ve umumiye: şahsın ve toplumun rahatı
kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
kàtil: öldüren
katl: öldürme
kazâ: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y)
kaza-i İlâhiye: Allah’ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi (bk. ḳ-ḍ-y; e-l-h)
mabeyn: ara
mahpus: hapsedilmiş olan
maktul: öldürülen
maşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yapmış
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
münafık: iki yüzlü, olduğundan farklı görünen
musalâha etmek: barışmak (bk. ṣ-l-ḥ)
sulh: barış (bk. ṣ-l-ḥ)
teneffüs: nefes alma, rahatlama
tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek
uhuvvet: kardeşlik
ziyade: fazla, çok

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.217

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/nisa-suresi-4/ayet-128/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/hucurat-suresi-49/ayet-9/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli – On Üçüncü Söz İkinci Makam – Cumartesi Dersleri 13. 5.

Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Sözün İkinci Makamı “Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli” konulu mektup işlenmektedir.

Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli - On Üçüncü Söz İkinci Makam - Cumartesi Dersleri 13. 5.
Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli – On Üçüncü Söz İkinci Makam – Cumartesi Dersleri 13. 5.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Cumartesi Dersleri 13. 5.

On Üçüncü Söz İkinci Makam

Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2     اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ     3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârâne, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyan edeceğim.

Birinci nokta:

Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.

İşte, ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

İkinci nokta: 

Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.

Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç


Dipnot-2

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-3

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)
bâki: ölümsüz, devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
bilâkis: aksine, tersine
cihet: yön
divanelik: delilik, akılsızlık
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
elem: acı, keder, sıkıntı
elem-i mânevî: mânevî elem, acı (bk. a-n-y)
elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur” (bk. ḥ-m-d; e-l-h)
erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)
fâni: ölümlü, gelip geçici (bk. f-n-y)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haps-i ebedî: sonsuz bir hapis (bk. e-b-d)
hariçten: dışarıdan
istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
kıymettar: kıymetli, değerli
mâdum: yok
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
musibet: belâ, felaket, dert
mütemadiyen: sürekli olarak
muvakkat: geçici
nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)
safa: zevk, keyif
şerâit: şartlar
sıddık: çok doğru (bk. ṣ-d-ḳ)
tahassür: özlem, hasret çekme
tahattur: hatırlama
teessüf: eseflenme, üzülme
teneffüs: nefes alma, nefeslenme
zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)
zevâl-i elem: acı ve kederin sona ermesi (bk. z-v-l)
zevâl-i lezzet: lezzetin sona ermesi (bk. z-v-l)

ve mâdum ve yok olmuşlar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir biçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.

Üçüncü nokta: 

Mahpuslara şefkatkârâne hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte çalışanların, bir sadaka hükmünde, defter-i hasenatına yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin sevabı çok ziyadeleşir.

İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz
dahilde: içeride
defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n)
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hariçte: dışarıda
hususan: özellikle
ihtar: hatırlatma
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h)
kâfi: yeterli
lillâh: Allah için
mâdum: yok, ölü
mahpus: hapsedilmiş olan
mahrumiyet: yoksunluk
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
meyusiyet: ümitsizlik
mezkûr: sözü geçen
minnet: başa kakma
musibetzede: felâkete uğrayan
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y)
sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)
şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ)
şekva: şikayet
zarfında: içinde
ziyadeleşmek: fazlalaşmak

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.216

HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK – Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir – Cumartesi Dersleri 13. 4.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta hapis, mahpus ve gençlik ile ilgili Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden “Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir” bölümü işlenmektedir.

HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK - Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir - Cumartesi Dersleri 13. 4.
HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK – Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir – Cumartesi Dersleri 13. 4.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün
İkinci Makamının haşiyesidir

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 3

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.

Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.


Dipnot-1

bk. Kamer Sûresi, 54:48; Müddessir Sûresi, 74:26, 27, 42.

Dipnot-2

Şer’î bir kaidedir. “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.”

Dipnot-3

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
âkıbet: netice, son
âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m)
âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)
bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız
batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü
bedbaht: talihsiz
berzah: kabir âlemi
cazibedar: cazibeli, çekici
dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü
ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r)
ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)
elem: acı, keder, sıkıntı
esef: üzüntü, acı
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
gam: üzüntü
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler, davranışlar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hissiyat: hisler, duygular
hususan: özellikle
katletmek: öldürmek
keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan
mizan: ölçü (bk. v-z-n)
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d)
müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mütemadiyen: sürekli
nev-i insan: insanlık, insan türü
saika: sevk
sakar: yedi Cehennemden birinin ismi
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
suiistimalât: kötü kullanımlar
tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)
teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma
teşkil eden: oluşturan
ziyade: çok, fazla

Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibâha eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.

Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.

Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
bâkileşmek: devamlı ve kalıcı hale gelmek (bk. b-ḳ-y)
beşer: insanlık
biçare: çaresiz
cihet: yön
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i namus: namus sahibi
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
elem: acı, sıkıntı
elzem: çok gerekli
esef: üzüntü, acı
fâni: gelip geçici, yok olucu (bk. f-n-y)
fuhşiyat: çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler
gam: üzüntü
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hayat-ı bâkiye: kalıcı ve devamlı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)
hevesat: hevesler, arzu ve istekler
hissiyat: hisler, duygular
ibâha: serbest bırakma, helâl gösterme
istikamet: doğruluk
istikbal: gelecek
kahramanâne: kahramanca
kat’î: kesin
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
kütüb ve suhuf-u semaviye: Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen kitaplar ve sahifeler (bk. k-t-b; s-m-v)
mahvetmek: yok etmek
mâni: engel
mes’ut: mutlu
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
mukabele etmek: karşılık vermek
musibet: belâ, felaket, sıkıntı
muzır: zararlı
nevi: çeşit, tür
saadet: mutluluk
sair: diğer
sarf etmek: harcamak
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik
şimal: kuzey
suiistimal: kötü kullanım
taat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma
terbiye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın terbiyesi (bk. r-b-b)
varta: tehlike
zîhayat: canlı, hayat sahibi (bk. ḥ-y-y)
ziyadeleşmek: fazlalaşmak

Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.

Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”

Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudattan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.

Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakîn bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.

Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün,


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r
)aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)
bahtiyar: talihli
biçare: çaresiz
çilehane-i uzlet: yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer
Denizli: (bk. bilgiler)
ecel: ölüm vakti
ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapan, inançsız kimseler ve zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar (bk. ḍ-l-l)
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
elem: acı, sıkıntı
farz: Allah’ın kesin emirleri
fevkalâde: olağanüstü
firâk-ı lâyezâlî: sonu olmayan ayrılık (bk. f-r-ḳ; z-v-l)
hakikat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hariçteki: dışarıdaki
hayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)
hüccet: delil
hüsn-ü ahlâk: güzel ahlâk (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d)
istikamet: doğruluk
istirahathane: rahat edilecek, dinlenilecek yer
ıslah: iyileştirme, düzeltme
kafile: grup
kàtil: adam öldüren
keder: sıkıntı, üzüntü
mahbubât: sevilenler, sevgililer (bk. ḥ-b-b)
mahpus: hapsedilmiş olan
maruz: tesiri altında olma
menfaat: yarar, fayda
merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
muhabbethane: sevgi yeri, muhabbet evi (bk. ḥ-b-b)
müntakim: intikam alan
münzevî: bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, vaktini ibadetle geçiren
müptelâ: düşkün, tutulmuş
müşevveş: düzensiz, karma karışık
musibet: belâ, felaket
müştak: düşkün, istekli
saadet: mutluluk
salih: dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu (bk. ṣ-l-ḥ)
terhis: göreve son verme
tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek
tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen
tezkere: belge
ziyade: çok, fazla

tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir.1 Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.


Dipnot-1

bk. Buharî, Cihâd 5, 73; Müslim, İmâret 112-115, 163; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 26.


istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak

şerâit: şartlar


KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.213

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هَۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ فَلَمَّۤا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ 1 ﴾

Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

 Mukaddeme

Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden

 وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 

âyet-i kerimesinin hükmüne göre;


Dipnot-1

Bakara Sûresi, 2:31-33.

Dipnot-2

“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun
arz: yeryüzü, dünya
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
gayb: görünmeyen âlem
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)]
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama
ihsan: bağış, ikram, lütuf
ikrar: kabul etme, doğrulama
irfan: bilme, anlayış
izhar: gösterme, açığa çıkarma
Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim
lisan: dil
liyakat: lâyık olma
melâike: melekler
mevcut: var olan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş
nekais: eksiklikler, kusurlar
nev-i beşer: insanlar, insanlık
sadık: bağlı, doğru
semavat: gökler
sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi
tasrih etme: açık şekilde bildirme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma
vakta ki: ne zaman ki

Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.

Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:

1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.

2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.


Haşiye-1

Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:

كَأَنَّ الْكِرَامَ الْكٰاتِب۪ـينﭯ تَنَـزَّلُوا ﱬ قَلْبِه۪ وَحْيًا بِمَا ﯺﰍ صَح۪يفَةٍ

(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.

Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


bâtınen: içyüzünde
beşer: insan, insanlık
beyan: açıklama
binaen: -dayanarak
delâlet: delil olma, işaret etme
emsal: benzerler, örnekler
enbiya: nebiler, peygamberler
fehmetme: anlama
fünun: fenler, bilimler
Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme
hassa: nitelik, özellik
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
hikmet: amaç, fayda
İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler)
ihtar: hatırlatma, ikaz
ihtivâ: içine alma, kapsama
ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
işârât: işaretler, belirtiler
istikbal: gelecek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar
mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme
mâzi: geçmiş
mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müellif: telif eden, yazan
nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan, insanlar
nevi: çeşit, tür
nübüvvet: peygamberlik, elçilik
nümune: örnek, misal
remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek
sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama
tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor
terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
teşcî: cesaretlendirme
teşvik: şevklendirme, gayretlendirme
vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma
vücuda gelme: meydana gelme
zahiren: dış görünüş itibariyle

3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,

 وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.

4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer

 غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.

5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,

 اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.

6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.

Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.

Ve keza,

 يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 

âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.

7.

 لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 

âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.

Dipnot-3

“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-4

“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.

Dipnot-5

“Eğer Rabbinin delilini görmeseydi.” Yûsuf Sûresi, 12:24.


asâ: baston, değnek
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
beşer: insanlık
beyan: açıklama, anlatma
bilâtereddüt: tereddütsüz
burudet: soğukluk
delâlet: delil olma, işaret etme
Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)]
Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)]
Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)]
Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme
icad: var etme, yapma
ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
inkılâp: dönüşme
keza: bunun gibi
kıraç: çorak, verimsiz
mazhar: ayna; nail olan
me’haz: kaynak
medar: kaynak, dayanak
mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi
mikyas: ölçek
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi
muvafakat: uygunluk
nev-i beşer: insan türü, insanlar
nev-i insan: insan türü, insanlık
nümune: örnek, misal
santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet
sür’at: hız
tayyare: uçak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar
terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler
terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler

gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un

 اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 

yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden

 أَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ 

âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.

8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında

 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 

olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.

Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.

· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:

1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.

2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.

3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.

4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle


Dipnot-1

Yûsuf Sûresi, 12:94.

Dipnot-2

“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


âlât: aletler
arz: yeryüzü, dünya
avam: tahsil görmemiş sıradan halk
avdet: dönüş, dönme
Belkıs: (bk. bilgiler)
beşer: insanlık
celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme
dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası
emsal: benzerler, örnekler
fehm: anlama ve kavrama
hâkezâ: böylece, bunun gibi
havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)]
hilâfet: halifelik
hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik
hilkat: yaratılış
icâdât: buluşlar, keşifler
ifrit: korkunç ve zararlı cin
illet: asıl sebep
istikbal: gelecek
Kenan: (bk. bilgiler)
kervan: yolculuk kafilesi
keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar
mazhar: ayna; nail olma
me’haz: kaynak
melâike: melekler
Mısır: (bk. bilgiler)
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan türü, insanlık
nümûne: örnek
tafsilâtlı: ayrıntılı
tasrih: açık şekilde bildirme
tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma
timsal: görüntü; akis
umumî: genel, herkese ait
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
vesaire: ve diğer
Züleyha: (bk. bilgiler)

delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.

· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

cümlesi,

 اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 

cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.

Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.

Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     3

dedikten sonra,

 قَالُوا 

evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları


Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29

Dipnot-3

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
arz: yeryüzü, dünya
bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular
beşer: insanlık
bilhassa: özellikle
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
delâlet: delil olma, işaret etme
enaniyet: benlik
esmâ: isimler
halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan
halk etme: yaratma
havas: duygular
hikmet: amaç, gaye
hilâfet: halifelik
ibham: belirsiz, kapalı bırakma
İblis: şeytan
icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme
ihata: içine alma, kapsama
ikrar: kabul etme, doğrulama
iktiza: bir şeyin gereği
ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi
irtibat: ilişki, alâka
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri
istifade: faydalanma, yararlanma
istihkak: lâyık olma, hak etme
kabiliyet: yetenek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
kelâm: kelime, ifade
keza: bunun gibi
mâlik: sahip
mazhar: ayna, nail olma
mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ
melâike: melekler
muâraza: sözle mücadele, karşı gelme
mümtaz: seçkin, üstün
mütevakkıf: –e bağlı
namzet: aday
nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son
nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha
rüçhan: üstünlük
sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tahkik: kesinleştirme
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme
talim: öğretme
tatbik: uygulama
tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi
tefsir: açıklama, yorum
terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme
tesviye: düzeltme
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir (duygu): görünen dış duyular

istifsardan pişman olarak

 سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

dediler.

Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,

 قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 

hitabıyla Âdem’e ferman etti.

Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,

قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّىۤ اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ     3

Yani, “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”

Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.

· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:

﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿ 

Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-2

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.’” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-3

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.’” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-4

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama
âlî: yüce, yüksek
beyan: açıklama, anlatım
binaen: -dayanarak
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
cevab-ı icmâlî: kısa cevap
enaniyet: benlik
ferman: buyruk, emir
fıtrat: mizaç, karakter
halk etme: yaratma
heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı
hikmet: amaç, gaye
hitab: konuşma
İblis: şeytan
icap etmek: gerektirmek
ihata: içine alma, kapsama
iktidar: kudret, güç
iktiza: gerektirme
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet
istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma
kemâlât: mükemmellikler, faziletler
ketmetme: gizleme örtme
kibir: büyüklenme, kendini büyük görme
maâlî: şerefler, yükseklikler
mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
meziyet: üstün özellik
mezraa: tarla
muâraza: sözle mücadele
mükâleme: karşılıklı konuşma
mukavele: sözleşme
nükte: ince ve derin mânâ
sirayet etme: geçme, bulaşma
tafsilât: ayrıntılar
taife: grup, topluluk
tasvir: anlatım, ifade etme
tazammun: içerme, içine alma
tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma
teçhiz: cihazlandırma, donatma
ulvî: yüksek, yüce
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir: açık

 sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki

 وَ 

şu mukadder olan üç cümleye işarettir.

عَلَّمَ 

Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.

Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.

Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.

اٰدَمُ 

hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.

اَلْاَسْمَۤاءَ 

isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.

عَرَضَهُمْ 

Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.

كُلَّهَا 

Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep


Dipnot-1

Öğretti.

Dipnot-2

İsimler.

Dipnot-3

Onlara arzetti, sundu.

Dipnot-4

Hepsini, tamamını.


Âdem: [bk.
bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret
arz: sunma
ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi
cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı
Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat)
ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar
esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
felâsife: felsefeciler, filozoflar
hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri
hâsiyet: özellik, hususiyet
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği
ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme
kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak
keza: bunun gibi
küre-i arz: yer küre, dünya
lügat: konuşulan dil
melâike: melekler
mezhep: dinde tutulan yol
mihver: eksen
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket
muâraza: muhalefet etme, itiraz etme
mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz
münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış
müsemmeyat: isimlendirilenler
remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme
rücû: dönme, geri dönme
şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs
Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah
tasrih: açık şekilde bildirme
tayin: belirleme, belirli kılma
temyiz: ayırma, ayırd etme
teşhir: ilân etme, duyurma
tesmiye edilme: isimlendirilme
teşrif: şereflendirme
tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm
teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f

ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.

﴾ ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿ 1

ثُمَّ 

terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.

 هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ 

Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”

عَرَضَهُمْ 

Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.

  هُمْ 3

müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,

 هُمْ 

kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,

عَرَضَ 4

kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.


Dipnot-1

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).

Dipnot-3

Onlar.

Dipnot-4

Arzetti, sundu.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
ahzetme: alma
âkıl: akıl sahibi
âlim: ilim sahibi
arz: sunma
bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek
bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı
cemaat: topluluk, grup
cihet: tarz, yön
envâ: çeşitler, türler
envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri
enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri
esbab: sebepler
esmâ: Allah’ın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan
heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma
ircâ: döndürme
itibar: özellik
kerîm: cömertlik ve ikram sahibi
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı
kısm-ı âzam: büyük bir kısmı
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
müdrik: idrak eden, anlayan
müennes: (Ar. gr.) dişi kip
müstahak: hak etmiş, lâyık
müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme
temellük: sahiplenme
temessül: görünme, yansıma
terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma
teşmil: içine alma, genelleme

Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

عَلٰى

 arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

HAŞİYE-1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ     2


Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.

 Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

 Abdülmecid


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Haşiye-1

İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَٓا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).

Dipnot-2

“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’” Yûnus Sûresi, 10:10.


Abdülmecid: (bk. bilgiler)
âhir: son
âkil: akıl sahibi, akıllı
arz edilen: sunulan
avn ü inayet: yardım ve ikram
bahr: deniz
beyan: açıklama, anlatım
fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma
fevkinde: üstünde
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olmak: meydana gelmek
himmet: ciddi yardım ve gayret
hitam: son
hitam bulma: son bulma, sona erme
i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması
ihtiyar: irade, tercih, seçme
ikmâl: tamamlama
intihab: seçme, irade
ıslah: düzeltme, iyileştirme
levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı
malûm: bilinen, belli
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma
müzekker: erkek
nakşedilen: işlenen
nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi
nihayet: son
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
tefsir: açıklama, yorum
veciz: kısa, özlü söz

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352


Bu çalışmalarda “Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretim” ile ilgili ne verilmeye çalışıldı?

Bu çalışmalarda Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.