Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık – Yakınlık; Büyüklük – Küçüklük; Aracısız – Temassız Yaratma” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Dördüncü Meselesi’dir.
Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık – Yakınlık; Büyüklük – Küçüklük; Aracısız – Temassız Yaratma – Cumartesi Dersleri 14. 4.
“Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-3
“Kıyametin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan da yakındır.” Nahl Sûresi, 16:77.
Dipnot-4
“Biz ona şahdamarından daha yakınız.” Kaf Sûresi, 50:16.
Dipnot-5
“Melekler ve Cebrail, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan kıyamet gününde, Allah’ın emrini almak üzere Arşa yükselirler.” Meâric Sûresi, 70:4.
gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-i ulviyesine ki, Kàdir-i Mutlak o derece suhulet ve sür’atle ve muâlecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halk eder ki, yalnız sırf bir emir ile îcad eder gibi görünüyor, fehmediliyor.
Hem o Sâni-i Kadîr nihayet derecede masnuata karîb olduğu halde, masnuat nihayet derecede Ondan baîddir.
Hem nihayetsiz kibriyâsıyla beraber, gayet cüz’î ve hakir umuru dahi ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hariç bırakmıyor.
İşte bu hakikat-i Kur’âniyenin vücuduna, mevcudatta meşhud suhulet-i mutlaka içinde intizam-ı ekmel şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi onun sırr-ı hikmetini gösterir. Meselâ,
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1
Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin emr-i Rabbânî ve teshir-i İlâhî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikati fehme takrib eder. Şöyle ki:
Güneş, ulviyetiyle beraber, bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde, o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vech ile müteessir edemezler, kurbiyet dâvâ edemezler.
Hem o güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmişse orada hazır ve nazır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır.
Hem güneşin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük, ufak şeyler ondan gizlenip kaçamazlar.
akis: yansıma âyine: ayna azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) azamet-i nuraniyet: ışığın, parlaklığın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; n-v-r) baîd: uzak cihet: yön cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: küçük (bk. c-z-e) emr-i Rabbânî: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın emri (bk. r-b-b) Esmâ-i Hüsnâ: Cenab-ı Hakkın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) eşya: varlıklar fehm: anlayış fehmedilmek: anlaşılmak hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikati (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i ulviye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakir: hor ve değersiz halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) hüsn-ü san’at: sanatın güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a) ihata: kuşatma, içine alma intizam-ı ekmel: en mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ḳ-m-l)
Kâdir-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) karîb: yakın kesif: yoğun, katı, saydam olmayan kibriyâ: büyüklük, azamet (bk. k-b-r) kurbiyet: yakınlık masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mazhar olmak: sahip olmak, erişmek (bk. ẓ-h-r) meşhud: görünen (bk. ş-h-d) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) muâlecesiz: doğrudan doğruya mübaşeretsiz: temas etmeden müteessir: etkileme, tesiri altında bırakma nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r) nevi: çeşit nihayet: son nüfuz: etki Nur: bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) nuraniyet: nurluluk, parlaklık (bk. n-v-r) Sâni-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḳ-d-r)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) sırr-ı hikmet: hikmet sırrı (bk. ḥ-k-m) suhulet: kolaylık suhulet-i mutlak: tam kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ) takrib etme: yaklaştırma tanzim: düzenleme, düzene koyma (bk. n-ẓ-m) tasarruf: kullanma (bk. ṣ-r-f) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) teshir-i İlâhî: Allah’ın boyun eğdirmesi, itaat ettirmesi (bk. e-l-h) timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) ulviyet: yükseklik umur: işler vecih: yön, şekil vücud: varlık (bk. v-c-d) zât: kendisi zerre: atom ziya: ışık ziyadeleşmek: artmak, fazlalaşmak
Demek azamet-i kibriyâsı, cüz’î ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil, bilâkis daire-i ihatasına alıyor.
Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde, farz-ı muhal olarak, fail-i muhtar farz etsek, o derece suhulet ve sür’at ve vüs’at içinde, zerreden, katreden, deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i İlâhî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azimeyi yalnız bir mahz-ı emirle yapar tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemâl-i intizamla verir.
İşte, semâ denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlakın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatin üç esasının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette, güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Mukaddiru’n-Nur olan Zât-ı Zülcelâl, herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nazır; ve eşya Ondan gayet uzak olduğuna; hem o derece külfetsiz, muâlecesiz, suhuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve suhuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î küllî, küçük büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyâsı ihata ettiğine, şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.
âyinecik: küçük ayna azamet-i kibriyâ: büyüklüğün varlıkları kuşatması (bk. a-ẓ-m; k-b-r) bilâkis: aksine, tersine bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e) daire-i ihata: kuşatıcı daire, kapsama alanı daire-i kudret: Allah’ın sonsuz güç ve iktidarının hâkim olduğu daire (bk. ḳ-d-r) fail-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l) farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hararet: sıcaklık, ısı hariç: dışarı icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ihata: kuşatma, içine alma izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
Kadîr-i Mutlak: hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın herşeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) katre: damla kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kesif: yoğun, katı, şeffaf olmayan kibriyâ: Cenab-ı Allah’ın her cihetle büyüklüğü (bk. k-b-r) kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) külfetsiz: zahmetsiz, zorlanmadan küllî: büyük, çok (bk. k-l-l) mahz-ı emir: sadece ve yalnız emir mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r) muâlecesiz: doğrudan doğruya Mukaddiru’n-Nur: bütün nurların miktarlarını takdir eden Nurların Mukaddiri, Allah (bk. ḳ-d-r; n-v-r) Münevviru’n-Nur: bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah (bk. n-v-r)
müsavi: eşit nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r) nihayetsiz: sonsuz nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b) nümune: örnek Nur: bütün varlığı aydınlatan, her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) Nuru’n-Nur: bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan Nurların Nuru, Allah (bk. n-v-r) sema: gök (bk. s-m-v) seyyarat: gezegenler seyyare: gezegen şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d) suhulet: kolaylık sür’at: hız tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) tasarrufat-ı azime: büyük tasarruflar, kullanımlar (bk. ṣ-r-f; a-ẓ-m) vüs’at: genişlik yakin-i imanî: kesin ve şüphesiz iman (bk. y-ḳ-n; e-m-n) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zerre: atom ziyadar: ışıklı
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Dördüncü Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Dersleri – Bu haftanın konusu Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz Üçüncü Mesele “Kırk binler başlı melek – melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat’ konusu ele alınmaktadır.
Kırk binler başlı melek – melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat – Cumartesi Dersleri 14. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Dördüncü Söz
Üçüncü Mesele
ÜÇÜNCÜSÜ: Meselâ, Hamele-i Arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadıkın tasvir ettiği, meselâ kırk binler başlı, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini (1) ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki, Zât-ı Zülcelâl,
gibi âyetlerle tasrih ediyor ki, mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.
Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semâvâtın kelimat-ı tesbihiyesi güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve ber ve bahrinin de ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır.
“Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-3
“Biz dağları Dâvud’un emrine verdik ki, onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.
Dipnot-4
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” Ahzâb Sûresi, 33:72.
azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m) bahr: deniz bahr-i müsebbih: Allah’ı tesbih eden deniz (bk. s-b-ḥ) ber: kara, yer burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l) elfâz-ı tahmidiye: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d) eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ: “yer nerede, Ülker yıldızı nerede”, birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir fail: işi yapan, özne (bk. f-a-l) felek: gök katı hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hamele-i Arş ve yer ve gök: Arş’ın, yerin ve göğün taşıyıcısı (bk. a-r-ş)
intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyet: kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği (bk. n-ẓ-m; k-l-l; a-b-d) kelimat-ı tesbihiye: Allah’ı tesbih eden kelimeler (bk. k-l-m; s-b-ḥ) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) külliyet: büyüklük, kapsamlılık (bk. k-l-l) lisan: dil masdar: kaynak melâike-i müekkel: görevli melekler (bk. m-l-k; v-k-l) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mistar-ı hikmet: hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon (bk. ḥ-k-m) Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ) münasip: uygun (bk. n-s-b) münfail: fiilden etkilenen (bk. f-a-l) nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nebat: bitki sair: diğer semavat: gökler (bk. s-m-v) tabiat-ı müessire: tesir sahibi, yaratıcı tabiat (bk. ṭ-b-a) tarz: şekil, biçim tasrih etme: açıkça ifade etme tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r) tayr-ı müsebbih ve hâmid: Allah’ı tesbih eden ve şükreden kuş (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d) telâkki: kabul etme tesbih-i küllî: büyük ve kapsamlı tesbih (bk. s-b-ḥ; k-l-l) tesbihat: Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zemin: yer
Şu binler başları olan zeminin her başında yüz binler lisanlar bulunan ve her lisanda yüz bin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.
Evet, müteaddit eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı mânevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, bir nevi ruh-u mânevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.
İşte, bak: Misal olarak, bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan, bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör. Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var. Ve her dilde, bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var. Ve her meyvede, dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i
كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘e
mâlik Sâni-i Zülcelâline ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi, ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i mânâda müteaddit dillerle tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
âlem-i ervah: ruhânî varlıkların bulunduğu âlem (bk. a-l-m; r-v-ḥ) âlem-i mânâ: mânâ âlemi (bk. a-l-m; a-n-y) âlem-i misal: dünyadaki işlerin görüntülendiği ve gözlendiği madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l) Barla: (bk. bilgiler) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) cemiyet: topluluk (bk. c-m-a) fasih: güzel, açık ve düzgün konuşan (bk. f-ṣ-ḥ) hikmeten: hikmet gereği; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması gereği (bk. ḥ-k-m)
imtizaç: kaynaşıp karışma ittihad: birlik lisan: dil mâlik: sahip (bk. m-l-k) medih: övgü melek-i müekkel: görevli, vekil melek (bk. m-l-k; v-k-l) mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli (bk. v-k-l) muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müteaddit: çeşitli, birden fazla nevi: çeşit, tür ruh-u mânevî: mânevî ruh (bk. r-v-ḥ; a-n-y) şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik (bk. a-n-y)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) tahmidat: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d) tesbihat: Cenab-ı Hakkın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ) vazife-i tesbihiye: Allah’ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi (bk. s-b-ḥ) zemin: yer
Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır. ﴾44﴿
Tefsir
“Yedi gök” ile onlarda bulunan varlıkların hepsi hal lisanıyla Allah’ı tesbih eder, O’na ibadet eder, fakat insanlar onların tesbihlerini anlayamazlar (“yedi gök” hakkında açıklama için bk. Bakara 2/29).
