Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A.
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
kelimesi, tetkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifham eder ki: Semâ berrak, bulutsuz, zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken semâyı yağmurla, zemini hazravatla fethedip, bir nevi izdivaç ve telkih suretinde bütün zîhayatları o sudan halk etmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâlin işidir ki, rû-yi zemin Onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar Onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder.
Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız,
Dipnot-1
“Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.
âlûde: karışmış, bulaşmışarz: yer azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. ḳ-d-r) berrak: saydam, duru bidâyet-i hilkat: yaratılışın başlangıcı (bk. ḫ-l-ḳ) bostan: bahçe Elhikmetü lillâh: gerçek bilgi ve hikmet sadece Allah’ındır (bk. ḥ-k-m) fehmetmek: anlamak feylesof: felsefeci gayr-ı kabil: mümkün olmayan gazab: öfke gazat-ı muzırra: zararlı gazlar hakîm: hikmet sahibi, âlim (bk. ḥ-k-m) halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) hamd ü senâ: şükür, minnet ve övgü (bk. ḥ-m-d) hâmi: koruyucu hane-i hayat: hayat evi (bk. ḥ-y-y) hasıl: meydana gelme hazravat: yeşillikler hiddet: kızgınlık hikmet-i tabiiye: tabiatı konu alan fen ilmi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a) huruc: çıkma ifham etmek: anlatmak
ihtizâzât: sallanmalar imtizâcât: kaynaşmalar inkılâbat: büyük değişimler irticâc: sarsıntı istilâ: yayılma, kaplama izdivac: evlenme Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l) kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) kemâl-i tazim: Allah’ın sonsuz büyüklüğünü mükemmel bir şekilde dile getirme (bk. k-m-l; a-z-m) küre-i zemin: yerküre levâzımât-ı hayat-ı insaniye: insan hayatına gerekli olan şeyler (bk. ḥ-y-y) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mahzen: depo maişet: geçim (bk. a-y-ş) medar: dayanak, eksen medar-ı senevî: güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi menâfiz: delikler mihver: eksen muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
netice: sonuç nevi: tür, çeşit rû-yi zemin: yeryüzü sair: diğer Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm: sonsuz haşmet ve ikram sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l; k-r-m) secde etmek: yere kapanmak semâ: gök (bk. s-m-v) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n) tasfiye: safileştirme, arındırma (bk. ṣ-f-y) telkih: aşılama teneffüs etmek: nefes almak tersip: durultma, tortulardan temizleme, süzme tetkikat-ı felsefe: felsefe araştırmaları tevellüd: doğum veled: evlat, çocuk zelzele: deprem zemin: yeryüzü zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y) zuhur: meydana çıkma (bk. ẓ-h-r)
toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlûkata menşe etmiştir anlar, vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur.
Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidâyette güneşle mümteziç olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “Âmentü Billâhi’l-Vâhidi’l-Ehad”der.
Meselâ,
وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 1
daki lâm, hem kendi mânâsını, hem fî mânâsını, hem ilâ mânâsını ifade eder. İşte,
لِمُسْتَقَرٍّ
in lâm’ı, avâm o lâm’ı ilâ mânâsında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette birgün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir suret alacaktır anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek, “Sübhânallah, Elhamdü lillâh” der.
Ve âlime dahi, o lâm’ı ilâ mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz destgâhında dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek, güneşin cereyan-ı surîsi, alâmet olduğu ve işaret ettiği intizâmât-ı âlemi düşündürerek Sâni-i Hakîmin san’atına “Mâşaallah” ve hikmetine “Bârekâllah” diyerek secdeye kapanır.
Dipnot-1
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.
alâmet: işaret Âmentü Billâhi’l-Vahidi’l-Ehad: Allah’ın birliğine ve tekliğine iman ettim (bk. e-m-n; v-ḥ-d) avâm: halktan ilmi az olan kimse Bârekâllah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bast: genişletme bidâyet: başlangıç canib: taraf cereyân-ı surî: görünüşteki akım, dönüş Elhamdü lillâh: Allah’a hamd olsun (bk. ḥ-m-d) Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve harika üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) fehmetmek: anlamak fetih: açma feylesof: felsefeci Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hokka: mürekkeb kabı ifham etmek: anlatmak intizâmât-ı âlem: alemdeki düzenlilikler (bk. n-ẓ-m; a-l-m) Kadîr-i Kayyûm: sonsuz kudret sahibi olan, herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan ve dilediği gibi onları idare eden Allah (bk. ḳ-d-r; ḳ-v-m) kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r) küre: dünya Mâaşallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış mahall-i karar: karar yeri manzume-i şemsiye: güneş sistemi (bk. n-ẓ-m) mekik: dokuma âleti mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menfaattar: faydalı, yararlı mensucat-ı Rabbâniye: Allah’ın adeta nakış nakış dokuduğu san’at eseri varlıklar (bk. r-b-b)
menşe: kaynak, esas mümteziç: birleşik, karışık müteharrik: hareketli nisbeten: bir dereceye kadar (bk. n-s-b) sair: diğer Sâni-i Hakîm: herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m) secde: yere kapanma semâ: gök (bk. s-m-v) seyir: gezme seyyare: gezegen suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) tasavvur: düşünme, zihinde tasarlama (bk. ṣ-v-r) teşkil etmek: meydana getirmek vüs’at-i hikmet: hikmet genişliği (bk. ḥ-k-m) ziya: ışık ziynetli: süslü (bk. z-y-n)
Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa, lâm’ı fî mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zemberekvâri bir cereyanla manzumesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâyı halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline karşı kemâl-i hayret ve istihsanla “El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh” der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’âniyeye girer.
Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm’ı, hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyareleri güneşle bağlamış; ve o cazibeyle muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o cazibeyi tevlit için, güneşin kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebep etmiş. Demek,
yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlit eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kur’ân’ın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdü lillâh, Kur’ân’dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam” der.
Ve şairâne bir fikir ve kalb sahibine, şu lâm’dan ve istikrar’dan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nuranî bir ağaçtır, seyyareler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczup bir serzâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risalede şu mânâya dair şöyle demiştim:
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.
Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.
âdet-i İlâhiye: İlâhî kanun (bk. e-l-h) cazibe: çekim cazibe-i umumiye: genel çekim cereyan: hareket, akım cezbe: çekim cezbeli: Allah sevgisiyle kendinden geçer bir hale gelme daire-i hikmet: hikmet dairesi (bk. ḥ-k-m) El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh: büyüklük ve kudret Allah’ındır (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) Elhamdü lillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) emr-i İlâhi: Allah’ın emri (bk. e-l-h) esbab-ı zahiriye: görünürdeki sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r) fehm: anlayış feylesof: felsefeci feza: uzay hakîm: hikmet sahibi, âlim (bk. ḥ-k-m) halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) halka-i zikr: zikir halkası hararet: sıcaklık hikmet: ilim, yüksek bilgi, fen bilgisi (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın yüksek bilgisi (bk. ḥ-k-m) hilâf: ters, zıt ifham etmek: anlatmak illet: esas sebep, maksat istikrar: yerleşme, karar kılma kanun-u İlâhî: İlâhî kanun (bk. e-l-h) kanun-u Rabbânî: Allah’ın koyduğu kanun (bk. r-b-b) kemâl-i hayret ve istihsan: tam bir hayret ve beğenme (bk. k-m-l; ḥ-s-n) kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi manzume: sistem (bk. n-ẓ-m) meczup: kendinden geçmiş, cezbeye kapılan, çekilen meyvedar: meyveli mihver: eksen muhtelif: çeşitli muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müstekar: karar kılınan yer müteharrik: hareketli nam: ad nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) nuranî: nurlu, aydınlık, parlak (bk. n-v-r) saat-i kübrâ: çok büyük saat (bk. k-b-r)
Sâni-i Hakîm: herşeyi san’at ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m) Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atla yapan haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) serzâkir: zikredenlerin başı seyyar: gezen, dolaşan seyyare: gezegen sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n) sükût: sessiz kalma şairâne: şair gibi şems: güneş tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) tahrik etmek: harekete geçirmek tanzim etmek: düzenlemek (bk. n-ẓ-m) tevlit: doğurma zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r) zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r) zarfiyet: kelimenin zarf olması, mekan ve zaman bildirmesi hâli zemberekvâri: bir mekanizmanın güç merkezi gibi
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Dördüncü Dal.
Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. – Cumartesi Dersleri 24. 4. 1.
Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız birtek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz, onların ibadetlerinin tenevvüünün bir nev’ini, bir temsille beyan ederiz.
Meselâ,
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 2
azîm bir mâlikü’l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zat dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimal eder.
