Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.

Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. - Cumartesi Dersleri 24. 2.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz İkinci Dal.

Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. - Cumartesi Dersleri 24. 2.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Dördüncü Söz

İKİNCİ DAL

Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.

Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m)
burhan: kesin delil
Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r)
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)
ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r)
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar, gizli gerçekler
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı
insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l)
istiâne: yardım isteme
istiâze: Allah’a sığınma
ittifak: birleşme, birlik
kat’î: kesin
kâtib: yazıcı (bk. k-t-b)
keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f)
lisan: dil
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
medâr-ı fahr: övünç vesilesi
medet: yardım
mes’uliyet: sorumluluk
meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d)
muavenet: yardım
muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)
mükellef: yükümlü
mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k)
münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v)
müptelâ: bağımlı, tutulmuş
müracaat: başvurma
mütenakız: birbirine zıt, çelişen
muvaffakiyet: başarı
nam: adnev-i insan: insanlık
nisbet: bağ (bk. n-s-b)
şer: kötülük
şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
talep: isteme (bk. ṭ-l-b)
tazammun eden: içine alan
tehalüf: birbirine zıt olma
telâkki: kabul etme
terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler
usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n)
zâbit: subay
zikretmek: anmak

İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.

Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:

İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f)
asliyet: asıl oluş
berzah: geçit
çendan: gerçi
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v)
cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)
ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e)
erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n)
erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar
evliya: veliler (bk. v-l-y)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m)
ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
itibarıyla: özelliğiyle
kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d)
kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l)
keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f)
külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s)
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
medar: dayanak, eksen
menşe: kaynak
mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül
mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l)
muhtelif: çeşitli
müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d)
mütefavit: farklı
reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
server: reis, baş
şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tafsilât: ayrıntılar
taharrî: araştırma
tebaiyet: tabi olma, uyma
tenevvü: çeşitlenme
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)
ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler
vâzıh: açık, âşikâr
zılliyet: gölge tarzında tecellî

başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.

Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.

Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. HAŞİYE-1

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:

Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.

Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.


Haşiye-1

Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.


âsâr: eserler
cihazat: organlar, duyular
cismanî: maddi yapısı olan
cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e)
ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
enâniyet: benlik, gurur
esrar: sırlar
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
farz etmek: varsaymak
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
has: özel
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m)
hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m)
icra etmek: yerine getirmek
ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma
işârât: işaretler
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
istidlâl: delil getirme, akıl yürütme
istimâl: kullanma
iştiyak: çok arzu ve istek
kamer: ay
Katre: damla
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)
marifet: bilgi (bk. a-r-f)
misal: örnek (bk. m-s̱-l)
mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d)
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nev’: tür
Reşha: sızıntı
sa’y: çalışma
safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y)
seyyare: gezegen
sır: gizem, gizli gerçek
sülûk: yol alma
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)
taife: grup, topluluk
tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y)
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakkiyât: ilerlemeler
teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m)
tezkiye: temize çıkarma
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
Zühre: çiçek

Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:

Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.

İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde


âsâr: eserler
âyine: ayna
berzah: geçit
bil’asale: bizzat
cevv-i hava: hava boşluğu
cihet: yön
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e)
emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)
evvelki: önceki
Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)
feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hicap: perde
hususî: özel
ifade: faydalandırma
ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma
istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması
kamer: ay
Katre: damla
kavl: söz
küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l)
mahdut: sınırlı
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
mezkûr: sözü geçen
mukabil: karşı
mukayyet: kayıtlı
mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nebâtât: bitkiler
neş’et etme: doğma, ortaya çıkma
nev’: tür, çeşit
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha: sızıntı
safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
şahsiyet: kişilik, yapı
şems: güneş
seyyarat: gezegenler
seyyare: gezegen
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e)
tahrik: harekete geçirme
tarik: yol
tarz: şekil, biçim
tavassut: vasıta olma, aracılık etme
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
teveccüh: yönelme
timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l)
umum: bütün
velâyet: velîlik (bk. v-l-y)
zerre: atom
ziya: ışık
Zühre: çiçek

gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet  


âsâr: eserler
âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler
ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ)
âzâ: organlar
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Eski Said: (bk. bilgiler)
farz etmek: varsaymak
feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
feylesof: filozof, felsefeci
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n)
ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)
inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış
isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
kâfi: yeterli
kamer: ay
Katre: damla
kesafet peyda etmek: katılaşmak
kurbiyet: yakınlık
maddiyât: maddi şeyler
mukayyed: kayıtlı
müsademe: çarpışma
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
perestiş: taparcasına sevme
Reşha: sızıntı
safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y)
şems: güneş
şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d)
şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n)
şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d)
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)
şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r)
telâkki: kabul etme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b)
tevaggul: dalma, derinliğine girme
teveccüh: yönelme
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)
timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l)
Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m)
ziya: ışık
ziya-yı şems: güneşin ışığı
ziynetli: süslü (bk. z-y-n)
zıll: gölge
Zühre: çiçek

ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.


aks: yansıma
âyine: ayna
âyinedarlık: aynalık
berzah: geçit
beyhude: boşuna
cazibe: çekim gücü
celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ)
dehşet: korku, ürkme
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
feylesof: filozof, felsefeci
firak: ayrılık (bk. f-r-k)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)
hususiyet: özellik
iftihar: övünme
inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış
inkisar: kırılma
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
iz’âcât: rahatsız etmeler
kalb-i insanî: insan kalbi
kamer: ay
Katre: damla
Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r)
Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l)
kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kesafet: yoğunluk, katılık
kesif: yoğun, katı
lâkin: ama, fakat
lem’a: parıltı
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
muvaffak: başarılı
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s)
neş’et etmek: doğmak
Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r)
sa’y: çalışma
şems: güneş
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
sülûk etmek: yol almak
suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
telezzüz: lezzetlenme
terakki: yükselme, ilerleme
teveccüh: yönelme
vahşet: ürküntü, korku
yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)
ye’s: ümitsizlik
zât: kendi, öz
ziya: ışık
Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l)
zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)

Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,


akis: yansıma
âsâr: işler
âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler
âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri
âyine: ayna
âyinedar: ayna olma
ayn-ı şems: güneşin kendisi
aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n)
berzah: geçit
cazibe: çekim gücü
çendan: gerçi
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
enâniyet: benlik
evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
half: arka
hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ)
hararet: sıcaklık, ısı
haşmet: ihtişam, görkem
hicap: örtü, perde
hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m)
hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iz’an: kesin şekilde inanma
Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)
kamer: ay
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
madde-i kesife: yoğun, katı madde
mahsus: özel, has
mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d)
mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)
mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler
Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)
müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d)
müşkilât: zorluk
nâr-ı aşk: aşk ateşi
nesc etmek: dokumak
nevi: tür, çeşit
nur: aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l)
safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y)
saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şems: güneş
şua: ışık, parıltı
tafsilât: ayrıntı
tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ)
tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ)
tebahhur: buharlaşma
temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l)
tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde
ülfet: alışkanlık
ünsiyet: alışkanlık, âşinalık
veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)ziya: ışık

haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.

Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.


a’mâl: ameller, işler
âhir: son (bk. e-ḫ-r)
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f)
derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m)
ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱)
ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
enâniyet: benlik, gurur
erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l)
fevkinde: üstünde
hadd: yetki
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m)
haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m)
hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d)
icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l)
ihsas: hissettirme
iktifa: yetinme
iktiza: bir şeyin gereği
inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)
iptidaî: ilkel
İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma
kavî: kuvvetli
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r)
marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f)
mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)
mevzu: uydurma hadis
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
tafsil: ayrıntı
tafsilât: ayrıntılar
takat: güç, kuvvet
tefavüt etmek: farklılık göstermek
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
vukuat: olaylar
zikretmek: bildirmek, hatırlatmak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.449

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-dorduncu-soz/450


CUMARTESİ DERSLERİ

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. - Cumartesi Dersleri 24. 1.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır. – Mesnevî-i Nuriye – Zerre

Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır. - Mesnevî-i Nuriye - Zerre
Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır. - Mesnevî-i Nuriye - Zerre
Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır. – Mesnevî-i Nuriye – Zerre

İ’lem eyyühe’l-aziz! 

Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlâhîde teşhir edilen tezyinâta, kemâlâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulûhiyetin azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki, o güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh etsin, o harika nakışlara, ziynetlere tefekkürle hayran olsun. Sonra o sergiden Sâniinin celâline, Mâlikinin iktidar ve kemâlâtına intikal ile Onun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi ifa edecek, insandır. Çünkü, insan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, amma öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyâkatı vardır. Hem o insanda öyle bir emânet vedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen, küllî bir nevi şuur sâhibi olur ki, Sultan-ı Ezelin azamet ve haşmetinin şâşaasını idrak ediyor.

Evet, mâşukun hüsnü, âşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelînin


âlem: dünya, kâinat, bütün yaratılmışlar
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
âşık: şiddetli seven
azamet: büyüklük, yücelik
beyan etme: açıklama
binaen: -dayanarak
binaenaleyh: bundan dolayı
celâl: büyüklük, azamet, haşmet
dellâllık: ilân edicilik
enbiya: nebiler, peygamberler
enmuzeç: örnek, fihriste
enzâr-ı âlem: dünyanın bakışları, dikkatler
ihak ve hakikat: asıl, gerçek ve doğru
hakaik: hakikatler, esaslar
hakikat: asıl, gerçek, doğru
haşmet: büyüklük, görkem, azamet
hüsün: güzellik
i’lem eyyühe’l-aziz: ey aziz kardeşim bil ki!
ifa etmek: yerine getirmek
iktidar: güç, kudret
intikal etme: geçme; anlama, kavrama
istidad: kabiliyet, yetenek
istilzam etmek: gerektirmek
kâinat: evren, bütün yaratılmışlar
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar
küllî: genel, kapsamlı; bütün fertleri içine alan tür
liyâkat: hak etme, lâyık olma
Mâlik: görünen ve görünmeyen her şeyin gerçek sahibi olan Allah
mâşuk: aşık olunan kimse, sevgili
merâtib: mertebeler, dereceler
mücmel: öz, özet
müşahit: tanık, şahit, delil
mütefekkir: varlıklar üzerinde etraflıca düşünüp Allah’a ulaşan aydın, düşünür
mütehayyir: hayrete düşen, hayrete kapılan
mütenezzih: tenezzüh eden, gezen, seyreden
mutlak: kayıtsız, sınırsız
nakış: işleme, süsleme
Nakkaş-ı Ezelî: her şeyi san’atlı ve mükemmel bir şekilde nakış işleyen, varlığının başlangıcı olmayan Allah
nazar: bakış, dikkat
nevi: çeşit, tür
nisbet: ölçü
nübüvvet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği
nümune: örnek, misal
rububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
Sâni: her şeyi san’atla ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah
şâşaa: gösteriş, göz alıcılık, parlaklık
sath-ı âlem: kâinat ve dünya zemini
secde-i hayret: hayret secdesi
sergi-yi İlâhî: Allah tarafından olan sergi
Sultan-ı Ezel: sonsuz otorite ve hâkimiyet sahibi ezelî Sultan, Allah
şuur: bilinç, anlayış, idrak
tafsilât: ayrıntılar, detaylar
tahdit edilme: sınırlanma, sınırlandırılma
tefekkür: varlıklar üzerinde Allah’a ulaşmayı netice verecek şekilde etraflıca düşünme
tenezzüh: gezinti
teşhir etme: sergileme
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma
tezyinât: süslemeler
ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma, ilâhlık; Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı
vedia bırakılma: emanet edilme, ödünç verilme
ziynet: süs
zulmetli: karanlıklı

rububiyeti de insanın nazarını iktizâ eder ki, hayret ve tefekkür ile takdir ve tahsinlerde bulunsun.

Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zât, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin?

Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.

Kezâlik, bu âlemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla tezyin eden Mâlikü’l-Mülk, elbette ve elbette o harika, antika, mu’cize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, âşık ve müştaklardan, ârif dellâllardan hâli bırakmayacaktır. İşte, câmiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.