Tefsirlerde âyetteki tesbih kavramı açıklanırken tesbihin iki şeklinin bulunduğu belirtilir: Dil ile tesbih, hal ile tesbih. Birincisi, kulun Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederek zâtı, sıfatları ve fiilleriyle insan zihninin düşünebileceği bütün mükemmellik özelliklerine sahip olduğunu dile getirmesi, Allah’ı hep böyle bilip böyle anmasıdır. Hal ile tesbih ise insanın imanı, ibadeti, ahlâkı, genel olarak her türlü tutum ve davranışlarıyla Allah’ın birliğine, eksiksiz ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi, yasalarına boyun eğmesi, amelinin imanına şahitlik etmesidir. Bu belirtilenler, Râgıb el-İsfahânî’nin iradî dediği tesbih olup şuurlu ve iradeli varlıklara mahsustur (el-Müfredât, “sbh”, “scd” md.leri).
Bir de konumuz olan âyetin üzerinde durduğu, bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmesi vardır. Müfessirlere göre bu da iki çeşittir: 1. Dil ile tesbih. Her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbih eder ama âyette belirtildiği gibi insanlar bunu anlayamazlar; 2. Hal ile tesbih. Evrendeki varlık ve olayların var oluş ve işleyişini gerçekleştiren ilâhî yasalara bütün kâinat mutlak bir zorunlulukla boyun eğmekte, bu suretle yaratanı tesbih etmektedir. Bu anlamda müminiyle münkiriyle bütün insanlar da Allah’ı tesbih ederler, varlığına tanıklık ederler. Özetle zerreden küreye, galaksilerden hidrojen çekirdeğinin etrafında saniyede 2000 km. hızla dönen elektrona kadar evrendeki her şey Allah’ın mutlak düzeni içinde işlemekte, O’nu tesbih etmekte, O’nun varlığına, birliğine kudret ve hikmetine tanıklık etmektedir.
Putperestlerin inancındaki saçmalığı dile getiren 42. âyetin ardından evrenin düzenine işaret eden âyetin gelmesi son derece anlamlıdır, engin hikmetler taşımaktadır.
Âyette evrendeki her varlığın Allah’ı övgü ile tesbih ettiği belirtildikten sonra “Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız” buyurulmaktadır. Fahreddin er-Râzî bu ifadeyi şöyle açıklıyor: Bir elma düşünelim; bu elma çeşitli atomlardan (cüz’-eczâ’) oluşmaktadır ve bu parçacıklardan her biri Allah Teâlâ’nın varlığına tam ve başlı başına bir delildir. Bu atomlardan her birinin kendine özgü doğal yapısı (tab‘), tadı, rengi, kokusu, hacmi gibi nitelikleri vardır. Atomun bu özel sıfatlarla belirlilik kazanması imkân dahilindedir ve bu belirliliği ona ancak kudretli ve hakîm olan bir belirleyici kazandırabilir. Şu halde elmanın her bir parçası yüce Tanrı’nın varlığına eksiksiz bir delildir (XX, 210-211). Eşyanın kendilerine mahsus dil ile yaptığı tesbihi insanlar anlayamazlar; öte yandan atomların sayılarını, niteliklerini, mahiyetlerini de bütünüyle bilmek mümkün değildir. Bu sebeple âyette, “…bilmezsiniz, anlayamazsınız” buyurulmuştur. Kuşkusuz bilimsel keşifler ilerledikçe insanoğlunun evren hakkındaki bilgileri de artacaktır. Nitekim genetikçilerin çözmeye çalıştıkları genlerin şifresi de bir çeşit dildir. Ayrıca bu çalışmalar ilerledikçe evrenin sırlarla dolu olduğu, bilinenlere göre bilinmeyenlerin ne kadar çok olduğu ortaya çıkacaktır.
Âyette Allah’ın sıfatı olarak geçen halîm kelimesi, “sabırlı, akıllı, ağır başlı ve temkinli” demektir. Özellikle Allah için kullanıldığında “kullarının günah ve isyanları karşısında sabırlı, onları cezalandırmakta acele etmeyen” anlamına gelir. Allah’ın halîm ismiyle “günahları bağışlayan, tövbeleri kabul eden” anlamındaki afüv, gafûr, tevvâb; “her şeyin iç yüzünden haberdar olup bütün ayrıntıları bilen” anlamındaki habîr, muhsî, vâsi‘; “her şeye gücü yeten, kudretli” anlamındaki kadîr, kavî, metîn, muktedir” ve “çok sabırlı” anlamındaki sabûr isimleri arasında anlam yakınlığı bulunduğu kabul edilir.
Kendisiyle birlikte sabah akşam tesbih etsinler diye biz, dağları ve toplanıp gelen kuşları Dâvûd’un emrine verdik. Onların her biri Allah’a yönelmişlerdi. ﴾18-19﴿
Tefsir
Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler, Hz. Dâvûd Allah’ı tesbih ederken dağların ve kuşların da dile gelerek onun tesbihine katıldıkları şeklindeki mûcizevî bir olayı anlatmaktadır. Ancak bu âyetleri mecazi anlamda yorumlayanlar da vardır. Buna göre Dâvûd Zebûr okuyarak Allah’ı tesbih ettiği gibi kuşlar ve dağlar da kendi varlık yapılarıyla Allah’ın kudretini ve yüceliğini yansıtmakta, böylece lisân-ı halleriyle Allah’ı tesbih etmektedirler (ayrıca bk. Enbiyâ 21/79). Bu mânaya göre cansız tabiatın Allah’ı tesbih etmesine dağlar, canlı varlıkların tesbihine de kuşlar örnek olarak zikredilmiştir; özellikle inanmış insanların bilinçli tesbihine örnek de Hz. Dâvûd’un tesbihidir.
“Hepsi de Allah’a yönelmişlerdi” diye çevirdiğimiz 19. âyetin son cümlesi, “Gerek dağlar gerekse kuşlar Dâvûd’un etrafında toplanıp ona itaat ederlerdi” veya “Dâvûd tesbihe başlayınca onlar da kendisine katılırlardı” şeklinde de açıklanmıştır (Taberî, XXIII, 138; Râzî, XXVI, 186; İbn Âşûr, XXIII, 228-229).
Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir. ﴾72﴿ Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve Allah’a ortak koşan kadınlara azap etmek; mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul etmek için insana emaneti yüklemiştir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ﴾73﴿
Tefsir
Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Emanet kelimesinin sözlük anlamı “korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması”dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız, “tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe’deki anlamıyla emanet”tir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126). Bunların da tamamını, “insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü” kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan– insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aynı âyetteki ifadeyle insan zalûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkını verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız insanları arasında, Allah’ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.
Âyette geçen “emanet” Türkçe’deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel olan yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi mânevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.
Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen âkıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insanın bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına işaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.
Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 405-407
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Üçüncü Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.
Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” başlığı altında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz İkinci Mesele ele alınmaktadır.
“Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” – On Dördüncü Söz – İkinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 2.
gibi âyetlerin ifade ettikleri ki, “Bütün eşya, bütün ahvâliyle, vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor” demek olan hakikat-i âliyesine kanaat getirmek için, Nakkâş-ı Zülcelâl, rû-yi zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlûkatın fihriste-i vücutlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini; ve zevâlden sonra, semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazdığını; hattâ her geçici baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda kemâl-i intizamla muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya herbir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemîl ve Celîlin eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.
Hakikat böyleyken, beşerin en acip bir dalâleti budur ki, kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuzun yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbâniye olup ehl-i gafletin lisanında “tabiat” denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu
Dipnot-1
“Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.
Dipnot-2
“Biz herşeyi İmam-ı Mübînde tek tek saydık.” Yâsin Sûresi, 36:12.
Dipnot-3
“Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar birşey Ondan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” Sebe’ Sûresi, 34:3.
acip: ilginç, hayret verici ahvâl: haller, vaziyetler bahusus: özellikle beşer: insan Celîl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. c-l-l) Cemîl: sonsuz ve kusursuz güzellik sahibi Allah (bk. c-m-l) cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) derc: yerleştirme desatir-i hareket: hareket düsturları ehl-i gaflet: dünyaya daldığından dolayı âhiretin farkında olmayan (bk. ğ-f-l) eşya: varlıklar fihriste-i san’at-ı Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların fihristesi (bk. ṣ-n-a; r-b-b) fihriste-i vücut: varlık fihristesi (bk. v-c-d)
hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) kader kalemi: Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r) kalem-i kader: kader kalemi, Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r) kanaat getirmek: razı olmak, inanmak kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kitabet-i fıtriye: yaratılışa ait yazılar, doğal yazı (bk. k-t-b; f-ṭ-r) Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı mânevî kader levhası (bk. ḥ-f-ẓ) mahdut: sınırlı mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) Nakkaş-ı Zülcelâl: herşeyi nakışlı ve süslü bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. n-ḳ-ş; ẕü; c-l-l) nazar-ı şuhud: şahitlerin bakışı; görüş (bk. n-ẓ-r; ş-h-d) nihayetsiz: sonsuz rû-yi zemin: yeryüzü semere: meyve suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a) tarihçe-i hayat: hayat hikâyesi, biyografi (bk. ḥ-y-y) vücuda gelmek: var olmak (bk. v-c-d) zemin: yer zerrecik: atom, en küçük madde parçası zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)
nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, “tabiat-ı müessire” diyerek masdar ve fail telâkki etmesidir. Eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ? Hakikat nerede, ehl-i gafletin telâkkileri nerede?
azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m) bahr: deniz bahr-i müsebbih: Allah’ı tesbih eden deniz (bk. s-b-ḥ) ber: kara, yer burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l) elfâz-ı tahmidiye: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d) eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ: “yer nerede, Ülker yıldızı nerede”, birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir fail: işi yapan, özne (bk. f-a-l) felek: gök katı hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hamele-i Arş ve yer ve gök: Arş’ın, yerin ve göğün taşıyıcısı (bk. a-r-ş)
intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyet: kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği (bk. n-ẓ-m; k-l-l; a-b-d) kelimat-ı tesbihiye: Allah’ı tesbih eden kelimeler (bk. k-l-m; s-b-ḥ) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) külliyet: büyüklük, kapsamlılık (bk. k-l-l) lisan: dil masdar: kaynak melâike-i müekkel: görevli melekler (bk. m-l-k; v-k-l) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mistar-ı hikmet: hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon (bk. ḥ-k-m) Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ) münasip: uygun (bk. n-s-b)münfail: fiilden etkilenen (bk. f-a-l) nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nebat: bitki sair: diğer semavat: gökler (bk. s-m-v) tabiat-ı müessire: tesir sahibi, yaratıcı tabiat (bk. ṭ-b-a) tarz: şekil, biçim tasrih etme: açıkça ifade etme tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r) tayr-ı müsebbih ve hâmid: Allah’ı tesbih eden ve şükreden kuş (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d) telâkki: kabul etme tesbih-i küllî: büyük ve kapsamlı tesbih (bk. s-b-ḥ; k-l-l) tesbihat: Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zemin: yer
De ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge üzereyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz azap benim elimde değil. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” ﴾57﴿ De ki: “Sizin acele istediğiniz azap şayet benim elimde olsaydı benimle sizin aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu.” Allah zalimleri daha iyi bilir. ﴾58﴿ Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın. ﴾59﴿
Tefsir
İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.
59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara 2/3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin, ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).
Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir. ﴾12﴿
Tefsir
Müşriklerin ağır baskıları altında büyük sıkıntılar çeken Hz. Peygamber ve müminler için teselli ve moral kaynağı özelliği taşıyan bu âyet kümesi, yüce Allah’ın eşsiz kudret ve ilmine, ölüleri diriltmeye kadir olanın da, herkesin yapıp ettiklerini bilenin de yalnız O olduğuna özel bir vurgu yapılarak bitirilmektedir. Bazı ilk dönem müfessirleri bu âyetteki “ölüleri diriltme” ifadesinden maksadın şirkten çıkarıp imana eriştirmek olduğunu belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 281).
Bir taraftan kişinin bütün yapıp ettiklerinin kayda geçirildiğinin, diğer taraftan da olup bitecek her şeyin zaten Allah Teâlâ’nın ezelî ilminde mâlûm olduğunun belirtilmesinden şöyle bir anlam çıkarılabilir: İnsanın bütün eylemlerinin kayda geçirilmesine yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur; bu, insanın bu bilgiyi her zaman göz önünde bulundurup dünya hayatındaki varlığını anlamlandırabilmesi ve her adımını varlık sebebine uygun bir bilinç içinde atması içindir. Bu sayede insan soyut bir ahlâkî görev telakkisiyle baş başa kalmamış olur; yaşanan hayat gibi canlı, her anını kuşatan ve her davranışına yön veren somut bir tasavvurdan güç alır. Yine bu inanç kişiye, insanın metafizik âlemle ilişkisinin sırf Tanrı’ya yalvarılan ve belirli dinî vecîbelerin ifa edildiği zaman dilimlerine hapsedilemeyeceği şuurunu kazandırır, fizik âlemde olup bitenlerle fizik ötesi gerçekler arasındaki sıkı bağı kavramasını kolaylaştırır.
Tefsirlerde âyetin “gelecek için yaptıkları her şey ve bıraktıkları her iz” şeklinde tercüme edilen kısmı açıklanırken, bir yandan iyi olsun kötü olsun insanların bütün işlediklerinin tesbit edildiği belirtilir; diğer yandan da kişinin öbür dünyada karşısına çıkacak amel defterinin ölümle kapanmadığı, yararlı bir bilgiyi öğretme veya kaleme alma, bir imkânını vakfedip kalıcı hayır yapma, insanların faydalanacakları hizmet binası, cami, misafirhane, köprü vb. iyi eserler bırakmanın yahut bazı zalim yöneticilerin yaptığı gibi insanların eziyet çekmesine, zarara girmesine veya Allah yolundan sapmasına sebep olacak usuller ihdas etmek suretiyle geride kötü izler bırakmanın –bu iz ve eserler varlığını koruduğu sürece– insanın sorumluluk hanesine olumlu veya olumsuz puanlar halinde kaydedildiği üzerinde durulur (Zemahşerî, III, 281; Şevkânî, IV, 414). Bu bakımdan âyeti “ölmeden yapıp tükettikleri, bitirdikleri ile izi ve eseri devam eden bütün işlerini (amellerini) …” şeklinde çevirmek de mümkündür. Hz. Peygamber’in şu meâldeki hadisi insanların yararı devam ettiği sürece sevabı da yenilenen hayır faaliyetlerine yoğun biçimde yönelmelerinde ve özellikle vakıf kurumunun gelişmesinde çok etkili olmuştur: “İnsan öldükten sonra amel (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât” (Müslim, “Vasiyet”, 14; Tirmizî, “Ahkâm”, 36). Fakat bu hadiste amel defterinin kapanması sevapların yazılması açısındandır. Birçok müfessirin konumuz olan âyetin yorumu sırasında belirttiği üzere, başkalarının kötülük işlemesine sebebiyet verecek kötü bir yol açanlar da bu âyetin kapsamındadırlar ve etkileri öldükten sonra devam eden bu kötülüklerden ötürü veballeri de artmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz şu hadisinde başkalarını etkileyecek çığır açmanın iki şeklini de ayrı ayrı ifade etmiştir: “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir” (Müslim, “İlim”, 15, “Zekât”, 44, 69; Müsned, IV, 362).
“Ana kitap” diye çevrilen imâm kelimesi, “delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan kitap”, “levh-i mahfûz” ve “amel defterleri” gibi mânalarla açıklanmıştır (İbn Atıyye, IV, 448). Yüce Allah’ın kendi ilmini sözlükte “öncü, kendisine uyulan” anlamlarına gelen bu kelimeyle nitelemesi, rabbânî irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun biçimde cereyan ettiğini belirtmek içindir (İbn Âşûr, XXII, 357; bu hususun insanın mesuliyeti ile ilişkisi hakkında bk. Fâtır 35/11; irade ve kader konusunda bilgi için bk. Bakara 2/7; Enfâl 8/17-23).
Ensardan Selemeoğulları’nın yerlerini yurtlarını terkedip Mescid-i Nebevî çevresine yerleşmek istemeleri üzerine Resûlullah bunu uygun görmemiş ve onlara “Kendi bulunduğunuz yerde de yaptıklarınızın izleri kayda geçirilir” buyurmuştu. Bazıları bu olayı delil göstererek bu âyetin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki Hz. Peygamber’in bu âyetteki ifadeyi Medine’de geçen olayda kullanmış olması onun Medine’de indiğini göstermez (İbn Atıyye, IV, 445, 448).
Allah, yere gireni, yerden çıkanı; gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır. ﴾2﴿ İnkar edenler, “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbime andolsun ki, Kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” ﴾3﴿
Tefsir
İlk âyette yüce Allah’ın ilmiyle ilgili bir tasvire yer verilmiştir. Bu tasvire göre insanın yakın çevresinde mevcut bulunan veya olup biten maddî ve mânevî, açık ve gizli bütün varlık ve olaylar Allah Teâlâ’nın bilgisi dahilindedir (Taberî, XXII, 59; İbn Atıyye, IV, 404). Şu halde O’ndan başkasına kulluk etmek insana yaraşmaz. “Ona yükselen” anlamına gelen cümlede “ilâ” değil “fî” edatının kullanılmasındaki incelik şöyle açıklanır: İlâ “sona ulaşma”yı, fî ise “içine girip nüfuz etme”yi ifade eder. 3. âyette Allah’ın –insanın kendi imkânlarıyla bilgisine ulaşamayacağı bir alan olan– gaybı da bildiği, evrendeki bütün varlık ve olayların en küçük ayrıntısına kadar açık bir kitapta kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Müfessirlerin çoğuna göre bu kitaptan maksat levh-i mahfûzdur. Bunu şöyle anlamak da mümkündür: Gerek duyular âlemine dahil gerekse bunun ötesindeki her şey bütün ayrıntılarıyla Allah tarafından bilinmektedir (ayrıca bk. En‘âm 6/59).
İnkârcıların insanların yapıp ettiklerinden hesaba çekilecekleri bir günün gelmeyeceği yönündeki iddiası, evrenin sonsuz olduğu, sadece değişebileceği ama asla yok olmayacağı fikrini içerir ki bu iddia aynı zamanda insanın varlığını anlamsız ve değersiz kabul etme mânasına gelir. Bazı tefsirlerde, âyette genel bir ifadeyle inkârcılara atfedilen bu sözün Ebû Süfyân tarafından söylendiğine dair bir rivayete yer verilir. Bu rivayete göre bir gün Ebû Süfyân, “Ne gelecek bir son saat var, ne kıyamet var, ne de haşir var” diyerek –en büyük putlardan– Lât ve Uzzâ’nın adı üzerine yemin etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah peygamberine, onun da aksi yönde yemin etmesini buyurdu (İbn Atıyye, IV, 405).
Gayb, Allah’ın, yarattıklarından gizli tuttuğu hususlar demektir (bilgi için bk. Bakara 2/3; Mâide 5/94-96). Burada Cenâb-ı Allah’ın kendisini “gaybı bilen” şeklinde nitelemesi, kıyametin mutlaka kopacağını fakat zamanını sadece kendisinin bildiğini vurgulama amacı taşımaktadır (Taberî, XXII, 61). Elmalılı, bunun yanı sıra burada, bedenleri çürüyüp darmadağın olmuş insanların yeniden diriltilmesini imkânsız görenlere cevap verme tarzında bir mâna inceliğinin de bulunduğunu belirtir (VI, 3943).
Kur’an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 411-412
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, İkinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Birinci Mesele’si; Kuran Araf Suresi 7/54. ayetinde geçen “Altı günde gökleri ve yeri yarattık” konusu işlenmektedir.
Kuran Araf Suresi 7 . 54 – Altı günde gökleri ve yeri yarattık – On Dördüncü Söz Birinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 1.
KUR’ÂN-I HAKÎMİN ve Kur’ân’ın müfessir-i hakikîsi olan Hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyâdı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde, o hakikatlerin bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz. Ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet beyan edilecek. O hakikatlerden haşir ve kıyametin nazireleri Onuncu Sözde, bilhassa Dokuzuncu Hakikatinde zikredildiği için, tekrara lüzum yoktur. Yalnız, sair hakikatlerden nümune olarak Beş Mesele zikrederiz.
“Altı günde gökleri ve yeri yarattık” demek olan; hem, belki bin (3) ve elli bin (4) sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’âniye ile, insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâlin halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâlin emriyle âlem dolar, boşalır.
Dipnot-1
“Elif lâm râ. Bu öyle bir kitaptır ki, hikmeti herşeyi kuşatan ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Allah tarafından, âyetleri sağlam şekilde tanzim edilmiş, sonra da tafsilâtıyla açıklanmıştır.” Hûd Sûresi, 11:1.
Dipnot-2
A’râf Sûresi, 7:54.
Dipnot-3
Hac Sûresi, 22:47; Secde Sûresi, 32:5.
Dipnot-4
Meâric Sûresi, 70:4.