Birinci nevi: Onun memlük ve köleleridir. Bu nev’in ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar, seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet lâtif bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar, o mukaddes seyyidlerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o seyyidin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar; ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.
İkinci kısım ki, bazı âmi hizmetkârlardır. Bilmiyorlar, niçin işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan onları istimal ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit küllî gayeler, âli maslahatlar terettüp ediyor. Hattâ bazıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur.
Dipnot-1
“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder. Birçoğu da vardır ki, onlar üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, ona ikramda bulunup şerefli hâle getirecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar.” Hacc Sûresi, 22:18. (Bu âyet secde âyetidir.)
âli: yüksek, yüce amel: iş, fiil amele: işçiler âmi: basit, sıradan Arş: göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş) azîm: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) bina etmek: yapmak Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cevher: asıl, öz cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) esmâ: isimler (bk. s-m-v) ferş: yer hamd: şükür ve övgü (bk. ḥ-m-d) hizmetkâr: hizmetç iibadet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d) iktifa etme: yetinme
intisap: bağlanma, mensup olma (bk. n-s-b) istihdam: çalıştırma istimal: kullanma küllî: çok, büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mâlik-i zîşan: şanlı ve şerefli sahip (bk. m-l-k; ẕî) mâlikü’l-mülk: bütün mülkün sahibi (bk. m-l-k) maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medh: övgü memluk: köle (bk. m-l-k) mukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmış (bk. ḳ-d-s)
nam: ad, şan nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nev’: tür, çeşit semek: balık şevk: çok arzu, şiddetli istek seyyarat: gezegenler seyyid: efendi tasrih etmek: açık şekilde bildirmek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tenevvü: çeşitlilik terettüp: gerekme tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tevehhüm: olmayan birşeyi varsaymak vasıf: sıfat, nitelik (bk. v-ṣ-f) zerre: atom ziyade etmek: artırmak, çoğaltmak
Üçüncü kısım: O mâlikü’l-mülkün bir kısım hayvânâtı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına muvafık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü, bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidat, fiil ve amel suretine girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir. Ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i mâneviyedir; onunla iktifa ederler.
Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve niçin işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sair ameleler niçin işliyorlar ve o mâlikü’l-mülkün maksadı nedir, niçin işlettiriyor? İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var.
Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü’l-Âlemîn—değil ihtiyaç için, çünkü herşeyin Hâlıkı Odur; belki izzet ve azamet ve rububiyetin şuûnâtı gibi bazı hikmetler için—şu kâinat sarayında, şu daire-i esbab içinde, hem melâikeyi, hem hayvânâtı, hem cemâdat ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor, onlara ibadet ettiriyor. Şu dört nev’i, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir.
Birinci kısım: Temsilde memlüklere misal melâikelerdir. Melâikeler ise, onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibadetlerinde derecatlarına göre tefeyyüzleri var. Demek, o hizmetkârlarının mükâfatı, hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) amel: iş, fiil amele: işçiler arz: yer, dünya azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m) Bâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyin yapıcısı olan Allah (bk. ẕü; c-m-l) bilkuvve: potansiyel olarak cemâdat: cansız varlıklar daire-i esbab: sebepler dairesi (bk. s-b-b) derecat: dereceler envar: nurlar (bk. n-v-r) Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hamd: şükür ve övgü (bk. ḥ-m-d) hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikmet: gaye, fayda (bk. ḥ-k-m) ibadet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d) iktifa etme: yetinme inbisat: genişleme, yayılma istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) istihdam: çalıştırma izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) lezzet-i mâneviye: manevi lezzet (bk. a-n-y)
mâ: sumaksat: istek (bk. ḳ-ṣ-d) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mâlikü’l-mülk: bütün mülkün sahibi (bk. m-l-k) marifet: Allah’ı tanıma, bilme (bk. a-r-f) melâike: melekler (bk. m-l-k) memlük: köle (bk. m-l-k) misal: örnek (bk. m-s̱-l) muayyen: belirlenmiş mücahede: mücadele (bk. c-h-d) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) mükâfat: ödül mükellef: yükümlü muvafık: uygun nebâtât: bitkiler nefs-i amel: işin kendisi (bk. n-f-s) nefs-i ibadet: ibâdetin kendisi (bk. n-f-s; a-b-d) nev’: çeşit, tür nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) Rabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m) riyaset: başkanlık rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer semâvat: gökler (bk. s-m-v) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnât: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n) tagaddî: gıdalanma, beslenme tefeyyüz: feyizlenme (bk. f-y-ḍ)telezzüz: lezzetlenme temsil: örnek teneffüs: nefes alma, soluklanma terakkiyat: ilerleme, yükselme tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) vezâif-i ubûdiyet: kulluk görevleri (bk. a-b-d) zevk-i mahsusa: özel zevk zikir: Allah’ı anma ziya: ışık
Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever.
Hem melekler, Mâbudlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesabıyla işledikleri amellerde ve Onun namıyla ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütalâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena’umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.
Meleklerin bir kısmı âbiddirler. Diğer bir kısmının ubûdiyetleri, ameldedir. Melâike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir, tabir caizse bir nevi çobanlık ederler. Bir nev’i de çiftçilik ederler.
Yani rû-yi zemin umumî bir mezraadır. İçindeki bütün hayvânâtın taifelerine, Hâlık-ı Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük, herbir nevi hayvânâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.
Hem de rû-yi zemin bir tarladır; umum nebâtat onun içinde ekilir. Umumuna, Cenâb-ı Hakkın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenâb-ı Hakka ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikail aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabehetleri yoktur. Çünkü onların nezaretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesabıyladır ve Onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız Rububiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o
âbid: ibadet eden (bk. a-b-d) akl-ı beşer: insan aklı Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) amel: iş, fiil cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) ervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar (bk. r-v-h) evâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hamele: taşıyıcılar havl: güç hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) Hazret-i Mikâil: (bk. bilgiler) ilham etmek: kalb yoluyla bildirmek intisab: bağlanma, mensup olma (bk. n-s-b) kâfi: yeterli kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) Mâbud: Kendisine ibadet edilen Allah (bk. a-b-d) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahsus: has, özel melâike-i arziye: dünyadaki işlerle meşgul olan melekler (bk. m-l-k)
melek-i müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli melek (bk. m-l-k; v-k-l) melekût: varlığın iç yüzü, hakikati (bk. m-l-k) mesabe: derece mezraa: tarla müekkel: vazifeli, görevli (bk. v-k-l) mülk: varlığın dış yüzü, maddî âlem (bk. m-l-k) müşabehet: benzeyiş müşahede: gözlemleme (bk. ş-h-d) mütalâa: etraflıca inceleyip düşünme nam: ad, şan nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nâzır: bakan, gözetici (bk. n-ẓ-r) nebâtat: bitkiler nevi: tür, çeşit nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) rahmet: şefkat, merhamet, ihsan (bk. r-ḥ-m) râyiha-i tayyibe: güzel, hoş koku revâyih-i tayyibe: temiz ve güzel kokular rezzâkiyet arşı: rızık vericilik makamı (bk. r-z-ḳ; a-r-ş) rû-yi zemin: yeryüzü Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
saadet-i azîme: büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m) taife: topluluk taife-i mahsusa: özel topluluk tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y) tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye: Allah’ın güzellik ve yücelik sıfatlarının yansımaları (bk. c-l-y; c-m-l; c-l-l) tena’um: nimetlenme (bk. n-a-m) tenezzüh: ferahlama, rahatlama (bk. n-z-h) tesbih: Allah’ı yüce şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) umum: bütün umumî: genel
nev’in ef’âl-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezaretleri, onların tesbihat-ı mâneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisanıyla ilân etmek, hem onlara verilen cihâzâtı hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir.
Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-ü ihtiyarîleriyle bir nevi kisbdir. Belki bir nevi ubûdiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikîleri yoktur. Çünkü herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek melâikelerin şu nevi amelleri ise onların ibadetidir; insan gibi âdetleri değildir.
