Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.

Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. - Cumartesi Dersleri 24. 2.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz İkinci Dal.

Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. - Cumartesi Dersleri 24. 2.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Dördüncü Söz

İKİNCİ DAL

Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.

Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m)
burhan: kesin delil
Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r)
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)
ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r)
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar, gizli gerçekler
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı
insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l)
istiâne: yardım isteme
istiâze: Allah’a sığınma
ittifak: birleşme, birlik
kat’î: kesin
kâtib: yazıcı (bk. k-t-b)
keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f)
lisan: dil
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
medâr-ı fahr: övünç vesilesi
medet: yardım
mes’uliyet: sorumluluk
meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d)
muavenet: yardım
muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)
mükellef: yükümlü
mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k)
münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v)
müptelâ: bağımlı, tutulmuş
müracaat: başvurma
mütenakız: birbirine zıt, çelişen
muvaffakiyet: başarı
nam: adnev-i insan: insanlık
nisbet: bağ (bk. n-s-b)
şer: kötülük
şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
talep: isteme (bk. ṭ-l-b)
tazammun eden: içine alan
tehalüf: birbirine zıt olma
telâkki: kabul etme
terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler
usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n)
zâbit: subay
zikretmek: anmak

İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.

Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:

İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f)
asliyet: asıl oluş
berzah: geçit
çendan: gerçi
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v)
cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)
ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e)
erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n)
erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar
evliya: veliler (bk. v-l-y)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m)
ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
itibarıyla: özelliğiyle
kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d)
kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l)
keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f)
külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s)
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
medar: dayanak, eksen
menşe: kaynak
mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül
mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l)
muhtelif: çeşitli
müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d)
mütefavit: farklı
reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
server: reis, baş
şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tafsilât: ayrıntılar
taharrî: araştırma
tebaiyet: tabi olma, uyma
tenevvü: çeşitlenme
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)
ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler
vâzıh: açık, âşikâr
zılliyet: gölge tarzında tecellî

başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.

Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.

Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. HAŞİYE-1

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:

Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.

Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.


Haşiye-1

Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.


âsâr: eserler
cihazat: organlar, duyular
cismanî: maddi yapısı olan
cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e)
ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
enâniyet: benlik, gurur
esrar: sırlar
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
farz etmek: varsaymak
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
has: özel
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m)
hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m)
icra etmek: yerine getirmek
ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma
işârât: işaretler
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
istidlâl: delil getirme, akıl yürütme
istimâl: kullanma
iştiyak: çok arzu ve istek
kamer: ay
Katre: damla
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)
marifet: bilgi (bk. a-r-f)
misal: örnek (bk. m-s̱-l)
mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d)
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nev’: tür
Reşha: sızıntı
sa’y: çalışma
safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y)
seyyare: gezegen
sır: gizem, gizli gerçek
sülûk: yol alma
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)
taife: grup, topluluk
tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y)
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakkiyât: ilerlemeler
teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m)
tezkiye: temize çıkarma
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
Zühre: çiçek

Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:

Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.

İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde


âsâr: eserler
âyine: ayna
berzah: geçit
bil’asale: bizzat
cevv-i hava: hava boşluğu
cihet: yön
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e)
emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)
evvelki: önceki
Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)
feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hicap: perde
hususî: özel
ifade: faydalandırma
ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma
istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması
kamer: ay
Katre: damla
kavl: söz
küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l)
mahdut: sınırlı
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
mezkûr: sözü geçen
mukabil: karşı
mukayyet: kayıtlı
mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nebâtât: bitkiler
neş’et etme: doğma, ortaya çıkma
nev’: tür, çeşit
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha: sızıntı
safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
şahsiyet: kişilik, yapı
şems: güneş
seyyarat: gezegenler
seyyare: gezegen
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e)
tahrik: harekete geçirme
tarik: yol
tarz: şekil, biçim
tavassut: vasıta olma, aracılık etme
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
teveccüh: yönelme
timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l)
umum: bütün
velâyet: velîlik (bk. v-l-y)
zerre: atom
ziya: ışık
Zühre: çiçek

gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet  


âsâr: eserler
âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler
ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ)
âzâ: organlar
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Eski Said: (bk. bilgiler)
farz etmek: varsaymak
feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
feylesof: filozof, felsefeci
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n)
ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)
inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış
isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
kâfi: yeterli
kamer: ay
Katre: damla
kesafet peyda etmek: katılaşmak
kurbiyet: yakınlık
maddiyât: maddi şeyler
mukayyed: kayıtlı
müsademe: çarpışma
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
perestiş: taparcasına sevme
Reşha: sızıntı
safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y)
şems: güneş
şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d)
şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n)
şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d)
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)
şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r)
telâkki: kabul etme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b)
tevaggul: dalma, derinliğine girme
teveccüh: yönelme
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)
timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l)
Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m)
ziya: ışık
ziya-yı şems: güneşin ışığı
ziynetli: süslü (bk. z-y-n)
zıll: gölge
Zühre: çiçek

ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.


aks: yansıma
âyine: ayna
âyinedarlık: aynalık
berzah: geçit
beyhude: boşuna
cazibe: çekim gücü
celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ)
dehşet: korku, ürkme
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
feylesof: filozof, felsefeci
firak: ayrılık (bk. f-r-k)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)
hususiyet: özellik
iftihar: övünme
inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış
inkisar: kırılma
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
iz’âcât: rahatsız etmeler
kalb-i insanî: insan kalbi
kamer: ay
Katre: damla
Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r)
Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l)
kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kesafet: yoğunluk, katılık
kesif: yoğun, katı
lâkin: ama, fakat
lem’a: parıltı
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
muvaffak: başarılı
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s)
neş’et etmek: doğmak
Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r)
sa’y: çalışma
şems: güneş
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
sülûk etmek: yol almak
suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
telezzüz: lezzetlenme
terakki: yükselme, ilerleme
teveccüh: yönelme
vahşet: ürküntü, korku
yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)
ye’s: ümitsizlik
zât: kendi, öz
ziya: ışık
Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l)
zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)

Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,


akis: yansıma
âsâr: işler
âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler
âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri
âyine: ayna
âyinedar: ayna olma
ayn-ı şems: güneşin kendisi
aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n)
berzah: geçit
cazibe: çekim gücü
çendan: gerçi
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
enâniyet: benlik
evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
half: arka
hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ)
hararet: sıcaklık, ısı
haşmet: ihtişam, görkem
hicap: örtü, perde
hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m)
hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iz’an: kesin şekilde inanma
Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)
kamer: ay
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
madde-i kesife: yoğun, katı madde
mahsus: özel, has
mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d)
mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)
mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler
Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)
müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d)
müşkilât: zorluk
nâr-ı aşk: aşk ateşi
nesc etmek: dokumak
nevi: tür, çeşit
nur: aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l)
safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y)
saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şems: güneş
şua: ışık, parıltı
tafsilât: ayrıntı
tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ)
tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ)
tebahhur: buharlaşma
temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l)
tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde
ülfet: alışkanlık
ünsiyet: alışkanlık, âşinalık
veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)ziya: ışık

haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.

Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.


a’mâl: ameller, işler
âhir: son (bk. e-ḫ-r)
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f)
derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m)
ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱)
ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
enâniyet: benlik, gurur
erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l)
fevkinde: üstünde
hadd: yetki
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m)
haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m)
hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d)
icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l)
ihsas: hissettirme
iktifa: yetinme
iktiza: bir şeyin gereği
inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)
iptidaî: ilkel
İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma
kavî: kuvvetli
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r)
marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f)
mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)
mevzu: uydurma hadis
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
tafsil: ayrıntı
tafsilât: ayrıntılar
takat: güç, kuvvet
tefavüt etmek: farklılık göstermek
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
vukuat: olaylar
zikretmek: bildirmek, hatırlatmak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.449

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-dorduncu-soz/450


CUMARTESİ DERSLERİ

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. - Cumartesi Dersleri 24. 1.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. - Cumartesi Dersleri 24. 1.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Birinci Dal.

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. - Cumartesi Dersleri 24. 1.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Dördüncü Söz

Şu Söz Beş Daldır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış, çık, meyvelerini kopar, al.

 اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى     1

ŞU ÂYET-İ CELÎLENİN şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz.

BİRİNCİ DAL

Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan; ve askeriyede kumandan-ı âzam; ve ilmiyede halife—daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki, birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır; görünür, görür. Ve herbir mertebede, perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.

Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları; ve ulûhiyetinin


Dipnot-1

“O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur.” Tâhâ Sûresi, 20:8.


alâmet: işaretâyet-ı celîle: yüce âyet (bk. c-l-l)basîr: gören (bk. b-ṣ-r)Ezel-Ebed Sultanı: hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim: hükmeden, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)hâkim-i âdil: adaletli hâkim (bk. ḥ-k-m; a-d-l)halife: Müslümanların dini reisi (bk. ḫ-l-f)haysiyetiyle: özelliğiylehükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)kumandan-ı âzam: en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)mertebe: derecemeşhud: görünen, bilinen (bk. ş-h-d)mevcut: var olma (bk. v-c-d)mülkiye: yönetim daireleri ve kadroları (bk. m-l-k)mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)mutasarrıf: dilediği gibi idare eden (bk. ṣ-r-f)nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r)nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m)Rabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m)raiyet: halkrububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)şahsiyet-i mâneviye: mânevî kişilik (bk. a-n-y)saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)şe’n/şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)şecere-i nuraniye: nurlu ağaç (bk. n-v-r)sultan: hükümdâr, yönetici (bk. s-l-ṭ)tabaka: kat, sınıftabaka-i hükûmet: yönetim tabakası (bk. ḥ-k-m)ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)vasıf: özellik, sıfat (bk. v-ṣ-f)

dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır.

Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlûkatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm, herbirisinde has bir tecellî, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve âmm olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle birşeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık isminin, mahlûkıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuûnât birbirine bakar. Ve temessülât birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder. Elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri


âlem: dünya (bk. a-l-m)âmm: genelcilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)cüz’î: küçük (bk. c-z-e)daire-i sıfât: sıfat dairesi (bk. v-ṣ-f)ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)hâkezâ: böylece, bunun gibihâkim: hüküm sahibi, hükmeden, galip (bk. ḥ-k-m)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve şeref sahibi yaratıcı, Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)has: özelhaşmet: heybet, görkemhaşmetnümâ: ihtişamlı, görkemlihikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)ihsas: hissettirme, hatırlatmaikmal etme: tamamlama (bk. k-m-l)imdat: yardıma yetişmeitmam: tamamlamakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kast: amaç, hedef (bk. ḳ-ṣ-d)kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)mahlûkıyet: yaratılmışlık (bk. ḫ-l-ḳ)masnuât: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)mertebe-i kübrâ: en büyük mertebe (bk. k-b-r)muavenet: yardımmuhit: kuşatan, kapsayıcımukaddes: kutsal, her türlü kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s)müntehâ: en son noktamütenevvi: çeşitlinuranî: nurlu (bk. n-v-r)rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)şe’n/şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)tâbi: uyantaife: topluluk, gruptasarrufât: tasarruflar, dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)tecellî: yansıma (bk. c-l-y)tecelliyât: tecellîler, yansımalar (bk. c-l-y)temâşâ etmek: bakmak, seyretmektemessül: görüntünün belirmesi (bk. m-s̱-l)temessülât: görüntülerin belirmesi (bk. m-s̱-l)terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma (bk. r-b-b)teveccüh: yönelmeünvan-ı âzam: en büyük ünvan (bk. a-ẓ-m)zımn: iç tarafzuhurât: görünümler, meydana çıkmalar (bk. ẓ-h-r)

içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında Hüve, Hüvallah okusun, görsün. Onun kulağı herşeyden

 قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 

dinlesin, işitsin. Onun lisanı Lâ ilâhe illâhû beraber mîzened âlem desin, ilân etsin.

İşte, Kur’ân-ı Mübîn,

 اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى 

fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr” dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyecekler. HAŞİYE-1


Dipnot-1

“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.

Dipnot-2

“O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur.” Tâhâ Sûresi, 20:8.

Haşiye-1

Hattâ birgün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?”

Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi, sarih bir surette “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyerek, güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı.

Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?”

Sonra, sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil; fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hırhırları arkasında “Yâ Rahîm” fark edilir. Git gide hırhırları, mırmırları aynı “Yâ Rahîm” olur; mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Yâ Rahîm” çeker.

Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler. Sonra kalbime geldi: “Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve niçin insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?”

Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit, hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak esbabı bırakıp, yalnız kendi Hâlık-ı Rahîminin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Yâ Rahîm” nidâsıyla, kimden medet gelir ve kimden rahmet beklenir, esbap-perestlere ihtar ediyorlar.


Alîm: herşeyi sonsuz ilmiyle bilen Allah (bk. a-l-m)âmm: genelAzîz: izzet, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. a-z-z)bidâyet: başlangıçCebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına istediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r)Celîl: sonsuz derecede haşmet, yücelik ve azamet sahibi Allah (bk. c-l-l)Cemîl: sonsuz güzellik sahibi olan Allah (bk. c-m-l)çendan: gerçicilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)dalâlet: inançsızlık, hak yoldan sapkınlık (bk. ḍ-l-l)esmâ: isimler (bk. s-m-v)fasih: güzel, açık ve düzgün konuşan (bk. f-s-ḥ)ferman: buyrukgaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız davranma hali (bk. ğ-f-l)güya: sankihakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Hâlık: herşeyi var eden, yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)haşiye: dipnot, açıklayıcı nothayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-yHüvallah: “O Allah’tır”Hüve: O, Allahihvan: kardeşlerinkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)intikal: geçme, farkına varmaKadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)Kur’ân-ı Mübîn: hak ve hakikati açıklayan Kur’ân (bk. b-y-n)Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem: bütün âlem hep beraber “Allah’tan başka ilâh yoktur” der (bk. e-l-h)mahreçsiz: harfleri doğru çıkarmadanmahsus: özel, hasmübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k)münhasır: ait, sınırlımütefavit: farklı farklımuteriz: itiraz edennazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)sair: diğersarih: açıkşefkat: karşılıksız sevgi ve merhamet (bk. ş-f-ḳ)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)tahkir: hor görmetaife: kavim, gruptemâşâ etmek: seyretmekvech-i tahsis: tahsis yönü, has kılma sebebizelzele: deprem, sarsıntızemin: yeryüzüzikir: Allah’ı anmazikr-i hazîn: içli zikir, mânevî hüzün veren zikirzikretmek: bildirmek, anmak

Semâyı dinle. Nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl”diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Yâ Rahmân, yâ Rezzâk” diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl “Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin” gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.