âlem: dünya (bk. a-l-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) bilhassa: özellikle ders-i ibret: ibret dersi eyyâm-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın tarif ettiği ölçülere uyan günler Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve benzeri olmayan şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) güya: sanki Hadîs: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱) hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i ulviye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hâtime: sonuç, son bölüm inkıyâd: boyun eğme, itaat etme kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kanaat getirmek: razı olmak, inanmak kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) müfessir-i hakikî: gerçek müfessir; Kur’ân-ı Kerimi tam ve doğru olarak açıklayan hadis (bk. f-s-r; ḥ-ḳ-ḳ)
nazar-ı şuhud: şahitlerin bakışı (bk. ş-h-d; n-ẓ-r) nazire: örnek, benzer (bk. n-ẓ-r) nümune: örnek sair: diğer seyyal: akıcı seyyar: gezici sırr-ı inayet: inayet sırrı; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y) ulvî: yüce Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zikretmek: anmak, belirtmek
Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir. ﴾54﴿
Tefsir
Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın fiilleri için kullanılan yevm (gün) kavramını yirmi dört saatlik zaman süresi şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim başka âyetlerde O’nun fiilleri hakkında yevm kelimesi “an” mânasında kullanıldığı gibi (Rahmân 55/29), Allah’ın katındaki bir günün insanların hesaplarına göre 1000 yıl tuttuğu da ifade edilmiştir (Hac 22/47; Secde 32/5; ayrıca bk. Meâric 70/4). Her ne kadar âyetteki altı günü, dünya günüyle altı gün diye anlayanlar olmuşsa da, gökler ve yer yaratılmadan önce günden söz edilemeyeceği için, bilhassa bazı çağdaş tefsirlerde –kâinatın yaratılışıyla ilgili yeni teoriler dikkate alınarak– bu altı günü, her birinin ne kadar süre devam ettiğini ancak Allah’ın bildiği “altı devir” diye anlamanın daha münasip olduğu belirtilir. Esasen an, nokta gibi boyutsuz bir zamandır; aynı şekilde sonsuzluk da boyutsuzdur. Böylece sonsuz varlık için an da sonsuzluk da birdir. Buna göre sonlu ve sınırlı varlıklar için düşünebildiğimiz boyutlu ve sınırlı zaman dilimlerini Allah ve O’nun fiilleri hakkında düşünmemiz mümkün değildir. Bu sebeple yaratıcı-yaratılan ilişkisinin söz konusu olduğu konumlarda zaman kavramlarını daima yaratılan açısından dikkate almak gerekir.
Fahreddin er-Râzî, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını bildiren ifadelerden özetle şu sonuçları çıkarmıştır:
a) Evrenin altıdan daha az veya daha çok zaman diliminde yaratılması aklen mümkün olduğuna göre, onun bu zaman dilimi içinde yaratılmasını tercih eden özgür bir belirleyici vardır ki o Allah’tır. Evrendeki bütün varlıkların var oluşlarını, diğer nitelik ve işlevlerini belirleyen de aynı güçtür.
b) Allah Teâlâ her ne kadar eşyanın tamamını bir defada yaratmaya kadirse de, bu takdirde bütünüyle oluşun tesadüfen vuku bulduğu düşünülebilirdi. Halbuki eşyanın, maslahat ve hikmete uygun olarak peş peşe ve birbiriyle ilişki halinde yaratılması ezelî, hikmetli, kudretli ve merhametli yaratıcının yaratma fiiline daha güçlü bir şekilde delâlet eder.
c) Âyetteki “gökler ve yer” ifadesi, onlardaki öteki varlıkları da kapsar. Nitekim başka âyetlerde bu hususa işaret edilmiştir (meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38).
d) Her ne kadar başka bir âyette “Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya kadar olup biter” (Kamer 54/50) buyurulmuşsa da bu, evrenin altı devirlik bir yaratılış sürecinden geçtiği ifadesine ters düşmez. Çünkü bu âyetteki bir tek kelimelik buyruk, tek tek varlıkların oluş veya yok oluşuyla ilgilidir; ayrıca bu, emrin mutlaka gerçekleşeceğine de işaret eden bir ifade tarzıdır.
e) Âyette düşünen kimseler için şöyle bir uyarı vardır: “Şüphesiz ki rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan … Allah’tır.” Yani sizi terbiye eden, bedenen ve zihnen geliştiren, sizi iyilik ve faydalara ulaştıran, kötülüklerden koruyan O’dur; O’nun güç ve bilgisinin, hikmet ve rahmetinin mükemmelliği bu muazzam varlıklar ve olaylar âlemini yaratacak, o âleme her türlü fayda ve iyilikleri yerleştirecek kadar üstündür. Buna rağmen insan nasıl olur da O’nu bırakıp da sıradan varlıklardan iyilikler bekler ve mutluluğu başkasına yönelerek aramaya kalkışır!
Bir de senden acele azap istiyorlar. Halbuki Allah asla va’dinden caymaz. Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir. ﴾47﴿
Zalim oldukları halde, mühlet verdiğim, sonra da kendilerini azabımla yakaladığım nice memleket halkları vardır. Dönüş yalnız banadır. ﴾48﴿
Tefsir
Dünya menfaati ve arzuları uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarını sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflâh olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur’an’ın birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’ın takdirinde olduğuna, ayrıca inkârcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça’da hem “düşmüş” hem de “boş kalmış” anlamına geldiği için “hâviyetün alâ urûşihâ” ifadesine “çatıları çöküp duvarları onların üzerine düşmüş” veya “çatıları ayakta olmakla beraber bomboş kalmış” şeklinde mâna vermek mümkündür (Râzî, XXIII, 43-44). Meâlinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı, “evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır” şeklinde çevirmeyi tercih ettik. 46. âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkârcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına ibret gözüyle bakmadıkları ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıkları anlatılmak istenmiştir (İbn Âşûr, XVII, 287-288). 47. âyette geçen “Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir” ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki “gün”den maksadın, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 183-184). Bu ifade ile azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî’nin zikrettiği yorumlardan ikisi şöyledir: a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalarını vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada saydıklarıyla bin yıl gibi olduğunu açıklamıştır. b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O’na uzak değildir, size ise uzakta görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184). Bu konuda Zeccâc’ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ’nın kudreti açısından bir gün ile 1000 yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini istedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lutufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar: Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) 1000 yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen 1000 yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir (Şevkânî, III, 518-519). Râzî’nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim’e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara 1000 yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini istemezlerdi. b) Allah’a nisbetle bir gün ile 1000 yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O’nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde 1000 yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46). Esed’in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın “zaman” ya da “süre”den anladığı şeyin Allah’a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için –insanların hesaplamalarına göre– ha bir gün ha 1000 yıl aynı şeydir (II, 680; krş. Meâric 70/4).
Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için ondan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? ﴾4﴿ Gökten yere kadar bütün işleri Allah yürütür. Sonra bu işler, süresi sizin hesabınızla bin yıl olan bir günde ona yükselir. ﴾5﴿ İşte Allah gaybı da görünen âlemi de bilendir, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. ﴾6﴿ O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. ﴾7﴿ Sonra onun neslini bir öz sudan, değersiz bir sudan yarattı. ﴾8﴿ Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz! ﴾9﴿
Tefsir
Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O’ndan başka gerçek dost ve hâmi bulunmadığını farketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O’nun yarattıklarındaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir (“Allah’ın evreni altı günde yaratması”, “arş ve arşa istivâ” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl olduğu” ifadesi hakkında açıklama için bk. Hac 22/47; “yüce Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi”nin açıklaması için bk. Hicr 15/29).
Soran birisi, yükselme yollarının sahibi Allah tarafından kâfirlere kesinlikle inecek olan ve hiç kimsenin uzaklaştıramayacağı azabı sordu. ﴾1-3﴿ Melekler ve Ruh (Cebrail) ona süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir. ﴾4﴿
Tefsir
“Huzuruna yükselmenin birçok yolu” diye çevirdiğimiz meâric (tekili: mi‘rec, mi‘râc) “yükselme vasıtaları” demektir. Bazı müfessirler bu kelimeye, “meleklerin yükseldiği gökler, Allah’ın mahlûkata lutfettiği nimetlerin mertebeleri, cennetteki dereceler, mânevî ve ruhanî mertebeler” gibi açıklamalar getirmişlerdir (Elmalılı, XIII, 5352). Bir kısım müfessirler ise meârici mecaz olarak insanı Allah’ın varlığını kavramaya ve O’nunla mânevî yakınlık kurmaya götüren yollar olarak yorumlamışlardır (bk. Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXIX, 56; Esed, III, 1186). Bizim “istedi” diye çevirdiğimiz sûrenin ilk kelimesi “sormak” mânasına da geldiği için bunu “Birisi … sordu” şeklinde çeviren ve anlayanlar da olmuştur. Rivayete göre müşriklerin ileri gelenleri, Hz. Peygamber’e, alaylı bir üslûpla, haber verdiği azabın gelip gelmeyeceğini, gelecekse bunun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlardı. Bir rivayete göre bu soruları soran Nadr b. Hâris idi (bk. İbn Âşûr, XXIX, 153). 2. âyet bizim tercih ettiğimiz mânayı desteklemektedir. Buna göre inkârcılar Hz. Peygamber’in getirdiği kitap doğru ise Allah tarafından başlarına taş yağdırılmasını veya büyük bir ceza ile cezalandırılmalarını istemişlerdi. Müşriklerin, aslında alay ve inkâr yollu ortaya koydukları bu tür sorularına ve isteklerine cevap olmak üzere 2. âyette, onlar ihtimal vermese de, vakti geldiğinde Hz. Peygamber’in haber verdiği azabın mutlaka gerçekleşeceği, bunu hiç kimsenin önleyemeyeceği bildirilmiştir.
Müfessirlere göre 4. âyette geçen “ruh”tan maksat Cebrâil’dir. “Miktarı elli bin yıl olan gün”den ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler buradaki elli bin yılı dünyanın ömrü, bazıları kıyametin oluş süresi, kimileri de âhirette kulların hesap vereceği süre olarak açıklamışlardır. Bir görüşe göre kıyametin müddeti inkârcılar için elli bin sene, müminler için sadece bir günün muayyen bölümü kadar sürecektir. Elli bin senenin, âhiret hayatının toplam süresi olduğunu ileri sürenler de vardır. Ancak bize göre bu yorumların hiçbirinin kabul edilebilir bir mesnedi ve gerçekliği yoktur. Bir önceki âyette geçen “huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan” şeklindeki ifadenin ardından burada da “Melekler, miktarı elli bin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler” buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifadenin kıyamet ve uhrevî hesapla, dünya veya âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sadece meleklerin Allah’a yükselmesinden söz edilmektedir. Şevkânî’nin naklettiği bir yorumda da belirtildiği gibi bu âyetteki elli bin sayısı bu mertebelerin ne kadar yüce olduğunu zihinlerde canlandırmayı amaçlayan temsilî bir anlatımdır (V, 332; krş. Hac 22/47).
Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 453-454
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Birinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Cumartesi Derslerinde bu hafta “Hava ve O” konusu yani “Hüve Nüktesi” ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’ün son bölümünde yer almaktadır.
Hava ve O – Hüve Nüktesi – Hava – Zerre – Atom – Tabiat – Doğa ve O – Hû – Hüve – Cumartesi Dersleri 13. 10.
deki ( هُو ) “Hû” lâfzında, yalnız maddî cihette bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede, hava sahifesinin mütalâasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.
Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin, adeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de, emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan ( هُو ) “Hû” lâfzındaki havada, küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o ( هُو ) “Hû” daki havanın, belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar
Dipnot-1
Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-2
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.
Dipnot-3
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2.
Dipnot-4
“De ki: O Allah’tır.” İhlâs Sûresi, 112:1.