âdet: alışkanlık amel: iş, fiil amele: işçiler bahis: konu cihâzât: donanım, cihazlar cüz-ü ihtiyarî: çok az irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r) ef’âl-i ihtiyariye: iradeyle yapılan davranışlar, fiiller (bk. f-a-l; ḫ-y-r) Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve eşsiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) hakikat: gerçek (bk.ḥ-ḳ-ḳ) hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ) Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatib-i Rabbânî: Allah’ın bir hutbecisi, Onun adına koşan (bk. ḫ-ṭ-b; r-b-b) hayvânat: hayvanlar hüsn-ü istimal: güzel ve iyi kullanma (bk. ḥ-s-n)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ilân-ı sürur: sevincin duyurulması iştiha: iştah, fazla arzu ve istek istihdam etmek: çalıştırmak istimal etmek: kullanmak kabile: topluluk kerîm: cömertlik ve ikram sahibi (bk. k-r-m) kisb: kazanma, edinme lisan: dil livechillah: Allah için Mâlikü’l-Mülki Zü’l-Celâli ve’l-İkram: bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet ve ikram sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l; k-r-m) maruf: bilinen, tanınan (bk. a-r-f) melâike: melekler (bk. m-l-k) memur: görevli münasebât-ı şedide: kuvvetli bağlantılar (bk. n-s-b) muvazzaf: vazifeli, görevl inam: ad nebâtât: bitkiler nefis: kendisi; maddî lezzetlere düşkün olan güç (bk. n-f-s) nev’: çeşit, tür nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) Rahmân: sonsuz rahmet sahibi olan ve merhametin eserleri bütün varlıkları kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m)
Rezzâk-ı Kerîm: bütün yaratılmışların rızıklarını veren ve pek büyük ikram sahibi olan Allah (bk. r-z-ḳ; k-r-m) şairâne: şairce, şair gibi saray-ı kâinat: kâinat sarayı (bk. k-v-n) sikke: varlıkların Allah’a ait olduklarını gösteren üstlerindeki mühür, damga tahiyyât-ı mâneviye: mânevi selâm ve dualar (bk. ḥ-y-y; a-n-y) taife: topluluk takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m) tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tasarruf-u hakikî: gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f; ḥ-ḳ-ḳ) tesbihat-ı mâneviye: sözle değil de mânâ ile yapılan tesbihat (bk. s-b-ḥ; a-n-y) tevcih etmek: yöneltmek ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d) zemin: yeryüzü zımn: iç
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, mâkesi; hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı; ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı; ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz İkinci Dal.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
İKİNCİ DAL
Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.
Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m) burhan: kesin delil Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r) efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r) elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar, gizli gerçekler evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l) istiâne: yardım isteme istiâze: Allah’a sığınma ittifak: birleşme, birlik kat’î: kesin kâtib: yazıcı (bk. k-t-b) keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f) lisan: dil mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medâr-ı fahr: övünç vesilesi medet: yardım mes’uliyet: sorumluluk meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d) muavenet: yardım muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mükellef: yükümlü
mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k) münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v) müptelâ: bağımlı, tutulmuş müracaat: başvurma mütenakız: birbirine zıt, çelişen muvaffakiyet: başarı nam: adnev-i insan: insanlık nisbet: bağ (bk. n-s-b) şer: kötülük şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) talep: isteme (bk. ṭ-l-b) tazammun eden: içine alan tehalüf: birbirine zıt olma telâkki: kabul etme terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n) zâbit: subay zikretmek: anmak
İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.
Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:
İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) asliyet: asıl oluş berzah: geçit çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v) cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e) derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e) erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n) erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r) hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m) ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r) iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) itibarıyla: özelliğiyle kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l) keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f) külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s) mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medar: dayanak, eksen
menşe: kaynak mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m) meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l) muhtelif: çeşitli müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d) mütefavit: farklı reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) server: reis, baş şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tafsilât: ayrıntılar taharrî: araştırma tebaiyet: tabi olma, uyma tenevvü: çeşitlenme tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler vâzıh: açık, âşikâr zılliyet: gölge tarzında tecellî
başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.
Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.
Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. HAŞİYE-1
İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.
Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.
İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.
Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.
Birincisi üç tarzdadır:
Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.
Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.
Haşiye-1
Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.
âsâr: eserler cihazat: organlar, duyular cismanî: maddi yapısı olan cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e) ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) enâniyet: benlik, gurur esrar: sırlar fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) farz etmek: varsaymak hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m) hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m) icra etmek: yerine getirmek ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ) in’ikâs: yansıma işârât: işaretler istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) istidlâl: delil getirme, akıl yürütme istimâl: kullanma iştiyak: çok arzu ve istek kamer: ay Katre: damla kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) marifet: bilgi (bk. a-r-f) misal: örnek (bk. m-s̱-l) mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nev’: tür
Reşha: sızıntı sa’y: çalışma safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y) seyyare: gezegen sır: gizem, gizli gerçek sülûk: yol alma suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) taife: grup, topluluk tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) terakkiyât: ilerlemeler teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m) tezkiye: temize çıkarma ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) Zühre: çiçek
Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.
Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.
İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.
Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.
İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:
Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.
İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.
İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde
âsâr: eserler âyine: ayna berzah: geçit bil’asale: bizzat cevv-i hava: hava boşluğu cihet: yön cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) evvelki: önceki Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hicap: perde hususî: özel ifade: faydalandırma ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması kamer: ay Katre: damla kavl: söz küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l) mahdut: sınırlı mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) mezkûr: sözü geçen mukabil: karşı mukayyet: kayıtlı mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nebâtât: bitkiler neş’et etme: doğma, ortaya çıkma nev’: tür, çeşit nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) Reşha: sızıntı safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
şahsiyet: kişilik, yapı şems: güneş seyyarat: gezegenler seyyare: gezegen suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e) tahrik: harekete geçirme tarik: yol tarz: şekil, biçim tavassut: vasıta olma, aracılık etme tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) teveccüh: yönelme timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) umum: bütün velâyet: velîlik (bk. v-l-y) zerre: atom ziya: ışık Zühre: çiçek
gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.
İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.
İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.
Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.
Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.
Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?
İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet
âsâr: eserler âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ) âzâ: organlar Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esbab: sebepler (bk. s-b-b) Eski Said: (bk. bilgiler) farz etmek: varsaymak feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) feylesof: filozof, felsefeci hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ) hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n) ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) kâfi: yeterli kamer: ay Katre: damla kesafet peyda etmek: katılaşmak kurbiyet: yakınlık maddiyât: maddi şeyler mukayyed: kayıtlı müsademe: çarpışma nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) perestiş: taparcasına sevme Reşha: sızıntı safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y) şems: güneş şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d) şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n) şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r) şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r) telâkki: kabul etme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b) tevaggul: dalma, derinliğine girme teveccüh: yönelme tezyin: süsleme (bk. z-y-n) timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l) Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m) ziya: ışık ziya-yı şems: güneşin ışığı ziynetli: süslü (bk. z-y-n) zıll: gölge Zühre: çiçek
ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.
Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.
Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.
aks: yansıma âyine: ayna âyinedarlık: aynalık berzah: geçit beyhude: boşuna cazibe: çekim gücü celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ) dehşet: korku, ürkme ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ) feylesof: filozof, felsefeci firak: ayrılık (bk. f-r-k) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) hususiyet: özellik iftihar: övünme inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış inkisar: kırılma istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) iz’âcât: rahatsız etmeler kalb-i insanî: insan kalbi kamer: ay
Katre: damla Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r) Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kesafet: yoğunluk, katılık kesif: yoğun, katı lâkin: ama, fakat lem’a: parıltı mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muvaffak: başarılı nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s) neş’et etmek: doğmak Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) sa’y: çalışma şems: güneş Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
sülûk etmek: yol almak suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) telezzüz: lezzetlenme terakki: yükselme, ilerleme teveccüh: yönelme vahşet: ürküntü, korku yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n) ye’s: ümitsizlik zât: kendi, öz ziya: ışık Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l) zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)
Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.
Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.
İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.
İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,
akis: yansıma âsâr: işler âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri âyine: ayna âyinedar: ayna olma ayn-ı şems: güneşin kendisi aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n) berzah: geçit cazibe: çekim gücü çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) enâniyet: benlik evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) half: arka hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ) hararet: sıcaklık, ısı haşmet: ihtişam, görkem hicap: örtü, perde hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m) hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iz’an: kesin şekilde inanma Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) kamer: ay kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) madde-i kesife: yoğun, katı madde mahsus: özel, has mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d) mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y) müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluk nâr-ı aşk: aşk ateşi nesc etmek: dokumak nevi: tür, çeşit nur: aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l) safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y) saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şems: güneş şua: ışık, parıltı tafsilât: ayrıntı tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ) tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ) tebahhur: buharlaşma temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l) tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde ülfet: alışkanlık ünsiyet: alışkanlık, âşinalık veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)ziya: ışık
haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.
İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.
Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.
Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.
a’mâl: ameller, işler âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f) derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m) ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) enâniyet: benlik, gurur erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l) fevkinde: üstünde hadd: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m) haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m) hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d) icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l) ihsas: hissettirme iktifa: yetinme iktiza: bir şeyin gereği inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) iptidaî: ilkel İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma kavî: kuvvetli kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r) marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f) mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevzu: uydurma hadis nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) tafsil: ayrıntı tafsilât: ayrıntılar takat: güç, kuvvet tefavüt etmek: farklılık göstermek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) vukuat: olaylar zikretmek: bildirmek, hatırlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l- Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l- Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Onuncu Lem’a.
Şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l- Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l- Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. – Cumartesi Dersleri 22. 23.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
ONUNCU LEM’A
Tecellî-i cemâliyeyi gösteren hayat nasıl bir burhan-ı ehadiyettir, belki bir çeşit tecellî-i vahdettir. Tecellî-i celâli izhar eden memat dahi bir burhan-ı vâhidiyettir.
Evet, meselâ,
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1
nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmi şeffâfâtı, güneşin aksini ve ışığını göstermek suretiyle güneşe şehadet ettikleri gibi; o katarâtın ve şeffâfâtın gurubuyla, gitmeleriyle beraber, arkalarından yeni gelen katarat taifeleri ve şeffâfat kabileleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellîsi ve noksansız istimrarı kat’iyen şehadet eder ki, sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misalî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar bir bâki, daimî, âli, tecellîsi zevâlsiz birtek güneşin cilveleridir. Demek o parlayan kataratlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi; guruplarıyla, zevâlleriyle güneşin bekàsını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar.
Aynen öyle de, şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l-Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.
adem: yokluk akis: yansıma âli: yüce, yüksek bâki: sürekli, kalıcı (bk. b-ḳ-y) bekà: devamlılık (bk. b-ḳ-y) burhan-ı ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görünen birlik delili (bk. v-ḥ-d) burhan-ı vâhidiyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan birlik delili (bk. v-ḥ-d) Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cilve: yansıma (bk. c-l-y) daimî: devamlı ehadiyet: birlik (bk. v-ḥ-d) esbab: sebepler (bk. s-b-b) eşya: şeyler, varlıklar ezeliyet: varlığının başlangıcı olmaması, sonsuzluk (bk. e-z-l) fevkalâde: olağanüstü gurub: batma hadsiz: sınırsız haşmet: göz kamaştırıcı büyüklük, görkem
imtinâ: imkansızlık in’idâm: yok olma isnad edilmek: dayandırılmak (bk. s-n-d) istimrar: devamlılık izhar eden: gösteren (bk. ẓ-h-r) kabile: topluluk kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kat’iyen: kesinlikle katarât: damlalar mebzûliyet: bolluk memat: ölüm (bk. m-v-t) mevcudat-ı seyyâle: devamlı akıp giden varlıklar (bk. v-c-d) mütelemmi: parıldayan nev’: tür şeffâfât: şeffaf şeyler sermediyet: daimîlik, süreklilik sikke-i vahdet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d) suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak suubet: zorluk suubet peydâ etmek: zorluk kazanmak taife: topluluk, grup tecellî: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)
tecellî-i celâli: büyüklük ve haşmetin yansıması (bk. c-l-y; c-l-l) tecellî-i cemâl: güzelliğin yansıması (bk. c-l-y; c-m-l) tecellî-i vahdet: Allah’ın birlik tecellisi (bk. c-l-y; v-ḥ-d) Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d) Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kaplayan ve herbir şeyde görülen Allah (bk. v-ḥ-d) velhasıl: kısacası vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d) vücud: varlık (bk. v-c-d) zemin: yer zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l) zevâlsiz: batmayan (bk. z-v-l) zuhur: meydana çıkma (bk. ẓ-h-r)
Evet, gece-gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurup ve ufûl içinde teceddüd eden ve tazelenen masnûât-ı cemile, mevcudat-ı lâtife, elbette bir âli ve sermedî ve dâimü’t-tecellî bir Cemâl Sahibinin vücud ve bekà ve vahdetini gösterdikleri gibi; o masnuat, esbab-ı zahiriye-i süfliyeleriyle beraber zevâl bulup ölmeleri, o esbabın hiçliğini ve bir perdeolduğunu gösteriyorlar. Şu hal kat’iyen ispat eder ki, şu san’atlar, şu nakışlar, şu cilveler, bütün esmâsı kudsiye ve cemîle olan bir Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin tazelenen san’atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.
Elhâsıl: Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair âyât-ı tekvîniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zât-ı Zülcelâlin bütün evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehadet eder ve kusursuz ve noksansız kemâl-i Zâtîsini ispat ederler. Çünkü, bedihîdir ki:
· Bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder.
· Fiilin kemâli ise, ismin kemâline,
· ve ismin kemâli, sıfatın kemâline,
· ve sıfatın kemâli, şe’n-i zâtînin kemâline,
· ve şe’nin kemâli, o zât-ı zîşuûnun kemâline, hadsen ve zarureten ve bedâheten delâlet eder.
Meselâ, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’âlinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’âlin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esmâ ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o san’at ve sıfatların mükemmeliyeti, o
âli: yüce, yüksek âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait âyetler, deliller (bk. k-v-n) âyine: ayna bedâheten: ap açık bir şekilde bedihî: açık, aşikâr bekà: süreklilik, kalıcılık (bk. b-ḳ-y) Cemâl Sahibi: sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah (bk. c-m-l) cemîle: çok güzel (bk. c-m-l) cilve: yansıma, görünme (bk. c-l-y) dâimü’t-tecellî: sürekli tecellî eden (bk. c-l-y) delâlet: işaret etme, delil olma devir: çağ ef’âl: fiiller (bk. f-a-l) elhâsıl: özetle, sonuç olarak esbab: sebepler (bk. s-b-b) esbab-ı zahiriye-i süfliye: görünürdeki alçak ve bayağı sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r) esmâ: isimler (bk. s-m-v) evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliye: Cenâb-ı Allah’ın mükemmel, güzel ve haşmetli vasıfları, sıfatları (bk. v-ṣ-f; k-m-l; c-m-l; c-l-l)
fâil: işi yapan (bk. f-a-l) gurup: batma hadsen: sezgiyle (bk. ḥ-d-s̱) hatem: mühür, damga hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kasr: saray, köşk kat’iyen: kesinlikle kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâl-i Zâtî: Allah’ın zâtının mükemmelliği, kusursuzluğu (bk. k-m-l) kitab-ı kebir-i kâinat: büyük kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-b-r; k-v-n) kudsiye: kutsal, kusursuz ve yüce (bk. ḳ-d-s) masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) masnûât-ı cemile: güzel sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a; c-m-l) mebde’: başlangıç menşe: kaynak mevcudat-ı lâtife: çok hoş ve güzel varlıklar (bk. v-c-d; l-ṭ-f) nakış: işleme (bk. n-ḳ-ş) nukuş: işlemeler (bk. n-ḳ-ş) şe’n: istidat ve kabiliyet; mimarlık, marangozluk ve ressamlık gibi (bk. ş-e-n)
şe’n-i zâtî: zâtında olan istidat ve kabiliyet (bk. ş-e-n) şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) sermedî: daimi, sürekli sikke: mühür, işaret sıfat: özellik, vasıf (bk. v-ṣ-f) taharrük: hareket etme tahavvül: değişme teceddüd etme: yenilenme tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n) ufûl: batma vahdet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) vücud: varlık (bk. v-c-d) zarureten: zorunlu olarak Zât-ı Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve haşmet ve sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l) zât-ı zîşuûn: zâtî özellik ve niteliklere sahip olan zât (bk. ẕî; ş-e-n) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zevâl bulma: gelip geçme (bk. z-v-l)
san’at sahibinin “şuûn-u zâtiye” denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuûn ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü, aynen öyle de:
Şu kusursuz, fütursuz,
هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ 1
sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise, bilmüşahede, bir Müessir-i Zi’l-iktidarın kemâl-i ef’âline delâlet eder. O kemâl-i ef’âl ise, bilbedâhe, o Fâil-i Zülcelâlin kemâl-i esmâsına delâlet eder. O kemâl-i esma ise, bizzarure, o esmânın Müsemmâ-i Zülcemâlinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn, o Mevsûf-u Zülkemâlin kemâl-i şuûnuna delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i şuûn ise, bihakkılyakîn, o zîşuûnun kemâl-i Zâtına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün envâ-ı kemâlât, Onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zâif suretinde bir Zât-ı Zülkemâlin âyât-ı kemâli ve rumûz-u celâli ve işârât-ı cemâli olduğunu gösterir.
Dipnot-1
“En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi, 67:3.