Fakat, çendan insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intaç eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarikatleri, asfiyanın çeşit çeşit meşrepleri şu sırdan neş’et etmiştir. Meselâ, İsâ aleyhisselâm, sair esmâ ile beraber, Kadîr ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir.


âlem: dünya (bk. a-l-m)Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)arz: yer, dünyaasfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y)Atûf: çok şefkatli, pek merhametli olan Allah (bk. a-ṭ-f)azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m)Celîl-i Zülcemâl: sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah (bk. c-l-l; ẕü; c-m-l)Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve haşmetiyle beraber, sonsuz güzel-lik sahibi Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l)çendan: gerçiehl-i aşk: kalpleri Allah sevgisiyle dolu olanlarehl-i tefekkür: varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler (bk. f-k-r)enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)esbab: sebepler (bk. s-b-b)esbap-perest: Allah’ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren (bk. s-b-b)esmâ: isimler (bk. s-m-v)Esmâ-yi Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)hâkezâ: bunun gibiHakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)hâkim: hüküm sahibi, hükmeden, galip (bk. ḥ-k-m)Hâlık-ı Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan yaratıcı, Allah (bk. ḫ-l-ḳ; r-ḥ-m)hamd: şükür, övgü (bk. ḥ-m-d)Hannân: rahmetlerinin en hoş cilvesini gösteren Allah (bk. ḥ-n-n)haşmetli: görkemli, heybetlihilâf: ters, aksiihtar: hatırlatma, uyarma, ikazihtilâf-ı ibâdât: ibadetlerin farklı farklı olması (bk. a-b-d)intaç eden: sonuç verenİsâ: (bk. bilgiler)Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kelb: köpekKerîm: cömertlik ve ikram sahibi olan Allah (bk. k-r-m)Lâtif: çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah (bk. l-ṭ-f)letâfet: hoşluk, güzellik (bk. l-ṭ-f)mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)medet: yardımmelâike: melekler (bk. m-l-k)meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usülMuhsin: yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah (bk. ḥ-s-n)Münevvir: herşeyi maddî ve manevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah (bk. n-v-r)Musavvir: herşeyi istediği sıfat ve surette yaratan Allah (bk. ṣ-v-r)musika-i zikriye: zikir musikîsiMüzeyyin: herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah (bk. z-y-n)nağamat: nağmeler, güzel seslernağme: ahenk, güzel sesnazdar: nazlınazik: ince, zarifneş’et: doğma, ortaya çıkmanevm-i gaflet: gaflet uykusu (bk. ğ-f-l)nidâ: seslenişRahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)Râhman: çok merhamet sahibi ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah (bk. r-ḥ-m)rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)Rezzak: bütün canlıların rızkını veren Allah (bk. r-z-ḳ)sair: diğerşefkat: karşılıksız sevgi ve merhamet (bk. ş-f-ḳ)semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)şeriat: yol, İlâhî kanun (bk. ş-r-a)sır: gizem, gizli gerçektaltif: lütuf ve ihsanda bulunma (bk. l-ṭ-f)tarikat: mânevî yol (bk. ṭ-r-ḳ)tenevvü: çeşitliliktenevvü-ü esmâ: isimlerin çeşitliliği (bk. s-m-v)Vedûd: kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah (bk. v-d-d)ziyade: fazla

İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes’uliyeti, birer terakkiyâtı; ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini çok suretlerle talep eder.

Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze ediyor.

İşte, şu sırdandır ki, Sûre-i

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ     مَلِكِ النَّاسِ     اِلٰهِ النَّاسِ     مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ     1

de üç ünvan ile istiâzeyi emrediyor ve Bismillâhirrahmânirrahîm’de üç ismiyle istiâneyi gösteriyor.


Dipnot-1

“De ki: Sığınırım insanların Rabbine, insanların Mâlikine, insanların İlâhına. Sinsice vesvese verenlerin şerrinden…” Nâs Sûresi, 114:1-4.


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)beyan: açıklama (bk. b-y-n)Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m)burhan: kesin delilCevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r)efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r)elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)esmâ: isimler (bk. s-m-v)esrar: sırlar, gizli gerçeklerevliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırıinsan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l)istiâne: yardım istemeistiâze: Allah’a sığınmaittifak: birleşme, birlikkat’î: kesinkâtib: yazıcı (bk. k-t-b)keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f)lisan: dilmazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)medâr-ı fahr: övünç vesilesimedet: yardımmes’uliyet: sorumlulukmeşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d)muavenet: yardımmuhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)mükellef: yükümlümülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k)münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v)müptelâ: bağımlı, tutulmuşmüracaat: başvurmamütenakız: birbirine zıt, çelişenmuvaffakiyet: başarınam: adnev-i insan: insanlıknisbet: bağ (bk. n-s-b)şer: kötülükşuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)talep: isteme (bk. ṭ-l-b)tazammun eden: içine alantehalüf: birbirine zıt olmatelâkki: kabul etmeterakkiyât: ilerlemeler, yükselmelerusul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n)zâbit: subayzikretmek: anmak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.445

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-dorduncu-soz/444


CUMARTESİ DERSLERİ

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. - Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.
Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 6.

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. - Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. ”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas Beşinci Nükte son bölüm ile On Yedinci Söz, On Yedinci Sözün İkinci Makamı, Birinci Levha, İkinci Levha.

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. - Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.
Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Üçüncü Söz

İkinci Mebhas

BEŞİNCİ NÜKTE

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör.

Birinci levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.

İkinci levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat (bk. e-ḫ-r)
ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)
ehl-i dalâlet: sapıklık ve inkâr ehli (bk. ḍ-l-l)
ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l)
ehl-i hidayet ve huzur: doğru ve hak yolda ve huzurda olanlar (bk. h-d-y; ḥ-ḍ-r)
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsızlık (bk. ğ-f-l)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i dünya: dünyanın gerçek mâhiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
insan-ı gafil: sorumsuz, âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan (bk. ğ-f-l)
levha-i hakikat: hakikat levhası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteveccih: yönelik
sû-i ihtiyar: iradeyi kötüye kullanma (bk. ḫ-y-r)
tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)

On Yedinci Söz

On Yedinci Sözün İkinci Makamı

Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yuşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler.

Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız; istihare edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi.

Yirmi Üçüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

Birinci Levha

Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.


Beni dünyaya çağırma, …. Ona geldim fenâ gördüm.

Demâ gaflet hicab oldu …. Ve nur-u Hak nihan gördüm.

Bütün eşya u mevcudat …. Birer fâni muzır gördüm.

Vücut desen, onu giydim, …. Ah, ademdi, çok belâ gördüm.

Hayat desen onu tattım …. Azap-ender azap gördüm.

Akıl ayn-ı ikab oldu, …. Bekàyı bir belâ gördüm.

Ömür ayn-ı heva oldu, …. Kemâl ayn-ı heba gördüm.

Amel ayn-ı riya oldu, …. Emel ayn-ı elem gördüm.

Visal nefs-i zevâl oldu, …. Devâyı ayn-ı dâ gördüm.

Bu envar zulümat oldu, …. Bu ahbabı yetim gördüm.

Bu savtlar nây-ı mevt oldu, … Bu ahyâyı mevat gördüm.

Ulûm evhâma kalb oldu, …. Hikemde bin sekam gördüm.

Lezzet ayn-ı elem oldu, …. Vücutta bin adem gördüm.

Habib desen onu buldum, …. Ah, firakta çok elem gördüm.  


adem: yokluk, hiçlikahbap: sevgililer, dostlar (bk. ḥ-b-b)âhir: son (bk. e-ḫ-r)ahyâ: canlılar (bk. ḥ-y-y)ayn-ı dâ: hastalığın tâ kendisiayn-ı elem: acının tâ kendisiayn-ı heba: zararın tâ kendisiayn-ı heva: boş istek ve arzunun tâ kendisiayn-ı ikab: azabın tâ kendisiayn-ı riya: gösterişin tâ kendisiazap-ender azap: azap içinde azapbekà: devamlılık, sonsuzluk (bk. b-ḳ-y)demâ: her zaman, dâimaehl-i gaflet: âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ğ-f-l)elem: acı, üzüntüemel: arzu, istekenvar: nurlar, aydınlıklar (bk. n-v-r)eşya u mevcudat: var olan şeyler, varlıklar (bk. v-c-d)evhâm: vehimler, kuruntularfâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)fenâ: yokluk, ölümlülük (bk. f-n-y)firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)gaflet: umursamazlık, duyarsızlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli (bk. ğ-f-l)habib: sevgili (bk. ḥ-b-b)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hicab: perdehikem: hikmetler (bk. ḥ-k-m)hutur etme: hatıra gelmeilhak: eklemeistihare: bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatmakalb olmak: dönüşmekkemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)mevat: ölmüş (bk. m-v-t)mübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k)muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)muzır: zararlınây-ı mevt: ölüm haberi (bk. m-v-t)nefs-i zevâl: sona ermenin kendisi (bk. n-f-s; z-v-l)nihan: gizli, saklınur-u Hak: Cenab-ı Hakkın nuru (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)savt: sessekam: hastalıktasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)ulûm: ilimler (bk. a-l-m)visal: kavuşmaYûşâ Tepesi: (bk. bilgiler)zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

İkinci Levha

Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.


Demâ gaflet zevâl buldu, …. Ve nur-u Hak ayan gördüm.

Vücut burhan-ı Zât oldu, …. Hayat, mir’ât-ı Haktır, gör.

Akıl miftah-ı kenz oldu, …. Fenâ, bâb-ı bekàdır, gör.

Kemâlin lem’ası söndü, …. Fakat şems-i cemâl var, gör.

Zevâl ayn-ı visal oldu, …. Elem ayn-ı lezzettir, gör.

Ömür nefs-i amel oldu, …. Ebed ayn-ı ömürdür, gör.

Zalâm zarf-ı ziya oldu, …. Bu mevtte hak hayat var, gör.

Bütün eşya enîs oldu, …. Bütün asvat zikirdir, gör.

Bütün zerrat-ı mevcudat…. Birer zâkir, müsebbih gör.

Fakrı kenz-i gınâ buldum, …. Aczde tam kuvvet var, gör.

Eğer Allah’ı buldunsa…… Bütün eşya senindir, gör.

Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen…. Onun mülkü senindir, gör.

Eğer hodbin ve kendi nefsine mâliksen… Bilâ-addin belâdır, gör,

Bilâ-haddin azaptır, tad, …. Bilâ gayet ağırdır, gör.

Eğer hakikî abd-i hüdâbin isen, …. Hudutsuz bir safâdır, gör,

Hesapsız bir sevap var, tad, …. Nihayetsiz saadet gör.


abd-i hüdâbin: Cenab-ı Hakkı tanıyan kul (bk. a-b-d)
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
asvat: sesler
ayan: aşikâr, belli
ayn-ı lezzet: lezzetin tâ kendisi
ayn-ı ömür: hayatın tâ kendisi
ayn-ı visal: kavuşmanın tâ kendisi
bâb-ı bekà: sonsuzluk kapısı (bk. b-ḳ-y)
bilâ-addin: sayısız (bk. lâ)
bilâ-haddin: sınırsız (bk. lâ)
burhan-ı Zât: Cenab-ı Allah’ın varlığının delili
demâ: her zaman
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)
ehl-i hidayet ve huzur: doğru ve hak yolda ve huzurda olanlar (bk. h-d-y; ḥ-ḍ-r)
elem: acı, üzüntü
enîs: canayakın, dost
eşya: şeyler, varlıklar
fenâ: yokluk, ölümlülük (bk. f-n-y)
gaflet: umursamazlık, duyarsızlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli (bk. ğ-f-l)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i dünya: dünyanın gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hodbin: bencil
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kenz-i gınâ: zenginliğin hazinesi (bk. ğ-n-y)
lem’a: parıltı
mâlik: sahip (bk. m-l-k)
Mâlik-i Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah (bk. m-l-k)
memlûk: köle, kul (bk. m-l-k)
mevt: ölüm (bk. m-v-t)
miftah-ı kenz: hazinenin anahtarı
mir’ât-ı Hak: Hakkın aynası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mülk: sahip olunan ve hükmedilen yer (bk. m-l-k)
müsebbih: tesbih eden (bk. s-b-ḥ)
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nefs-i amel: amelin kendisi (bk. n-f-s)
nihayetsiz: sonsuz
nur-u Hak: Cenab-ı Hakkın nuru (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)
saadet: mutluluk
safâ: gönül hoşnutluğu
şems-i cemâl: güzelliğin güneşi (bk. c-m-l)
vücut: varlık (bk. v-c-d)
zâkir: zikreden
zalâm: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
zarf-ı ziya: ışığın kılıfı
zerrat-ı mevcudat: varlıkların zerreleri (bk. v-c-d)
zevâl: sona erme (bk. z-v-l)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Beşinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Yedinci Söz, On Yedinci Sözün İkinci Makamı, Birinci Levha, Şkşncş Levha, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.443

http://www.erisale.com/#content.tr.1.301

http://www.erisale.com/#content.tr.1.302

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ucuncu-soz/442

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-yedinci-soz/on-yedinci-sozun-ikinci-makami/301


CUMARTESİ DERSLERİ

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 5.
İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 5.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 5.

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 5.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas Beşinci Nükte.