âhize: alıcı âni: birden bire arş: taht; emir ve egemenliğin icra yeri (bk. a-r-ş) aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cihazat: organlar, donanım dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) emir ve irade: Allah’ın yaratılışa dair emir ve dilemeleri (bk. r-v-d) esbab: sebepler (bk. s-b-b) hadsiz: sınırsız hasiyet: özellik hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)
Hüve: O, Allah iktidar: güç, kuvvet (bk. ḳ-d-r) lâfz: ifade, kelime maddî cihet: maddeye bakan yön meslek-i imaniye: iman yolu (bk. e-m-n) mevcut: var olan (bk. v-c-d) mikyas: ölçek muhal: imkansız muhtelif: çeşitli mümteni: imkansız müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluk mütalâa: inceleme nâkile: iletici nihayetsiz: sonsuz nükte: ince ve derin mânâ nükte-i tevhid: Allah’ın birliğine dair ince bir mânâ (bk. v-ḥ-d)
seyahat-i hayaliye-i fikriye: hayalde ve düşüncede yapılan yolculuk (bk. f-k-r; ḫ-y-l) şirk: Allah’a ortak koşma sıddık: çok doğru ve bağlı (bk. ṣ-d-ḳ) suhulet: kolaylık suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) umum: bütün unsur-u hava: hava maddesi vücub: kesinlik, zorunluluk (bk. v-c-b) zarif: güzel, ince zerre: atom
mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar âşikâre görünüyor.
Eğer Sâni-i Zülcelâle verilse, hava bütün zerratıyla O’nun emirber neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisap ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudretiyle ve bir anda, şimşek sür’atinde ve ( هُو ) “Hû” telâffuzu ve havanın temevvücü suhuletinde yapar. Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sahife olur. Ve zerreleri, o kalemin uçları; ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.
İşte, ben
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1
ve
قُلْ هُوَ اللهُ 2
deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temâşâ ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel hakikati tam vazıh ve mufassal, aynelyakîn müşahede ettim. Ve ( هُو ) “Hû” nun lâfzında, havasında böyle parlak bir burhan ve bir lem’a-i Vâhidiyet bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve ( هُو ) “Hû” zamirinin mutlak ve müphem işareti hangi Zâta bakıyor?” işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem
Dipnot-1
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2; Haşir Sûresi, 59:22.
Hüve: O, Allah imtinâ: imkansızlık intisap: bağlanma (bk. n-s-b) istinad: dayanma (bk. s-n-d) kalem-i kader: kader kalemi (bk. ḳ-d-r) kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r) karine-i taayyün: belirtme işareti, “O” zamirinin Allah’a işaret etmesi küllî: kapsamlı, büyük (bk. k-l-l) lâfz: ifade, kelime lem’a-i Vâhidiyet: Allah’ın birliğini gösteren parıltı (bk. v-ḥ-d) maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar meslek: gidilen yol, usül mücmel: özetlenmiş (bk. c-m-l) mufassal: ayrıntılı muhal: imkansızlık muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) müphem: belirsiz
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluklar mütalâa: etraflıca düşünme mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) neşretmek: yaymak nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r) Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) Sânii: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) suhulet: kolaylık sür’at: hız tabiiyyun: tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler (bk. ṭ-b-a) telâffuz: söyleyiş, ifade etme temâşâ: seyretme temevvüc: dalgalanma umum: bütün vazıh: açık, âşikar zerrat: zerreler, atomlar zerre: atom, maddenin en küçük parçası
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hem ehl-i zikir, makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye, ilmelyakîn ile bildim.
Evet, meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn gördüm ki, ( هُو ) “Hüve”nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, kemâl-i serbestiyetle, cezbedârâne, hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1
ve
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2
deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn müşahede ettim.
Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyle ise, bu sahife-i hava, hakkalyakin, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz, gayr-ı mütenâhi ilmi ve hikmetle çalıştırdığı
Dipnot-1
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2.
Dipnot-2
“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.
aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlış bedahet: açıklık berk: şimşek cezbedârâne: kendinden geçerek ehl-i zikir: Allah’ı sürekli olarak zikredenler, ananlar gayr-ı mütenâhi: sonsuz hadsiz: sınırsız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkim-i mutlak: herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) hakkalyakin: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) hassa: özellik hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
Hüve: O, Allah ilmelyakin: ilmî bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irade: isteme, dileme, tercih (bk. r-v-d) kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kemâl-i serbestiyet: tam serbestlik (bk. k-m-l) kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) kudsî: kutsal, kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklaması mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lisan: dil makam-ı tevhid: tevhid makamı, kalben Allah’ın birliğinin hissedildiği hal (bk. v-ḥ-d)
medar: eksen, dayanak mezkûr: sözü geçen muhal: imkansız muhtelif: çeşitli müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) müteaddit: çeşitli, birden fazla sahife-i hava: hava sayfası şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zerrât: zerreler, atomlar zerre: atom, en küçük madde parçası zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir Levh-i Mahv, İsbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.
İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdâniyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi; unsur-u havanın sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, ziya gibi sair letâifin naklinde şaşırmadan, muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkih gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemâl-i intizamla yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlâhiyenin bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim. Ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hâl ile
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1
ve
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2
dediklerini bildim. Ve bu ( هُو ) “Hüve” anahtarıyla havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir ( هُو ) “Hû” olarak âlem-i misal ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu.
Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyâtın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temâşâgâhlarda ve Cennette
Dipnot-1
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2; Haşir Sûresi, 59:22.
Dipnot-2
“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.
acaip: şaşırtıcı ve hayret verici şey âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z) âlem-i mânâ: mânâ âlemi, mânen anlaşılan ve bilinen âlem (bk. a-l-m; a-n-y) âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l) âlem-i tagayyür: değişken âlem (bk. a-l-m) asvat: sesler aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) câmid: cansız câzibe: çekim gücü cihet: yön, taraf cilve-i vahdâniyet: Cenab-ı Allah’ın birlik görüntüsü (bk. c-l-y; v-ḥ-d) dâfia: itme gücü dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) ehemmiyetli: önemli emir ve irade-i İlâhiyenin arşı: Allah’ın emir ve iradesinin tahtı (bk. r-v-d; e-l-h; a-r-ş) esbab: sebepler (bk. s-b-b)
fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y) fâniyat: fâni, geçici şeyler (bk. f-n-y) hâdisât-ı dünyeviye: dünyaya ait olaylar hadsiz: sınırsız hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) Hüve: O, Allah izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r) kalem-i kudret ve kader: varlıkların ve olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r) kat’î: kesin kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kitabet: yazım (bk. k-t-b) letâif: maddi olmayan, çok ince şeyler (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı mânevî kader levhası (bk. ḥ-f-ẓ) Levh-i Mahv, İsbat: bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren mânevî levha, yaz boz tahtası
lisan-ı hâl: hal ve beden dili mezkûr: sözü geçen muhaliyet: imkansızlık muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m) mütebeddil: değişken nakl-i asvat: seslerin nakli, iletimi nebatat: bitkiler nihayetsiz: sınırsız, sonsuz sahife-i havaiye: hava sahifesi sair: diğer sermedî: sürekli, kalıcı sinema-i uhreviye: âhirete ait sinema (bk. e-ḫ-r) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) şuûnat: işler, fiiller ve tasarruflar (bk. ş-e-n) tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) telkih: aşılama temâşâgâh: seyir yeri teneffüs: soluklanma, nefes alma unsur-u hava: hava maddesi zâil: yok olup gidici, geçici (bk. z-v-l) zerre: atom, en küçük madde parçası ziya: ışık
saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.
Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misâlin iki hücceti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla içlerinde bir büyük kütüphane kadar malumatın yazılması kat’î ispat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamları olan âlem-i misal, hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vech ile mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin kalem-i kader ve hikmetinin sayfası olduğu, ilmelyakîn ile kat’î bilindi.
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)ashab: sahiplercâmid: cansızcihet: yön, şekilesbab: sebepler (bk. s-b-b)fekvinde: üstündeHakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)hâtırat: hâtıralar, anılarhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hususan: özellikle
ilmelyakin: kesin delile dayanarak, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde edinilen bilginin kesinliği (bk. a-l-m; y-ḳ-n)irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)kalem-i kader ve kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)kat’î: kesinkemâl-i intizam: mükemmel derecede düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)kuvve: duyukuvve-i hâfıza: hafıza duyusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ)kuvve-i hayaliye: hayal duyusu (bk. ḫ-y-l)
Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı (bk. ḥ-f-ẓ)muhal: imkansızmütebaki: geri kalan kısım (bk. b-ḳ-y)nümune: örneknümune-i ekber ve âzam: çok büyük örnek (bk. k-b-r; a-ẓ-m)nutfe: memelilerin yaratıldığı su, menisaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)tabiat: doğa, maddî âlem, canlı cansız bütün varlıklar (bk. ṭ-b-a)vecih: yönziyade: fazla, çok
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlemiş olduğumuz Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bedizzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de yer alan Meyve Risalesi’nden Altıncı Mesele “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz (öğretmenlerimiz) Allah’tan bahsetmiyorlar” konusu işlenmektedir.
Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz (öğretmenlerimiz) Allah’tan bahsetmiyorlar Meyve Risalesi’nden Altıncı Mesele – Cumartesi Dersleri 13. 9.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Meyve Risalesi’nden Altıncı Mesele1
Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billâh rüknünün binler küllî burhanlarından birtek burhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler.
Ben dedim:
Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.
Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Dipnot-1
Meyve Risalesi, On Birinci Şuadır.
burhan: delil daire-i âfâk: çok büyük ve geniş daire dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dellal: davetçi, ilâncı eczahane-i kübra: büyük eczane (bk. k-b-r) fen: bilim dalı fenn-i tıb: tıp bilimi gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) galebe çalmak: üstün gelmek hakîm: bilgili, hikmetli (bk. ḥ-k-m) Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hazine-i Kur’âniye: Kur’ân hazinesi hissiyat: hisler, duygular hüccet: kanıt, delil iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n) izah: açıklama Kastamonu: (bk. bilgiler) kat’î: kesin küllî: çok, kapsamlı (bk. k-l-l) küre-i arz: yerküre, dünya lisan-ı mahsus: özel dil macun: karışım halinde ilaç me’haz: kaynak merci: başvurulacak, sığınılacak yer mikyas: ölçek mizan: ölçü (bk. v-z-n) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) mu’cize-i mâneviye: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z; a-n-y)
muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muannid: inatçı mütemadiyen: sürekli olarak nebatat: bitkiler nisbet: oran (bk. n-s-b) nur-u tevhid: Allah’ın birliğini gösteren nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d) rükn: esas, şart (bk. r-k-n) saniyen: ikinci olarak tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) Tabiat Risalesi: Yirmi Üçüncü Lem’a (bk. ṭ-b-a; r-s-l) tenvir: nurlandırma, aydınlatma (bk. n-v-r) tiryak: ilâç zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zındık: dinsiz
Hem, meselâ, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır.
Öyle de, küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla, küre-i arzın Ustasını ve Sahibini bildirir ve tanıttırır.
Hem meselâ, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb edip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iâşe ambarı ve dükkân şeksiz, bir fevkalâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir.
Öyle de, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmânî iâşe ambarı ve bir sefine-i Sübhâniyeve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iâşe mikyasıyla, o kat’iyette ve o derecede küre-i arz deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.
Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mucizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedahetle o harika kumandanı gösterir, takdirkârâne sevdirir.
Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde nebatat ve hayvanat milletlerinden dört yüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek kumandan-ı âzam
bedahet: açıklık bîçare: çaresiz celb etmek: çekmek cihazat: cihazlar, donanımlar dükkân-ı Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü (bk. r-b-b) erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ) esliha: silâhlar fenn-i iaşe: gıda bilimi (bk. a-y-ş) fenn-i makine: makine bilimi fevkalâde: olağanüstü hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) iaşe: beslenme, gıda (bk. a-y-ş) ihzar etmek: hazırlamak (bk. ḥ-ḍ-r) istif: yığma, biriktirme istimal etmek: kullanmak kat’iyet: kesinlik kumandan-ı âzam: en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)
küre-i arz: yerküre, dünya maharetli: becerikli, yetenekli makine-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın makinesi (bk. r-b-b) mâlik: sahip (bk. m-l-k) mikyas: ölçek mu’cizekâr: mu’cizeler yapan (bk. a-c-z) Müdebbir: idare eden, yöneten ve ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r) muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m) Mutasarrıf: sonsuz tasarruf hakkı ve yetkisi olan; her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allah (bk. ṣ-r-f) nebatat: bitkiler nev’: çeşit, tür ordu-yu Sübhanî: her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın bir ordu gibi yaratıp sevk ettiği varlıklar (bk. s-b-ḥ)
Rahmânî: rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah tarafından gönderilen (bk. r-ḥ-m) sefine-i Sübhaniye: her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah’ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünya (bk. s-b-ḥ) şeksiz: kuşkusuz, şüphesiz seyyar: gezici taam: yiyecek taife: topluluk takdirkârâne: takdir ederek (bk. ḳ-d-r) talim: eğitim (bk. a-l-m) talimat: eğitimler, emirler (bk. a-l-m) terhis: vazifeye son verme terhisat: terhisler, vazifeye son vermeler zemin: yer zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyasıyla dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.
Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.
Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı—kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber, çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik mikyasıyla, bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.
Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar
arz: dünya bedahetle: ap açık bir şekilde fenn-i askerî: askerlik ilmi fenn-i elektrik: elektrik bilimi Hâkim: herşeyi hükmü altında tutup idare eden ve yargılayan ve herşeye galip olan Allah (bk. ḥ-k-m) intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) iştial: yanma, tutuşma kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kozmoğrafya: gökbilimi, astronomi kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) kudretli: güçlü, kuvvetli (bk. ḳ-d-r) Kumandan-ı Akdes: bütün varlıkları emri altında tutan ve her türlü eksiklikten ve âcizlikten yüce olan Allah (bk. ḳ-d-s) küre-i arz: yerküre, dünya mânidar: anlamlı (bk. a-n-y) meşher-i âzam-ı kâinat: büyük kâinat sergisi (bk. a-ẓ-m; k-v-n)
mezkûr: zikredilen, adı geçen mikyas: ölçek misafirhane-i Rahmâniye: Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya (bk. r-ḥ-m) mu’cizekâr: mu’cize sahibi (bk. a-c-z) Müdebbir: idare eden, yöneten ve ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r) Münevvir: herşeyi nurlandıran, aydınlatan, ışıklandıran Allah (bk. n-v-r) nihayetsiz: sonsuz nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r) perestiş: kulluk, ibadet Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ) Sâni: herşeyi sanatlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah (bk. s-n-a) şehr-i muhteşem: görkemli, ihtişamlı şehir şeksiz: kuşkusuz, şüphesiz sûre-i Kur’âniye: Kur’ân’ın sûresi tahmid: Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma (bk. ḥ-m-d) takdis: kutsama, Allah’ı her türlü kusur ve noksandan pak ve yüce olduğunu dile getirmek (bk. ḳ-d-s) tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tesbihat: Allah’ın her türlü eksiklikten, âcizlikten, ortaktan yüce olduğunu ilân etme (bk. s-b-ḥ) ulvî: yüce ziyade: fazla
ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, gündüz gibi kâtip ve musannifini kemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir.
Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ı kebîri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede—sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet geniş mikyaslarıyla ve dürbün gözleriyle—bu kitab-ı kâinatın Nakkâşını, Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhânallah takdisiyle tarif eder, Elhamdülillâh senâlarıyla sevdirir.
İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla bildirir, sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır.
İşte bu muhteşem ve parlak bir burhan-ı vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan çok tekrarla, en ziyade
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ 1
ve
رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2
Dipnot-1
“Gökleri ve yeri yarattı.” En’âm Sûresi, 6:1; Secde Sûresi, 32:4; Yâsin Sûresi, 36:81.
Dipnot-2
“Göklerin ve yerin Rabbi.” Ra’d Sûresi, 13:16; İsrâ Sûresi, 17:102.
acîp: şaşırtıcı Allahu Ekber: “Allah en büyüktür” (bk. k-b-r) âyine: ayna bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k) bilfiil: fiilen, uygulamada (bk. f-a-l) burhan-ı vahdâniyet: Allah’ın birliğine ait delil (bk. v-ḥ-d) elhamdülillah: “her türlü övgü ve şükür Allah’a aittir” (bk. ḥ-m-d) esmâ: isimler (bk. s-m-v) fen: bilim dalı fenn-i hikmetü’l-eşya: varlıkların gayelerini inceleyen ilim ve felsefe (bk. ḥ-k-m) fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet: okuma ve yazma ilmi (bk. k-t-b) fevkalâde: olağanüstü fihriste: indeks, içindekiler fünûn: bilim dalları Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: gaye, fayda, yarar (bk. ḥ-k-m)
hüccet: delil, kanıt kâinat kitab-ı kebîri: büyük bir kitap gibi varlıklarla yazılmış kâinat (bk. k-v-n; k-t-b; k-b-r) kaside: şiir Kâtib: bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel bir şekilde yaratan Allah (bk. k-t-b) kâtip: yazar (bk. k-t-b) kemâlât: üstünlükler, mükemmellikler (bk. k-m-l) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n) Kur’ân-ı ekber-i âlem: âlemin en büyük kitabı, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-b-r; a-l-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) maharetli: becerikli, yetenekli mânidar: anlamlı (bk. a-n-y) maşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yapmış mecmua: kitap (bk. c-m-a) mecmua-i kâinat: kâinat kitabı (bk. c-m-a; k-v-n)
mezkûr: sözü geçen mikyas: ölçek mübaşeret: temas etme, meşgul olma mücessem: cisimleşmiş müellif: yazar muhteşem: ihtişamlı, görkemli muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musannif: sınıflandıran, düzenleyen, yazar Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah (bk. n-ḳ-ş) nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nebatî: bitkisel şeksiz: kuşkusuz, şüphesiz senâ: övme sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ) taife: topluluk takdir: beğendiğini dile getirme (bk. ḳ-d-r) takdis: Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etme (bk. ḳ-d-s) tarif: tanıtma, bildirme (bk. a-r-f) teyid etmek: doğrulamak zemin: yer
âyetleriyle Hàlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun” dediler.
Ben de dedim:
İnsan binler çeşit elemlerle müteellim ve binler nev’î lezzetlerle mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî-mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarını yiyen bir biçare mahlûk iken, birden iman ve ubûdiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat ve bütün hâcâtına medar bir nokta-i istimdat bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisap etse ve ubûdiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresi ne çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirâne iftihar edebilir, kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim:
Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zâlimlere demiş: “Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.
“Allah’tan başka ilâh yoktur.” Sâffât Sûresi, 37:35; Muhammed Sûresi, 47:19.
Dipnot-2
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
acz: güçsüzlük (bk. a-c-z) ayn-ı hakikat: hakikatin ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) bahtiyar: talihli, mutlu bâtınî: içe dönük bedbaht: talihsiz bîçare: çaresiz ecel: ölüm vakti elem: acı, üzüntü fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ) hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c) hadsiz: sınırsız Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) idam-ı ebedî: sonsuz yok oluş (bk. e-b-d) iftihar etmek: övünmek intisap: bağlanma (bk. n-s-b) Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) kudsî: kutsal, her türlü kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s)
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilah yoktur (bk. e-l-h) mahkûm: hüküm giymiş (bk. ḥ-k-m) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahpus: hapsedilmiş mazlum: zulme uğramış (bk. ẓ-l-m) medar: dayanak noktası, eksen mektep: okul (bk. k-t-b) mensup: bağlı (bk. n-s-b) musibetzede: felâkete uğramış müteellim: elem çeken, acı duyan mütelezziz: lezzet alan mütemadiyen: sürekli olarak müteşekkirâne: teşekkür ederek nev’î: çeşit, tür nihayetsiz: sonsuz nokta-i istimdat: yardım alınacak yer nokta-i istinat: dayanak noktası (bk. s-n-d) Padişah-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m) saadet: mutluluk sürur: sevinç tasdik: doğrulama, onay (bk. ṣ-d-ḳ) terhis: vazifeye son verme terhis tezkeresi: vazifenin sona erdiğini gösteren belge teslim-i ruh: ruhunu teslim etme (bk. r-v-ḥ) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) zahirî: dışa dönük (bk. ẓ-h-r) zevâl: sona erme (bk. z-v-l) zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Meyve Risalesinden Altıncı Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli “Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme” konusu işlenmektedir.
Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme – Cumartesi Dersleri 13. 8. – On Üçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme
On Üçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli
Leyle-i Kadîrde kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş
adavet: düşmanlık âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z) bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız biçare: çaresiz, zavallı cihet: yön Denizli: (bk. bilgiler) eşedd-i istibdat: baskının en şiddetlisi eşedd-i zulüm: zulmün en şiddetlisi (bk. ẓ-l-m) fitrî: yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r) galip: yenen, üstün gelen gam: sıkıntı, üzüntü
güya: sanki hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ihtar: hatırlatma inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı, lütfu (bk. a-n-y; e-l-h) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) kat’î: kesin Leyle-i Kadir: Kadir gecesi mağlup: yenilen mahpus: hapsedilmiş olan maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) mavzer: bir cins tüfek mesele-i mühimme: önemli mesele (bk. m-s̱-l) meyusiyet: ümitsizlik
mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k) musibetzede: felakete uğramış nev-i beşer: insanlık, insan türü revolver: tabanca, küçük silah sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ) son Harb-i Umumî: İkinci Dünya Savaşı tahribat: yıkımlar, bozmalar tecavüz: saldırma, sataşma uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği (bk. s-l-m) zayi: kayıp zeyl: ilâve, ek
ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak.
Ve elbette, hiç şüphe yok ki: Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten on binler defa dâvâ edip haber veren ve sarsılmaz, kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi; elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rû-yi zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, kat’iyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mucize-i ekber in yerini tutamaz.
