Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“On İki Lem’ayı birden elinde tut; binler elektrik kuvvetinde bir sirac-ı hakikat bularak, Arş-ı Âzamdan uzatılıp gelen âyât-ı Kur’âniyeye yapış; burâk-ı tevfike bin, semâvât-ı hakaikte urûc et, arş-ı marifetullaha çık, “Senden başka hak mâbud olmadığına şehadet ederim. Sen birsin ve Senin hiçbir şerikin yoktur.” de.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz Hâtime.
On İki Lem’ayı birden elinde tut; binler elektrik kuvvetinde bir sirac-ı hakikat bularak, Arş-ı Âzamdan uzatılıp gelen âyât-ı Kur’âniyeye yapış; burâk-ı tevfike bin, semâvât-ı hakaikte urûc et, arş-ı marifetullaha çık, Senden başka hak mâbud olmadığına şehadet ederim. Sen birsin ve Senin hiçbir şerikin yoktur. de. – Cumartesi Dersleri 22. 26.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Söz
Hâtime
EY AKLI HÜŞYAR, kalbi müteyakkız arkadaş! Eğer şu Yirmi İkinci Sözün başından buraya kadar fehmetmişsen, On İki Lem’ayı birden elinde tut; binler elektrik kuvvetinde bir sirac-ı hakikat bularak, Arş-ı Âzamdan uzatılıp gelen âyât-ı Kur’âniyeye yapış; burâk-ı tevfike bin, semâvât-ı hakaikte urûc et, arş-ı marifetullaha çık,
Senden başka hak mâbud olmadığına şehadet ederim. Sen birsin ve Senin hiçbir şerikin yoktur.
Dipnot-2
Allah’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O birdir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Mülk Onundur. Her türlü hamd ve övgü de Ona aittir. Hayatı veren de, ölümü veren de Odur. O, kendisine ölümün hiçbir çeşidi hiçbir zaman ârız olmayan ezelî hayat sahibidir. Her hayır Onun elindedir. Onun kudreti herşeye yeter. (Bu hadisin kaynakları için bk. Söz Basım Yayın, Mektubat, sh. 317.)
Dipnot-3
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin. (Bakara Sûresi, 2:32.)
Dipnot-4
Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme. Ey Rabbimiz! Bizden evvelkilere yüklediğin gibi bize de ağır vazifeler ve musibetler verme. Ey Rabbimiz! Bize güç yetiremeyeceğimiz şeyi de yükleme. Günahlarımızı affet. Bizi bağışla. Bize merhamet et. Bizim dostumuz ve yardımcımız Sensin. Kâfirler güruhuna karşı Sen bize yardım et. (Bakara Sûresi, 2:286.)
Dipnot-5
Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, dualara cevap verip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin. Ey Rabbimiz! Geleceğinde şüphe olmayan hesap gününde insanları huzuruna toplayacak olan da muhakkak ki Sensin. Hiç şüphe yok ki Allah va’dinden dönmez. (Âl-i İmrân Sûresi, 3:8-9.)
Arş-ı Âzam: Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) arş-ı marifetullah: Allah’ı hakkıyla tanımanın ve bilmenin en yüksek derecesi (bk. a-r-ş; a-r-f) âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri
burak-ı tevhid: tevhid bineği (bk. v-ḥ-d) fehmetmek: anlamak hâtime: sonuç hüşyar: uyanık mescid-i kebir-i âlem: büyük âlem mescidi (bk. k-b-r; a-l-m) mevcudat-ı kâinat: kâinattaki bütün varlıklar (bk. v-c-d; k-v-n) müteyakkız: uyanık ve dikkatli
Allahım! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm et. Bize ve onun ümmetine, rahmetinle merhamet et, ey Erhamürrâhimîn. Âmin
“Onların duâları şu sözlerle sona erer: Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Yunus Sûresi, 10:10.)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime Hâtime, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun – Cumartesi Dersleri 22. 25
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin? Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun?”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam On İkinci Lem’a.
Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun – Cumartesi Dersleri 22. 25
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON İKİNCİ LEM’A
Şu Yirmi İkinci Sözün On İkinci Lem’ası öyle bir bahr-i hakaiktir ki, bütün yirmi iki Söz, ancak onun yirmi iki katresi; ve öyle bir menba-ı envardır ki, şu yirmi iki Söz, o güneşten ancak yirmi iki lem’asıdır. Evet, o yirmi iki adet Sözlerin herbirisi, semâ-i Kur’ân’da parlayan birtek necm-i âyetin bir lem’ası ve bahr-i Furkan’dan akan bir âyetin ırmağından tek bir katresi ve bir kenz-i âzam-ı Kitabullahta herbiri bir sandukça-i cevahir olan âyetlerin birtek âyetinin birtek incisidir.
İşte, On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında bir nebze tarif edilen o kelâmullah İsm-i Âzamdan, Arş-ı Âzamdan, Rububiyetin tecellî-i âzamından nüzul edip, ezeli ebede raptedecek, ferşi Arşa bağlayacak bir vüs’at ve ulviyet içinde, bütün kuvvetiyle ve âyâtının bütün kat’iyetiyle, mükerreren Lâ ilâhe illâ Hû der, bütün kâinatı işhad eder ve şehadet ettirir. Evet, Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem.
Evet, o Kur’ân’a selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki, cihât-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki, hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhule fürce bulamaz. Çünkü üstünde sikke-i i’câz, altında burhan ve delil, arkasında nokta-i istinadı mahz-ı vahy-i Rabbânî, önünde saadet-i dâreyn, sağında aklı istintak edip tasdikini temin, solunda vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit, içi bilbedâhe sâfi hidayet-i Rahmâniye, üstü bilmüşahede halis envâr-ı imaniye, meyveleri biaynilyakîn kemâlât-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkıkîn-i evliya ve sıddıkîn olan o
arş: göğün en yüksek katı (bk. a-r-ş) Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-z-m) asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y) âyât: âyetler bahr-i Furkan: hak ile bâtılı ayıran Kur’ân’ın denizi (bk. f-r-ḳ) bahr-i hakaik: hakikatler, gerçekler denizi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) biaynilyakîn: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bilbedâhe: açık bir şekilde bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) burhan: güçlü delil, kanıt cihât-ı sitte: altı yön daire-i ismet: masumluk dairesi dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) duhul: girme ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d) envâr-ı imaniye: iman nurları (bk. n-v-r; e-m-n) ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l) ferş: yer fürce: girilecek yer, delik halis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hidayet-i Rahmâniye: Allah’ın hidayeti (bk. h-d-y; r-ḥ-m) işhad: şahid gösterme (bk. ş-h-d) İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-z-m) istintak: konuşturma istişhad: şahid olmasını isteme (bk. ş-h-d) kat’iyet: kesinlik katre: damla kelâmullah: Allah’ın kelâmı, Kur’an (bk. k-l-m) kemâlât-ı insaniye: insanî mükemmellikler (bk. k-m-l) kenz-i âzam-ı Kitabullah: bir hazine olan Allah’ın kitabı (bk. a-z-m; k-t-b) Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem: bütün âlem hep beraber “Allah’tan başka ilâh yoktur” der (bk. e-l-h) lem’a: parıltı mahz-ı vahy-ı Rabbânî: Allah’ın vahyinin bizzat kendisi (bk. v-ḥ-y; r-b-b) menba-ı envar: nurlar kaynağı (bk. n-v-r) muhakkıkîn-i evliya: evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-l-y) mükerreren: defalarca müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)
nebze: az miktar necm-i âyet: âyet yıldızı nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) nüzul: inme (bk. n-z-l) rapt: bağlama rayb: şüphe reşha: sızıntı Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu sâfi: saf, temiz (bk. ṣ-f-y) sandukça-i cevahir: cevherler sandığı şeffaf: saydam, parlak selim: sağlam, temiz (bk. s-l-m) semâ-i Kur’ân: Kur’an’ın semâsı, yüceliği (bk. s-m-v) sikke-i i’câz: mu’cizelik mührü (bk. a-c-z) sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) tasdik: doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) tecellî-i âzam: en büyük tecellî, görünüm (bk. c-l-y; a-ẓ-m) ulviyet: yücelik vüs’at: genişlik zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
lisan-ı gaybın sinesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet mûnis ve mukni, nihayet ciddî ve ulvî ve burhanla mücehhez bir sadâ-yı semâvî işiteceksin ki, öyle bir kat’iyetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve tekrar eder ki, hakkalyakîn derecesinde söylediğini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor.
Elhasıl: Herbirisi birer güneş olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki;
Biri: Âlem-i Şehadetin lisanı olarak bin mu’cizat içinde bütün enbiya ve asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet ve risalet parmaklarıyla işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakikati,
Diğeri: Âlem-i Gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u i’câz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekvîniyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyet ve hidayet parmaklarıyla işaret edip bütün ciddiyetle gösterdiği aynı hakikati, acaba o hakikat, güneşten daha bâhir, gündüzden daha zâhir olmaz mı?
Ey dalâlet-âlûd mütemerrid insancık! HAŞİYE-1 Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin, onlardan istiğnâ edebilirsin, üflemekle onları söndürmeye çalışırsın? Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin? Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun?