abd: kul
âlem: dünya, kâinat
ârif: bilgide ileri olan, bilen
âzâ: organlar
bilhassa: özellikle
burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil, kanıt
câmiiyet: kapsamlılık
delâlet etmek: delil olmak, göstermek
dellâl: duyurucu, ilân edici
Ehad: her bir varlık üzerinde birliğinin izleri görünen ve bütün kemâl sıfatların sahibi olan bir Allah
eşya: şeyler, varlıklar
Hakîm: herşeyi hikmetle belirli fayda ve gayelere yönelik olarak mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah
hâlî: boş, ıssız
Hâlık: her şeyi yaratan Allah
halk-ı eflâk: feleklerin, kâinatın yaratılışı
halk-ı kâinat: kâinatın yaratılışı, yaratılması
hikmet: amaç, gaye, hedef; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılması
i’lem eyyühe’l-aziz: “Ey aziz kardeşim bil ki!”
icad: var etme, yaratma
ihtiyar: dileme, istek, irade
iktizâ etmek: gerektirmek
ille-i gaiye: asıl gaye; elde edilmesi için çalışılan gaye
insan-ı kâmil: mükemmel, olgun insan
istifade: faydalanma, yararlanma
istihsan: beğenme, güzel bulma
keyfiyet: durum, nitelik
kezâlik: bunun gibi
mahlûkat: yaratılmışlar, yaratılmış varlıklar
Mâlikü’l-Mülk: görünen ve görünmeyen her şeyin gerçek sahibi olan Allah
mu’cize: bir benzerini yapmakta başkalarının aciz kaldıkları olağanüstü şey
Muhtar: ihtiyar ve irade sahibi Allah
muntazam: düzenli
müşahit: gören, seyreden, seyirci
müştak: aşık, çok arzulu ve istekli
nakış: işleme
nazar: bakış, dikkat
nefis: bir kimsenin kendisi
rububiyet: Rablık; her bir varlığın yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeylerin verilmesi, onların terbiye edilip idare ve egemenlik altında bulundurulması
Sâni: her şeyi san’atla ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah
şehadet etmek: şahitlik etmek, delil olmak
semere: meyve, netice
şiddet-i muhabbet: aşırı sevgi
tahsin: beğenme, birşeyin güzelliğini dile getirme
takdir etme: beğeniyi dile getirme
tefekkür: Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde etraflıca düşünme
tehalüf: birbirinden farklı olmak
temasül: birbirine benzeme
tevafuk: uygunluk, denk gelme
tezyin etme: süsleme
vahdet: birlik, teklik
Vâhid: Zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı, benzeri ve dengi olmayan ve herşeyi birliğiyle kuşatan Allah
zâlim: zulmeden, acımasız, başkasının hakkına tecavüz eden
Zât: kimse, Allah
ziynet: süs

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevî-i Nuriye – Zerre, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.5.247

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mesnevi-i-nuriye/zerre/247

Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. – Cumartesi Dersleri 22. 21.

Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. - Cumartesi Dersleri 22. 21.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir.” konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Sekizinci Lem’a.

Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. - Cumartesi Dersleri 22. 21.
Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. – Cumartesi Dersleri 22. 21.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı

SEKİZİNCİ LEM’A

Nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum delâlet eder ki, o tarla herhalde tohum sahibinin taht-ı tasarrufatında olduğunu, hem o tohum dahi tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Öyle de, şu anâsır denilen mezraa-i masnuat, vâhidiyet ve besâtetle beraber külliyet ve ihâtaları; ve şu mahlûkat denilen semerât-ı rahmet ve mu’cizât-ı kudret ve kelâmât-ı hikmet olan nebatat ve hayvanat, mümaselet ve müşabehetleriyle beraber çok yerlerde intişarı, her tarafta bulunup tavattunları, tek bir Sâni-i Mu’ciznümânın taht-ı tasarrufunda olduklarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, güya herbir çiçek, herbir semere, herbir hayvan, o Sâniin birer sikkesidir, birer hâtemidir, birer turrasıdır. Her nerede bulunsa, lisan-ı hâliyle herbirisi der ki: “Ben kimin sikkesiyim; bu yer dahi Onun masnuudur. Ben kimin hâtemiyim; bu mekân dahi Onun mektubudur. Ben kimin turrasıyım; bu vatanım dahi onun mensucudur.”

Demek, en ednâ bir mahlûka rububiyet, bütün anâsırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur. Ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek, bütün hayvânâtı, nebâtâtı, masnûâtı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu, kör olmayan görür.

Evet, herbir fert, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanıyla der: “Kim bütün nev’ime mâlik ise, bana mâlik olabilir. Yoksa, yok.” Her nevi, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.”