Amerika: (bk. bilgiler) âyât: âyetler beşer: insanlar binâen: –dayanarak cemiyet: dernek (bk. c-m-a) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) din-i hak: hak din, İslâmiyet (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) emare: belirti, işaret emsal: benzerler (bk. m-s̱-l) fâni: ölümlü, geçici (bk. f-n-y) fantaziye: aşırı süs ve lüks, yalandan gösteriş Finlandiya: (bk. bilgiler) fıtrat-ı beşeriye: insanın yaratılışı, tabiatı (bk. f-ṭ-r) gaddârâne: acımasızca, zulmederek gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) garp: batı hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatip: konuşmacı (bk. ḫ-ṭ-b) hayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı hayat (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y) hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hüccet: delil hükûmet: yönetim, idare (bk. ḥ-k-m) İngiltere: (bk. bilgiler) istidadat: kabiliyetler, yetenekler (bk. a-d-d) İsveç: (bk. bilgiler) kat’î: kesin kat’iyen: kesinlikle kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kudsiyet: kusur ve noksandan uzak oluş, kutsallık (bk. ḳ-d-s) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lisan: dil mahiyet-i insaniye: insanın niteliği, iç yüzü
mâşuk-u mecazî: gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler (bk. c-v-z) misil: benzer (bk. m-s̱-l) mu’cize-i ekber: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) muvakkat: geçici nev-i beşer: insanlık, insan türü Norveç: (bk. bilgiler) rû-yi zemin: yeryüzü saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) şakird: talebe, öğrenci sarihan: açıkça şimal: kuzey siyaset-i rû-yi zemin: dünya siyaseti suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) tahribat: yıkımlar, bozmalar tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ) umum: genel, herkes
Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mucize-i kübrânın elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’hazı ve mercii olmayan ve bir mucize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış. Ve dalâletin en sert, kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi ile parça parça etmiş. Ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ’daki Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.
burhan: delil daire-i âfâk: çok büyük ve geniş daire dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dellal: davetçi, ilâncı eczahane-i kübra: büyük eczane (bk. k-b-r) fen: bilim dalı fenn-i tıb: tıp bilimi gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) galebe çalmak: üstün gelmek hakîm: bilgili, hikmetli (bk. ḥ-k-m) Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hazine-i Kur’âniye: Kur’ân hazinesi hissiyat: hisler, duygular hüccet: kanıt, delil iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n) izah: açıklama Kastamonu: (bk. bilgiler) kat’î: kesin küllî: çok, kapsamlı (bk. k-l-l) küre-i arz: yerküre, dünya lisan-ı mahsus: özel dil macun: karışım halinde ilaç me’haz: kaynak merci: başvurulacak, sığınılacak yer mikyas: ölçek mizan: ölçü (bk. v-z-n) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) mu’cize-i mâneviye: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z; a-n-y)
muallim: öğretmen (bk. a-l-m) muannid: inatçı mütemadiyen: sürekli olarak nebatat: bitkiler nisbet: oran (bk. n-s-b) nur-u tevhid: Allah’ın birliğini gösteren nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d) rükn: esas, şart (bk. r-k-n) saniyen: ikinci olarak tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) Tabiat Risalesi: Yirmi Üçüncü Lem’a (bk. ṭ-b-a; r-s-l) tenvir: nurlandırma, aydınlatma (bk. n-v-r) tiryak: ilâç zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zındık: dinsiz
Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyat’ından Sözler isimli eserinen On Üçüncü Söz’de yer alan kısa bir mektup ele alınmaktadır. Hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli vermek ve KARDEŞ OLMAK konusu ele alınmaktadır.
Ahiretimizi ağlamaktan kurtaran tam bir teselli KARDEŞ OLMAK – Cumartesi Dersleri 13. 7.
Benim kat’î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.
Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.
İşte, şimdi sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyete deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer ve revolver de verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.
Dipnot-1
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
Dipnot-2
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
adavet: düşmanlık âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z) bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız biçare: çaresiz, zavallı cihet: yön Denizli: (bk. bilgiler) eşedd-i istibdat: baskının en şiddetlisi eşedd-i zulüm: zulmün en şiddetlisi (bk. ẓ-l-m) fitrî: yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r) galip: yenen, üstün gelen gam: sıkıntı, üzüntü
güya: sanki hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ihtar: hatırlatma inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı, lütfu (bk. a-n-y; e-l-h) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) kat’î: kesin Leyle-i Kadir: Kadir gecesi mağlup: yenilen mahpus: hapsedilmiş olan maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) mavzer: bir cins tüfek mesele-i mühimme: önemli mesele (bk. m-s̱-l) meyusiyet: ümitsizlik
mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k) musibetzede: felakete uğramış nev-i beşer: insanlık, insan türü revolver: tabanca, küçük silah sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ) son Harb-i Umumî: İkinci Dünya Savaşı tahribat: yıkımlar, bozmalar tecavüz: saldırma, sataşma uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği (bk. s-l-m) zayi: kayıp zeyl: ilâve, ek
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta: “Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK” konusu işleniyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de barışmak ile ilgili bir mektup ele alınmaktadır.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.
Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:
Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika
Dipnot-1
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.
Dipnot-2
“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-3
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) biçare: çaresiz dahilde: içeride defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n) gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hariçte: dışarıda hususan: özellikle
ihtar: hatırlatma inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h) kâfi: yeterli lillâh: Allah için mâdum: yok, ölü mahpus: hapsedilmiş olan mahrumiyet: yoksunluk medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane meyusiyet: ümitsizlik
mezkûr: sözü geçen minnet: başa kakma musibetzede: felâkete uğrayan nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y) sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ) şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ) şekva: şikayet zarfında: içinde ziyadeleşmek: fazlalaşmak
intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.1
Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez.2 O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş.
Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek”3 İslâmiyet emrediyor.
Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î musibet büyük olur, devam eder.
Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşaallah, bârekâllah” dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.
Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.
Dipnot-1
bk. Nisâ Sûresi, 4:128; Hucurât Sûresi, 49:9.
Dipnot-2
bk. Nahl Sûresi, 16:61; Münâfikûn Sûresi, 63:11.
Dipnot-3
bk. Müslim, Birr: 25.
adavet: düşmanlık bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k) bedel: karşılık bilhassa: özellikle cüz’î: küçük (bk. c-z-e) Denizli: (bk. bilgiler) ecel: ölüm vakti ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) elzem: çok gerekli fitne: bozgunculuk, ara bozma garaz: kötü kasıt hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) iktiza: gerektirme istirahat-i şahsiye ve umumiye: şahsın ve toplumun rahatı
kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r; e-l-h) kàtil: öldüren katl: öldürme kazâ: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y) kaza-i İlâhiye: Allah’ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi (bk. ḳ-ḍ-y; e-l-h) mabeyn: ara mahpus: hapsedilmiş olan
maktul: öldürülen maşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yapmış maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) münafık: iki yüzlü, olduğundan farklı görünen musalâha etmek: barışmak (bk. ṣ-l-ḥ) sulh: barış (bk. ṣ-l-ḥ) teneffüs: nefes alma, rahatlama tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek uhuvvet: kardeşlik ziyade: fazla, çok
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Svenska – Turkiska – İsveççe – Türkçe – språk studie – dil çalışması – Människan och Universum 1 – İnsan ve Kainat – Första Kapitlet – Birinci Mebhas – Första Punkten – Birinci Nokta
Förnekelse upphäver det förhållandet. I den frånkopplingen förblir Herrens konst dold.
İnkar, bu ilişkiyi iptal eder. Bu kopuklukta Rab’bin sanatı gizli kalır.
Hennes värde blir då endast det av en materia.
Onun değeri o zaman yalnızca bir maddenin değeri olur.
Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur.
Dess värde är endast i termer av materia.
Değeri sadece madde bakımındandır.
Och eftersom detta tillstånd endast är av ett flyktigt, övergående, tillfälligt djurliv är dess värde ingenting.
Ve bu koşul, yalnızca geçici, geçici, geçici bir hayvan yaşamına ait olduğundan, değeri hiçbir şey değildir.
Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.
fâniye: gelip geçici zâile: geçip giden muvakkat: geçici hayat-ı hayvanî: hayvanî hayat
Materia, å andra sidan, har inget värde, eftersom det är både ett dödligt, ett dött och ett tillfälligt djurliv.
Maddenin ise hiçbir değeri yoktur, çünkü hem ölümlü, hem ölü, hem de geçici bir hayvan yaşamıdır.
Vi ska förklara detta mysterium genom en jämförelse.
Bu gizemi bir karşılaştırma ile açıklayacağız.
Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz.
sır: gizem, gizli gerçek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji beyan: açıklama
Vi kommer att förklara denna hemlighet med en representation.
Bu sırrı bir temsille açıklayacağız.
Till exempel: bland människans konst är värdet av det material som används och konstverket helt annorlunda.
Örneğin: İnsan sanatı arasında kullanılan malzeme ile sanat eserinin değeri birbirinden tamamen farklıdır.
Meselâ, insanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san’atın kıymeti ayrı ayrıdır.
Till exempel i människors konst, precis som materiens värde och konstens värde är åtskilda.
Örneğin insan sanatında, tıpkı maddenin değeri ile sanatın değeri birbirinden ayrı olduğu gibi.
Ibland är de jämlika, ibland är materialet mer värdefullt och ibland händer det att man i material värt fem kurush som järn finna konst värt fem lira.
Bazen eşittir, bazen malzeme daha değerlidir ve bazen de demir gibi beş kuruşluk bir malzemede beş liralık sanat bulursunuz.
Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor.
müsavi: eşit kıymettar: değerli
Ibland är det lika, ibland är materia mer värdefullt; Ibland finns det en konst på fem lira i ett föremål som ett fem centsjärn.
Bazen eşittir, bazen madde daha değerlidir; Bazen beş kuruşluk demir gibi bir eşyada beş liralık bir sanat vardır.
Ibland kan också ett antikt konstverk vara värt en miljon medan materialet det består av inte ens är värt fem kurush.
Bazen bir antika eser de bir milyon değerinde olabilirken, yapıldığı malzeme beş kuruş bile değil.
Belki, bazan, antika olan bir san’at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor.
Ibland kanske en antik konst är värd en miljon, men föremålet är inte värt fem öre.
Bazen bir antika sanat bir milyon değerinde olabilir, ancak nesne beş kuruş değerinde değildir.
Om ett sådant konstverk tas till antikmarknaden och tillskrivs en briljant och skicklig konstnär från förr och presenteras med att nämna konstnären och konstverket, så kan det säljas för en miljon liras.
Böyle bir eser antikacıya götürülür ve geçmişin parlak ve maharetli bir sanatçısına atfedilir ve sanatçının adı ve eseriyle birlikte sunulursa bir milyon liraya satılabilir.
İşte, öyle antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san’atkârına nisbet ederek, o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır.
hârika-pîşe: olağanüstü işler yapan hünerver: becerikli nisbet etmek: bağ kurmak
yad etmek: anmak teşhir edilme: sergilenme
Här skulle en sådan antik konst säljas för ett miljonpris om man gick till antikhandlarens basar och ställdes ut med den konsten och tillskrev den en mycket gammal och begåvad hantverkare som gjorde extraordinära verk.