Haşiye-1
Bu hitap, Kur’ân’ı kaldırmaya çalışanadır.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i gayb: görünmeyen alem (bk. a-l-m; ğ-y-b) âlem-i şehadet: görünen alem (bk. a-l-m; ş-h-d) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âyât-ı tekvîniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar (bk. k-v-n) aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bâhir: açık, âşikar biçare: çaresiz, zavallı burhan: güçlü, mantıkî delil dalâlet-âlûd: sapıklık ve inkârla bulaşık (bk. ḍ-l-l) elhasıl: özetle, sonuç olarak enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) Furkan-ı Ahkem: doğruyu yanlıştan en hikmetli ve sağlam şekilde ayıran Kur’ân-ı Kerim (bk. f-r-ḳ; ḥ-k-m) hakikat: gerçek, en hikmetli ve sağlam şekilde ayıran (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakir: hor ve değersiz hakkalyakin: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hidayet: doğru ve hak yolu gösterme (bk. h-d-y) ifaza: feyizlendirme (bk. f-y-ḍ) ilm-i yakîn: ilmî delillere dayanan kesin bilgi (bk. a-l-m; y-ḳ-n) istiğna etme: yüz çevirip bakmama, eldekini yeter bulma, tokgönüllülük (bk. ğ-n-y) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kat’iyet: kesinlik Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h) lisan-ı gayb: görünmeyen âlemin dili (bk. ğ-y-b) lisan-ı gayb ve şehadet: görünen ve görünmeyen âlemlerin dili (bk. ğ-y-b; ş-h-d) mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mücehhez: cihazlanmış, donanmış mukni: iknâ edici
mûnis: canayakın, dost münkir: inkârcı (bk. n-k-r) mütemerrid: inatçı Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) sadâ-yı semâvî: semâvî ses (bk. s-m-v) Sahib-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi ve herşeyin sahibi Allah (bk. ẕü; c-l-l) taht-ı tasdikinde: doğrulaması, onayı altında (bk. ṣ-d-ḳ) tekzib: yalanlama ulvî: yüce, yüksek vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zâhir: açık, gözle görünür (bk. ẓ-h-r)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime ON İKİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun. – Cumartesi Dersleri 22. 24.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta: “Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam On Birinci Lem’a.
Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun. – Cumartesi Dersleri 22. 24.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON BİRİNCİ LEM’A
On Dokuzuncu Sözde tarif edilen ve kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı ve o Kur’ân-ı Kebirdeki ism-i âzamı ve o şecere-i kâinatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi ve âlem-i İslâmiyetin bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı saltanatı ve tılsım-ı kâinatın keşşâf-ı zîhikmeti
âlem-i İslâmiyet: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) âsâr-ı meşhude-i âlem: âlemdeki görünen eserler (bk. ş-h-d; a-l-m) âyât-ı kemâl: mükemmelliğin delilleri (bk. k-m-l) âyet-i kübrâ: en büyük delil (bk. k-b-r) bedr-i münevver: parlak dolunay (bk. n-v-r) bihakkılyakîn: yaşamış gibi birşeyi kesin olarak bilme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) bilbedâhe: açık bir şekilde bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) bilyakîn: kesinlikle (bk. y-ḳ-n) bizzarure: zorunlu olarak delâlet: işaret etme, delil olma dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısı (bk. s-l-ṭ) envâ-ı kemâlât: mükemmelliklerin türleri, çeşitleri (bk. k-m-l) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Fâil-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, Allah (bk. f-a-l; ẕü; c-l-l) fütursuz: usanmadan işârât-ı cemâl: sonsuz güzelliğin işaretleri (bk. c-m-l) ism-i âzam: en büyük isim (bk. s-m-v; a-z-m) istidad-ı zâtiye: zâtındaki istidat, kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i ef’âl: fiillerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; f-a-l) kemâl-i esmâ: isimlerin mükemmelliği (bk. k-m-l; s-m-v) kemâl-i sıfat: sıfatların mükemmelliği (bk. k-m-l; v-ṣ-f) kemâl-i şuûn: zâtî niteliklerin mükemmelliği; yaratıcılık ve rızık vericilik gibi Cenâb-ı Hakkın Zâtında bulunan kutsal özelliklerin mükemmelliği (bk. k-m-l; ş-e-n) kemâl-i Zât: Zâtın kemâli, mükemmelliği (bk. k-m-l) keşşâf-ı zîhikmet: hikmet sahibi keşfedici (bk. k-ş-f; ẕî; ḥ-k-m) kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r) Kur’ân-ı Kebir: büyük Kur’an (bk. k-b-r) mahiyet-i zâtiye: zâtının niteliği, özelliği mazhar: ayna olma (bk. ẓ-h-r) mevcudat-ı muntazama-i kâinat: kâinattaki düzenli varlıklar (bk. v-c-d; n-ẓ-m; k-v-n) Mevsûf-u Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah (bk. v-ṣ-f; ẕü; k-m-l)misillü: gibi (bk. m-s̱-l) Müessir-i Zi’l-iktidar: güç ve iktidar sahibi Yaratıcı (bk. ẕî; ḳ-d-r)
münevver: nurlu (bk. n-v-r) Müsemmâ-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah (bk. s-m-v; ẕü; c-m-l) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; e-l-h) rumûz-u celâl: sonsuz haşmet ve görkemin işaretleri (bk. c-l-l) saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m) şecere-i kâinat: kâinat ağacı (bk. k-v-n) şehâdet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şuûn ve kabiliyet-i zâtiye: zâti nitelikler; istidatlar ve kabiliyetler (bk. ş-e-n) şuûn-u zâtiye: zâtî nitelikler, özellikler (bk. ş-e-n) tılsım-ı kâinat: kâinatın tılsımı, gizemi (bk. k-v-n) Zât-ı Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; k-m-l) zîşuûn: şuûn sahibi zıll-i zâif: zayıf gölge
olan Seyyidimiz Muhammedü’l-Emin aleyhissalâtü vesselâm, bütün enbiyayı sâyesi altına alan risalet cenâhı ve bütün âlem-i İslâmı himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla, hakikatin tabakatında uçan ve bütün enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkıkîni arkasına alıp, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billâh ve ispat ettiği vahdâniyet-i İlâhiyeye, hiç vehim ve şüphenin haddi var mı ki kapatabilsin ve perde olabilsin?
Madem On Dokuzuncu Sözde ve On Dokuzuncu Mektupta o burhan-ı kàtıın âbülhayat-ı marifetinden On Dört Reşha ve On Dokuz İşârât ile o zât-ı mu’ciznümânın envâ-ı mu’cizâtıyla beraber icmâlen bir derece tarif ve beyan etmişiz. Şurada, şu işaretle iktifa edip, o vahdâniyetin burhan-ı kàtıını tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esâsâta işaret suretinde bir salâvat-ı şerife ile hatm ederiz:
âbülhayat-ı marifet: hayat suyu gibi, kan gibi insana lâzım olan Allah’ı tanıtıcı bilgi (bk. ḥ-y-y; a-r-f) âlem-i İslâm: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) arş-ı ehadiyet: Allah’ın birliğinin en azami mertebede göründüğü makam (bk. a-r-ş; v-ḥ-d) asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi halis kullar (bk. ṣ-f-y) beyan: açıklama (bk. b-y-n) burhan-ı katı’: sağlam, keskin delil cenâh: taraf, kanat enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâ-ı mu’cizât: mu’cizelerin çeşitleri (bk. a-c-z)
esâsât: esaslar, temeller evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatmetme: bitirme, son verme himaye: koruma icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l) iktifa: yetinme iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n) işârât: işaretler muhakkıkîn: gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammedü’l-Emin: “güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan (bk. ḥ-m-d; e-m-n) mürselîn: peygamberler (bk. r-s-l) reşha: sızıntı risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) salâvat-ı şerife: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası (bk. ṣ-l-v)
sâye: koruma şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) seyyid: efendi sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabakat: tabakalar, dereceler tezkiye: iyi hal üzere şahitlik etme vahdâniyet: Allah’ın birliği ve tekliği (bk. v-ḥ-d) vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın bir ve tek olması (bk. v-ḥ-d; e-l-h) vehim: kuruntu zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zât (bk. a-c-z)
Allahım! Vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine delâlet ve celâline ve cemâline ve kemâline şehadet eden o zâta rahmet et ki, o, bütün kâinatın ve bütün enbiya ve evliyanın tasdikiyle musaddak şahid-i sadık ve bütün ehl-i tahkikin tahkikatıyla müeyyed burhan-ı nâtık, bütün enbiya ve mürselînin icmâ ve tasdik ve mu’cizelerinin sırrına mazhar olan efendisi, bütün evliya ve sıddıkînin ittifak ve tahkikat ve kerametlerini hâvi olan imamı, hakkaniyeti hadsiz tahkikatla teyid ve tasdik edilen mu’cizât-ı bâhire ve havârık-ı zâhire ve delâil-i kàtıa sahibi, zâtında güzel hasletlerin en nihayet merâtibini, vazifesinde ahlâk-ı ulviyeyi, hilâftan münezzeh olan şeriat-i mükemmelesinde en yüksek seciyeleri câmi’, Kur’ân’ı indirenin, indirilen Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın ittifakıyla vahy-i Rabbânînin mazharı, âlem-i gayb ve âlem-i melekûtu seyr ü seyahat ve temâşâ eden, ervâhı müşahede ve melâikeye refakat eden, şahsen ve nev’en ve cinsen kâinatın bütün kemâlâtının fihristesi, şecere-i hilkatin en münevver meyvesi, hakkın sirâcı, hakikatin burhanı, rahmetin timsali, muhabbetin misali, kâinat tılsımının keşşâfı, saltanat-ı Rububiyetin dellâlı, şahsiyet-i mâneviyesinin remz-i ulviyetiyle, Fâtır-ı Âlemin bu kâinatı onu nazara alarak halk ettiği anlaşılan, düsturlarının vüs’ati ve kuvvetinin işaretiyle Kâinat Nâzımının nizâmı olduğu ve Hâlık-ı Kâinat tarafından vaz edildiği zahir olan şeriatin sahibidir-evet, bu nizâm-ı ahsen ve ecmeli câmi’ olan bu dinin nâzımı, ancak bu nizâm-ı etem ve ekmel olan bu kâinatın Nâzımı olabilir. Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun. Bu doğru söyleyen ve doğrulanan vahdâniyet şahidi, bütün şahitlerin başları üzerinde bir nidâ edici ve beşer taifelerine bir muallim olarak, bütün kuvvetiyle ve gayet-i ciddiyetiyle ve nihayet-i vusukuyla ve kuvvet-i itmi’nânı ve kemâl-i imânıyla, asırların ve kıt’aların gerisinden ulvî bir nidâ ile seslenip, “Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına şehadet ederim. O birdir ve Onun hiçbir şeriki yoktur” diye ilân ediyor.