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 5.
İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 5.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Üçüncü Söz

İkinci Mebhas

BEŞİNCİ NÜKTE

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz, tâ ki “ahsen-i takvim” sırrı anlaşılsın.


abdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
âlem: dünya (bk. a-l-m)
belâğat: maksada ve hale uygun söz söyleme (bk. b-l-ğ)
cihet: yön
cismaniyet: maddi yapıya sahip olma
cüz: parça (bk. c-z-e)
cüz’î: fert, birey (bk. c-z-e)
cüz’iyet: fertlik, bireylik (bk. c-z-e)
daire-i nezaret: gözetim dairesi (bk. n-ẓ-r)
ehemmiyetli: önemli
esâsât: esaslar
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakaret: küçüklük, değersizlik
hakir: küçük, ehemmiyetsiz
hane: ev
haşmet: görkem, heybet
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hizmetkâr: hizmetçi
hürmetli: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
icmal: özetleme (bk. c-m-l)
istidâdât: kabiliyetler, yetenekler (bk. a-d-d)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
izah: açıklama
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kitab-ı âlem: âlem kitabı, kâinat (bk. k-t-b; a-l-m)
küllî: bireylerden oluşan topluluk, tür (bk. k-l-l)
levazımat: gerekli şeyler
lisan-ı nâtık: konuşan dil
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mertebe: derece
mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
mevcudât-ı seyyâle: akıp giden varlıklar (bk. v-c-d)
muhabbet-i İlâhiye: Allah sevgisi (bk. ḥ-b-b; e-l-h)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r)
mütalâacı: okuyucu, tetkik edici
nâzır: gözlemci, gözetici (bk. n-ẓ-r)
nebâtât: bitkiler
nebatî: bitkisel
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
netice-i kelâm: sözün özü (bk. k-l-m)
Rabb-i Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)
sağir: küçük
sofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)
takvim: program
tazammun: içine alma, içerme
tehdit: korkutma
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
teşvik: şevklendirme, cesaretlendirme
tevdi: bırakma, emanet etme
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vazife-i insaniyet: insanlığın vazifesi
ziya: ışık
ziynetli: süslü (bk. z-y-n)

İşte, insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubûdiyeti var. Bir ciheti, gaibâne bir surette bir ubûdiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne, muhâtaba suretinde bir ubûdiyeti, bir münâcâtı vardır.

Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti, itaatkârâne tasdik edip kemâlâtına ve mehâsinine hayretkârâne nezaretidir.

Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibaret olan bedî san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığıyla takdirkârâne kıymet vermektir.

Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür.

Sonra, şu mevcudattaki ziynetleri ve lâtif san’atları istihsankârâne temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin huzuruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.

İkinci vecih huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.

Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir.

Sonra görüyor ki, bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle


arz: yeryüzü, dünya
bedî: güzel (bk. b-d-a)
cevher: değerli şey, öz
cihet: yön
dellâllık: ilâncılık, rehberlik
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusurdan uzak, kutsal isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
esmâ-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; r-b-b)
Fâtır-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hârika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-m-l)
gaibâne: yüzyüze olmadan, gizlice
hasr-ı muhabbet: sevgiyi yöneltme, sadece onu sevme (bk. ḥ-b-b)
hayretkârâne: hayret ederek
hazine-i mâneviye: manevi hazine (bk. a-n-y)
hâzırâne: hazırcasına
idrak: anlayış, kavrayış
iltifat: iyilik ve güzellikle muamele etme
istihsankârâne: beğenerek (bk. ḥ-s-n)
iştiyak: fazla arzu ve istek
itaatkârane: itaat ederek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kıymetşinaslık: kadir kıymet bilmek
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
leziz: lezzetli
marifet: tanıma, bilme (bk. a-r-f)
mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mektubat: şuur sahiplerine hitap eden birer mektup gibi anlamlı şekilde yaratılmış varlıklar (bk. k-t-b)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müessir: tesir eden
muhabbet: sevme (bk. ḥ-b-b)
muhâtab: hitap edilen, kendisine karşı konuşulan (bk. ḫ-ṭ-b)
mukabele: karşılık verme
Mün’im-i Kerîm: kerem sahibi ve nimet verici Allah (bk. n-a-m; k-r-m)
münâcât: Allah’a yalvarma, yakarma (bk. n-c-v)
mütalâa: okuma, inceleme
nazar-ı ibret: ibretli bakış (bk. n-ẓ-r)
nezaret: bakış, seyir (bk. n-ẓ-r)
nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)
Rabb-i Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi ve herşeyin rabbi olan Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
saltanat-ı Rububiyet: Rablık saltanatı; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
Sâni-i Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; k-m-l)
semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tahsis-i taabbüd: ibadeti ve kulluğu sadece Allah için yapma (bk. a-b-d)
takdirkârâne: takdir edercesine (bk. ḳ-d-r)
tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünme (bk. f-k-r)
temâşâ: hoşlanarak bakma
ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)
vecih: yön
ziynet: süs (bk. z-y-n)

onu perverde ediyor. O da, ona mukabil fiiliyle, hâliyle, kàliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleriyle, cihâzâtıyla şükür ve hamd ü senâ eder.

Sonra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudatın âyinelerinde kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhar edip nazar-ı dikkati celb ediyor. O da, ona mukabil, “Allahu ekber, Sübhânallah” deyip, mahviyet içinde, hayret ve muhabbetle secde eder.

Sonra görüyor ki, bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehâvet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da, ona mukabil, tâzim ve senâ içinde, kemâl-i iftikarla sual eder ve ister.

Sonra görüyor ki, o Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış, bütün antika san’atlarını orada teşhir ediyor. O da, ona mukabil, “Mâşaallah” diyerek takdir ile, “Bârekâllah” diyerek tahsin ile, “Sübhânallah” diyerek hayret ile, “Allahu ekber” diyerek istihsan ile mukabele eder.

Sonra görüyor ki, bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklit edilmez sikkeleriyle, Ona mahsus hâtemleriyle, Ona münhasır turralarıyla, Ona has fermanlarıyla, bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında vahdâniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’ân ile, şehadet ile, ubûdiyet ile mukabele eder.

İşte, bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir, imanın yümniyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.


âfâk-ı âlem: âlemin ufukları (bk. a-l-m)
ahsen-i takvim: insanın en güzel bir şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)
aktâr: her taraf
Allahu ekber: “Allah en büyüktür” (bk. k-b-r)
âyât: deliller
âyine: ayna
Bârekâllah: “Allah ne mübarek yaratmış” (bk. b-r-k)
celâl: heybet, yücelik, haşmet (bk. c-l-l)
celb: çekme
Celîl-i Cemîl: sonsuz güzellik, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah (bk. c-l-l; c-m-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cihâzât: cihazlar, organlar
damga-i vahdet: birlik damgası (bk. v-ḥ-d)
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi hârika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
ferman: buyruk
fiil: iş, hareket (bk. f-a-l)
Ganiyy-i Mutlak: sınırsız zenginliğe sahip olan Allah (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâl: tavır, davranış
halife-i arz: yeryüzünün halifesi, yöneticisi (bk. ḫ-l-f)
hamd ü senâ: şükür ve övgü (bk. ḥ-m-d)
hasse: duyu
hâtem: mühür, damga
ibadat: ibadetler (bk. a-b-d)
istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
iz’ân: kesin şekilde inanma
izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kàl: söz, konuşma
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâl-i iftikar: Allah’a karşı fakirliğini tam hissetme (bk. k-m-l; f-ḳ-r)
kibriyâ: büyüklük (bk. k-b-r)
mahsus: özgü
mahviyet: tevazu, alçak gönüllülük
Mâşaallah: “Allah ne güzel dilemiş ve yapmış”
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
mukabil/mukabele: karşılık verme
münhasır: ait olan
nakş etmek: işlemek (bk. n-ḳ-ş)
nazar-ı dikkat: dikkatle bakış (bk. n-ẓ-r)
perverde: beslenmiş, eğitilmiş
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
sehâvet-i mutlak: sınırsız cömertlik (bk. c-v-d; ṭ-l-ḳ)
senâ: övme, yüceltme
sikke: mühür, işaret
sual etmek: istemek
Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ)
tahsin: beğenme, birşeyin güzelliğini ilân etme (bk. ḥ-s-n)
tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
tâzim: Allah’ın sonsuz büyüklüğünü dile getirme (bk. a-z-m)
tefekkürat: tefekkürler, düşünmeler (bk. f-k-r)
teşhir: sergileme
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)
turra: mühür, nişan
ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)
vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)
Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği herbir şeyde görülen Allah (bk. v-ḥ-d)
yümn: uğur, bereket

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör.

Birinci levha: Ehl-i dalâlet gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder.

İkinci levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     1

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى     وَيَسِّرْ لِىۤ اَمْرِى     وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى     يَفْقَهُوا قَوْلِى     2

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَۤاءِ اْلاَسْرَارِ وَمَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَمَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَقُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ     اَللّٰهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ     وَبِسَيْرِهِۤ اِلَيْكَ     اٰمِنْ خَوْفِى     وَاَقِلْ عُثْرَتِى     وَاذْهِبْ حُزْنِى وَحِرْصِى     وَكُنْ لِى وَخُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى     وَارْزُقْنِى الْفَنَۤاءَ عَنِّى وَلاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى     مَحْجُوبًا بِحِسِّى     وَاكْشِفْ لِى عَنْ كُلِّ سِرِّ مَكْتُومٍ     يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ     يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ     يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ     وَارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَۤائِى     وَارْحَمْ اَهْلَ


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” (Bakara Sûresi, 2:32.)

Dipnot-2

“Ey Rabbim, gönlüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz—tâ ki sözümü iyice anlasınlar.” (Tâhâ Sûresi, 20:25-28.)


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat (bk. e-ḫ-r)
ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)
ehl-i dalâlet: sapıklık ve inkâr ehli (bk. ḍ-l-l)
ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l)
ehl-i hidayet ve huzur: doğru ve hak yolda ve huzurda olanlar (bk. h-d-y; ḥ-ḍ-r)
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsızlık (bk. ğ-f-l)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i dünya: dünyanın gerçek mâhiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
insan-ı gafil: sorumsuz, âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan (bk. ğ-f-l)
levha-i hakikat: hakikat levhası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteveccih: yönelik
sû-i ihtiyar: iradeyi kötüye kullanma (bk. ḫ-y-r)
tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)

اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ     اٰمِينَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَيَۤا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ     1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ     2


Allahım! Sırlar semâsının güneşi, nurların mazharı, celâl dairesinin merkezi ve cemâl sahibinin kutbu olan Muhammed’in biricik, lâtif zâtına rahmet et. Allahım! Onun, Senin katındaki sırrı ve Sana olan seyri hürmetine, beni korkularımdan emin kıl, hatalarımı gider, hüznümü ve hırsımı benden gider. Varlığın ve huzurunla beni müşerref kıl. Beni benden kurtarıp kendine al. Kendi varlığımı Sana feda etmekle beni rızıklandır. Beni nefsime düşkün ve hissimle kör eyleme. Herbir gizli sırrı bana aç. Yâ Hayyu yâ Kayyûm, yâ Hayyu yâ Kayyûm, yâ Hayyu yâ Kayyûm! Bana, arkadaşlarıma ve ehl-i iman ve Kur’ân’a merhamet et. Âmin, ey merhametlilerin en merhametlisi ve kerem sahiplerinin en kerîmi olan Allahım!

“Onların duâları şu sözlerle sona erer: Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Yunus Sûresi, 10:10.)


KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Beşinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.440

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ucuncu-soz/440


CUMARTESİ DERSLERİ

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 4.
İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 4.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 4.

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 4.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas Dördüncü Nükte.

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 4.
İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 4.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Üçüncü Söz

İkinci Mebhas

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer: Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp, kàlen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese, o teshirin şükrünü eda ile beraber, matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-i mişârına muvaffak olamaz. Yalnız, bazı vakit lisan-ı hâl duasıyla hasılolan bir matlubunu, yanlış olarak kendi iktidarına haml eder.

Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte câ-yı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet…

Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matluplarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matluplardan binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ithametmek suretiyle, ahmakâne bir gururla, “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
ahmakâne: ahmakça
aşr-i mişâr: yüzde bir
câ-yı dikkat: dikkat edilecek nokta
cilve-i rahmet: rahmet görüntüsü (bk. c-l-y; r-ḥ-m)
dua: Allah’a yalvarma, niyaz (bk. d-a-v)
eda: yerine getirme
elem: acı, keder
hademe: hizmetçi
halen: hareket ve davranışla
haml etme: yüklenme, üstlenme
haram: dinen yasaklanmış (bk. ḥ-r-m)
hasıl olma: meydana gelme
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hazin: hüzünlü, üzüntülü
helâl: dinen yapılmasına izin verilen
himayet: koruma
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
iktidar-ı zâtî: kendi zâtının kudreti, kişisel güç (bk. ḳ-d-r)
İstanbul: (bk. bilgiler)
istimdad: yardım dileme
itham: suçlama
kâfi: yeterli
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalen: sözle
kavî: güçlü, kuvvetli
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
lehviyât-ı muharreme: haram kılınmış eğlenceler (bk. ḥ-r-m)
lezâiz-i nâmeşru: haram olan lezzetler (bk. ş-r-a)
lisan-ı hâl: hal ve davranış dili
maksat: gaye, istek (bk. ḳ-ṣ-d)
matlub: istek, arzu (bk. ṭ-l-b)
meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mufarakat: ayrılık (bk. f-r-ḳ)
mülâkat: buluşma, karşılaşma
musahhar: boyun eğme, itaat etme
muvaffak: başarılı
nazdar: nazlı
nazenin: ince, narin, duyarlı
nazik: ince, zarif
sa’y: çalışma, emek
sair: diğer
şâyân-ı temâşâ: seyretmeye değer
şefkat: içten ve karşılıksız sevgi (bk. ş-f-ḳ)
şimendifer: tren
tabir: yorumlama, açıklama (bk. a-b-r)
tahrik: harekete getirme
tasavvur-u zevâl: gelip geçiciliği düşünme (bk. ṣ-v-r; z-v-l)
tavren: tavırla
teshir: boyun eğdirme
zaaf: zayıflık

İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini itham edecek bir tarzda, küfran-ı nimet suretinde, Karun gibi

 اِنَّمَۤا اُو تِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ 1 

yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azâba kendini müstehakeder.