Burada antikacıların çarşısına gidip o sanatı sergileseniz ve onu olağanüstü işler yapan çok eski ve yetenekli bir ustaya atfetseniz, böyle bir antika sanat bir milyon fıyata satardı.
Om den däremot tas till skrothandlaren kommer det enda priset man får vara de fem kurush som järnet är värt.
Ancak hurdacıya götürülürse, alacağınız tek fiyat demirin beş kuruş değeri olacaktır.
Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.
baha: kıymet, değer, fıyat
Går du på grovsmedsbasaren kan den köpas till priset av ett femcentsjärn.
Demirciler çarşısına giderseniz, beş kuruş demir fiyatına satın alınabilir.
Människan är således ett sådant antikt konstverk av Gud den Allsmäktige.
Dolayısıyla insan, Yüce Allah’ın çok eski bir sanat eseridir.
İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san’atıdır.
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah
Människan är en sådan antik konst av Allah den Allsmäktige.
İnsan, Yüce Allah’ın çok eski bir sanatıdır.
Genom Hans makt är människan det mest subtila och eleganta mirakel som Han skapat för att manifestera alla Sina Namn och deras inskription i form av ett minityrexemplar av universum.
İnsan, O’nun kudretiyle, O’nun bütün isimlerini ve onların yazıtlarını evrenin minyatür bir örneği şeklinde tecelli etmek için yarattığı en ince ve zarif mucizedir.
Ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.
nazik: ince, zarif nâzenin: ince, nazik, nazlı mu’cize-i kudret: Allah’ın sonsuz kudretiyle bir mu’cize eseri olarak yarattığı şey
esmâ: isimler cilve: yansıma mazhar: yansıma ve görünme yeri medar: eksen, vesile
kâinat: evren, yaratılmış herşey misal-i musağğar: küçültülmüş nümune, örnek
Och det är maktens mest eleganta och milda mirakel; Han skapade människan med reflektion av alla hennes namn och som ett medel att brodera och ett reducerat exempel för universum.
Ve bu, gücün en zarif ve nazik mucizesidir; İnsanı, tüm isimlerinin yansımasıyla, işleme aracı ve evren için küçültülmüş bir örnek olarak yarattı.
Om människans väsen fylls med trons ljus kan alla dessa betydelsfulla inskriptioner läsas av henne.
İnsanın varlığı iman nuru ile dolmuşsa, bütün bu önemli yazıtlar onun tarafından okunabilir.
Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur.
nur-u iman: iman nuru, aydınlığı mânidar: anlamlı
Om trons ljus kommer in i dig läses alla meningsfulla broderier på det med det ljuset.
İçine iman nuru girerse, üzerindeki bütün manalı nakışlar o nurla okunur.
Som en troende läser hon dem medvetet och genom denna anslutning får hon andra att läsa dem.
Bir mümin olarak bunları bilinçli olarak okur ve bu bağlantıyla başkalarının okumasını sağlar.
O mü’min, şuurla okur ve o intisapla okutur.
mü’min: iman etmiş, inanmış şuur: bilinç, idrak, anlayış intisap: bağlanma
Den troende läser medvetet och får det att läsa med entusiasm.
Mümin bilinçli olarak okur ve şevkle okutur.
Människan som ett av Gud skapat konstverk blir därmed uppenbar genom uttryck som, “Jag är den Allhärlige Skaparens värk och skapelse. Jag manifesterar Hans barmhärtighet och frikostighet.”
İnsan, Allah’ın yarattığı bir sanat eseri olarak, “Ben, Yüce Yaratıcı’nın eseri ve eseriyim. Ben O’nun rahmetini ve lütfunu ortaya koyuyorum.
Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.
Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
mazhar: yansıma ve görünme yeri san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı tezahür: görünme, ortaya çıkma
Det vill säga med betydelser som “Jag är den Allsmäktiges konst, jag är hans skapelse, jag är mottagaren av hans barmhärtighet och nåd”, manifesterar Herrens konst i människan.
Yani “Ben Yüce Allah’ın sanatıyım, O’nun yarattıklarındanım, O’nun rahmet ve ihsanına sahibim” gibi anlamlarla Rabbin sanatı insanda tecelli eder.
Det är alltså tron, vilken består i att förena sig med Skaparen, som uppenbarar människan som ett konstverk.
Bu nedenle insanı bir sanat eseri olarak ortaya çıkaran, Yaradan ile birleşmeyi içeren inançtır.
Demek, Sâniine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder.
Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah intisap: bağlanma âsâr-ı san’at: san’at eserleri izhar: gösterme
Det vill säga, tron, som består av intimitet med Skaparen, avslöjar alla konstverk i människan.
Yani Yaradan ile yakınlıktan oluşan iman, insandaki tüm sanat eserlerini ortaya çıkarır.
Människans värde består i att vara ett av Gud skapat konstverk och i kraft av att vara en spegling av den Ädla Enheten.
İnsanın değeri, Allah’ın yarattığı bir sanat eseri olması ve Yüce Birliğin bir yansıması olması nedeniyledir.
İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyeye göre olur; ve âyine-i Samedâniye itibarıyladır.
san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı
âyine-i Samedâniye: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkes Ona muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna
Människans värde är enligt den gudomliga konsten; och för att det är en spegel som visar Allah, vem behöver ingenting.
İnsanın değeri ilahi sanata göredir; ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’ı gösteren bir ayna olduğu için.
I detta avseende blir den obetydliga människan Guds adressat och Upprätthållarens gäst värdig Paradiset och överlägsen alla andra skapelser.
Bu bakımdan önemsiz insan, Allah’ın muhatabı ve Rabbinin misafiri olur, Cennete lâyık ve bütün mahlûkatlardan üstün olur.
O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.
misafir-i Rabbânî: Allah’ın misafiri muhatab-ı İlâhî: Allah’a muhatap olan
I så fall blir denna obetydliga person en gudomlig samtalspartner framför alla varelser och en gäst värdig Paradiset.
Bu durumda bu önemsiz kişi, tüm varlıkların önünde ilahi bir muhatap ve Cennete layık bir misafir olur.
Skulle emellertid förnekande, som är ett brott av anslutningen, drabba människans väsen försänks alla dessa betydelsefulla inskriptioner av Gudomliga Namn ner i mörker och blir oläsliga.
Ancak, bir bağın kopması olan inkar, insanın özüne isabet ederse, bütün bu önemli İlâhi İsimler kitabeleri karanlığa gömülür ve okunmaz hale gelir.
Eğer kat’-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz.
nukuş-u esmâ-i İlâhiye: Allah’ın güzel isimlerinin nakışları
Om hädelsen, som består i att bryta hans band, kommer in i en person, då faller de meningsfulla broderierna av alla dessa namn på Allah i mörker och kan inte läsas.
Bağını koparmak olan küfür insana girerse, Allah’ın bütün bu isimlerinin manalı işlemeleri karanlığa düşer ve okunamaz.
För om Skaparen glöms bort kommer de andliga sidorna av Honom inte att begripas utan kommer att falla.
Çünkü Yaradan unutulursa, O’nun manevi yönleri anlaşılmaz, düşer.
Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah müteveccih: yönelik cihet: yön
För om Konstnären glöms bort är de andliga aspekterna gentemot Konstnären också obegripliga och faller nästan upp och ner.
Çünkü Sanatçı unutulursa Sanatçıya yönelik manevi yönler de anlaşılmaz ve adeta alt üst olur.
De flesta av dessa betydelsefulla sublima konstverk och upphöjda inskriptioner kommer att döljas.
Bu önemli ulvi sanat eserlerinin ve kabartma kitabelerin çoğu gizlenecektir.
O mânidar âli san’atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir.
mânidar: anlamlı âli: yüce
De flesta av dessa meningsfulla sublima konster och andligt sublima broderier kommer att döljas.
Bu manalı ulvi sanatların ve manevî ulvi nakışların çoğu gizlenecektir.
Återstoden, och en stor del av det som kan ses med ögat, kommer att tillskrivas obetydliga saker, som naturen och slumpen, och slutligen helt att förlora sitt värde.
Geri kalan ve gözle görülenlerin büyük bir kısmı tabiat ve tesadüf gibi önemsiz şeylere atfedilecek ve sonunda tamamen değerini kaybedecektir.
Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder.
Den återstående och synliga delen, å andra sidan, ges till vidriga orsaker, natur och tillfälligheter, och sjunker så småningom.
Geriye kalan ve görünen kısım ise aşağılık sebeplere, tabiata ve tesadüflere verilir ve yavaş yavaş batar.
De briljantslipade diamanterna blir matta bitar av glas.
Zekice kesilmiş elmaslar donuk cam parçaları haline gelir.
Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar.
Medan var och en är en ljus diamant, blir de en tömd flaska.
Her biri parlak birer elmas iken, boş bir şişeye dönüşüyorlar.
Människans betydelse ses bara från hennes djuriska, fysiska existens.
İnsanın önemi, yalnızca hayvani, fiziksel varlığından anlaşılır.
Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar.
madde-i hayvaniye: hayvanî madde
Dess betydelse ser bara på djurets material.
Anlamı sadece hayvanın malzemesine bakar.
Som sagt är syftet och frukten av hennes fysiska existens endast att genomgå ett kort liv som det mest oförmögna, behövande och sörjande av djur.
Bununla birlikte, fiziksel varlığının amacı ve meyvesi, hayvanların en çaresiz, muhtaç ve kederlisi olarak kısa bir ömür geçirmekten başka bir şey değildir.
Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir.
cüz’î: az hayvânât: hayvanlar âciz: güçsüz
Ändamålet och frukten av materien är, som vi har sagt, att bara leva ett litet liv på ett kort liv, när det är det svagaste, mest behövande och sorgligaste av djuren.
Maddenin maksadı ve meyvesi, dediğimiz gibi, hayvanların en zayıfı, en muhtaçı, en hüzünlü olduğu kısacık ömürde azıcık bir hayat yaşamaktır.
För att sedan sönderfalla och förgås.
Daha sonra parçalanmak ve yok olmak.
Sonra tefessüh eder, gider.
tefessüh: bozulma, kokuşma
Sedan andas han ut och går.
Sonra nefes verir ve gider.
Se hur förnekande förstör den mänskliga naturen och förvandlar diamant till kol.
İnkarın insan doğasını nasıl yok ettiğini ve elması nasıl kömüre çevirdiğini görün.
İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder.
mahiyet-i insaniye: insana ait temel özellikler, insanın içyapısı kalb etmek: dönüştürmek
Det är så otro förstör den mänskliga naturen och förvandlar den till kol från diamanter.
İşte inançsızlık insan doğasını böyle bozar ve elmastan karbona dönüştürür.
RESURSER
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Människan och Universum, Det tjugotredje ordet, Bediuzzaman Said Nursi, Rejhan Publication, Översättning: Thomas Keresturi, Tryckort: Imak Ofset Yenibosna / Istanbul, Februari, 2013.