âbülhayat-ı marifet: hayat suyu gibi, kan gibi insana lâzım olan Allah’ı tanıtıcı bilgi (bk. ḥ-y-y; a-r-f) âlem-i İslâm: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) arş-ı ehadiyet: Allah’ın birliğinin en azami mertebede göründüğü makam (bk. a-r-ş; v-ḥ-d) asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi halis kullar (bk. ṣ-f-y) beyan: açıklama (bk. b-y-n) burhan-ı katı’: sağlam, keskin delil cenâh: taraf, kanat enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâ-ı mu’cizât: mu’cizelerin çeşitleri (bk. a-c-z)
esâsât: esaslar, temeller evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatmetme: bitirme, son verme himaye: koruma icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l) iktifa: yetinme iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n) işârât: işaretler muhakkıkîn: gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammedü’l-Emin: “güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan (bk. ḥ-m-d; e-m-n) mürselîn: peygamberler (bk. r-s-l) reşha: sızıntı risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) salâvat-ı şerife: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası (bk. ṣ-l-v)
sâye: koruma şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) seyyid: efendi sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabakat: tabakalar, dereceler tezkiye: iyi hal üzere şahitlik etme vahdâniyet: Allah’ın birliği ve tekliği (bk. v-ḥ-d) vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın bir ve tek olması (bk. v-ḥ-d; e-l-h) vehim: kuruntu zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zât (bk. a-c-z)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime ON BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l- Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l- Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. – Cumartesi Dersleri 22. 23.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste:
Risale-i Nur Talebeleri Tarafından Sorulan Bir Suale Cevap –
“Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddi alâkadar olan bu Cihan Harbi’nin dehşetli zamanlarında, iki sene –şimdi on sene kadar oldu– ne bizden ve ne de her gün hizmetinizde bulunan Emin’den bir defacık olsun sormadınız, ehemmiyet vermediniz. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki bunu ehemmiyetten ıskat ediyor; yahut onun ile meşgul olmanın bir zararı mı var?”
bölümü yer almaktadır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 11 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Risale-i Nur Talebeleri Tarafından Sorulan Bir Suale Cevap – “Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddi alâkadar olan bu Cihan Harbi’nin dehşetli zamanlarında, iki sene –şimdi on sene kadar oldu– ne bizden ve ne de her gün hizmetinizde bulunan Emin’den bir defacık olsun sormadınız, ehemmiyet vermediniz. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki bunu ehemmiyetten ıskat ediyor; yahut onun ile meşgul olmanın bir zararı mı var” – Gençlik Rehberi Okumaları 8
Risale-i Nur Talebeleri Tarafından Sorulan Bir Suale Cevap
“Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddi alâkadar olan bu Cihan Harbi’nin dehşetli zamanlarında, iki sene –şimdi on sene kadar oldu– ne bizden ve ne de her gün hizmetinizde bulunan Emin’den bir defacık olsun sormadınız, ehemmiyet vermediniz. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki bunu ehemmiyetten ıskat ediyor; yahut onun ile meşgul olmanın bir zararı mı var?” diye Üstadımızdan sorduk.
O da elcevap diyor ki: Evet, bu Cihan Harbi’nden daha büyük bir hakikat, daha azîm bir hâdise hükmettiği için Cihan Harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. Çünkü bu Cihan Harbi’nde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme davasında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalaha ve sulh mahkemesine barışmak davaları açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinler ile mücadele-i azîmesi başladığı hengâmda, nev-i beşerin sosyalist tabakası ile burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübralarında açılan büyük davalarından çok mühim öyle bir dava açılmış ve öyle muazzam bir hakikat meydana çıkmış ki o davanın tek bir adama isabet eden miktarı bu Cihan Harbi’nden daha büyüktür. İşte o dava da budur ki:
Şu zamanda her mü’min için belki herkes için küre-i arz kadar bir bâki tarla ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla müzeyyen ebedî bir mülk almak ve o mülkü kazanmak veya kaybetmek davası açılmış. Demek, her bir tek adamın başına öyle bir dava açılmış ki eğer İngiliz ve Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o davayı kazanmak için bütününü sarf edecek. Elbette o davayı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dava o derece tehlikeye düşmüş ki bir ehl-i keşfin müşahedesiyle, bir yerde ecel elinden terhis tezkeresi alan kırk adamdan bir adam kazanabilmiş, otuz dokuzu kaybetmiş.
İşte bu ehemmiyetli, azîm davayı kazandıracak ve yirmi senedir tecrübelerle onda sekizine o davayı kazandıran bir dava vekili bulunsa elbette aklı başında her adam, o davayı kazandıracak öyle bir dava vekilini vazifeye sevk edecek bir hizmete her hâdisenin fevkinde ehemmiyet vermeye mükelleftir. İşte o dava vekilinin birisi belki birincisi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur olduğuna, binler onunla o davayı kazananlar şahittir.
Evet, bu küre-i arza memuriyetle gönderilen her insan, burada misafir ve fâni olduğu ve mahiyeti bir hayat-ı bâkiyeye müteveccih bulunduğu kat’iyen tahakkuk etmiştir. O her bir insan, bu zamanda hayat-ı ebediyesini kurtaracak olan istinad kaleleri sarsıldığından bu dünyasını ve içindeki bütün alâkadar ahbabını ebedî terk etmekle beraber, bu dünyadan binler derece daha mükemmel bâki bir mülkü de kaybetmek veya kazanmak davası başına açılmış. Eğer iman vesikası olmazsa ve beratı ve senedi olan itikadı sağlam bir surette elde etmezse o davayı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?
İşte bu hakikate binaen, benim ve kardeşlerimin her birimizin yüz derece aklımız ve fikrimiz ziyadeleşse de bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair mesaile bakmak, bize fuzulî ve malayani olur. Yalnız bu kadar var ki Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı öteki davalar içinde bulunduğu ve lüzumsuz, sebepsiz bazen bize akılsızların tecavüzleri ve taarruzları zamanlarında zaruret derecesinde, istemeyerek bakmışız. (*[3])
Hem de bu hakiki ve pek büyük dava haricindeki davalara ve boğuşmalara alâkadarane fikren, kalben karışmak zararlıdır. Çünkü böyle geniş, siyasî ve heyecan veren dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir adam, kısa bir daire içinde vazifedar olduğu ehemmiyetli hizmetlerden geri kalır veya şevki kırılır.
Hem de o geniş, cazibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat eden bazen kapılır, vazifesini yapamadığı gibi selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetteki ihlasını kaybetmese de o ittiham altında kalabilir. Hattâ bu noktada bana mahkemede hücum ettikleri zaman dedim:
Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye, yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hâdisata, belki kâinata da âlet edemez, diye onları susturdum.
İşte Üstadımızın cevabı bitti, biz de bütün kuvvetimizle tasdik ettik.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l- Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l- Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Onuncu Lem’a.
Şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l- Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l- Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. – Cumartesi Dersleri 22. 23.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
ONUNCU LEM’A
Tecellî-i cemâliyeyi gösteren hayat nasıl bir burhan-ı ehadiyettir, belki bir çeşit tecellî-i vahdettir. Tecellî-i celâli izhar eden memat dahi bir burhan-ı vâhidiyettir.
Evet, meselâ,
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1
nasıl ki güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları ve zemin yüzünün mütelemmi şeffâfâtı, güneşin aksini ve ışığını göstermek suretiyle güneşe şehadet ettikleri gibi; o katarâtın ve şeffâfâtın gurubuyla, gitmeleriyle beraber, arkalarından yeni gelen katarat taifeleri ve şeffâfat kabileleri üstünde yine güneşin cilveleri haşmetle devamı ve ışığının tecellîsi ve noksansız istimrarı kat’iyen şehadet eder ki, sönüp yanan, değişip tazelenen, gelip parlayan misalî güneşçikler ve ışıklar ve nurlar bir bâki, daimî, âli, tecellîsi zevâlsiz birtek güneşin cilveleridir. Demek o parlayan kataratlar, zuhuruyla ve gelmeleriyle güneşin vücudunu gösterdikleri gibi; guruplarıyla, zevâlleriyle güneşin bekàsını ve devamını ve birliğini gösteriyorlar.