Demek, şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsanedilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshir etmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbânî ve ikram-ı Rahmânîdir.

Ey insan! Madem hakikat böyledir. Gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdat lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve 

 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 2 

de, yüksel.

Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlaktarafından kasdî olarak bana teshir edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?”

Çünkü, sen çendan nefsin ve suretin itibarıyla hiç hükmündesin. Fakat vazife 


Dipnot-1

Kasas Sûresi, 28:78

Dipnot-2

“Allah bize yeter. O ne güzel Vekîl’dir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.


abd: kul (bk. a-b-d)
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
belki: aslında, gerçekte
cehl: cahillik, bilgisizlik
celb: çekme
çendan: gerçi, her ne kadar
cidal: mücadele, kavga
dergâh: makam, huzur
dua: Allah’a yalvarma, niyaz (bk. d-a-v)
ehemmiyet: değer, önem
enâniyet: kendini beğenme, benlik
eşya: şeyler, varlıklar
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
galebe: üstünlük
hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
haşerat: zararlı hayvanlar
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i İlâhiye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
ihsan edilmek: bağışlanmak (bk. ḥ-s-n)
ikram-ı Rahmânî: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah’ın ikramı (bk. k-r-m; r-ḥ-m)
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
iktidar-ı ilmî: ilmi güç (bk. ḳ-d-r; a-l-m)
ilham: Allah tarafından kalbe gelen mânâ
istimdat: medet isteme
itham: suçlama
itibarıyla: özelliğiyle
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
Karun: (bk. bilgiler)
kasdî: bilerek, isteyerek (bk. ḳ-ṣ-d)
kemâlât-ı medeniyet: medeniyetin mükemmellikleri, üstünlükleri (bk. k-m-l)
küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük (bk. k-f-r; n-a-m)
mağlûp: yenilmiş
meşhud: görünen (bk. ş-h-d)
muavenet: yardım
müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
nefis: can, kişinin kendisi (bk. n-f-s)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
re’fet-i Rabbâniye: Allah’ın acıması (bk. r-b-b)
saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ)
saltanat-ı insaniyet: insanlık saltanatı, egemenliği (bk. s-l-ṭ)
şefkat: içten ve karşılıksız merhamet, sevgi (bk. ş-f-ḳ)
semere: meyve, netice
sille-i azâb: azap tokadı
şükr-ü küllî: bütün nimetler için varlıkların tamamı adına yapılan şükür (bk. ş-k-r; k-l-l)
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tazarru: dua, yakarış
terekkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
teshir: boyun eğdirme
teshir-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın herşeye boyun eğdirmesi (bk. r-b-b)
ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)
zaaf: zayıflık

ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâğatli bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet, ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla sağîr bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın; ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin; küçüklüğün içinde bir âlemsin; ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı bana hizmetkâryaptı. Ve nebâtâtı o hanemin ziynetli levazımatı yapmıştır.”

Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun.


abdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
âlem: dünya (bk. a-l-m)
belâğat: maksada ve hale uygun söz söyleme (bk. b-l-ğ)
cihet: yön
cismaniyet: maddi yapıya sahip olma
cüz: parça (bk. c-z-e)
cüz’î: fert, birey (bk. c-z-e)
cüz’iyet: fertlik, bireylik (bk. c-z-e)
daire-i nezaret: gözetim dairesi (bk. n-ẓ-r)
ehemmiyetli: önemli
esâsât: esaslar
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakaret: küçüklük, değersizlik
hakir: küçük, ehemmiyetsiz
hane: ev
haşmet: görkem, heybet
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hizmetkâr: hizmetçi
hürmetli: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
icmal: özetleme (bk. c-m-l)
istidâdât: kabiliyetler, yetenekler (bk. a-d-d)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
izah: açıklama
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kitab-ı âlem: âlem kitabı, kâinat (bk. k-t-b; a-l-m)
küllî: bireylerden oluşan topluluk, tür (bk. k-l-l)
levazımat: gerekli şeyler
lisan-ı nâtık: konuşan dil
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mertebe: derece
mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
mevcudât-ı seyyâle: akıp giden varlıklar (bk. v-c-d)
muhabbet-i İlâhiye: Allah sevgisi (bk. ḥ-b-b; e-l-h)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r)
mütalâacı: okuyucu, tetkik edici
nâzır: gözlemci, gözetici (bk. n-ẓ-r)
nebâtât: bitkiler
nebatî: bitkisel
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
netice-i kelâm: sözün özü (bk. k-l-m)
Rabb-i Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)
sağir: küçük
sofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)
takvim: program
tazammun: içine alma, içerme
tehdit: korkutma
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
teşvik: şevklendirme, cesaretlendirme
tevdi: bırakma, emanet etme
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vazife-i insaniyet: insanlığın vazifesi
ziya: ışık
ziynetli: süslü (bk. z-y-n)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Dördüncü Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.438

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ucuncu-soz/438


CUMARTESİ DERSLERİ

O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü'l-âbâd tarafına bir yolculuktur. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 3.
O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuktur. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 3.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuktur. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 3.

O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü'l-âbâd tarafına bir yolculuktur. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 3.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuktur.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas Üçüncü Nükte.

O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü'l-âbâd tarafına bir yolculuktur. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 3.
O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuktur. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 3.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Üçüncü Söz

İkinci Mebhas

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibarıyla zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvânât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabanîemsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi).

Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş; ve o misafirin tenezzühüne ve temâşâsına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyyâ etmiştir ki, o dairenin nısf-ı kutru, yani merkezden muhit hattına kadar, gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.

İşte, eğer insan enâniyetine istinad edip, hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde, muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letâif, ondan şikâyet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder, sonra âlâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.

Evet, insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünkü, insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki, insan, cihazat ve âlât itibarıyla çok zengindir, yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviyelezzetinde ve hayvanî yaşayışında, yüz derece aşağı düşer. Çünkü her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevâli, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.


âciz: zayıf, güçsüz (bk. a-c-z)
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
âlât: âletler, organlar
amel: davranış, iş
azîm: büyük (bk. a-z-m)
aziz: izzetli, değerli (bk. a-z-z)
bedî: güzel (bk. b-d-a)
cihazat: cihazlar, duyu ve organlar
cihâzât-ı acîbe: şaşırtıcı ve hayret verici cihazlar, duyu ve organlar
cihet: yön
daire-i tasarrufât: tasarruf etme dairesi, hareket alanı (bk. ṣ-r-f)
derd-i maişet: geçim derdi (bk. a-y-ş)
dua: Allah’a yalvarma, isteme (bk. d-a-v)
ehlî: evcil
elem: acı, keder
elem-i zevâl: sona erme elemi (bk. z-v-l)
emsal: benzerler (bk. m-s̱-l)
enâniyet: benlik
fiil: iş, hareket (bk. f-a-l)
gaye-i hayal: hayal edilen gaye, hedef (bk. ḫ-y-l)
haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
hayat-ı bâkiye: sürekli ve kalıcı olan hayat (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
hayvan: canlı
hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hayvanî: hayvanca (bk. ḥ-y-y)
hizmetkâr: hizmetçi
infial: fiilden etkilenme, bir tesirin gücü altında hareket etme (bk. f-a-l)
istifade: yararlanma
istinad: dayanma, güvenme (bk. s-n-d)
itibar: özellik
Kerîm: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi olan Allah (bk. k-r-m)
letâif: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mâlikiyet: sahiplik (bk. m-l-k)
masnuât: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
müheyyâ: hazırlamamuhit: çevre
musahhar: emre verme
muvakkat: geçici
nihayetsiz: sınırsız
nisbet etme: kıyaslama (bk. n-s-b)
nısf-ı kutr: yarı çap
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
sarf etmek: harcamak
sa’y-i maddî: maddi çalışma
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
sermaye-i ömür: ömür sermayesi
temâşâ: seyretme
teneffüs: nefeslenme, rahatlama
tenezzüh: seyir ve gezinti (bk. n-z-h)
yabanî: vahşi, evcil olmayan
zaaf: zayıflık
Zât-ı Kerîm: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m)
ziyade: çok, fazla

Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.

Demek, ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikir etse, yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde bir temsille bu hakikati beyan etmiştim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Şöyle ki:

Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir.

Evvelki hizmetkâr, on altınla âlâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak, bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir tedip gördü ve dehşetli bir azap çekti.

İşte, ednâ bir şuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir.

Aynen onun gibi, insandaki cihâzât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisatetmiş. Meselâ, güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü; ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zâika-i lisaniyesi; ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı; ve kemâlâtın bütün envâına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede; hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişafetmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvan kendine has bir amelde-münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus-ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf hususîdir.

İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyat peydâ olmuştur. Ve hassasiyeti çok


ahsen-i takvim: insanın en güzel bir şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)
âlâ: en üstün
amel: iş, fiil
bedbaht: talihsiz
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihaz-ı mahsus: özel duyu veya organ
cihazat: organlar, duyular
cihâzât-ı mâneviye: manevi duygular (bk. a-n-y)
cihet: yön
dehşetli: korkunç
divanelik: akılsızlık
ednâ: en aşağı, en küçük
envâ: çeşitler, türler
evvelki: önceki
ezvâk-ı mahsusa: kendisine has, özel zevkler
hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
has: özel
hasr-ı fikir: fikir ve düşünceyi sadece birşeye yöneltme (bk. f-k-r)
hasse: duyu
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hissiyat: hisler, duygular
hizmetkâr: hizmetçi
hususî: özel
ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
inbisat: genişleme, yayılma
inkişaf: gelişme, açılma (bk. k-ş-f)
kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
letâif-i insaniye: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)
mahsus: özel
merâtib: mertebeler, dereceler
münhasıran: buna has olarak
müştak: düşkün, iştiyaklı
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nüfuz: etki
peydâ etme: meydana ve açığa çıkma
pusula: küçük not kağıdı
sair: diğer
seyyid: efendi
şuur: bilinç, anlayış, idrak (bk. ş-a-r)
taam: yiyecek
tedip: edeplendirme, ceza
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
temyiz: ayırd etme
zâika-i lisaniye: dilin tad alma duyusu
ziyade: çok, fazla

tenevvü etmiş ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makàsıda mütevecciharzulara medar olmuş; ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihâzâtı ziyade inbisat peydâ etmiştir. Ve ibâdâtın bütün envâına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için, bütün kemâlâtın tohumlarına câmi’ bir istidat verilmiştir

İşte, şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz, muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makàsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet suretinde ilân etmek; ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek; ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mu’cizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.

Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gafilinsan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatini bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said’e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi dinle:

Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zat, bana tahsis ettiği altmış altından, tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı.

Birden, ben o hazin hâlette iken, orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi:

“Bütün bütün sermayeni zayi ettin, tokada da müstehak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa tevbe kapısı açıktır.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
âlât: âletler, organlar
câmi’: kapsamlı, içine alan (bk. c-m-a)
câmiiyet: genişlik, kapsamlılık (bk. c-m-a)
cihâzât: organlar, duyular
dünyaperest: dünyaya aşırı düşkün
ehemmiyet: önem
elem: acı, keder, sıkıntı
envâ: çeşitler, türler
Eski Said: (bk. bilgiler)
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)
gafil: duyarsız, umursamaz (bk. ğ-f-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlet: durum, hal
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hazin: hüzün veren, acıklı
ibâdât: ibâdetler (bk. a-b-d)
imdâdât-ı Rahmâniye: sonsuz rahmet sahibi Allah’ın yardımları (bk. r-ḥ-m)
inbisat: genişleme, yayılma
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
kudret-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın sonsuz kudreti (bk. ḳ-d-r; r-b-b)
küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l)
makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d)
masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
medar: eksen, vesile
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z)
müflis: iflas etmiş
müşahede etmek: görmek, gözlemlemek (bk. ş-h-d)
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
müstehak olma: hak etme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteveccih: yönelik
muvakkat: geçici
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
nazar-ı ibret: ibretle bakış (bk. n-ẓ-r)
nihayetsiz: sonsuz
peydâ etme: meydana ve açığa çıkma
sarf etmek: harcamak
şehadet: şahidlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
sermaye: servet, varlık
seyyid: efendi
sırr-ı ahsen-i takvim: insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olmasının sırrı (bk. ḥ-s-n)
söhretperestlik: şöhret tutkunluğu
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahsil: elde etme, kazanma
tahsis etmek: ait kılmak, ayırmak
tedricen: azar azar
tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünme (bk. f-k-r)
temâşâ: seyretme, ibretle bakma
tenevvü: çeşitlenme
tesbihat: Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vakıa-i hayaliye: hayâli olay (bk. ḫ-y-l)
vakıa-i temsiliye: örnek olay (bk. m-s̱-l)
vazife-i asliye: asıl vazife
vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen görev (bk. f-ṭ-r)
vezâif: vazifeler
Yeni Said: (bk. bilgiler)
zayi etmek: kaybetmek
ziyade: çok, fazla

Bundan sonra sana verilecek bâki kalan on beş altından, her eline geçtikçe, yarısını ihtiyaten muhafaza et. Yani, gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.”

Baktım, nefsim razı olmuyor. “Üçte birisini” dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra “Dörtte birisini” dedi. Baktım, nefsim müptelâ olduğu âdetini terk edemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.

Birden o hal değişti. Baktım ki, ben tünel içinde sukut eder gibi bir sür’atle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim. Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. Garaipten olarak, o şimendiferin iki tarafında pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler dikenli mikenli; mülâkatında elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin gitmesiyle mufarakatinden elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı.