Arz, sair seyyârât ile bir güneşe irtibatı ve semâvât ile tesânüdü lisanıyla der: “Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik O olabilir. Yoksa, yok.”


anâsır: unsurlar, elementler
arz: yeryüzü, dünya
besâtet: basitlik, sâdelik
delâlet: işaret etme, delil olma
ednâ: en basit, en küçük
efrad: fertler (bk. f-r-d)
has: özel
hatem: mühür, damga
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
iâne-i gaybiye: görünmeyen âlemden gelen yardım (bk. ğ-y-b)
ihâta: kuşatma, kapsama
intişar: yayılma
irtibat: bağ
kabza-i rububiyet: rububiyet eli (bk. r-b-b)
kabza-i tasarruf: tasarrufu altında bulundurma (bk. ṣ-r-f)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kelâmât-ı hikmet: hikmet kelimeleri, sözleri (bk. k-l-m; ḥ-k-m)
külliyet: genellik, kapsamlılık (bk. k-l-l)
lisan-ı hâl: hâl ve beden dili
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
mahsus: özgü
mâlik: sahip (bk. m-l-k)
masnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)
masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mekân: yer (bk. m-k-n)
mensuc: dokunmuş, örülmüş
mezraa-i masnuat: san’at eseri varlıkların tarlası (bk. ṣ-n-a)
misliyet: benzerlik, misliyet (bk. m-s̱-l)
mu’cizât-ı kudret: kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
Müdebbir-i Rahîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyi şefkat ve merhametle sevk ve idare eden Allah (bk. d-b-r; r-ḥ-m; ẕü; c-m-l)
mümaselet: benzerlik (bk. m-s̱-l)
Mürebbî-i Hakîm-i Zülcelâl: herşeyi hikmetle yapan ve terbiye eden, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. r-b-b; ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
müşabehet: benzerlik
mutasarrıf: tasarruf eden (bk. ṣ-r-f)
nebatat: bitkilernev’: tür
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer
Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
Sâni-i Mu’ciznümâ: mu’cize gösteren ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; a-c-z)
sath-ı arz: yeryüzü, dünya
semâvât: gökler (bk. s-m-v)
semerât-ı rahmet: rahmet meyveleri (bk. r-ḥ-m)
semere: meyve
seyyârât: gezegenler
sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür
taht-ı tasarruf: tasarrufu altında (bk. ṣ-r-f)
tavattun: vatan edinme, yerleşme
tedbir: idare etme, ihtiyacını karşılama (bk. d-b-r)
tedvir: çekip çevirme, idare etme
tesânüd: dayanışma (bk. s-n-d)
turra: padişah mührü, imzası
vâhidiyet: birlik (bk. v-ḥ-d)

Evet, faraza zîşuur bir elmaya biri dese, “Sen benim san’atımsın”; o elma lisan-ı hâl ile ona “Sus,” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki bütün bahar sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedâyâ-yı Rahmâniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dâvâ et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.


âzâ-yı esasî: temel organlar
bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
cihazat: donanım
cüz: parça (bk. c-z-e)
cüz’î: ferd (bk. c-z-e)
efrad: fertler (bk. f-r-d)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
envâ: çeşitler, türler
faraza: varsayalım ki
hatem: mühür, damga
hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)
hedâyâ-yı Rahmâniye: çok şefkatli ve merhametli olan Allah’ın hediyeleri (bk. r-ḥ-m)
hemcins: aynı cinsten olan
ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)
ittihad-ı sikke: mühür birliği
kanun-u vahdet: birlik kanunu (bk. ḳ-n-n; v-ḥ-d)
kemiyetçe: sayıca
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
keyfiyet: nitelik, özellik
külfet: güçlük
küll: bütün (bk. k-l-l)
küll-i âlem: âlemin bütünü (bk. k-l-l; a-l-m)
küllî: fertlerden oluşan topluluk, tür, cins (bk. k-l-l)
lisan-ı hâl: hâl ve beden dili
masnu: sanat eseri (bk. ṣ-n-a)
meşakkat: zahmet, zorluk
meşhud: görünen (bk. ş-h-d)
meyvedar: meyveli
muktedir: gücü yeten, güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
münteşir: yayılmış olan
müşabehet: benzeme
müsâvi: eşit, denk
mutasarrıf: tasarruf sahibi (bk. ṣ-r-f)
muvafakat: uygunluk
nefer: asker, er
nevi: tür, çeşit
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
Sâni-i Vâhid: tek olan ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; v-ḥ-d)
sefine: gemi
semere: meyve
sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür
suhulet: kolaylık
suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak
suhulet-i fevkalâde: olağanüstü kolaylık
suhulet-i mutlaka: tam bir kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ)
taaddüd-ü merkez: merkezin çokluğu
techizat-ı askeriye: askerî donanım
terbiye-i vâhide: tek terbiye (bk. v-ḥ-d)
teşkil: oluşma
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)
turra: padişah mührü, imzası
vahdet: birlik, teklik (bk. v-ḥ-d)
vahdet-i kalem: kalem birliği (bk. v-ḥ-d)
vücub: zorunluluk (bk. v-c-b)
yüsr: kolaylık
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
ziyadeleşme: fazlalaşma, artma