Aynen öyle de, şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l-Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler.
adem: yokluk akis: yansıma âli: yüce, yüksek bâki: sürekli, kalıcı (bk. b-ḳ-y) bekà: devamlılık (bk. b-ḳ-y) burhan-ı ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görünen birlik delili (bk. v-ḥ-d) burhan-ı vâhidiyet: Allah’ın bütün varlıkları kaplayan birlik delili (bk. v-ḥ-d) Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cilve: yansıma (bk. c-l-y) daimî: devamlı ehadiyet: birlik (bk. v-ḥ-d) esbab: sebepler (bk. s-b-b) eşya: şeyler, varlıklar ezeliyet: varlığının başlangıcı olmaması, sonsuzluk (bk. e-z-l) fevkalâde: olağanüstü gurub: batma hadsiz: sınırsız haşmet: göz kamaştırıcı büyüklük, görkem
imtinâ: imkansızlık in’idâm: yok olma isnad edilmek: dayandırılmak (bk. s-n-d) istimrar: devamlılık izhar eden: gösteren (bk. ẓ-h-r) kabile: topluluk kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kat’iyen: kesinlikle katarât: damlalar mebzûliyet: bolluk memat: ölüm (bk. m-v-t) mevcudat-ı seyyâle: devamlı akıp giden varlıklar (bk. v-c-d) mütelemmi: parıldayan nev’: tür şeffâfât: şeffaf şeyler sermediyet: daimîlik, süreklilik sikke-i vahdet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d) suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak suubet: zorluk suubet peydâ etmek: zorluk kazanmak taife: topluluk, grup tecellî: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)
tecellî-i celâli: büyüklük ve haşmetin yansıması (bk. c-l-y; c-l-l) tecellî-i cemâl: güzelliğin yansıması (bk. c-l-y; c-m-l) tecellî-i vahdet: Allah’ın birlik tecellisi (bk. c-l-y; v-ḥ-d) Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d) Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kaplayan ve herbir şeyde görülen Allah (bk. v-ḥ-d) velhasıl: kısacası vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d) vücud: varlık (bk. v-c-d) zemin: yer zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l) zevâlsiz: batmayan (bk. z-v-l) zuhur: meydana çıkma (bk. ẓ-h-r)
Evet, gece-gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurup ve ufûl içinde teceddüd eden ve tazelenen masnûât-ı cemile, mevcudat-ı lâtife, elbette bir âli ve sermedî ve dâimü’t-tecellî bir Cemâl Sahibinin vücud ve bekà ve vahdetini gösterdikleri gibi; o masnuat, esbab-ı zahiriye-i süfliyeleriyle beraber zevâl bulup ölmeleri, o esbabın hiçliğini ve bir perdeolduğunu gösteriyorlar. Şu hal kat’iyen ispat eder ki, şu san’atlar, şu nakışlar, şu cilveler, bütün esmâsı kudsiye ve cemîle olan bir Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin tazelenen san’atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.
Elhâsıl: Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair âyât-ı tekvîniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zât-ı Zülcelâlin bütün evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehadet eder ve kusursuz ve noksansız kemâl-i Zâtîsini ispat ederler. Çünkü, bedihîdir ki:
· Bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder.
· Fiilin kemâli ise, ismin kemâline,
· ve ismin kemâli, sıfatın kemâline,
· ve sıfatın kemâli, şe’n-i zâtînin kemâline,
· ve şe’nin kemâli, o zât-ı zîşuûnun kemâline, hadsen ve zarureten ve bedâheten delâlet eder.
Meselâ, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’âlinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’âlin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esmâ ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o san’at ve sıfatların mükemmeliyeti, o
âli: yüce, yüksek âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait âyetler, deliller (bk. k-v-n) âyine: ayna bedâheten: ap açık bir şekilde bedihî: açık, aşikâr bekà: süreklilik, kalıcılık (bk. b-ḳ-y) Cemâl Sahibi: sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah (bk. c-m-l) cemîle: çok güzel (bk. c-m-l) cilve: yansıma, görünme (bk. c-l-y) dâimü’t-tecellî: sürekli tecellî eden (bk. c-l-y) delâlet: işaret etme, delil olma devir: çağ ef’âl: fiiller (bk. f-a-l) elhâsıl: özetle, sonuç olarak esbab: sebepler (bk. s-b-b) esbab-ı zahiriye-i süfliye: görünürdeki alçak ve bayağı sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r) esmâ: isimler (bk. s-m-v) evsâf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliye: Cenâb-ı Allah’ın mükemmel, güzel ve haşmetli vasıfları, sıfatları (bk. v-ṣ-f; k-m-l; c-m-l; c-l-l)
fâil: işi yapan (bk. f-a-l) gurup: batma hadsen: sezgiyle (bk. ḥ-d-s̱) hatem: mühür, damga hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kasr: saray, köşk kat’iyen: kesinlikle kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâl-i Zâtî: Allah’ın zâtının mükemmelliği, kusursuzluğu (bk. k-m-l) kitab-ı kebir-i kâinat: büyük kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-b-r; k-v-n) kudsiye: kutsal, kusursuz ve yüce (bk. ḳ-d-s) masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) masnûât-ı cemile: güzel sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a; c-m-l) mebde’: başlangıç menşe: kaynak mevcudat-ı lâtife: çok hoş ve güzel varlıklar (bk. v-c-d; l-ṭ-f) nakış: işleme (bk. n-ḳ-ş) nukuş: işlemeler (bk. n-ḳ-ş) şe’n: istidat ve kabiliyet; mimarlık, marangozluk ve ressamlık gibi (bk. ş-e-n)
şe’n-i zâtî: zâtında olan istidat ve kabiliyet (bk. ş-e-n) şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) sermedî: daimi, sürekli sikke: mühür, işaret sıfat: özellik, vasıf (bk. v-ṣ-f) taharrük: hareket etme tahavvül: değişme teceddüd etme: yenilenme tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n) ufûl: batma vahdet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) vücud: varlık (bk. v-c-d) zarureten: zorunlu olarak Zât-ı Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve haşmet ve sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l) zât-ı zîşuûn: zâtî özellik ve niteliklere sahip olan zât (bk. ẕî; ş-e-n) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zevâl bulma: gelip geçme (bk. z-v-l)
san’at sahibinin “şuûn-u zâtiye” denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuûn ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü, aynen öyle de:
Şu kusursuz, fütursuz,
هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ 1
sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise, bilmüşahede, bir Müessir-i Zi’l-iktidarın kemâl-i ef’âline delâlet eder. O kemâl-i ef’âl ise, bilbedâhe, o Fâil-i Zülcelâlin kemâl-i esmâsına delâlet eder. O kemâl-i esma ise, bizzarure, o esmânın Müsemmâ-i Zülcemâlinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn, o Mevsûf-u Zülkemâlin kemâl-i şuûnuna delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i şuûn ise, bihakkılyakîn, o zîşuûnun kemâl-i Zâtına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün envâ-ı kemâlât, Onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zâif suretinde bir Zât-ı Zülkemâlin âyât-ı kemâli ve rumûz-u celâli ve işârât-ı cemâli olduğunu gösterir.
Dipnot-1
“En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi, 67:3.
âlem-i İslâmiyet: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) âsâr-ı meşhude-i âlem: âlemdeki görünen eserler (bk. ş-h-d; a-l-m) âyât-ı kemâl: mükemmelliğin delilleri (bk. k-m-l) âyet-i kübrâ: en büyük delil (bk. k-b-r) bedr-i münevver: parlak dolunay (bk. n-v-r) bihakkılyakîn: yaşamış gibi birşeyi kesin olarak bilme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) bilbedâhe: açık bir şekilde bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) bilyakîn: kesinlikle (bk. y-ḳ-n) bizzarure: zorunlu olarak delâlet: işaret etme, delil olma dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısı (bk. s-l-ṭ) envâ-ı kemâlât: mükemmelliklerin türleri, çeşitleri (bk. k-m-l) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Fâil-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, Allah (bk. f-a-l; ẕü; c-l-l) fütursuz: usanmadan işârât-ı cemâl: sonsuz güzelliğin işaretleri (bk. c-m-l) ism-i âzam: en büyük isim (bk. s-m-v; a-z-m) istidad-ı zâtiye: zâtındaki istidat, kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i ef’âl: fiillerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; f-a-l) kemâl-i esmâ: isimlerin mükemmelliği (bk. k-m-l; s-m-v) kemâl-i sıfat: sıfatların mükemmelliği (bk. k-m-l; v-ṣ-f) kemâl-i şuûn: zâtî niteliklerin mükemmelliği; yaratıcılık ve rızık vericilik gibi Cenâb-ı Hakkın Zâtında bulunan kutsal özelliklerin mükemmelliği (bk. k-m-l; ş-e-n) kemâl-i Zât: Zâtın kemâli, mükemmelliği (bk. k-m-l) keşşâf-ı zîhikmet: hikmet sahibi keşfedici (bk. k-ş-f; ẕî; ḥ-k-m) kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r) Kur’ân-ı Kebir: büyük Kur’an (bk. k-b-r) mahiyet-i zâtiye: zâtının niteliği, özelliği mazhar: ayna olma (bk. ẓ-h-r) mevcudat-ı muntazama-i kâinat: kâinattaki düzenli varlıklar (bk. v-c-d; n-ẓ-m; k-v-n) Mevsûf-u Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah (bk. v-ṣ-f; ẕü; k-m-l) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) Müessir-i Zi’l-iktidar: güç ve iktidar sahibi Yaratıcı (bk. ẕî; ḳ-d-r)
münevver: nurlu (bk. n-v-r) Müsemmâ-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah (bk. s-m-v; ẕü; c-m-l) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; e-l-h) rumûz-u celâl: sonsuz haşmet ve görkemin işaretleri (bk. c-l-l) saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m) şecere-i kâinat: kâinat ağacı (bk. k-v-n) şehâdet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şuûn ve kabiliyet-i zâtiye: zâti nitelikler; istidatlar ve kabiliyetler (bk. ş-e-n) şuûn-u zâtiye: zâtî nitelikler, özellikler (bk. ş-e-n) tılsım-ı kâinat: kâinatın tılsımı, gizemi (bk. k-v-n) Zât-ı Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; k-m-l) zîşuûn: şuûn sahibi zıll-i zâif: zayıf gölge
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime ONUNCU LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu san’atlı meyveler Vâhid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verseydik birtek narı yiyemezdik. – Cumartesi Dersleri 22. 22.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Bu sayfada Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan ahirzaman alâmetler ve olayları hakkındaki hadislerin ve anlatımların yorumları yer almaktadır.
Risale-i Nur Külliyatı’nda Ahirzaman Kıyamet Alâmetleri ve Olayları Hakkında Hadislerin Yorumu
Yirmi Dördüncü Söz
ÜÇÜNCÜ DAL
Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “On İki Asıl”ı beyan ederiz.