âlem-i İslâmiyet: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) âsâr-ı meşhude-i âlem: âlemdeki görünen eserler (bk. ş-h-d; a-l-m) âyât-ı kemâl: mükemmelliğin delilleri (bk. k-m-l) âyet-i kübrâ: en büyük delil (bk. k-b-r) bedr-i münevver: parlak dolunay (bk. n-v-r) bihakkılyakîn: yaşamış gibi birşeyi kesin olarak bilme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) bilbedâhe: açık bir şekilde bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) bilyakîn: kesinlikle (bk. y-ḳ-n) bizzarure: zorunlu olarak delâlet: işaret etme, delil olma dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısı (bk. s-l-ṭ) envâ-ı kemâlât: mükemmelliklerin türleri, çeşitleri (bk. k-m-l) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Fâil-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, Allah (bk. f-a-l; ẕü; c-l-l) fütursuz: usanmadan işârât-ı cemâl: sonsuz güzelliğin işaretleri (bk. c-m-l) ism-i âzam: en büyük isim (bk. s-m-v; a-z-m) istidad-ı zâtiye: zâtındaki istidat, kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i ef’âl: fiillerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; f-a-l) kemâl-i esmâ: isimlerin mükemmelliği (bk. k-m-l; s-m-v) kemâl-i sıfat: sıfatların mükemmelliği (bk. k-m-l; v-ṣ-f) kemâl-i şuûn: zâtî niteliklerin mükemmelliği; yaratıcılık ve rızık vericilik gibi Cenâb-ı Hakkın Zâtında bulunan kutsal özelliklerin mükemmelliği (bk. k-m-l; ş-e-n) kemâl-i Zât: Zâtın kemâli, mükemmelliği (bk. k-m-l) keşşâf-ı zîhikmet: hikmet sahibi keşfedici (bk. k-ş-f; ẕî; ḥ-k-m) kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r) Kur’ân-ı Kebir: büyük Kur’an (bk. k-b-r) mahiyet-i zâtiye: zâtının niteliği, özelliği mazhar: ayna olma (bk. ẓ-h-r) mevcudat-ı muntazama-i kâinat: kâinattaki düzenli varlıklar (bk. v-c-d; n-ẓ-m; k-v-n) Mevsûf-u Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah (bk. v-ṣ-f; ẕü; k-m-l) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) Müessir-i Zi’l-iktidar: güç ve iktidar sahibi Yaratıcı (bk. ẕî; ḳ-d-r)
münevver: nurlu (bk. n-v-r) Müsemmâ-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah (bk. s-m-v; ẕü; c-m-l) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; e-l-h) rumûz-u celâl: sonsuz haşmet ve görkemin işaretleri (bk. c-l-l) saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m) şecere-i kâinat: kâinat ağacı (bk. k-v-n) şehâdet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şuûn ve kabiliyet-i zâtiye: zâti nitelikler; istidatlar ve kabiliyetler (bk. ş-e-n) şuûn-u zâtiye: zâtî nitelikler, özellikler (bk. ş-e-n) tılsım-ı kâinat: kâinatın tılsımı, gizemi (bk. k-v-n) Zât-ı Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; k-m-l) zîşuûn: şuûn sahibi zıll-i zâif: zayıf gölge
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime ONUNCU LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu san’atlı meyveler Vâhid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verseydik birtek narı yiyemezdik. – Cumartesi Dersleri 22. 22.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Sekizinci Lem’a.
Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. – Cumartesi Dersleri 22. 21.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
SEKİZİNCİ LEM’A
Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Öyle de, şu anâsır denilen mezraa-i masnuat, vâhidiyet ve besâtetle beraber külliyet ve ihâtaları; ve şu mahlûkat denilen semerât-ı rahmet ve mu’cizât-ı kudret ve kelâmât-ı hikmet olan nebatat ve hayvanat, mümaselet ve müşabehetleriyle beraber çok yerlerde intişarı, her tarafta bulunup tavattunları, tek bir Sâni-i Mu’ciznümânın taht-ı tasarrufunda olduklarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, güya herbir çiçek, herbir semere, herbir hayvan, o Sâniin birer sikkesidir, birer hâtemidir, birer turrasıdır. Her nerede bulunsa, lisan-ı hâliyle herbirisi der ki: “Ben kimin sikkesiyim; bu yer dahi Onun masnuudur. Ben kimin hâtemiyim; bu mekân dahi Onun mektubudur. Ben kimin turrasıyım; bu vatanım dahi onun mensucudur.”
Demek, en ednâ bir mahlûka rububiyet, bütün anâsırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur. Ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek, bütün hayvânâtı, nebâtâtı, masnûâtı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu, kör olmayan görür.
Evet, herbir fert, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanıyla der: “Kim bütün nev’ime mâlik ise, bana mâlik olabilir. Yoksa, yok.” Her nevi, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.”
Arz, sair seyyârât ile bir güneşe irtibatı ve semâvât ile tesânüdü lisanıyla der: “Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik O olabilir. Yoksa, yok.”
anâsır: unsurlar, elementler arz: yeryüzü, dünya besâtet: basitlik, sâdelik delâlet: işaret etme, delil olma ednâ: en basit, en küçük efrad: fertler (bk. f-r-d) has: özel hatem: mühür, damga hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) iâne-i gaybiye: görünmeyen âlemden gelen yardım (bk. ğ-y-b) ihâta: kuşatma, kapsama intişar: yayılma irtibat: bağ kabza-i rububiyet: rububiyet eli (bk. r-b-b) kabza-i tasarruf: tasarrufu altında bulundurma (bk. ṣ-r-f) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kelâmât-ı hikmet: hikmet kelimeleri, sözleri (bk. k-l-m; ḥ-k-m) külliyet: genellik, kapsamlılık (bk. k-l-l) lisan-ı hâl: hâl ve beden dili mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) mahsus: özgü mâlik: sahip (bk. m-l-k) masnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)
masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mekân: yer (bk. m-k-n) mensuc: dokunmuş, örülmüş mezraa-i masnuat: san’at eseri varlıkların tarlası (bk. ṣ-n-a) misliyet: benzerlik, misliyet (bk. m-s̱-l) mu’cizât-ı kudret: kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r) Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyi şefkat ve merhametle sevk ve idare eden Allah (bk. d-b-r; r-ḥ-m; ẕü; c-m-l) mümaselet: benzerlik (bk. m-s̱-l) Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâl: herşeyi hikmetle yapan ve terbiye eden, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. r-b-b; ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) müşabehet: benzerlik mutasarrıf: tasarruf eden (bk. ṣ-r-f) nebatat: bitkilernev’: tür rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) Sâni-i Mu’ciznümâ: mu’cize gösteren ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; a-c-z) sath-ı arz: yeryüzü, dünya semâvât: gökler (bk. s-m-v) semerât-ı rahmet: rahmet meyveleri (bk. r-ḥ-m) semere: meyve seyyârât: gezegenler sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür taht-ı tasarruf: tasarrufu altında (bk. ṣ-r-f) tavattun: vatan edinme, yerleşme tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılama (bk. d-b-r) tedvir: çekip çevirme, idare etme tesânüd: dayanışma (bk. s-n-d) turra: padişah mührü, imzası vâhidiyet: birlik (bk. v-ḥ-d)
Evet, faraza zîşuur bir elmaya biri dese, “Sen benim san’atımsın”; o elma lisan-ı hâl ile ona “Sus,” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki bütün bahar sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedâyâ-yı Rahmâniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dâvâ et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.
âzâ-yı esasî: temel organlar bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cihazat: donanım cüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: ferd (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) elhasıl: özetle, sonuç olarak envâ: çeşitler, türler faraza: varsayalım ki hatem: mühür, damga hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) hedâyâ-yı Rahmâniye: çok şefkatli ve merhametli olan Allah’ın hediyeleri (bk. r-ḥ-m) hemcins: aynı cinsten olan ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y) ittihad-ı sikke: mühür birliği kanun-u vahdet: birlik kanunu (bk. ḳ-n-n; v-ḥ-d) kemiyetçe: sayıca kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) keyfiyet: nitelik, özellik külfet: güçlük küll: bütün (bk. k-l-l) küll-i âlem: âlemin bütünü (bk. k-l-l; a-l-m) küllî: fertlerden oluşan topluluk, tür, cins (bk. k-l-l)
lisan-ı hâl: hâl ve beden dili masnu: sanat eseri (bk. ṣ-n-a) meşakkat: zahmet, zorluk meşhud: görünen (bk. ş-h-d) meyvedar: meyveli muktedir: gücü yeten, güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r) münteşir: yayılmış olan müşabehet: benzeme müsâvi: eşit, denk mutasarrıf: tasarruf sahibi (bk. ṣ-r-f) muvafakat: uygunluk nefer: asker, er nevi: tür, çeşit rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) Sâni-i Vâhid: tek olan ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; v-ḥ-d) sefine: gemi semere: meyve
sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür suhulet: kolaylık suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak suhulet-i fevkalâde: olağanüstü kolaylık suhulet-i mutlaka: tam bir kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ) taaddüd-ü merkez: merkezin çokluğu techizat-ı askeriye: askerî donanım terbiye-i vâhide: tek terbiye (bk. v-ḥ-d) teşkil: oluşma tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) turra: padişah mührü, imzası vahdet: birlik, teklik (bk. v-ḥ-d) vahdet-i kalem: kalem birliği (bk. v-ḥ-d) vücub: zorunluluk (bk. v-c-b) yüsr: kolaylık zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) ziyadeleşme: fazlalaşma, artma
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime SEKİZİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Dördüncü Lem’a.
İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. – Cumartesi Dersleri 22. 16.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
DÖRDÜNCÜ LEM’A
Bak, şu semâvâtın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et. Göreceksin ki, herbiri üstünde Şems-i Ezelînin taklit kabul etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir ikisini gördük. İhyâ üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin mânâları fehme yakınlaştırdığından, bir temsille şu hakikati göstereceğiz.
Meselâ, güneş, seyyarelerden tut, tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve karın parlak zerreciklerine kadar, şu güneşin cilve-i misaliyesinden ve in’ikâsından bir turrası ve güneşe mahsus bir eser-i nuranîsi görünüyor. Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, güneşin cilve-i in’ikâsı ve tecellî-i aksi olduğunu kabul etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte, tabiî ve hakikî bir
âlem-i kebir: büyük âlem, kâinat (bk. a-l-m; k-b-r) âsâr: eserler âyât: ayetler, deliller cilve-i in’ikâs: yansımadan ileri gelen görüntü (bk. c-l-y) cilve-i misaliye: misalî görünüm (bk. c-l-y; m-s̱-l) derc etmek: yerleştirmek eser-i nuranî: nurlu, parlak eser (bk. n-v-r) esmâ: isimler (bk. s-m-v) fehm: anlayış hâdisât-ı kevniye: yaratılışa ait hadiseler (bk. k-v-n) hadsiz: sayısız hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l) has: özel hâtem: mühür, damga hâtem-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın mührü (bk. r-b-b)
ihâta: içine alma, kuşatma ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y) in’ikâs: yansıma kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kalb-i beşer: insan kalbi katre: damla kuvve: duyu kuvve-i hâfıza-i insaniye: insandaki hafıza duygusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ) mahsus: özgü maruz: tesiri altında olan masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mevki: yer mufassal: ayrıntılı mukabil: karşılık münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h) Rabb-i Zülcelâl: sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; ẕü; c-l-l) safahât: safhalar, gelişmeler şeffaf: saydam, parlak
semâvât: gökler (bk. s-m-v) Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l) seyyare: gezegen şiddet-i zuhur: çok kuvvetli şekilde görünme (bk. ẓ-h-r) sikke: madenî para gibi şeylerin üzerine vurulan damga, mühür tabiî: kendiliğinden, doğal (bk. ṭ-b-a) tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tecellî-i aks: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) turra: mühür, nişan zemin: yer zerrecik: atom, en küçük madde parçası zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) ziya: ışık
güneşin vücudunu bil’asâle kabul etmek gibi gayet derece bir divanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir.
Öyle de, Şems-i Ezelînin tecelliyât-ı nuraniyesinden ihyâ, yani “hayat vermek” cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki, faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklit edemezler. Zira, herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelînin şuaları hükmünde olan esmâsının nokta-i mihrakiyesi suretindedir.
Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san’atı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecellî-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı Ehad-i Samede verilmediği vakit, herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra, içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcut olduğunu, belki Vâcibü’l-Vücuda mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek; adeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir ulûhiyet vermek gibi, dalâletin en eblehçesine, hurâfâtın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir. Zira, o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki, o zerre, cüz’ü olduğu zîhayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır. Belki o zîhayatın bütün nev’ine bakar gibi, o nev’in devamına yarayacak her yerde zer’ etmek ve nev’inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır. Belki o zîhayat, alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelâtını ve münasebât-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor. İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.
Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, güneşin cilve-i aksine ve in’ikâsının tecellîsine verilmezse, birtek
bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y) belâhet: aptallık bil’asâle: bizzat, doğrudan cihet: yön cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y) cüz’: parça (bk. c-z-e) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dereke: en aşağı derece divanelik: akılsızlık eblehçe: son derece aptalca elhasıl: özetle, sonuç olarak esbab: sebepler (bk. s-b-b) esmâ: isimler (bk. s-m-v) fâil-i muhtar: kendi istek ve iradesi ile iş gören (bk. f-a-l; ḫ-y-r) faraza: varsayalım ki hurafât: hurafeler, batıl inanışlar hususan: özellikle ihyâ: hayat verme, diriltme (bk. ḥ-y-y) in’ikâs: yansıma irade-i mutlaka: sınırsız irade (bk. r-v-d; ṭ-l-ḳ) Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
şua: parıltı suret: şekil (bk. ṣ-v-r) şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) tecellî: görünüm (bk. c-l-y) tecellî-i sırr-ı ehadiyet: Allah’ın birlik sırrının herbir varlıkta görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d) tecelliyât-ı nuraniye: parlak, nuranî görüntüler (bk. c-l-y; n-v-r) turra: padişahın mührü ve imzası ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h) Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d) vücud: varlık (bk. v-c-d) Zât-ı Ehad-i Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d) zer’ etmek: ekmek, dikmek zerre: atom zerrecik: atom zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zira: çünkü
güneşe mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir; muhal ender muhal bir hurafeyi kabul etmek iktiza eder. Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadîr-i Mutlaka verilmezse, birtek Allah’a mukabil, nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir.
Elhasıl, herbir zerreden, üç pencere Şems-i Ezelînin nur-u vahdâniyetine ve vücub-u vücuduna açılır.
BİRİNCİ PENCERE: Herbir zerre, bir nefer gibi nasıl ki askerî dairelerinin herbirinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; Öyle de senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i musavvire gibi deverân-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sair âsablarda, hem senin nev’inde, ilâ âhir, birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelînin eser-i sun’u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir.
İKİNCİ PENCERE: Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Herbir çiçeğe, herbir meyveye girer, işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihâzâtını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san’atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’atını bilmek lâzım gelir.
İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuâını gösteriyor. Ziyayı havaya, mâi türâba kıyas et. Zaten eşyanın asıl menşeleri şu dört maddedir. (Yeni hikmetle, müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azottur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczalarıdır.)
alay: genel olarak üç taburdan oluşan askerî topluluk âsab: damarlar bilbedâhe: apaçık bir şekilde bölük: takımlardan oluşan askerî birlik câmid: cansız cihâzât: organlar deverân-ı dem: kan dolaşımı divanelik: akılsızlık elhasıl: özetle, sonuç olarak eser-i sun’: san’at eseri (bk. ṣ-n-a) eşya: şeyler, varlıklar evride: toplardamar fırka: tümen hareke: hareket hezeyan: saçmalama hikmet: ilim ve fenler (bk. ḥ-k-m) hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’at: sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan kusursuz terzilik (bk. k-m-l; ṣ-n-a) hurafe: delile dayanmayan saçma inanış iktiza: gerektirme ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) Kadîr-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; e-z-l)
Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) kuvve-i câzibe: faydalı şeyleri çeken güç, hücrenin çekim gücü kuvve-i dâfia: zararlı şeyleri defeden güç kuvve-i musavvire: şekil verme gücü (bk. ṣ-v-r) kuvve-i müvellide: üreme duygusu mâ: su memur-u musahhar: emre itaat eden memur memur-u muvazzaf: vazifeli memur menşe: kaynak, esas mevcud: var (bk. v-c-d) muhal ender muhal: imkansızlık içinde imkansızlık mukabil: karşılık müvellidülhumuza: oksijen müvellidülmâ: hidrojen nefer: asker nev’: tür nihayetsiz: sonsuz nisbet: bağ (bk. n-s-b) nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m) nur-u tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanmaktan gelen nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d)
nur-u vahdâniyet: Allah’ın birliğini gösteren nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d) sair: başka Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l) şerâyin: atardamarlar şuâ: ışık, parıltı suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabur: dört bölükten meydana gelen askerî birlik taht-ı tedbir: yönetimi altında (bk. d-b-r) takım: en küçük askerî topluluk türâb: toprak vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d) zerrât-ı kâinat: kâinattaki, evrendeki atomlar (bk. k-v-n) zerre: atom ziya: ışık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime DÖRDÜNCÜ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “O zat o kadar parlak bir burhan-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalâlet zulümâtını dağıtmıştır.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz Birinci Makam On Birinci Burhan.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi İkinci Söz
Birinci Makam
ON BİRİNCİ BURHAN
Gel, ey arkadaş! Şimdi sana, geçmiş olan on burhan kuvvetinde kat’î bir burhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz; HAŞİYE-1 şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.
İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azîmenin bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.