Birden, şimendiferdeki bir hademe dedi: “Beş kuruş ver; sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var; izinsiz koparamazsın.”

Birden, sıkıntıdan, ne vakit tünel bitecek diye, başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm; iki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merakla dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle “Said” ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden “Eyvah!” dedim. Birden, o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi:

“Aklın başına geldi mi?”

Dedim: “Evet, geldi. Fakat kuvvet kalmadı, çare yok.”

Dedi: “Tevbe et, tevekkül et.”

Dedim: “Ettim.”

Ayıldım. Eski Said kaybolmuş; Yeni Said olarak kendimi gördüm.

İşte, o vakıa-i hayaliyeyi, Allah hayretsin, bir iki kısmını ben tabir edeceğim; sair cihetleri sen kendin tabir et.

O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen, ebedü’l-âbâd tarafına bir yolculuktur. O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki, bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırk beş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok; fakat bâki kalan on beşinden yarısını âhirete sarf etmek için, Kur’ân-ı Hakîmin hâlis bir tilmizi beni irşad etti.


âdet: alışkanlık, huy
âhiret: öteki hayat (bk. e-ḫ-r)
âlem-i ervah: ruhlar âlemi (bk. a-l-m; r-v-ḥ)
bâki: arta kalan; devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)
berzah: kabir âlemi
cazibedar: cazibeli, çekici
ebedü’l-âbâd: sonsuzlukların sonsuzluğu olan âhiret (bk. e-b-d)
Eski Said: (bk. bilgiler)
garaib: tuhaf, şaşılacak şey
hademe: hizmetçi
hâlis: samimi, saf, temiz (bk. ḫ-l-ṣ)
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
hiddet: öfke
ihtiyaten: ilerisini düşünerek
irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
leziz: lezzetli
mufarakat: ayrılık (bk. f-r-ḳ)
muhafaza: saklama (bk. ḥ-f-ẓ)
mukabil: karşılık
mülâkat: kavuşma
müptelâ: bağımlı, tutkun
nasihat: öğüt
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
rahm-ı mâder: ana rahmi (bk. r-ḥ-m)
sair: diğer
sarf etmek: harcamak
şimendifer: tren
sukut: düşme, alçalma
tabir: yorumlama, açıklama (bk. a-b-r)
teessüf: üzüntü
tevbe: pişmanlık duyarak günahtan dönüş
tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)
tilmiz: öğrenci
vakıa: olay
vakıa-i hayaliye: hayalî olay (bk. ḫ-y-l)
Yeni Said: (bk. bilgiler)

O han ise, benim için İstanbul imiş. O şimendifer ise zamandır; herbir yıl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir. O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezâiz-i nâmeşruadır ve lehviyât-ı muharremedir ki, mülâkat esnasında tasavvur-u zevâldeki elem kalbi kanatıyor, mufarakatinde parçalıyor, cezayı dahi çektiriyor.

Şimendifer hademesi demişti: “Beş kuruş ver; onlardan istediğin kadar vereceğim.” Onun tabiri şudur ki: İnsanın helâl sa’yiyle, meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir; harama girmeye ihtiyaç bırakmaz.

Sair kısımları sen tabir edebilirsin.


KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Üçüncü Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.433

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ucuncu-soz/434


CUMARTESİ DERSLERİ

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 2.

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 2.


Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır. 

Ayrıca; http://www.erisale.com/#homeadresinde ve https://sorularlarisale.com/adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl – Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:

Bediüzzaman'ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl - Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi

Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere,

Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl başlıklı bu bölümde:

“Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere.

Bediüzzaman'ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl - Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi
Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl – Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi

Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere,

Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl

Sual – Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

Elcevap – İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.

Evet, şu amûd-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema (bâhusus) din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şedittir…

Evet, evet… Eğer sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.

Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle,


âlî: yüce, yüksek
amûd-u nuranî: nurlu, parlak sütun, nurlu direk
aşâir: aşiretler
bîçâre: çaresiz, zavallı
demdeme: gürültü, vızıltı
din-i hakk-ı fıtrî: insanın yaratılışına en uygun olan hak din; İslâmiyet
efkâr-ı âmme-i millet: kamuoyu, milletin fikir ve düşünceleri
envâr-ı İlâhî: Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nurlar
esrâr: sırlar, gizli hakikatler
fenn-i hikmet: hikmet ilmi, pozitif bilim
hakaik: hakikatler, esaslar
hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti
hamiyet-i İslâmiye: İslâmiyet’i koruma, Müslümanlara sahip çıkma gayreti
hasıl olan: meydana gelen
himaye: koruma
himayet: koruma
hiss-i dinî: dinî duygu
hissiyat-ı İslâmiye: İslâmî duygu ve hisler
içtima’: toplanma, bir araya gelme
ihtizâza verme: sevinçten çoşturup neşelendirme
imtizaç: birleşip kaynaşma
incizab: cezbedilme, çekilme
kâinat: evren, yaratılmış bütün varlıklar
kubbe-i âsuman: gökyüzü, gök kubbe
lemeât: parıltılar
lemeât-ı müteferrika: çeşitli parıltılar
mağlûp: yenilmiş, yenilgiye uğramış
müdahin: menfaat için yüze gülen, yağcılık ve dalkavukluk yapan; dalkavuk
muhakeme etmek: değerlendirmek
muhavere: karşılıklı konuşma
münazara: karşılıklı fikir alışverişi, ilmî tartışma
murakabe: gözetme, koruma
mûsika-i İlâhiye: İlâhî müzik, Allah’ın kâinata yerleştirdiği, Allah’ın ilhamıyla varlıkların çıkardığı tabii nâmeler ve sesler
mütemadiyen: sürekli, devamlı
nâfiz: etkili, nüfuz eden, geçerli
nağamat: nağmeler, güzel sesler
raksa getirme: neşelendirme, oynatma; neşe ve memnuniyet içinde Allah’ı zikrettirme, ibadet ettirme
şark: doğu
şedit: çok şiddetli, güçlü
şefkat-i imaniye: imandan gelen şefkat
şehâmet: izzet, şeref, onur
şerârât-ı neyyirâne: aydınlatıcı parlak kıvılcımlar, ışık saçan kıvılcımlar
şevk: çok arzu, şiddetli istek
seyf-i elmas: elmas kılıç
Sultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatı ezelî olan Sultan, Allah
takarrur etme: sabit olma, karar kılma
tantana: gürültü, ses
teessüf etme: üzülme
tele’lü: parlama, parıldama
umum: bütün, genel
zabit: subay

sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?…

S – Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdetâ hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartıyla birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

C – Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın…

Fakat, ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir…


âdâb-ı şeriat: şeriatın edep kuralları, adapları
aks-i sadâ: yankı; sesin yankılanması
âlûde: karışık, karışmış, dolu
biçare: çaresiz, zavallı
cevher-i insâniyet: insanlık cevheri, insanı insan yapan hakikat, öz
demdeme: gürültü, yüksek ses, vızıltı
dimağ: akıl, şuur
efradın zerrât-ı hürriyâtı: bireylerin bütün zerrelerinin hürriyetleri, bireylerin bütün varlıklarıyla hür ve özgür olmaları
emîr: reis, önder
fazilet: güzel ahlâk, erdem
fem: ağız
fena: kötü
gayr: başkası
hezeyan etme: saçmalama
hulle: güzel giysi, elbise
hürriyet: serbestlik, özgürlük
hürriyet-i umumî: genel hürriyet ve özgürlük
hutebâ: hatipler
ihtizaza getiren: coşturan, sevindiren
intıba’: damgalanma, mühürlenme; bütün varlıklar üzerinde yansıyıp iz bırakması
istibdad: baskı ve zulüm
kanun: bir çeşit telli ve mızraplı çalgı
küfv: denk olan, uygun düşen
kut-u lâyemût: ölmeyecek kadar alınan gıda
kütüb-ü İslâmiye: İslâmî kitaplar, İslâmiyetle ilgili yazılan eserler
lâkin: ama, fakat
lisan: dilmarifet: ilim, bilgi
mâşuka: sevgili, aşık olunan, sevilen
meşâyih: şeyhler
muhassal: ortaya çıkan, netice, ürün
müteeddibe: terbiye edilmiş, terbiye almış
mütezeyyine: süslü, süslenmiş (z-y-n)
nâzenin: ince, narin, duyarlı
nefs: kişinin kendisi
nefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı devamlı kötülüğe sevk eden duygu
nev’i: çeşit, tür
nispeten: oranla
rezalet: rezillik, alçaklık
saadet—sarây-ı medeniyet: medeniyetin mutluluk sarayı
sadâ: ses
sadâ-yı semavî ve ruhanî: semavî ve ruhanî ulvî ses
sadef-i kehf-misâl: mağara gibi büyük inci kabuğu (içinde ilim, irfan ve hikmet bulunan büyüklerin akıl, kalb ve ağızları mağara büyüklüğünde bir inci kabuğuna benzetilmiştir)
şe’n: bir şeyin gereği
sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkünlük
seyir ü seyelân etme: devamlı akıp gitme, dolaşma
tanbur: klâsik Türk müziğinin başlıca çalgılarından biri olan, yay veya mızrapla çalınan, uzun saplı, telli tahta çalgı
tecessüm: cisimleşme, maddî yapıya bürünme
tefsir etme: açıklama, yorumlama
ulema: âimler
umum: bütün
vahşî: yabanî
vâkıa: gerçek, realite, gerçekte olan

S – Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

C – Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…

S – Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C – Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.

S – Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli ye’se inkılâp ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?

C – Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en feşey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak—Allah etmesin—eğer bizi parça parça edip öldürseler, emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezâil ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavî ve en bâkî hayatı intaç eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.


âlem-i insaniyet: insanlık âlemi
âlîm: bilgili, ilim sahibi kimse
Asr-ı Saadet: mutluluk asrı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem
bâkî: sürekli, kalıcı, sonsuz
bîçare: çaresiz, zavallı
bizzarure: zorunlu olarak, kaçınılmaz şekildeemel: arzu, istek
farz-ı muhal: varsayım
fazilet: güzel ahlâk, erdem
galebe çalmak: yenmek, üstün gelmek
gubar: toz
hakikatli: gerçek, doğru, esaslı
hakikî: asıl, gerçek
hassa: ayırıcı vasıf, özellik
hizmetkâr: hizmetçi
hukuk: haklar
hürriyet: serbestlik, özgürlük
ihtilâfat: ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar
inkılâp ettirme: dönüştürme, değiştirme
intac etme: netice verme
istibdad: baskı ve zulüm
izzet: değer, itibar, yücelik
kavî: güçlü, kuvvetli
kervân-ı benî beşer: insanlık kervanı, kafilesi
meziyet: üstün özellik, nitelik
millet-i kudsiye: mukaddes millet; İslâm milleti
münevver: nurlu, aydın, aydınlanmış
müttehid: birleşmiş
pîşdârlık etme: önder ve kılavuz olma
râbıta-i îman: iman bağı (e-m-n)
rezâil: rezillikler, alçaklıklar
sabiyy-i müteşeyyih: şeyhlik taslayan çocuk
şe’n: durum, hâl, bir şeyin gereği
şedit: çok şiddetli
şefkat-i imaniye: imandan gelen şefkat
şehamet-i imaniye: imandan gelen cesaret, yiğitlik
şey’en feşey’en: azar azar, yavaş yavaş
şeyh: tarikat dersi veren mânevî lider, mürşid
Sultan-ı Kâinat: kâinatın sultanı olan Allah
tahakküm: baskı, zorbalık
tecavüz etme: haddi aşma, ileri gitme
tekebbür: büyüklenme, gururlanma
tenezzül etme: inme, alçalma
tevazu ve mahviyet: alçakgönüllülük
tezellül: zillet ve alçaklık gösterme, önünde eğilme
ulvî: yüce, yüksek
velâyet: velilik; mânevî mertebeler aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme
veli: Allah dostu
ye’s: ümitsizlik

S – Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?

C – Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Selahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE-1

Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.

(31 Mart Hadisesi Hakkında Bir Cevabı)

Ben 31 Mart Hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyetin meşrutiyet perver ve hamiyetli fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila; ve meşrutiyeti, şeriat kuvvetiyle


Haşiye-1

Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ

deyip siyaseti bırakmış. Yeni Said olmuştur.


31 Mart Hâdisesi: (bk. bilgiler)
âdî: basit, sıradan
aktâr-ı âlem: dünyanın her köşesi
benî Âdem: İnsanoğlu, insanlar
bilfiil: fiilen, gerçekte
cevher-i hayat: hayat cevheri; can, ruh
ehl-i hükûmet: hükümette olanlar, yöneticiler, idareciler
farz etmek: varsaymak
fazilet: güzel ahlâk, üstünlük
fedâi: fedakâr, kendini bir hizmete adayan
gayr-ı müslim: Müslüman olmayan
gedâ: köle
hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hâkimiyet-i millet: milletin hakimiyeti, halkın egemenliği
hamiyet: din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hâsiyet: özellik
hiss-i kablelvuku: birşeyi olmadan önce hissetme
hizmetkâr: hizmetçi
Hıristiyan: (bk. bilgiler – Hıristiyanlık)
hukuk: adâlet; haklar
hükûmet: idare, yönetim
hürriyet: serbestlik, özgürlük
i’lâ: yükseltme, yüceltme
İmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)]
imtisal: uyma, yerine getirme
irşad: doğru yolu gösterme, öğretme
istibdad-ı mutlak: tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük
kellâ: asla öyle değil
lâdini: dinsiz
medâr-ı fahr: övünç kaynağı
memuriyet: memurluk
men etme: yasaklama
meşrutiyet: (bk. bilgiler)
meşrutiyet-perver: meşrutiyet taraftarı, meşrutiyet sever
millet-i İslâmiye: İslâm milleti; Müslümanlar
miskin: fakir
muhakeme: mahkeme önüne çıkarılma, yargılanma
mukaddes: kutsal, yüce
mürafaa: mahkeme duruşması, yargılanma
müsavat: eşitlik
müsavi: eşit, denk
nev: tür, çeşit
nimet-i meşrutiyet: meşrutiyet nimeti
riyaset: reislik, başkanlık
şah: hükümdar
Salâhaddin-i Eyyûbî: (bk. bilgiler)
şeref: yücelik, büyüklük
şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
şerik etme: ortak etme
tashih etmek: düzeltmek
tâzib: azap, eziyet
tekzib: yalanlama
Yahudi: (bk. bilgiler – Yahudilik)
Yeni Said: Bediüzzaman Said Nursî
zayi etmek: kaybetmek

ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler—hâşâ!—şeriatı, istibdada müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz” demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah! HAŞİYE-1

Hakikaten, bence, bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır—lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar…

Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve burhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar.

Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.

Hem de tarih bize bildiriyor ki, ehl-i İslâmın temeddünü, hakikat-i İslâmiyete ittibaları nispetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenasiptir.


Haşiye-1

Gitme, dikkat et. Âlihimmet olanlar, o hadisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar.


âlihimmet: himmeti yüksek, büyük gayret sahibi; din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti taşıyan
burhan-ı kat’î: güçlü ve sağlam kesin delil
câ-yı ibret: ibret edilecek nokta, ibret verici
ceride: gazete
daire-i İslâmiyet: İslâmiyet dairesi
ebleh: ahmak, akılsız
edyân-ı saire: diğer dinler
ehl-i İslâm: İslâma tabi olan, Müslümanlar
fevc fevc: dalga dalga, akın akın
fıtrat: mizaç, karakter, yaratılış
garazkâr: kötü niyet sahibi, art niyetli
hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyetin hakikatleri, esasları
hakikaten: gerçekten
hakikî: asıl, gerçek
hamiyet: din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet
hâşâ: kesinlikle öyle değil
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hürriyet: serbestlik, özgürlük
ibka: devam ettirme, kalıcı hale getirme
ilka: atmak, bırakmak
ism-i mukaddes: kutsal yüce isim; şeriat ismi
istibdad: baskı ve zulüm
istikamet: doğru yolda olma, doğruluk
ittiba: tabi olma, uyma
lâsiyyema: özellikle, bilhassa
mâkûsen mütenasip: ters orantılı
Meşrutiyet: (bk. bilgiler)
mevcudiyet: varlık
muhakeme-i akliye: akıl yürütüp düşünme, değerlendirme
muhalefet-i şeriat: şeriata muhalefet etme, aykırı olma
münhasır: belli bir grup ve şeyle sınırlı, bir şeye mahsus ve ait
müntesip: intisap eden, bağlı olan
nesil: soy, zürriyet
nispet: oran
nokta-i siyah: siyah nokta; dikkat edilmesi gereken bir nokta
sadâ: ses
sedd-i rasîn-i istinad: sağlam dayanak seddi
sefih: bunak, ahmak
şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet
seyyiat-ı sabıka: geçmişteki günahlar, önceki kusur ve hatalar
sükût etme: sessiz kalma, susma
tatbikat: yerine getirme, uygulama
tecavüz: haddi aşıp hücum etme, saldırma, sataşma
tecerrüt etmek: soyutlanmak, sıyrılmak
teferruat: ayrıntılar
telkinat: telkinler, fikir aşılamalar
temeddün: medenileşme
tûti kuşu: dudu kuşu, papağan
zaman-ı saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem

Hem de hakikat bize bildiriyor ki, mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema, uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline (amellerine) neşvünemâ verecek ve istimdatgâhı olacak noktayı, yani din-i hak olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki, herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharrî uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlâl vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan hakikat-i İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz? Hem de, umum kemâlâtı câmi, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhît olan o kasr-ı nurânî-yi İslâmiyeti, ne cür’etle mâtem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşâhedatına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.

S – İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak.

C – Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, ve saireler!


âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi
âmâl: emeller, arzular, istekler
bedevî: köylü, göçebe
beraatü’l-istihlâl: güzel bir alâmet, başlangıç
beşer: insan, insanlar
câmi: kendinde toplayan
cür’et: cesaret
dâne-i hakikat: hakikat tanesi, meyvesi, gıdası
din-i fıtrî: insanın yaratılışına uygun olan din; İslâmiyet
din-i hak: hak din, İslâm
ebed: sonsuz, sonsuzluk
fukara: fakirler, yoksullar
gayr-ı mahdud: sınırsız
hakikat: doğru, gerçek
hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyetin hakikatleri, esasları
has: özel, ait
hiss-i kablelvuku: bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu
hissiyat-ı âliye: yüksek hisler, yüce duygular
ifrat: aşırılık, ileri gitme, haddi aşma
istidat: potansiyet kabiliyet, yetenek
istikbal: gelecek
istimdatgâh: medet isteme, yardım dileme yeri
istinad: dayanma, dayanak
kasr-ı nurânî-yi İslâmiyet: İslâmiyetin nurlu ve aydınlık sarayı
kemâlât: olgunluklar, faziletler, mükemmellikler
lâsiyyema: özellikle, bilhassa
mâtem: yas
mevad: maddeler, malzemeler
meyl-i taharrî: araştırma, inceleme meyli, isteği, eğilimi
muhît: kapsamlı, kuşatıcı
mürteci: geriye gitmek isteyen; gerici
müşâhedat: gözlemler, görülen şeyler
müstakbel: gelecek zaman
mutaassıp: körü körüne bağlı, tutucu
mütenebbih: uyanmış, birşeyden ders alıp aklını başına toplayan
namzet: aday
nazar-ı hafî-i gaybî: görünmeyeni, ileride olacakları görecek şekilde gizli bakış
neşet etme: kaynaklanma, doğma
neşv ü nemâ: büyüme ve gelişme
nev-i beşer: insanlık, insanlar
sair: diğer başka
sâkitâne: susarak, suskun
tâbi: izleme, uyma
tahayyül etmek: hayal etmek
tahkir etmek: aşağılamak, hakaret etmek
tahsis etme: ait, mahsus kılma, ayırma
teçhil etmek: cahillikle suçlamak
tedennî: alçalma, gerileme
tehacüm: hücum, saldırı
temâşâ eden: gözleyen, seyreden
terakki: ilerleme, yükselme, gelişme
ziyalandırmak: aydınlatmak

Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin HAŞİYE-1 mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan

 هَنِۤيئًا لَكُمْ 

sadâsını işiteceksiniz.

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabın HAŞİYE-2 hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!

S – Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler.

C – Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:


Haşiye-1

Medresetü’z-Zehra’nın Van’daki nümunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesinin mezartaşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.

Dipnot-1

Size âfiyet olsun!

Haşiye-2

İstikbalde telif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku ile haber veriyor.


âlâ: üstün, kıymetli
asr-ı hâzır: şimdiki asır
asr-ı sâlis-i aşr: on üçüncü asır
bedbaht: kötü bahtlı, talihsiz
cennet-âsâ: cennet gibi
ecdad: cedler, atalar, dedeler
fena: kötü
fikren: düşünce olarak
hakaik: gerçekler, esaslar
hakikat: asıl, gerçek, doğru
hakikat-i İslâmiye: İslâmın hakikati, esası
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayal tevehhüm etmek: hayal sanmak, hayal zannetmek
hiss-i kablelvuku: bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu
hitap etmek: konuşmak, seslenmek
Horhor Medresesi: (bk. bilgiler)
istikbal: gelecek
lâkayt: kayıtsız, ilgisiz, duyarsız
mazi: geçmiş
medrese: okul, mektep
Medresetü’z-Zehrâ: (bk. bilgiler)
mesâil: meseleler, konular
mezar-ı müteharrik: hareketli mezar; yaşayan ölü
muâsır: çağdaş, aynı dönemde yaşayan
muhatap: kendisine konuşulan
nesl-i cedid: yeni nesil
nümune: örnek
sadâ: ses
sadakte: doğrudur, doğru söyledin
sureten: şeklen, görünüşte
tahakkuk etme: gerçekleşme
tasavvurat: düşünceler, tasavvurlar
telif: yazma, kaleme alma
temevvüc-sâz: dalgalandıran
tenbih etme: ikaz etme, uyarma
Van: (bk. bilgiler)
Van Kalesi: (bk. bilgiler)
zemin: ortam, yer

“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhât! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız.”

Hem de sol safında duran ve şehristân-ı istikbâlden gelen evlâtlarınız, sağdaki ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:

“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!”1

İşte, ey bedevî göçerler ve ey inkılâp softaları!2 Manzara-i hayal Haşiye 1 üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingte iki taraf da sizi protesto ettiler.


Dipnot-1

Bu cümlelelirn mânâsı için bakınız Kavramlar Sözlüğü: ḳ-ḍ-y kökü.

Dipnot-2

Sonradan ilâve edilmiştir.

Haşiye 1

Hayal dahi bir simotoğraftır.

(Cevaplardan Bir Kısım)

Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine HAŞİYE-1, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.


Haşiye-1

Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve îmandır.


ahlâk-ı âliye: yüksek, üstün ahlâk
akim bir kıyas: neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas
bedevî: çölde yaşayan, göçebe
cehalet: bilgisizlik, cahillik
cüz’î: az, küçük, ferdî
ecdad: dedeler, atalar, cedler
gayr-ı Müslim: Müslüman olmayan
hadd-i evsat: kıyası meydana getiren önermelerde ortak olarak tekrarlanan sonuç için gerekli bağlantıyı kuran ve kıyasın hükmünün illeti olan terim
harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
haysiyet: itibar, özellik
heyhât: eyvah, yazık
içtimaî: sosyal, toplumsal
inkılâp: değişiklik, karışıklık
isti’zam: büyük gösterme, büyütme, yüceltme
istidad: kabiliyet, yetenek
istihfaf: hafife alma, küçümseme
istihfaf-ı hayat: hayatı küçümseme, hafife alma
itibarî: varsayılan
kübrâ: büyük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin yüklemi olan büyük terim bu büyük önermede bulunur
maatteessüf: maalesef, ne yazık ki
manzara-i hayal: hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara
menfaat: fayda, yarar, çıkar
müşağabe: karışık, aldatıcı, kötü, şerli
netice-i hayat: hayatın neticesi, hayatın meyvesi, ürünü
peder: baba
rabıta: bağ, ilişki
rapt eden: bağlayan
revaç: kıymet, değer
rezâil: rezillikler, ahlâka aykırı çirkin ve alçak şeyler
şecaat: yiğitlik, cesaret, kahramanlık
şehristân-ı istikbâl: geleceğin büyük şehri, istikbal memleketi
simotoğraf: sinema, sinema makinesi
Siz misiniz hayatımızın suğrâsı ve kübrâsı?: Siz misiniz hayatımızın neseb bağı olan babalarımız ve bizi dedelerimize bağlayan bağlarımız?
Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?: Siz misiniz şu şanlı dedelerimizle bizim aramızdaki ortak bağ ve ortak nitelik
softa: bir inanışa körü körüne bağlanan kimse
suğrâ: küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur
uhuvvet: kardeşlik

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut 

وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ 

olan kelime-i hamka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır:

Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki:

“Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem beni yaşattırır; âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder.

وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا 2″

deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

S – Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?

C – Doğruluk.

S – Daha?

C – Yalan söylememek.

S – Sonra?

C – Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüd.

S – Neden?

C – Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekàsı imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?

…….

S – En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.

C – Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da


Dipnot-1

Ben susuzluktan ölürsem, artık bir tek damla bile yağmasın!

Dipnot-2

Ölüm, Nevruz günümüzdür, baharımızdır.


ahbap: dostlar, sevilenler
âlem-i ulvî: yüce âlem; âhiret âlemi
bâkî: devamlı, kalıcı
bekà: devamlılık, kalıcılık
burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil, kanıt
din-i hak: hak din, İslâm
fedâi: fedakâr, kendini bir hizmete adayan
gayr-ı Müslim: Müslüman olmayan
hamiyet: din gibi mukaddes değerleri ve aile ve vatanı koruma duygusu ve gayreti
haslet: huy, karakter
haslet-i hamrâ: haya hasleti, utanma ve ar duygusu
hay: sağ, canlı
hayat-ı mâneviye: maddî olmayan, mânevî hayat
himmet: ciddi gayret, yardım
ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet
ilelebed: sonsuza kadar
ıslah: düzelme, iyileşme
kâfi: yeterli
kelime-i avra: kör söz, basiretsizce söylenilen söz
kelime-i beyza: parlak, kıymetli söz
kelime-i hamka: ahmakça söz
küfür: inanmama, inkâr etme
mahiyet: asıl esas, temel nitelik
muktezâ: bir şeyin gereği
mütelezziz: lezzet alan, lezzetlenen
reis: başkan; idareci, yönetici
rüesâ: reisler, başkanlar; idareciler ve yöneticiler
sadakat: bağlılık, doğruluk
şahsiyat: kişisellik, bencillik
sebat: kararlı olma
seciye-i avra: tek gözlü, âhireti görmeme ve sadece dünyaya dalma; dünyaperestlik, dünyaya düşkünlük karakteri, hâli
sefalet: perişanlık, yoksulluk
sevâb-ı uhrevî: âhiret mükâfatı, sevabı
sıdk: doğruluk
taaccüp: hayret etme, şaşkınlık
terakkiyat-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilerlemeler
tesanüd: dayanışma
tûfan: büyük sel felâketi
üssü’l-esas: temel unsur

sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

Eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesâkini istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَاضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ     1

İşte şimdi hizmet vaktidir…

Elhasıl: İslâm uyandı ve uyanıyor. HAŞİYE-1 Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesb etmektedir. Lâkin, sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsî milliyetine daha yakınsınız.

…….

Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tâcir zannettiklerinden derlerdi ki:

S – Tâcir misin?

C – Evet, hem tâcirim, hem de kimyagerim.

S – Nasıl?

C – İki madde var, mezc ettiriyorum. Birinden tiryak-ı şâfi, birinden elektrik-i muzî tevellüd eder.