BİRİNCİ ASIL:
Yirminci Sözün âhirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:
a’mâl: ameller, işler âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f) derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m) ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) enâniyet: benlik, gurur erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l) fevkinde: üstünde hadd: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m) haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m) hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d) icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l) ihsas: hissettirme iktifa: yetinme iktiza: bir şeyin gereği inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) iptidaî: ilkel İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma kavî: kuvvetli kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r) marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f) mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevzu: uydurma hadis nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) tafsil: ayrıntı tafsilât: ayrıntılar takat: güç, kuvvet tefavüt etmek: farklılık göstermek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) vukuat: olaylar zikretmek: bildirmek, hatırlatmak
Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.
İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.
İKİNCİ ASIL:
Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bir burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.
ÜÇÜNCÜ ASIL:
Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki malûmât-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.
DÖRDÜNCÜ ASIL:
Ehâdis-i şerife râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri mânâları, metn-i hadisten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hatadan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavilleri hadis zannedilerek zaafına hükmedilmiş.
BEŞİNCİ ASIL:
اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّثُونَ 1
yani
مُلْهَمُونَ 2
sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesun ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.
alâmet-i kıyamet: kıyâmet alâmeti, işareti (bk. ḳ-v-m) ârıza: aksama bedâhet: ap açıklık bedihî: açık, âşikar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler burhan-ı kat’î: kesin delil ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar (bk. k-ş-f) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ervâh-ı âliye: yüksek ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ) esâsât-ı imaniye: imanın esasları (bk. e-m-n) hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱) hâli: uzak, boş hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı ihtilâf: uyuşmazlık, ayrılık ihtiyar: irade, seçme gücü (bk. ḫ-y-r) iktifa: yetinme ilham: Allah’tan kalbe gelen ve doğan mânâlar ilham-ı evliya: evliyanın kalbine doğan mânâ (bk. v-l-y) istidat: kabiliyet, meziyet (bk. a-d-d) istinbat: gizli bir mânâyı ortaya çıkarma
iz’ân-ı yakîn: kesin delile dayalı olan sağlam inanç (bk. y-ḳ-n) kabul-u teslim: teslimiyet ile kabul etmek (bk. s-l-m) kavil: söz, görüş maânî: mânâlar (bk. a-n-y) malûmat: bilgiler (bk. a-l-m) malûmat-ı sâbıka: geçmişteki bilgiler (bk. a-l-m) meçhul: bilinmeyen Mehdî: âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât (bk. h-d-y) mesâil-i fer’iye: teferruata dair olan meseleler (bk. m-s̱-l) mesâil-i İslâmiye: İslâmî meseleler (bk. s-l-m) metn-i hadis: hadisin metni, sözel kısım (bk. ḥ-d-s̱) muhaddisîn-i muhaddesun: Allah tarafından ilhama mazhar olan hadisçiler (bk. ḥ-d-s̱) muhtelif: değişik, çeşitli muztar: mecbur, çaresiz Nesârâ: Hıristiyanlar netice-i imtihan: imtihan neticesi nevi: tür, çeşit râvi: rivâyet eden, nakleden
rivâyât: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi sırr-ı teklif: sorumluluk ve imtihan sırrı Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs tabakat: tabakalar tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ) tefrik: ayırma telâkki: kabul etme telâkki etmek: kabul etmek teslimiyet: bir görüşe, bir fikre teslim olma, onu kabul etme (bk. s-l-m) tevehhüm edilmek: sanılmak ulema: âlimler (bk. a-l-m) vukuat: olaylar vukuat-ı zamaniye: zamanın olayları zaaf: zayıflık zaman-ı Sahabe: Sahabelerin zamanı zann-ı galibî: üstün gelen kanaat zayi olmak: kaybolmak
ALTINCI ASIL:
Beynennas iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynennas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir.
YEDİNCİ ASIL:
Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr” ve “Hut” isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.
Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.”1 İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu, gayet beliğane bir surette, Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.
Dipnot-1
bk. Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.
âdât-ı nâs: insanların adetleri alâmet: işaret âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ârıza: aksama bahrî: denize ait beliğane: beliğ bir şekilde (bk. b-l-ğ) berrî: karaya ait beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) beynennas: insanlar arasında cehl: cahillik, bilgisizlik Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cismanî: maddi yapısı olan durub-u emsal: atasözleri (bk. m-s̱-l) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı ferman etmek: buyurmak hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i maddiye: maddî gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikâyât: hikâyeler hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hut: büyük balık huzur-u Nebevî: Peygamberin huzuru, yanı (bk. ḥ-ḍ-r; n-b-e) ilham: Allah’tan kalbe gelen ve doğan mânâlar ilham-ı evliya: evliyanın kalbine doğan mânâ (bk. v-l-y) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) iştihar: meşhur olma kat’iyen: kesinlikle kinaye: bir sözü üstü kapalı olarak ifade etme kıssa: ibretli hikâye küfür: inkar, inançsızlık (bk. k-f-r) maânî: mânâlar (bk. a-n-y) maksad-ı irşadî: yol gösterme gayesi (bk. ḳ-ṣ-d; r-ş-d) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) mânâ-yı hakikî: gerçek mânâ (bk. a-n-y; ḥ-ḳ-ḳ) melâiketullah: Allah’ın melekleri (bk. m-l-k) müddet-i ömür: ömür süresi
muhaddisîn-i muhaddesun: Allah tarafından ilhama mazhar olan hadisçiler (bk. ḥ-d-s̱) münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kişi mürur-u zaman: zamanın geçmesi nâzır: gözlemci (bk. n-ẓ-r) nev’: tür nevi: tür, çeşit râci: ait Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) sevr: öküz sukut: düşme, alçalma teârüf etmek: bilinmek (bk. a-r-f) tedennî: alçalma, gerileme telâkki: kabul etme telâkki etmek: kabul etmek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesâmu-u umumîye: genel duyuş, halkta oluşmuş yaygın kanaat (bk. s-m-a) teşbih: benzetme timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) vasıl olma: ulaşma, kavuşma zikretmek: bildirmek
SEKİZİNCİ ASIL:
Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat-i icâbe-i duayı Cuma gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış.
Zira, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.
İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesinin ve köyünün bekàsıyla alâkadardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ 1
der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları “Şerâiti hemen hemen çıkmış” demişler.
Dipnot-1
Kamer Sûresi, 54:1.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) alâkadar: alâkalı, ilgili asr-ı hakikatbîn: gerçeği gören asır (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Asr-ı Saadet: Peygamberimizin yaşadığı dönem, mutluluk asrı baîd: uzak bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y) Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) dâr-ı tecrübe: deneme yeri darağacı: idam sehpası dehşet: korku, ürküntü ecel: ölüm vakti ecel-i insan: insanın ölüm vakti ferman etmek: buyurmak gaflet-i mutlaka: sınırsız bir şekilde umursamazlık; âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l; ṭ-l-ḳ) Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi olan Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
halel: zarar, eksiklik hane: evhavf: korku hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayat-ı şahsiye: özel hayat (bk. ḥ-y-y) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) iktiza: gerektirme insan-ı ekber: en büyük insan (bk. k-b-r) insaniyet: insanlık ipham: gizleme kesretli: çok (bk. k-s̱-r) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) küre-i arz: yeryüzü, dünya kurun-u uhrâ: yakın çağ (bk. e-ḫ-r) kurun-u ûlâ ve vusta: ilk ve orta çağ Leyle-i Kadr: Kadir gecesi (bk. ḳ-d-r) makbul: kabul görmüş; değer ve itibar sahibi maslahat: gaye, fayda (bk. ṣ-l-ḥ)
meydan-ı imtihan: sınav meydanı muayyen: belli Mugayyebât-ı Hamse: beş bilinmeyen şey (bk. ğ-y-b) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) mühim: önemli müphem: belirsiz müreccah: tercih edilme muvazene: denge nev’i: tür nisbet edilmek: bağ kurulmak (bk. n-s-b) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) ömr-ü dünya: dünyanın ömrü recâ: ümit saat-i icâbe-i dua: duaların kabul edildiği saat (bk. c-v-b; d-a-v) saat-i kıyamet: kıyâmet vakti (bk. ḳ-v-m) şerâit: şartlar, belirtiler taayyün: belirlenme umum: bütün velî: Allah dostu (bk. v-l-y) zira: çünkü
İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zannetmişler?”
Elcevap: Çünkü, Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor.
Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) dâr-ı âhiret: âhiret yurdu (bk. e-ḫ-r) ecel: ölüm zamanı ecel-i şahsi: kişinin ölüm vakti ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) eşhas: şahıslar fenâ: gelip geçicilik; kötü (bk. f-n-y) feyz-i sohbet-i Nübüvvet: Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinin feyzi, bereketi (bk. f-y-ḍ; n-b-e) gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmet-i İlâhiye: İlâhî hikmet; Allah’ın gözettiği fayda ve gaye (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hikmet-i ipham: bir şeyi gizlemenin hikmeti (bk. ḥ-k-m) ihtilâfât: farklılıklar, ihtilaflar iktiza: gerektirme illet: esas sebep intizar etmek: beklemek ipham: gizli bırakmak irşad-ı Nebevî: Peygamberin doğru yolu göstermesi (bk. r-ş-d; n-b-e) istikbal-i dünyevî: dünyanın geleceği karib: yakın kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kuvve-i mâneviye: mânevî kuvvet, moral gücü (bk. a-n-y) lâkayt: duyarsız, ilgisiz maslahat-ı irşad-ı umumî: herkese doğru yolu göstermenin gerektirdiği hikmet (bk. ṣ-l-ḥ; r-ş-d) medar: sebep, dayanak Mehdî: âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât (bk. h-d-y) muntazır: bekleyen, hazır müteyakkız: uyanık, gözü açık müthiş: dehşet veren, korkutan nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nevi: tür, çeşit nifak: münafıklık, ikiyüzlülük Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi Sahabe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenlersır: gizem, gizli gerçek Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs taayyün: belirlenme Tâbiin: sahabeleri gören mü’minler tafsilât: ayrıntılar takviye: kuvvetlendirme, güçlendirme vahy: bir emrin veya hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi (bk. v-ḥ-y) vuku-u muayyen: belirlenmiş olayyeis: ümitsizlik zayi olmak: kaybolmak ziyade: fazla, çok
Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki:
Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.
Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki hadis-i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer”1 rivâyet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivâyete muhal demişler—hâşâ—şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu olmak gerektir ki:
Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir; günü Deccala isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor.
ehâdis: hadisler, Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) alâmet-i kıyamet: kıyametin alâmetleri (bk. ḳ-v-m) âlem-i küfr: küfür ve inkâr dünyası (bk. a-l-m; k-f-r) âlem-i medeniyet: medenî dünya (bk. a-l-m) âsâr-ı azîme: büyük eserler (bk. a-ẓ-m) Basra: (bk. bilgiler) bidâyeten: başlangıçta cereyan-ı azîm: büyük akım (bk. a-ẓ-m) Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya kalkan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse eşhas: şahıslar eşhas-ı âhirzaman: âhirzamanda etkin olan şahıslar (bk. e-ḫ-r) eşhas-ı harika: harika, olağanüstü şahıslar eyyâm-ı saire: diğer günler fikr-i küfrî: küfür felsefesi, düşüncesi (bk. f-k-r; k-f-r)
gurub: batma hadis-i şerif: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil ihtilâfât: farklılıklar, ihtilaflar ihtiyar: irade, seçim gücü (bk. ḫ-y-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) isnat: dayandırma (bk. s-n-d) istinbat: bir söz veya bir işten gizli bir mana ve hüküm çıkarma, içtihad etme kesafetli: yoğun, katı Kûfe: (bk. bilgiler) kutb-u şimalî: kuzey kutbu Medine: (bk. bilgiler) Mehdî: âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât (bk. h-d-y) merkez-i saltanat: saltanatın merkezi (bk. s-l-ṭ) metn-i ehâdis: hadislerin metni, sözleri (bk. ḥ-d-s̱) muhal: imkânsız murat: kasıt, amaç (bk. r-v-d) nur-u iman: iman nuru (bk. n-v-r; e-m-n) remz-i hikmet: bilimsel işaret (bk. ḥ-k-m)
rivâyât: rivâyetler, rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi sır: gizem, gizli gerçek şahs-ı mânevi: mânevî şahıs, kollektif kişilik (bk. a-n-y) Şam: (bk. bilgiler) şimal: kuzey tabiiyyun: tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle var olduğunu iddia edenler (bk. ṭ-b-a) tasavvur: düşünme (bk. ṣ-v-r) tatbik: uygulama tecavüz: saldırma tefsir: yorumlama (bk. f-s-r) Ulûhiyet: Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı (bk. e-l-h) ve’l-ilmü indallah: bilgi Allah katındadır (bk. a-l-m) vukuat-ı Mehdiye ve Süfyaniye: Mehdinin ve Süfyanın gelmesiyle ortaya çıkacak olaylar (bk. h-d-y) zuhur: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r)
Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.
Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden taifeler ve Sedd-i Çinînin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın, yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîrüzeber edecekleri, rivâyetlerde vardır.
Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”
Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile, o mahdut fertlerden gayet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.
Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercümerc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1
Dipnot-1
“Gaybı ancak Allah bilir.” Neml Sûresi, 27:65; Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 7; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân: 21.
acaib: şaşırtıcı, garip şeyler âdi: basit, sıradan âfat: bela, büyük felaket alâmet-i kıyamet: kıyamet alâmeti (bk. ḳ-v-m) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r) amel: davranış, iş belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) ehâdis-i şerife: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) fazilet: değer, üstün (bk. f-ḍ-l) fesat: bozgunluk gurub: güneşin batışı güya: sanki hakikat: asıl, esas, mahiyet (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i milliyet: millî yapıları (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hercümerc: karma karışık içtimaat-ı beşeriye: insanlığın toplumsal hayatı (bk. c-m-a)
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h) kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) mahdut: sınırlı Mançur: Asya’nın kuzeydoğusunda yaşayan bir kavim medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti mesâil-i imaniye: imanî meseleler (bk. m-s̱-l; e-m-n) muhal: imkansız muharrik: harekete geçirici, tahrik edici mukayyet: kayıtlı, sınırlı mülhid: dinsiz münasip: uygun (bk. n-s-b) mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) netâic: neticeler, sonuçlar risale: küçük kitap (bk. r-s-l) Rusya: (bk. bilgiler) Sed: (Sedd-i Zülkarneyn) Zülkarneyn’in Yecüc ve Mecüc kavminden korunmak isteyenler için yaptırdığı çok büyük ve sağlam set, kale
Sedd-i Çinî: Çin Seddi (bk. bilgiler – Çin) seyir: bakma şimendifer: tren suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tafsilen: ayrıntılı olarak taife: grup, topluluk tayyare: uçak tergib: şevklendirme, isteklendirme terhîb: korkutma tezahür: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r) tulû: güneşin doğuşu umum: bütün üslûp: tarz, biçim Ye’cüc ve Me’cüc: Kur’ân-ı Kerimde bahsi geçen ve ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacak olan kavimler, anarşist topluluk zîrüzeber: alt üst, darma dağınık zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, ÜÇÜNCÜ DAL, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu san’atlı meyveler Vâhid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verseydik birtek narı yiyemezdik.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Dokuzuncu Lem’a.
Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu san’atlı meyveler Vâhid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verseydik birtek narı yiyemezdik. – Cumartesi Dersleri 22. 22.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
DOKUZUNCU LEM’A
Cüzde, cüz’îde, küllde, küllîde, küll-i âlemde, hayatta, zîhayatta, ihyâda olan sikkelerden, hâtemlerden, turralardan bazılarına işaret ettik. Şimdi, nevilerde hesapsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz.
Evet, nasıl ki meyvedar bir ağacın hesapsız semereleri, bir terbiye-i vâhide, bir kanun-u vahdetle, birtek merkezden idare edildiklerinden, külfet ve meşakkat ve masraf o kadar suhulet peydâ eder ki, kesretle terbiye edilen tek bir semereye müsâvi olurlar. Demek kesret ve taaddüd-ü merkez, her semere için, kemiyetçe bütün ağaç kadar külfet ve masraf ve cihazat ister. Fark yalnız keyfiyetçedir. Nasıl ki, birtek nefere lâzım techizat-ı askeriyeyi yapmak için, orduya lâzım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzımdır. Demek, iş vahdetten kesrete geçse, efrad adedince, kemiyet cihetiyle külfet ziyadeleşir. İşte, her nevide bilmüşahede görünen suhulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve suhulet eseridir.
Elhasıl: Bir cinsin bütün envâı, bir nev’in bütün efradı, âzâ-yı esasîde muvafakat ve müşabehetleri nasıl ispat ederler ki, tek bir Sâniin masnularıdır. Çünkü vahdet-i kalem ve ittihad-ı sikke öyle ister. Öyle de, bu meşhud suhulet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücub derecesinde icab eder ki, bir Sâni-i Vâhidin eserleri olsun.
Yoksa, imtinâ derecesine çıkan bir suubet, o cinsi in’idâma ve o nev’i ademe götürecekti.
Velhasıl, Cenâb-ı Hakka isnad edilse, bütün eşya birtek şey gibi bir suhulet peydâ eder. Eğer esbaba isnad edilse, herbir şey bütün eşya kadar suubet peydâ eder. Madem öyledir; kâinatta şu görünen fevkalâde ucuzluk ve şu göz önündeki hadsiz mebzûliyet, sikke-i vahdeti güneş gibi gösterir. Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu san’atlı meyveler Vâhid-i Ehadin malı olmazsa, bütün dünyayı verseydik birtek narı yiyemezdik.
adem: yokluk âzâ-yı esasî: temel organlar bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cihazat: donanım cüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: ferd (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) elhasıl: özetle, sonuç olarak envâ: çeşitler, türler esbab: sebepler (bk. s-b-b) eşya: şeyler, varlıklar faraza: varsayalım ki fevkalâde: olağanüstü hadsiz: sınırsız hatem: mühür, damga hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) hedâyâ-yı Rahmâniye: çok şefkatli ve merhametli olan Allah’ın hediyeleri (bk. r-ḥ-m) hemcins: aynı cinsten olan ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y) imtinâ: imkansızlık in’idâm: yok olma isnad edilmek: dayandırılmak (bk. s-n-d) ittihad-ı sikke: mühür birliği kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kanun-u vahdet: birlik kanunu (bk. ḳ-n-n; v-ḥ-d) kemiyetçe: sayıca kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) keyfiyet: nitelik, özellik külfet: güçlük küll: bütün (bk. k-l-l)
küll-i âlem: âlemin bütünü (bk. k-l-l; a-l-m) küllî: fertlerden oluşan topluluk, tür, cins (bk. k-l-l) lisan-ı hâl: hâl ve beden dili masnu: sanat eseri (bk. ṣ-n-a) mebzûliyet: bolluk meşakkat: zahmet, zorluk meşhud: görünen (bk. ş-h-d) meyvedar: meyveli muktedir: gücü yeten, güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r) münteşir: yayılmış olan müşabehet: benzeme müsâvi: eşit, denk mutasarrıf: tasarruf sahibi (bk. ṣ-r-f) muvafakat: uygunluk nefer: asker, er nev’: tür nevi: tür, çeşit rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) Sâni-i Vâhid: tek olan ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; v-ḥ-d) sefine: gemi semere: meyve
sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür sikke-i vahdet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d) suhulet: kolaylık suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak suhulet-i fevkalâde: olağanüstü kolaylık suhulet-i mutlaka: tam bir kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ) suubet: zorluk suubet peydâ etmek: zorluk kazanmak taaddüd-ü merkez: merkezin çokluğu techizat-ı askeriye: askerî donanım terbiye-i vâhide: tek terbiye (bk. v-ḥ-d) teşkil: oluşma tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) turra: padişah mührü, imzası vahdet: birlik, teklik (bk. v-ḥ-d) vahdet-i kalem: kalem birliği (bk. v-ḥ-d) Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kaplayan ve herbir şeyde görülen Allah (bk. v-ḥ-d) velhasıl: kısacası vücub: zorunluluk (bk. v-c-b)yüsr: kolaylık zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) ziyadeleşme: fazlalaşma, artma
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime DOKUZUNCU LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Sekizinci Lem’a.
Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. – Cumartesi Dersleri 22. 21.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
SEKİZİNCİ LEM’A
Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Öyle de, şu anâsır denilen mezraa-i masnuat, vâhidiyet ve besâtetle beraber külliyet ve ihâtaları; ve şu mahlûkat denilen semerât-ı rahmet ve mu’cizât-ı kudret ve kelâmât-ı hikmet olan nebatat ve hayvanat, mümaselet ve müşabehetleriyle beraber çok yerlerde intişarı, her tarafta bulunup tavattunları, tek bir Sâni-i Mu’ciznümânın taht-ı tasarrufunda olduklarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, güya herbir çiçek, herbir semere, herbir hayvan, o Sâniin birer sikkesidir, birer hâtemidir, birer turrasıdır. Her nerede bulunsa, lisan-ı hâliyle herbirisi der ki: “Ben kimin sikkesiyim; bu yer dahi Onun masnuudur. Ben kimin hâtemiyim; bu mekân dahi Onun mektubudur. Ben kimin turrasıyım; bu vatanım dahi onun mensucudur.”
Demek, en ednâ bir mahlûka rububiyet, bütün anâsırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur. Ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek, bütün hayvânâtı, nebâtâtı, masnûâtı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu, kör olmayan görür.
Evet, herbir fert, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanıyla der: “Kim bütün nev’ime mâlik ise, bana mâlik olabilir. Yoksa, yok.” Her nevi, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.”
Arz, sair seyyârât ile bir güneşe irtibatı ve semâvât ile tesânüdü lisanıyla der: “Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik O olabilir. Yoksa, yok.”
anâsır: unsurlar, elementler arz: yeryüzü, dünya besâtet: basitlik, sâdelik delâlet: işaret etme, delil olma ednâ: en basit, en küçük efrad: fertler (bk. f-r-d) has: özel hatem: mühür, damga hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) iâne-i gaybiye: görünmeyen âlemden gelen yardım (bk. ğ-y-b) ihâta: kuşatma, kapsama intişar: yayılma irtibat: bağ kabza-i rububiyet: rububiyet eli (bk. r-b-b) kabza-i tasarruf: tasarrufu altında bulundurma (bk. ṣ-r-f) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kelâmât-ı hikmet: hikmet kelimeleri, sözleri (bk. k-l-m; ḥ-k-m) külliyet: genellik, kapsamlılık (bk. k-l-l) lisan-ı hâl: hâl ve beden dili mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) mahsus: özgü mâlik: sahip (bk. m-l-k) masnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)
masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mekân: yer (bk. m-k-n) mensuc: dokunmuş, örülmüş mezraa-i masnuat: san’at eseri varlıkların tarlası (bk. ṣ-n-a) misliyet: benzerlik, misliyet (bk. m-s̱-l) mu’cizât-ı kudret: kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r) Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyi şefkat ve merhametle sevk ve idare eden Allah (bk. d-b-r; r-ḥ-m; ẕü; c-m-l) mümaselet: benzerlik (bk. m-s̱-l) Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâl: herşeyi hikmetle yapan ve terbiye eden, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. r-b-b; ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) müşabehet: benzerlik mutasarrıf: tasarruf eden (bk. ṣ-r-f) nebatat: bitkilernev’: tür rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) Sâni-i Mu’ciznümâ: mu’cize gösteren ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; a-c-z) sath-ı arz: yeryüzü, dünya semâvât: gökler (bk. s-m-v) semerât-ı rahmet: rahmet meyveleri (bk. r-ḥ-m) semere: meyve seyyârât: gezegenler sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür taht-ı tasarruf: tasarrufu altında (bk. ṣ-r-f) tavattun: vatan edinme, yerleşme tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılama (bk. d-b-r) tedvir: çekip çevirme, idare etme tesânüd: dayanışma (bk. s-n-d) turra: padişah mührü, imzası vâhidiyet: birlik (bk. v-ḥ-d)
Evet, faraza zîşuur bir elmaya biri dese, “Sen benim san’atımsın”; o elma lisan-ı hâl ile ona “Sus,” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki bütün bahar sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedâyâ-yı Rahmâniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dâvâ et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.
âzâ-yı esasî: temel organlar bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cihazat: donanım cüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: ferd (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) elhasıl: özetle, sonuç olarak envâ: çeşitler, türler faraza: varsayalım ki hatem: mühür, damga hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) hedâyâ-yı Rahmâniye: çok şefkatli ve merhametli olan Allah’ın hediyeleri (bk. r-ḥ-m) hemcins: aynı cinsten olan ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y) ittihad-ı sikke: mühür birliği kanun-u vahdet: birlik kanunu (bk. ḳ-n-n; v-ḥ-d) kemiyetçe: sayıca kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) keyfiyet: nitelik, özellik külfet: güçlük küll: bütün (bk. k-l-l) küll-i âlem: âlemin bütünü (bk. k-l-l; a-l-m) küllî: fertlerden oluşan topluluk, tür, cins (bk. k-l-l)
lisan-ı hâl: hâl ve beden dili masnu: sanat eseri (bk. ṣ-n-a) meşakkat: zahmet, zorluk meşhud: görünen (bk. ş-h-d) meyvedar: meyveli muktedir: gücü yeten, güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r) münteşir: yayılmış olan müşabehet: benzeme müsâvi: eşit, denk mutasarrıf: tasarruf sahibi (bk. ṣ-r-f) muvafakat: uygunluk nefer: asker, er nevi: tür, çeşit rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) Sâni-i Vâhid: tek olan ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; v-ḥ-d) sefine: gemi semere: meyve
sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür suhulet: kolaylık suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak suhulet-i fevkalâde: olağanüstü kolaylık suhulet-i mutlaka: tam bir kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ) taaddüd-ü merkez: merkezin çokluğu techizat-ı askeriye: askerî donanım terbiye-i vâhide: tek terbiye (bk. v-ḥ-d) teşkil: oluşma tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) turra: padişah mührü, imzası vahdet: birlik, teklik (bk. v-ḥ-d) vahdet-i kalem: kalem birliği (bk. v-ḥ-d) vücub: zorunluluk (bk. v-c-b) yüsr: kolaylık zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) ziyadeleşme: fazlalaşma, artma
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime SEKİZİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Bak, nasıl sahife-i arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samedin hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebirine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuhla hâtem-i vahdet okunuyor.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Yedinci Lem’a.
Bak, nasıl sahife-i arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samedin hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebirine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuhla hâtem-i vahdet okunuyor. – Cumartesi Dersleri 22. 20.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
YEDİNCİ LEM’A
Bak, nasıl sahife-i arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samedin hâtemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebirine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın heyet-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuhla hâtem-i vahdet okunuyor. Çünkü şu mevcudat bir fabrikanın, bir kasrın, bir muntazam şehrin eczaları ve efradları gibi bel bele verip, birbirine karşı muavenet elini uzatıp, birbirinin sual-i hâcetine “Lebbeyk, başüstüne” derler. El ele verip bir intizamla çalışırlar. Baş başa verip zevilhayata hizmet ederler. Omuz omuza verip, bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakîme itaat ederler.
Evet, güneş ve aydan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebâtâtın muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde; ve hayvanların zayıf, şerif
bağıstan-ı kerem: cömertlik ve ikram bahçesi (bk. k-r-m) bedîa: beğenilen ve çok takdir edilen güzel şey (bk. b-d-a) daim: devamlı ecza: parçalar, bölümler (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) faaliyet-i mu’ciznümâ: mu’cizeli faaliyet (bk. f-a-l; a-c-z) hararet: sıcaklık hatem: mühür, damga hâtem-i vahdet: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d) heyet-i mecmua: genel yapı, bütün (bk. c-m-a) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) imdad: yardım isteme intizam: düzenlilik, disiplin (bk. n-ẓ-m) kadir: her şeye gücü yeten (bk. ḳ-d-r) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kasr: saray, köşk
kifayet etme: yeterli olma kitab-ı kebir: büyük kitap (bk. k-t-b; k-b-r) kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) lebbeyk: “buyurun, emredin” mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) muavenet: yardım Müdebbir-i Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve idare eden Allah (bk. d-b-r; ḥ-k-m) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) müsavi: eşit müteveccihen: yönelmiş olarak muvafakat: uygunluk nazır: bakan, gözeten (bk. n-ẓ-r) nebâtât: bitkiler nisbet: oran (bk. n-s-b) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)
Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik ve merhamet sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m; ẕü; c-m-l) rahmet: şefkat, merhamet, ihsan (bk. r-ḥ-m) rutubet: nemlilik, ıslaklık sahife-i arz: yeryüzü sahifesi san’at-ı hârika: hârika sanat (bk. ṣ-n-a) san’atkarane: san’atlı bir şekilde (bk. ṣ-n-a) şerif: şerefli, değerli sual-i hâcet: ihtiyacını isteme (bk. h-v-c) suhulet: kolaylık vuzuh: açıklık Zat-ı Ehad-i Samed: her şeyin Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d) zerre: atom zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y)
insanların imdadına koşmalarında; hattâ mevadd-ı gıdâiyenin lâtif, nahif yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında; tâ zerrât-ı taamiyenin hüceyrât-ı beden imdadına geçmelerinde câri olan bir düstur-u teâvünle hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyorlar ki, gayet kerîm birtek Mürebbînin kuvvetiyle, gayet hakîm birtek Müdebbirin emriyle hareket ediyorlar.