İşte, bak, ne kadar parlak ve binden HAŞİYE-2 ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen de benden öğren. Bak, o zat, şu
Haşiye-1
Gemi tarihe ve cezire ise Asr-ı Saadete işarettir. Şu asrın zulümatlı sahilinde mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip, tarih ve siyer sefinesine binip, Asr-ı Saadet ceziresine ve Ceziretü’l-Arab meydanına çıkıp, Fahr-i Âlemi (a.s.m.) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki, o zat o kadar parlak bir burhan-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalâlet zulümâtını dağıtmıştır.
Haşiye-2
Bin nişan ise, ehl-i tahkik yanında bine bâliğ olan mu’cizât-ı Ahmediyedir (a.s.m.).
Asr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı bâliğ: erişen, ulaşan bekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y) burhan: güçlü delil burhan-ı tevhid: Allah’ın birliğini gösteren delil (bk. v-ḥ-d) cemiyet-i azîme: büyük topluluk, toplum (bk. c-m-a; a-z-m) cezire: yarımada Ceziretü’l-Arab: Arab yarımadası cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) ehl-i tahkik: gerçeği ilmî olarak araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esbab: sebepler (bk. s-b-b) Fahr-i Âlem: bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m) (bk. a-l-m) gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not içtima: toplanma (bk. c-m-a) ihtifal: merasim inkılâp: değişim isnad: dayandırma (bk. s-n-d) kafile: grup kat’î: kesin kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m) küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r) libas: elbise mimsiz medeniyet: “deniyet”, aşağılık mu’cizât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m) gösterdiği mu’cizeler (bk. a-c-z; ḥ-m-d)
nukuş: nakışlar (bk. n-ḳ-ş) saltanat: egemenlik, sultanlık (bk. s-l-ṭ) sefine: gemi şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) sehâvetli: cömertçe (bk. c-v-d) siyer: Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim tahavvülât: başkalaşmalar tılsım: sır, gizli gerçek zarfında: içinde zemin: yer zevâl: kaybolma, geçip gitme (bk. z-v-l) ziyade: fazla zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)
memleketin mu’ciznümâ sultanından bahsediyor. “O sultan-ı zîşan beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur.
Sen dikkat et ki, bu zâtın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahlûklar dinliyorlar; belki harikulâde suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü, uzaktan uzağa herkes, buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor; belki hayvanlar da, hattâ bak, dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser memesi gibi yapar; ondan âb-ı hayat içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i âlisinde mühim lâmba, HAŞİYE-1 onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor. Demek, bu memleket bütün mevcudatıyla onun memuriyetini tanıyor. Onu “gaybî bir zât-ı mu’ciznümânın en has ve doğru bir tercümanıdır,” bir dellâl-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evâmirinin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi, onu dinleyip itaat ediyorlar.
İşte, bu zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lâmbası, HAŞİYE-2 o zâtın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle “Evet, evet, her dediğin doğrudur” derler.
İşte, ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nuranî ve muhteşem ve pek ciddî zâtın bütün kuvvetiyle, bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir zât-ı mu’ciznümâdan ve zikrettiği evsâfından ve tebliğ ettiği evâmirinde hiçbir vech ile hilâf ve hile bulunabilir mi? Bunda hilâf-ı hakikat kabilse, şu sarayı, şu lâmbaları, şu cemaati, hem vücutlarını, hem hakikatlerini tekzip etmek lâzım gelir. Eğer haddin varsa, buna karşı itiraz parmağını uzat, gör: Nasıl parmağın burhan kuvvetiyle kırılıp senin gözüne sokulacak!
Haşiye-1
Mühim lâmba, kamerdir ki, onun işaretiyle iki parça olmuş. Yani, Mevlânâ Câmî’nin dediği gibi, “Hiç yazı yazmayan o ümmî zat, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde bir elif yazmış; bir kırkı iki elli yapmış.” Yani, şaktan evvel, kırk olan mim’e benzer; şaktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nun’a benzedi.
Haşiye-2
Büyük bir nur lâmbası, güneştir ki, arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (a.s.m.) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (r.a.) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) âb-ı kevser: Cennette bulunan Kevser ırmağının suyu arz: dünya binaen: –dayanarak burhan: güçlü delil cezire: yarımada dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısı (bk. s-l-ṭ) edâen: yerine getirerek elif: Arap alfabesinin ilk harfi emin: güvenilir (bk. e-m-n) evâmir: emirler evsâf: vasıflar, nitelikler, özellikler (bk. v-s-f) gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b) had: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikulâde: olağanüstü has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hazine-i hassa: özel hazine hilâf: aykırılık, terslik hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hilâl: ay; yay şeklinde görülen yeni ay hile: aldatma
İmam-ı Ali: (bk. bilgiler) kabil: mümkün kamer: ay keşşâf: keşfedici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f) kubbe-i âli: yüksek kubbe mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahsus: özgü memur-u mahsus: özel memur memuriyet: memurluk mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) Mevlânâ Câmî: (bk. bilgiler) mim: Arap alfabesinin yirmi dördüncü harfi mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z) muhteşem: ihtişamlı, göz kamaştırıcı nişan: alâmet, işaret nun: Arap alfabesinin yirmi beşinci harfi
nur: ışık (bk. n-v-r) nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r) nutk: konuşma sahife-i semâvî: gök sahifesi (bk. s-m-v) şak: ayrılma, bölünme şark: doğu sultan-ı zîşan: şan sahibi sultan (bk. s-l-ṭ; ẕî) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) taht-ı tasdikinde: doğrulaması ve onayı altında (bk. ṣ-d-ḳ) tasdik etmek: doğruluğunu kabul etmek, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tebliğ: bildirme, ulaştırma (bk. b-l-ğ) tekzip: yalanlama tılsım: sır, gizli gerçek ümmî: okuma yazma bilmeyen vecih: yön, şekil vücut: varlık (bk. v-c-d) zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zat (bk. a-c-z)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam, ON BİRİNCİ BURHAN, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz Birinci Makam Yedinci Burhan.
Şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. – Cumartesi Dersleri 22. 7.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi İkinci Söz
Birinci Makam
YEDİNCİ BURHAN
Ey arkadaş, gel. Şimdi bu cüz’iyâtı bırakıp, saray şeklindeki bu acip âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz.
İşte, bak: Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.
İşte, bak: Gaipten acip bir kafile HAŞİYE-1 çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak taşıyorlar. İşte, bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar.
Haşiye-1
Umum hayvanatın erzakını taşıyan nebatat ve eşcar kafileleridir.
abes: geresiz, lüzumsuz acip: şaşırtıcı, hayret verici âlem: dünya (bk. a-l-m) cüz’iyât: küçük, ferdî şeyler (bk. c-z-e) ecza: parçalar, bölümler (bk. c-z-e) erzak: rızıklar; yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ) eşcar: ağaçlar fail-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l; ḫ-y-r) fert: birey (bk. f-r-d) gaip: görünmeyen âlem (bk. ğ-y-b) has/mahsus: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihsanperverâne: bağışta bulunmayı pek sever şekilde (bk. ḥ-s-n) imdad: yardım inkılap: değişim, dönüşüm intizam: düzen (bk. n-ẓ-m) kafile: topluluk küllî: büyük, geniş (bk. k-l-l) lütûf: yardım, iyilik, bağış (bk. l-ṭ-f) mahiyet: nitelik, özellik merkep: binek mevcut: var olan (bk. v-c-d) mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z) muhal: imkânsız muhtelif: çeşitli mükrimâne: ikramlarda bulunarak (bk. k-r-m) muktedir: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r) muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m) musahhar: boyun eğmiş
müteaddit: çeşitli nebat: bitki nebatat: bitkiler nihayet: son nizâmât-ı külliye: kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenler (bk. n-ẓ-m; k-l-l) sahavetperverâne: cömertlikte bulunmaktan pek hoşlanır şekilde suret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r) tabla-i erzak: yiyecek tablası (bk. r-z-ḳ) tabla-i nimet: nimet tablası (bk. n-a-m) taife: topluluk tesadüfî: rastgele, tesadüfen tevfik-i hareket: uygun hareket umumî: genel, herkese ait ziyade: fazla
Hem de bak, bu kubbede o azîm elektrik lâmbası, HAŞİYE-1 onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor! Yalnız, pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybî tarafından birer ipe takılıp HAŞİYE-2 ona karşı tutuluyor.
Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar—nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacık HAŞİYE-3 takılmış. İki çeşme gibi, yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.
Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et; tâdât ile bitmez.
İşte, bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyle tanzim olunur. Herşey onun keremiyle muavenet eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir söz söyle!
Haşiye-1
O azîm elektrik lâmbası, güneşe işarettir.
Haşiye-2
İp ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir.
Haşiye-3
İki tulumbacık ise, validelerin memelerine işarettir.