S – Bunlar nerede bulunur?

C – Medeniyet ve fazilet çarşısında, cephesinde insan yazılı ve iki ayak üstünde gezen sandık içindeki, üstüne kalb yazılan ya siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

S – İsimleri nedir?

C – İman, muhabbet, sadakat, hamiyet.

 Ceride-i Seyyare, Ebu Lâşey, İbnüzzaman,
Ehu’l-Acâib, İbn-u Ammil-Garâib
Said Nursî


Dipnot-1

Vakit geçmiş değil, eskiden kaybettiklerinizi şimdi tedârik edin. (Yazın kaybettiklerinizi şimdi hazırlamaya ve bulmaya bakın.)

Haşiye-1

Evet, kırk beş sene evvel söylenen bu sözü Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandıklarından, Eski Said’i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler.


Arabistan: (bk. bilgiler)
aşâir: aşîretler; kabileler
bedevî: çölde yaşayan, göçebe
Ceride-i Seyyare: hareketli gazete, yürüyen gazete
dimağ: beyin
Ebu Lâ-şey: hiçbir şeyin babası; kimsesiz, kimsesi olmayan
Ehu’l-Acâib: tuhaflıkların kardeşi
elektrik-i muzî: parlak ışık veren, aydınlatan lamba
elhasıl: kısaca, özetle
Eski Said: Bediüzzaman Said Nursî
eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ: ey başlar ve başkanlar, ey yönetici ve idareciler
fazilet: değer ve üstünlük
fıtrat-ı asliye: esas yaratılış gayesi
hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havale: bırakma, gönderme
İbn-u Ammil-Garâib: garipliklerin amca oğlu
ibnü’z-zaman: bu zamanın evladı, çocuğu
istidad: kabiliyet, yetenek
istihdam: çalıştırma, kullanma
istiklâl: bağımsızlık
kesb etmek: kazanmak
mesâkin: miskinler, zavallı fakir kimseler
mezc etme: kaynaştırma
muhabbet: sevgi
Pakistan: (bk. bilgiler)
tâcir: tüccar
tekâsülî: tembellikle ilgili, tembellikten gelen
tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen
tevekkül etmek: Allah’a dayanmak ve güvenmek
tevellüd etme: meydana gelme, üreme
tiryak-ı şâfi: şifalı, şifa verici güçlü ilâç

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.14.105


Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 2.

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 2.

Dersdunyasi.net olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas İkinci Nükte.

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 2.
Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Üçüncü Söz

İkinci Mebhas

İKİNCİ NÜKTE

İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.

Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa’re (saç) gibi cüz’î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor.

İkinci vecih itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs’ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir—tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami’ geniş bir âyine olsun.

Evet, insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş; tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından istidat lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun. Eğer o çekirdek, sû-i mizacından dolayı, ona verilen cihâzât-ı mâneviyeyi toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faidesiz tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihâzâtını, 

فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى 

‘nın emr-i tekvînîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse, o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz’î hakikati ve ruh-u mânevîsi büyük bir hakikat-i külliye suretini alacaktır.


Dipnot-1

Taneleri ve çekirdekleri çatlatan (Şüphesiz Allah’tır).


acz: güçsüzlük (bk. a-c-z)
azîm: çok büyük (bk. a-z-m)
biçare: çaresiz
bilhassa: özellikle
cami’: toplayan, kapsamlı (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
cesîm: büyük
cihâzât: donanımlar
cihâzât-ı mâneviye: mânevî donanım, cihazlar (bk. a-n-y)
cihet: yön, taraf
cüz-ü ihtiyarî: insanın elindeki seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
derc etmek: içine yerleştirmek
efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)
ehemmiyet: önem
emr-i tekvinî: yaratılışa dair emir (bk. k-v-n)
enaniyet: benlik
envâ: türler
evvelki: önceki
fakr: ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)
Ganiyy-i Kerîm: sonsuz cömertlik ve zenginlik sahibi olan Allah (bk. ğ-n-y; k-r-m)
gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)
hadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i külliye: kapsamlı hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-l)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
hüsn-ü istimal etmek: güzel kullanmak (bk. ḥ-s-n)
ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)
imtisal: yerine getirme
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
itibariyle: özelliğiyle
kader: Allah’ın meydana gelecek herşeyi olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)
Kadîr-i Rahîm: gücü her şeye yeten, rahmeti her şeyi kuşatan Allah (bk. ḳ-d-r; r-ḥ-m)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kesb: kazanma
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
mahiyet-i mâneviye: mânevî yapı (bk. a-n-y)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mevadd-ı muzırra: zararlı maddeler
mevcudiyet: varlık (bk. v-c-d)
müteveccih: yönelik
nazik: ince, zarif
nâzır: bakan (bk. n-ẓ-r)
nihayetsiz: sonsuz
ruh-u mânevî: mânevî ruh (bk. r-v-ḥ; a-n-y)
sû-i mizaç: kötü huy
şule: alev
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tabakat: tabakalar
tecelliyât: yansımalar (bk. c-l-y)
tefessüh etmek: bozulmak
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vecih: yön, yüz
vüs’at: genişlik

İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihâzât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse; bozulan çekirdek gibi, bir cüz’î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Eğer o istidat çekirdeğini İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı mâneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i daimenin cihâzâtına cami’, kıymettar bir çekirdek ve revnakdâr bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.

Şu hakikati, bir vakıa-i hayaliyede şöyle bir temsilde gördüm ki: Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını


âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r)
âlem-i arzî: dünya âlemi (bk. a-l-m)
âlem-i misal: görüntüler âlemi (bk. a-l-m; m-s̱-l)
bedbaht: talihsiz
berzah: kabir âlemi
cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)
cazibedarlık: çekicilik
celb etmek: çekmek
cihazat: cihazlar, donanım
cihâzât-ı mâneviye: mânevî duygular (bk. a-n-y)
cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
ehemmiyetli: önemli
ehl-i dalâlet: sapıklık ve inkâr ehli (bk. ḍ-l-l)
evâmir-i Kur’âniye: Kur’ân’ın emirleri
hadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i daime: devamlı hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
hevesât: hevesler, gelip geçici arzular
hususî: özel
imtisal: yerine getirme
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
kader: Allah’ın meydana gelecek herşeyi olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kıymettar: değerli
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kuvve: duyu
letâif: insanın mânevi yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)
mahiyet: öz nitelik, asıl yapı
medar: eksen, vesile
mes’uliyet-i maneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
mübarek: bereketli (bk. b-r-k)
münevver: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)
musahhar etmek: boyun eğdirmek, hizmetine vermek
nazar-ı dikkat: dikkatle bakış (bk. n-ẓ-r)
nefis: can, kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden güç (bk. n-f-s)
revnaktar: süslü, hoş, güzel
sair: diğer
şecere-i bâkiye: ölümsüz ağaç (bk. b-ḳ-y)
şecere-i kâinat: kainat ağacı, evren (bk. k-v-n)
süflî: aşağı
sukut: düşüş, alçalma
tefessüh: bozulma, kokuşma
telezzüz: lezzetlenme, tad alma
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakkî: ilerleme
tevcih: yöneltme
tevdi etmek: emânet vermek
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vakıa-i hayaliye: hayalî olay (bk. ḥ-y-l)
vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
yabanî: yabancı
ziya: ışık

tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bom boş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır.

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar, sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim.

Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum.

Dediler: “O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri, namuslu Müslüman büyüklerinindir.”

Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “Said” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden bağırarak aklım başıma geldi, ayıldım.

İşte, o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.

İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir.

Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.


âciz: zayıf, güçsüz (bk. a-c-z)
amel: davranış, iş
ehl-i dalâlet: sapıklık ve inkâr ehli (bk. ḍ-l-l)
elem: acı, sıkıntı
fiil: iş, hareket (bk. f-a-l)
has: özel
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların toplumsal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hevâ: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y)
iştigal etmek: meşgul olmak
istirahat: rahatlık, huzur
itibar: özellik
kâfir: Allah’ı veya Onun kesin olarak emrettiği şeylerden birini inkâr eden kimse (bk. k-f-r)
kemâl-i taaccüp: tam bir şaşkınlık (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
kuvve-i gadabiye: öfke gücü
kuvve-i şeheviye: şehvet gücü
lâtif: ince, hoş (bk. l-ṭ-f)
letâif: insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)
medine-i medeniyet-i insaniye: insanlığın uygarlık şehri
muattal kalma: kullanılmaz olma
muhabere: haberleşme
musahhar etmek: boyun eğdirmek, hizmetine vermek
nazik: ince, zarif
nefis: can, bir kimsenin kendisi (bk. n-f-s)
sa’y-i maddî: maddi çalışma
sair: diğer
sukut: düşme, alçalma
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tabir: yorumlama (bk. a-b-r)
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)
terakki: ilerleme
terakkiyât: ilerlemeler
ulvî: yüce
vakıa-i hayaliye: hayalî olay (bk. ḫ-y-l)
vazife-i asliye: esas vazife
vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vefadar: vefalı

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, İkinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.431

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ucuncu-soz/431


CUMARTESİ DERSLERİ

İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 1.
İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 1.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 1.

İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 1.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas Birinci Nükte.

İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. - Cumartesi Dersleri 23. 2. 1.
İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. – Cumartesi Dersleri 23. 2. 1.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Üçüncü Söz

İkinci Mebhas

İnsanın saadet ve şekavetine medar Beş Nükteden ibarettir.

İNSAN ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami’ bir istidat verildiği için, esfel-i sâfilînden tâ âlâ-yı illiyyîne, ferşten tâ Arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir (1) bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir. İşte, insanın şu dehşetli terakkî ve tedennîsinin sırrını Beş Nüktede beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE

İnsan, kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaip olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticaya muhtaçtır.

İşte, şu vaziyette bir insana hakikî mâbud olacak, yalnız, herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâ bir


Dipnot-1

bk. Tîn Sûresi, 95:4-6.


acube-i san’at: san’at yönüyle hayret verici olan (bk. ṣ-n-a)
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
ahbap: sevilenler, dostlar (bk. ḥ-b-b)
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
ahsen-i takvim: insanın en güzel suret ve kıvamda yaratılmış olması (bk. ḥ-s-n)
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
alâkadar: alâkalı, ilgili
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
Arş: göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)
berzah: kabir âlemi
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cami’: kapsamlı (bk. c-m-a)
Cemîl-i Zülcelâl: heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l)
derecât: dereceler
derekât: aşağı mertebeler
dergâh: huzur, makam
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
envâ: neviler, türler
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
ferş: yer
firâk-ı ebedî: sonsuz ayrılık (bk. f-r-ḳ; e-b-d)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
iltica: sığınma
istidat: potansiyel kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
mâbud: ibadet edilen (bk. a-b-d)
mahşer-i acaip: hayret verici şeylerin toplandığı yer (bk. ḥ-ş-r)
makamât: dereceler, makamlar
mebhas: bölüm, konu
medar: sebep, vesile
menzil: ev, mekân (bk. n-z-l)
merâtib: mertebeler
meydan-ı imtihan: imtihan meydanı
muallâ: yüksek, yüce
müberrâ: arınmış, uzak
mucize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
mukaddes: kusur ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)
münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h)
müştak: arzulu, çok istekli
naks: noksanlık, eksiklik
nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r)
netice-i hilkat: yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ)
nihayetsiz: sınırsız
nükte: ince anlamlı söz
saadet: mutluluk
şekavet: mutsuzluk, sıkıntı
şems: güneş
sır: gizem, gizli gerçek
sukut: düşüş, alçalış
suûd: yükseliş
tedennî: gerileme, alçalma
terakkî: ilerleme, yükselme
zerre: atom

Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi ifa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mâbudiyete lâyık yalnız O’dur.

İşte, ey insan! Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve dâvâya sapsan, o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin; şer ve tahrip cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun.

Evet, ey insan, sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücut ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrip, adem, şer, nefy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı, sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder.

Meselâ küfür bir fenalıktır, bir tahriptir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie, bütün kâinatın tahkirini ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünkü şu mevcudatın âli bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar mektubât-ı Rabbâniye ve merâyâ-yı Sübhâhiye ve memurîn-i İlâhiyedirler. Küfür ise, onları âyinedarlık ve vazifedarlık ve mânidarlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zevâl ve firâkın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye ve


abd: kul (bk. a-b-d)
abesiyet: faydasız ve gayesiz oluş
âciz: güçsüz, zavallı (bk. a-c-z)
adem: yokluk
adem-i tasdik: doğruyu kabul etmeme, tasdik etmeme (bk. ṣ-d-ḳ)
âli: yüksek, yüce
âyinedarlık: aynalık, ayna tutucu
cihet: yön, taraf
dâvâ: iddia
dereke: aşağı derece
enâniyet: benlik, gurur
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
fenâlık: kötülük (bk. f-n-y)
fiil: hareket, iş, etki (bk. f-a-l)
firâk: ayrılık (bk. f-r-ḳ)
hâcât-ı insaniye: insanın ihtiyaçları (bk. ḥ-v-c)
Hakîm-i Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi, herşeyi hikmetle yaratan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; k-m-l)
hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)
icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)
ifa etme: yerine getirme
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
infial: fiilden etkilenme, bir tesirin gücü altında hareket etme (bk. f-a-l)
insaniyet: insanlık
intişar: yayılma
istinkâf: kabul etmeme, çekimserlik
izhar-ı acz: âcizliğini ortaya koyma (bk. ẓ-h-r; a-c-z)
Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
mâbudiyet: ibadet edilmeye layık olma (bk. a-b-d)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mânidarlık: anlamlılık (bk. a-n-y)
mektubât-ı Rabbâniye: Allah’ın birer mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eserler, varlıklar (bk. k-t-b; r-b-b)
memurîn-i İlâhiye: Allah’ın emriyle hareket eden memurlar (bk. e-l-h)
merâyâ-yı Sübhâniye: Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren aynalar, varlıklar (bk. s-b-ḥ)
mevadd-ı fâniye: geçici maddeler (bk. f-n-y)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
muhit: herşeyi kuşatan, kapsamlı
müsbet: olumlu
muzır: zararlı
nefy: olumsuzluk
nihayetsiz: sınırsız
nisbet: ölçü (bk. n-s-b)
Rahîm-i Zülcemâl: güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah (bk. r-ḥ-m; ẕü; c-m-l)
şer: kötülük
seyyie: kötülük, günah
tahkir: hakaret, aşağılama
tahrip: yıkıp bozma, yok etme
tâun: salgın ve ölümcül hastalık
tazammun: içine alma, içerme
tecavüz: haddi aşma, ileri gitme
tekebbür: büyüklenme, gururlanma (bk. k-b-r)
terzil: rezil ve alçak gösterme
tesadüf: rastlantı
tevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme (bk. v-k-l)
tezyif: hakaret, küçük düşürme
ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)
vücud: varlık (bk. v-c-d)
vüs’at: genişlik
zelil: alçak
zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)

ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi; bütün kâinatta ve mevcudatın âyinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemâlleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihâzâtını cami’ çekirdek-misal bir mu’cize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrâyı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melâikeye karşı rüçhâniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi, en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar ve mânâsız, karma karışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.