İşte, şu kâinat içinde câri olan bu tesânüd, bu teâvün, bu tecâvüb, bu teanuk, bu musahhariyet, bu intizam, birtek Müdebbirin tertibiyle idare edildiklerine ve birtek Mürebbînin tedbiriyle sevk edildiklerine kat’iyen şehadet etmekle beraber; şu bilbedâhe san’at-ı eşyada görünen hikmet-i âmme içindeki inâyet-i tamme ve o inâyet içinde parlayan rahmet-i vâsia ve o rahmet üstünde serilen ve rızka muhtaç herbir zîhayatı onun hâcetine lâyık bir tarzda iâşe etmek için serpilen erzak ve iâşe-i umumî, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, bütün bütün aklı sönmeyen anlar ve bütün bütün kör olmayan görür.
Evet,
· kast ve şuur ve iradeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış,
· ve o perde-i hikmet üstünde, lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inâyet serilmiştir,
· ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde, kendini sevdirmek ve tanıttırmak ve in’âm ve ikram etmek lem’alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır,
· ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemâl-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u Rububiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.
bilbedâhe: ap açık bir şekilde câri: geçerli, yürürlükte düstur-u teâvün: yardımlaşma prensibi erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ) hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) hakîm: hikmetle iş yapan (bk. ḥ-k-m) hâtem-i tevhid: Allah’ın birlik mührü (bk. v-ḥ-d) hikmet-i âmme: herşeyi kuşatan hikmet (bk. ḥ-k-m) hüceyrât-ı beden: beden hücreleri hulle-i rahmet: rahmet elbisesi (bk. r-ḥ-m) hüsn-ü terbiye: güzel terbiye (bk. ḥ-s-n; r-b-b) iâşe etmek: beslemek (bk. a-y-ş) iâşe-i umumî: herkesi besleyip geçimini sağlama (bk. a-y-ş) ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) in’am: nimetlendirme (bk. n-a-m) inâyet-i tamme/inâyet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kast: bilerek ve isteyerek yapma (bk. ḳ-s-d) kat’iyen: kesin olarak kemâl-i şefkat: tam ve mükemmel şefkat (bk. k-m-l; ş-f-ḳ) kerîm: ikram sahibi, cömert (bk. k-r-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) lem’a: parıltı lütf-u Rububiyet: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah‘ın iyilik ve bağışı (bk. l-ṭ-f; r-b-b) lütuf: iyilik, ihsan (bk. l-ṭ-f) mevadd-ı gıdâiye: gıda maddeleri Müdebbir: ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r) münevver: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) Mürebbî: herşeyi terbiye eden, eğiten, yetiştiren Allah (bk. r-b-b) musahhariyet: boyun eğmişlik müzeyyen: süslü (bk. z-y-n) nahif: zayıf perde-i hikmet: hikmet perdesi (bk. ḥ-k-m)
Evet, şu mevcudata; zerrelerden güneşlere kadar, fertler olsun, neviler olsun, küçük olsun, büyük olsun,
· semerat ve gayatla ve faideler ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş,
· ve o hikmetnümâ suret gömleği üstünde, lütuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet, herşeyin kametine göre biçilmiş,
· ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine, tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in’âm lem’alarıyla münevver rahmet nişanları takılmış,
· ve o münevver ve murassâ nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevilhayatın taifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumî kurulmuştur.
İşte şu iş, güneş gibi âşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk bir Zât-ı Zülcemâle işaret edip gösteriyor.
Öyle mi? Herşey rızka muhtaç mıdır?
Evet. Bir fert, rızka ve devam-ı hayata muhtaç olduğu gibi, görüyoruz ki, bütün mevcudat-ı âlem, bahusus zîhayat olsa, küllî olsun, cüz’î olsun, küll olsun, cüz olsun, vücudunda, bekàsında, hayatında ve idame-i hayatta maddeten ve mânen çok metâlibi var, çok levâzımâtı var. İftikarâtı ve ihtiyâcâtı öyle şeylere var ki, en ednâsına o şeyin eli yetişmediği, en küçük matlubuna o şeyin kuvveti kâfi gelmediği bir halde, görüyoruz ki, bütün metâlibi ve erzak-ı maddiye ve mâneviyesi,
مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ 1
ummadığı yerlerden kemâl-i intizamla ve vakt-i münasipte ve lâyık bir tarzda, kemâl-i hikmetle ellerine veriliyor. İşte bu iftikar ve ihtiyac-ı mahlûkat ve bu tarzda imdad ve iâne-i gaybiye, acaba güneş gibi bir Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâli, bir Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâli göstermiyor mu?
Dipnot-1
“Hiç ummadığı yerlerden…” Talâk Sûresi, 65:3.
âşikâre: açıkça bahusus: özellikle bekà: süreklilik (bk. b-ḳ-y) cüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: ferd, birey (bk. c-z-e) devam-ı hayat: hayatın devamı (bk. ḥ-y-y) ednâ: en aşağı erzak-ı maddiye ve mâneviye: maddi ve mânevî rızıklar (bk. r-z-ḳ; a-n-y) gayat: gayeler hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m) hikmetnümâ: hikmetli (bk. ḥ-k-m) hulle-i inâyet: inâyet elbisesi (bk. a-n-y) iâne-i gaybiye: görünmeyen âlemden gelen yardım (bk. ğ-y-b) idame-i hayat: hayatı devam ettirme (bk. ḥ-y-y) iftikar: fakirlik (bk. f-ḳ-r) iftikarât: fakirlik, yoksulluk (bk. f-ḳ-r) ihsan: iyilik, bağış (bk. ḥ-s-n) ihtiyac-ı mahlûkat: yaratıkların ihtiyacı (bk. ḥ-v-c; ḫ-l-ḳ) ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. h-v-c) ikram: bağış, ihsan (bk. k-r-m)
in’am: nimetlendirme (bk. n-a-m) kâfi: yeterli kamet: boy, endam kemâl-i hikmet: mükemmel, tam bir hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m) kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) Kerîm: sınırsız ikram, ihsan ve cömertlik sahibi Allah (bk. k-r-m) küll: bütün (bk. k-l-l) küllî: fertlerden oluşan topluluk, tür, cins (bk. k-l-l) kumaş-ı hikmet: hikmet kumaşı (bk. ḥ-k-m) lem’a: parıltı levâzımat: gerekli olan şeyler lütuf: iyilik, ikram (bk. l-ṭ-f) maddeten: maddî olarak mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) maslahat: fayda, gaye (bk. ṣ-l-ḥ) matlub: istek (bk. ṭ-l-b) metâlib: istekler (bk. ṭ-l-b) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m) min haysü lâ yahtesib: umulmadık bir şekilde muhteşem: görkemli, ihtişamlı münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş) münevver: nurlu, aydınlanmış (bk. n-v-r) murassâ: süslenmiş
Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyi şefkat ve merhametle sevk ve idare eden Allah (bk. d-b-r; r-ḥ-m; ẕü; c-m-l) Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâl: herşeyi hikmetle yapan ve terbiye eden, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. r-b-b; ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) müzeyyen: süslü (bk. z-y-n) nevi: tür nihayetsiz: sonsuz nişan: işaret Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) Rezzak: bütün canlıların rızkını veren Allah (bk. r-z-ḳ) semerat: meyveler, neticeler sofra-i rızk-ı umumî: herkesin yararlandığı rızık sofrası (bk. r-z-ḳ) suret: görüntü (bk. ṣ-v-r) tahabbüb: kendini sevdirme (bk. ḥ-b-b )tahannün: şefkat etme (bk. ḥ-n-n) taife: topluluk vâfi: yeterli vakt-i münasip: uygun zamanda (bk. n-s-b) Zât-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-m-l) zemin: yer zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime YEDİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste “Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.’ – Birkaç Bîçare Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders, Bir İhtardır” bölümü yer almaktadır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 11 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
“Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.” – Birkaç Bîçare Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders, Bir İhtardır – Gençlik Rehberi Okumaları 7
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
GENÇLİK REHBERİ
Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî
SHORTS
Birkaç Bîçare Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders, Bir İhtardır
Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi dedim ki:
Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem hem lezzet alabilir. Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.
Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı belki vücudu belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında ma’dumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise itikadsızlığı cihetiyle yine ma’dumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar.
Eğer iman, hayata hayat olsa o vakit hem geçmiş hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin İhtiyar Risalesi’nde Yedinci Rica’da izahı var, ona bakmalısınız.
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise size –başka gençlere söylediğim gibi– bir temsil ile beyan ediyorum:
Mesela, burada gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango –fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren– dairesi var. Biz buradaki on kişi alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından her dakika, ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık!” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış gel, al!” demelerini beklerken birden kapıya iki adam geldi.
Biri yarı çıplak güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor.
Diğer biri de aldatmaz ve aldanmaz ciddi bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okusanız o helvayı yemezseniz o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsım ile o emsalsiz ikramiye biletinizi alırsınız. İşte bu darağacında zaten gözünüzle görüyorsunuz ki bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar, yüksek sesle ilan ediyorlar ve haber veriyorlar ki o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüz ile gördüğünüz gibi bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz.” dedi.
İşte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar fark etmeyerek her vakit ecel celladı, başını kesmek için gelebilir.
Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip tılsım-ı Kur’anî olan iman ve feraizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayet ve ehl-i hakikat, müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfat ve sû-i istimalden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta –ehl-i keşfe’l-kuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle– ekser azaplar, gençlik sû-i istimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile “Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde
اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ
sırrıyla hiç acınmaya müstahak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.
Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmin!
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.