âkıl: akıllı azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) biçare: çaresiz dest-i gaybî: görünmeyen el (bk. ğ-y-b) elhasıl: özetle, sonuç olarak emirber: emre hazır emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) eşya: şeyler, varlıklar haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihata etme: kuşatma izn-i Rabbani: Rab olan Allah’ın izni (bk. r-b-b)
kat’î: kesin kerem: ikram, iyilik (bk. k-r-m) kubbe: yarım küre; gökyüzü lâtif: şirin, hoş (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler leziz: lezzetli mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) masnuât-ı İlâhiye: İlâhî san’at eserleri (bk. ṣ-n-a; e-l-h) medet: yardım menşe: kök muavenet: yardımlaşma muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musahhar: boyun eğmiş müvellid: meydana getiren, doğurtan nahif: çelimsiz, zayıf nakş: işleme (bk. n-ḳ-ş)
nefer: asker nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) nescetme: dokuma, örme saray-ı acib: hayranlık uyandıran saray saray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) taam: yiyecek tâdât: sayma tanzim olmak: düzenlenmek (bk. n-ẓ-m) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) tekzip: yalanlama valide: ana zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) ziya: ışık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam, YEDİNCİ BURHAN, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş?” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Birinci Söz İkinci Makam Beşinci Vecih.
Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş? – Cumartesi Dersleri 21. 10.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı
BEŞİNCİ VECİH
Mesâil-i imâniyede şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani, dalâletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelânını ve tetkikatını ve bîtarafâne muhakemesini, hilâf-ı iman zanneder. İşte, telkinât-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş” der. O haller galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz-ü ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye’se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:
Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir.
acz: güçsüzlük (bk. a-c-z) amel: dinin emirlerini yerine getirme biçare: çaresiz bîtarafâne: tarafsız cevelân: dolaşma cüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) dalâlet: hak yoldan sapkınlık inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dehâlet etmek: sığınmak eda etmek: yerine getirmek emr-i küfrî: inkârla ilgili husus (bk. k-f-r) esbab: sebepler (bk. s-b-b) evlâ: daha iyi galiben: çoğunlukla hakikat-i hal: işin aslı, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halel: zarar, eksiklik harec: zorluk hilâf-ı iman: imana zıt (bk. e-m-n) ihtiyar: irade, istek, tercih (bk. ḫ-y-r) iltibas: karıştırma
Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi dalâlet değildir. Çünkü hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz-ü ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz’an öyle değiller. Bir mizana tâbidirler.
Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller. Öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şüphe, ondan tevellüt edebilir.
Hem bîtarafâne muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcip olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrur eder.
Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki, imkân-ı zâtî ise yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez.
İşte, bunun gibi, meselâ hakaik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler,
aklen: akıl bakımından bitarafâne: tarafsız bir şekilde cihet: yöncüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) gurub: batma hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik-i imâniye: iman hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-m-n) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halet: durum, hal hasım: düşman hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-ḫ-r) ihtimal-i imkânî: mümkün olma ihtimali (bk. m-k-n) ihtiyar: irade, tercih (bk. ḫ-y-r) ilm-i kelâm: kelâm ilmi (bk. a-l-m; k-l-m) iltibas: karıştırma iltizam: taraf tutma imkân-ı zâtî: bir şeyin aslında mümkün olması (bk. m-k-n)
imkân-ı zihnî: bir şeyin mümkün olabileceğini zihinde düşünmek (bk. m-k-n) insaf: merhamet ve adâlet dâiresinde hareket iz’an: kesin şekilde inanma iz’ân-ı kalbî: kalben kabul etme kaide: kural meşkûk: şüpheli mizan: ölçü (bk. v-z-n)muhakeme: değerlendirme (bk. ḥ-k-m) muhtemel: ihtimal dahilinde münâfi: aykırı, zıt müstekar: kararlı, yerleşmiş nevi: çeşit, tür şek: şüphe şıkk-ı muhalif: karşı taraf tâbi: uyma tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) takarrur: karar kılma, yerleşme taraf-ı muhalif: karşı taraf tasavvur: zihinde şekillendirme, tasarlama (bk. ṣ-v-r) tasavvur-u dalâlet: inançsızlığı zihinde şekillendirme (bk. ṣ-v-r; ḍ-l-l) tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
tasdik-i aklî: aklen doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) tefekkür: düşünme (bk. f-k-r) tefekkür-ü dalâlet: inançsızlığı düşünme (bk. f-k-r; ḍ-l-l) teklif-i dinî: dinin yükümlülükleri tereddüt: şüphede kalma tevehhüm: olmayan şeyi varmış gibi düşünme, kuruntuya kapılma tevellüt: doğma, meydana gelme tulû: doğma vâcip: zorunlu (bk. v-c-b) vehim: kuruntu, olmayan şeyi varmış gibi gösteren düşünce vekil-i fuzulî: gereksiz vekil vesvese: şüphe, kuruntu yakîn: kesinlik (bk. y-ḳ-n) yakîn-i ilmî: kesin ve sağlam bilgi (bk. y-ḳ-n; a-l-m) yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n) zaruret-i zihniye: zihnin zorunlulukları zâtı: kendisi zıddiyet: zıtlık, karşıtlık
yani, “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure, hem usulü’d-din, hem usulü’l-fıkhın kaide-i mukarreresindendir.
Eğer desen: “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’iç olan vesvese ne hikmete binaen bize belâ olmuş?”
Elcevap: İfrâta varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehâvünü def eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîme şekvâ etmeli,
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 2
demeli.
Dipnot-1
bk. Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-i İslâmiye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu 1:279.
Dipnot-2
“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.”
asl-ı vesvese: vesvesenin aslı beşer: insan binaen: –dayanarak, dolayı dâî: sebep dâr-ı imtihan: imtihan yeri def etme: ortadan kaldırma galebe çalmak: üstün gelmek Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan, sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) Hakîm-i Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m)
hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m) ifrât: aşırılık kaide-i meşhur: bilinen kural kaide-i mukarrere: kesinleşmiş kural kamçı-yı teşvik: teşvik kamçısı lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık meydan-ı müsabaka: yarış meydanı mü’min: iman etmiş (bk. e-m-n) müz’iç olan: sıkıntı veren muzır: zararlı neş’et: meydana gelme şekvâ: şikayet taharrî: araştırma, inceleme
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Derslerin içerikleri ve bilimler ile ilgili gerçekliği ve hakikatı gösteren farklı bir tefsir, farklı bir yorum. Bu yorumdan elektrik ile ilgili bir örnek grafikleislamiyet.com isimli site tarafından afiş haline getirilmiş dersdunyasi.net tarafından Poster 6 olarak hazırlanıp yayınlanmıştır. Bu bölüm Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Şuâlar isimli eserinden On Birinci Şuâ Meyve Risâlesi Altıncı Mes’ele’de yer almaktadır.
POSTER 6 – Sizin Okuduğunuz Fenlerden Her Fen, Kendi Lisan-ı Mahsusuyla Mütemadiyen Allah’tan Bahsedip Hâlıkı TanıttırıyorlarHer fen Allah’ı anlatıyor.
Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler.
Ben dedim:
Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
…
Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.
Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı—kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik mikyasıyla, bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.
acip: şaşırtıcı, hayret verici arz: dünya bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış, ne kadar hayırlı ve mübarek kılmış bedahet: ap açıklık fenn-i elektrik: elektrik bilimi fevkalâde: olağanüstü gayet: son derece hüner: beceri, ustalık iktidar: güç, kudret intizam: disiplin, düzen iştial: yanma, tutuşma kâinat: evren, yaratılan herşey kâtip: yazan, yazıcı kemâlât: faziletler, iyilikler, mükemmel özellikler kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi kudret: güç ve iktidar küre-i arz: yer küre, dünya
mânidar: anlamlı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış mecmua: kitap, dergi meşher-i âzam-ı kâinat: büyük kâinat sergisi mikyas: ölçü misafirhane-i Rahmâniye: Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya misal: örnek, benzetme mu’cizekâr: mu’cize gösteren Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah müellif: telif eden, yazan Münevvir: herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah musannif: sınıflandıran, düzenleyen
nihayetsiz: sınırsız, sonsuz nuranî: nurlu, parlak perestiş ettirmek: sevdirmek Sâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah şehr-i muhteşem: muhteşem şehir şeksiz: kuşkusuz, şüphesiz seyyar: gezen, dolaşan Sultan: hükümdâr, yönetici; Allah sûre-i Kur’âniye: Kur’ân’ın sûresi takdisat: kutsamalar, Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutmalar tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma teyid etmek: desteklemek ulvî: yüce, yüksek zemin: yer ziyade: çok, fazla