Elhasıl: Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Lâkin, eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar ederek tam abd olsa, o vakit

 يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 

sırrına mazhar olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder. Ahsen-i takvim kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne çıkar.

İşte, ey gafil insan! Bak Cenab-ı Hakkın fazlına ve keremine: Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde, bir seyyieyi bir yazar; bir haseneyi on, bazan yetmiş, bazan yedi yüz, bazan yedi bin yazar. Hem şu Nükteden anla ki, o müthiş Cehenneme girmek ceza-yı ameldir, ayn-ı adldir; fakat Cennete girmek mahz-ı fazldır.


Dipnot-1

“Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” Furkan Sûresi, 25:70.


abd: kul (bk. a-b-d)
âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z)
âdi: değersiz, basit
ahsen-i takvim: insanın en güzel bir şekilde ve tam kıvamında yaratılması (bk. ḥ-s-n)
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
âyine: ayna
ayn-ı adl: adeletin ta kendisi (bk. a-d-l)
cami’: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)
çekirdek-misal: çekirdek gibi (bk. m-s̱-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
ceza-yı amel: amelin cezası
cihâzât: cihazlar, donanım
cihet: yön, taraf
cilve: yansıma, akis (bk. c-l-y)
cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)
dereke: aşağı derece
ehemmiyetsizlik: önemsizlik
elhasıl: özetle, sonuç olarak
emanet-i kübrâ: en büyük emânet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
enâniyet: benlik, gurur
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan uzak isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
fazl: cömertlik, ihsan (bk. f-ḍ-l)
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l)
hane: ev
harap etme: yıkma, yok etme
hasene: iyilik (bk. ḥ-s-n)
hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)
hayvan-ı fâni-i zâil: yok olup giden hayvan (bk. ḥ-y-y; f-n-y; z-v-l)
icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)
inkılâb etmek: dönüşmek
istiğfar: Allah’tan bağışlanma dileme (bk. ğ-f-r)
itimat: güvenme
kabiliyet-i hayr: hayır kabiliyeti (bk. a-d-d; ḫ-y-r)
kabiliyet-i şer: kötülük kabiliyeti (bk. a-d-d)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kaside-i manzume-i hikmet: hikmetle ve düzenli bir şekilde yazılmış kaside, şiir (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m)
kerem: ikram, iyilik, bağış (bk. k-r-m)
kıymetsizlik: değersizlik
lâkin: fakat
mahz-ı fazl: iyilik ve bağışın ta kendisi (bk. f-ḍ-l)
mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
mertebe: derece
mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
mucize-i kudret-i bâhire: ap açık kudret mucizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
nakış: işleme, süsleme (bk. n-ḳ-ş)
nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden güç (bk. n-f-s)
nihayetsiz: sınırsız
nükte: ince ve derin mânâ
rüçhâniyet: üstünlük
sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziye: yeryüzü halifeliğinin mertebesinin sahibi (bk. ḫ-l-f)
şecere-i bâkiye: devamlı ve kalıcı ağaç (bk. b-ḳ-y)
şer: kötülük
seyyie: kötülük
tahrip: bozup yıkma
tefevvuk: üstün gelme
tevfik-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. e-l-h)
tezyif: hakaret, küçük düşürme
uhde: üstüne alma, sorumluluk
vücud: varlık (bk. v-c-d)
zelil: aşağı, alçak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas, Birinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.428

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ucuncu-soz/428


CUMARTESİ DERSLERİ

Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var - De ki “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Furkân Sûresi 2577), Bana dua edin, size cevap vereyim. (Mü'min Sûresi, 4060.) - Cumaretsi Dersleri 23. 1. 5.
Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var – De ki “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Furkân Sûresi 2577), Bana dua edin, size cevap vereyim. (Mü’min Sûresi, 4060.) – Cumaretsi Dersleri 23. 1. 5.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

“Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” – De ki: “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Furkân Sûresi 25:77), “Bana dua edin, size cevap vereyim.” (Mü’min Sûresi 40:60.) – Cumartesi Dersleri 23. 1. 5.

Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var - De ki “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Furkân Sûresi 2577), Bana dua edin, size cevap vereyim. (Mü'min Sûresi, 4060.) - Cumaretsi Dersleri 23. 1. 5.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“‘Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?’ – De ki: ‘Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin!’ (Furkân Sûresi 25:77), ‘Bana dua edin, size cevap vereyim.’ (Mü’min Sûresi, 40:60.)”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Üçüncü Söz Birinci Mebhas Beşinci Nokta.

Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var - De ki “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Furkân Sûresi 2577), Bana dua edin, size cevap vereyim. (Mü'min Sûresi, 4060.) - Cumaretsi Dersleri 23. 1. 5.
Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var – De ki “Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Furkân Sûresi 2577), Bana dua edin, size cevap vereyim. (Mü’min Sûresi, 4060.) – Cumaretsi Dersleri 23. 1. 5.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Üçüncü Söz

Birinci Mebhas

BEŞİNCİ NOKTA

İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” meâlinde,

 قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ 

ferman ediyor.

Hem

 اُدْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُمْ 

emrediyor.

Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir; ‘Her duaya cevap var’ ifade ediyor.”

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Ya hekim, bana bak.”

Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.

Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.


Dipnot-1

Furkan Sûresi, 25:77.

Dipnot-2

“Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
ahmak: sersem
âyet: Kur’an’ın herbir cümlesi
ayn-ı matlub: istenilen şeyin kendisi (bk. ṭ-l-b)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
dergâh: Allah’ın yüce katı
dua: Allah’a yalvarma, niyaz (bk. d-a-v)
eda etmek: yerine getirmek
fakr: fakirlik, ihtiyaç hâli (bk. f-ḳ-r)
ferman etmek: buyurmak
fiilî: fiilen, çalışarak (bk. f-a-l)
fıtrat-ı asliye: esas yaratılış gayesi (bk. f-ṭ-r)
fıtrat-ı insaniye: insanın yaratılışı, tabiatı (bk. f-ṭ-r)
haylaz: yaramaz
hekim: doktor
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihtiyacat: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
iktiza: gerektirme
kabil-i teshir olmayan: boyun eğdirilmesi mümkün olmayan
kavlî: sözlü olarak
küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük (bk. k-f-r; n-a-m)
lebbeyk: buyurunuz
lisan-ı acz: âcizlik dili (bk. a-c-z)
makàsıd: gayeler, istenilen şeyler (bk. ḳ-s-d)
maksud: istek (bk. ḳ-s-d)
meâl: anlam
meram: arzu, istek
musahhar: boyun eğmiş
müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muvaffak olmak: başarmak
nazdar: nazlı
nazenin: ince, nazik, duyarlı
nazik: zarif, ince
Rahmânü’r-Rahîm: sonsuz merhamet sahibi, her yaratığa uygun rızık veren ve yarattıklarına karşı çok şefkat eden Allah (bk. r-ḥ-m)
tâbi: uyan
tedbir: idare etme, çekip çevirme (bk. d-b-r)
teshir: boyun eğdirme
umumî: genel
vâveylâ: feryad
vesile-i kât’iye: kesin aracı
zaaf: zayıflık
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil.

Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf ve husuf namazları” denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.

Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duanın vakti kaza olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur.

Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı.


abd: kul (bk. a-b-d)
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
âyet: Kur’ân’ın herbir cümlesi
azamet-i İlâhiye: Allah’ın azameti, büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; e-l-h)
beliyye: belâ, musibet
binaen: –dayanarak
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
def’: ortadan kaldırma, savma
dergâh: huzur, rahmet kapısı
dua: Allah’a yalvarma (bk. d-a-v)
dünyevî: dünyaya ait
evkat-ı mahsusa: özel vakitler
evlâ: daha iyi
fazl: ihsan, yardım (bk. f-ḍ-l)
gurub: batış
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
hâlis: samimi, içten (bk. ḫ-l-ṣ)
hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ)
hevâperestâne: nefsin isteklerine düşkün bir şekilde (bk. h-v-y)
heveskârâne: hevesine düşkün bir şekilde
hikmet-i Rabbâniye: Allah’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m; r-b-b)
husuf: ay tutulması
huzur: yakınında olma (bk. h-ḍ-r)
ibâd: kullar (bk. a-b-d)
ibadet-i mahsusa: özel ibadet (bk. a-b-d)
iktiza: gerektirme
iltica: sığınma
inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)
istilâ: işgal
Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
kaza: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y)
kerem: ikram, iyilik, bağış (bk. k-r-m)
küsuf: güneş tutulması
livechillâh: Allah için
maksat: gaye, istenilen şey (bk. ḳ-s-d)
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
matlub: istek (bk. ṭ-l-b)
medar: sebep, vesile
muayyen: belirli
müneccim: astrolog, yıldızların konum ve hareketlerinden mânâ çıkaran
muzır: zararlı
nazır: bakan, gözeten (bk. n-ẓ-r)
nevi: tür, çeşit
nikap: örtü
niyaz: dua, yakarış
nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)
nurun alâ nur: nur üstüne nur (bk. n-v-r)
ref etmek: kaldırmak
semerât: meyveler, neticeler
sırr-ı ubûdiyet: kulluk sırrı (bk. a-b-d)
tahakküm: baskı, zorbalık (bk. ḥ-k-m)
tasallut: sataşma
ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)
uhreviye: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
ünsiyet: dostluk, yakınlık
vahşet: yalnızlık

Yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli, rububiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini itham etmemeli.

Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır:

Ya istidat lisanıyladır—bütün nebâtat ve hayvanâtın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır—bütün zîhayatların, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevâd-ı Mutlaktan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.

Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kàlîdir.

Meselâ, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
âyât-ı beyyinât: ap açık âyetler (bk. b-y-n)
belki: aslında, işin doğrusu
beyan: açıklama, izah (bk. b-y-n)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Cevâd-ı Mutlak: sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah (bk. c-v-d; ṭ-l-ḳ)
dergâh-ı İlâhiye: İlâhî rahmet kapısı (bk. e-l-h)
dua: Allah’a yalvarma (bk. d-a-v)
dua-yı fiilî: fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirerek yapılan dua (bk. d-a-v; f-a-l)
ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Feyyâz-ı Mutlak: pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah (bk. f-y-ḍ; ṭ-l-ḳ)
hâcât-ı zaruriye: zarurî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
hakikat-i hal: gerçek hal (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlî: hal ve hareketle
hâmî-i meçhul: bilinmeyen koruyucu
has: özel
hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a)
idame-i hayat: hayatı devam ettirme (bk. ḥ-y-y)
ihtiyac-ı fıtrî: yaratılıştan gelen ihtiyaç (bk. ḥ-v-c; f-ṭ-r)
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
iltica: sığınma
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
itham: suçlama
itimad: güvenme
izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalbî: kalben, içten
kâlî: sözle
kat’i: kesin
lisan-ı hâl: hal dili
lisan-ı istidad: kabiliyet dili (bk. a-d-d)
lisan-ı ıztırar: çaresizlik ve mecburiyet dili
mahsus: özel
makbul: kabul gören, geçerli
mâni: engel
mazhariyet: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r)
mazhariyet-i münkeşife: bir görünüme sahip olmak (bk. ẓ-h-r; k-ş-f)
meşhur: bilinen
metâlib: istekler (bk. ṭ-l-b)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
müsebbib: sebep olan (bk. s-b-b)
müteveccih: yönelik
muztar: çaresiz, zorda kalan
nebâtat: bitkiler
nevi: çeşit, tür
Rabb-i Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah (bk. r-b-b; r-ḥ-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
suret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r)
tedbir: idare (bk. d-b-r)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
teşebbüs: başvurma
teveccüh: yönelme
vaziyet-i marziye: razı olunacak hal
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)

İkinci kısım, lisanla, kalble dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.

İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi

 اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 

de, kâinatın güzel bir takvimi ol.


Dipnot-1

“Ancak Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi 1:5.


abd-i küllî: bütün varlıkların ibadetlerini içine alan ve temsil eden kul (bk. a-b-d; k-l-l)
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
âlâ-yı illiyyîn-i insaniyet: insanlığın en yüksek derecesi
beşer: insan
cihet: yön, taraf
dua: Allah’a yalvarma (bk. d-a-v)
fakr: fakirlik, muhtaçlık (bk. f-ḳ-r)
hâtırât-ı kalb: kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları
hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lisan: dil
medâr: sebep, dayanak
medet: yardım
metâlib: istekler, arzular (bk. ṭ-l-b)
mühim: önemli
takvim: program
vekil-i umumî: genel vekil (bk. v-k-l)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas, Beşinci Nokta, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.424

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ucuncu-soz/424


CUMARTESİ DERSLERİ

İnsanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum bilmektir. - Cumartesi Dersleri 23. 1. 4.
İnsanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum bilmektir. – Cumartesi Dersleri 23. 1. 4.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