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime SEKİZİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.406

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ikinci-soz/ikinci-makam/406


CUMARTESİ DERSLERİ

CUMARTESİ DERSLERİ
CUMARTESİ DERSLERİ

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. – Cumartesi Dersleri 22. 17.

Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. - Cumartesi Dersleri 22. 17.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder.” konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Dördüncü Lem’a.

Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. - Cumartesi Dersleri 22. 17.
Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. – Cumartesi Dersleri 22. 17.

KISA ViDEO

UZUN ViDEO

Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı

DÖRDÜNCÜ LEM’A

ÜÇÜNCÜ PENCERE: 

Zerrelerden mürekkep bir parça toprak, herbir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşvünemâsına menşe olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan, bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvânâtın nutfeleri gibi, ayrı ayrı şeyler değil-nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidülmâ, müvellidülhumuzadan mürekkep-mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle, sırf mânevî olarak aslının programı tevdi edilmiş. İşte, o tohumları nöbetle o kâseye koysak, herbiri hârika cihâzâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın.

Eğer o zerreler, herbir şeyin herbir hal ve vaziyetini bilen ve herşeye, ona lâyık vücudu ve vücudun levâzımâtını vermeye kadîr ve kudretine nisbeten herşey kemâl-i suhuletle musahhar olan bir Zâtın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa; o toprağın herbir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince mânevî fabrikalar ve matbaalar, içinde bulunması lâzım gelir ki, o cihazatları ve eşkâlleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe olabilsin, veya bütün o mevcudata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilâtına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır—tâ bütün onların teşkilâtına medar olsun. Demek, Cenâb-ı Haktan nisbet kesilse, toprağın zerrâtı adedince ilâhlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise, bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir.

Fakat memur oldukları vakit çok kolaydır. Nasıl bir sultan-ı azîmin bir âdi neferi, o padişahın namıyla ve onun kuvvetiyle bir memleketi hicret ettirebilir, iki denizi birleştirebilir, bir şahı esir edebilir. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrut’u yere serer; bir karınca bir Firavun’un sarayını harap eder, yere atar; bir incir çekirdeği bir incir ağacını yüklenir.

Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sânia iki şahid-i sadık daha var.


âdi: basit, sıradan
anâsır: unsurlar, elementler
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cihâzât: cihazlar, organlar
ecza: bütünü oluşturan parçalar (bk. c-z-e)
emirber: emre hazır
eşkâl: şekiller
evvelki: önceki
Ezel ve Ebed Sultanı: başlangıç ve sonu olmayan, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)
Firavun: (bk. bilgiler)
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hicret: göç
hurafe: delile dayanmayan saçma inanış
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, plânlaması (bk. ḳ-d-r)
kâdir: gücü yeten (bk. ḳ-d-r)
kâse: kap, çanak
kemâl-i suhulet: tam bir kolaylık (bk. k-m-l)
keyfiyet: esas, içerik
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
levâzımât: gerekli şeyler
mahiyet: öz nitelik, özellik
medar: dayanak, kaynak
menşe: kaynak
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mevcudat-ı muhtelife: çeşitli varlıklar (bk. v-c-d)
misli: benzeri (bk. m-s̱-l)
muhal: imkansızlık
muhit: kuşatıcı
muktedir: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
mürekkep: meydana gelmiş, birleşik
musahhar: boyun eğme
müvellidülhumuza: oksijen
müvellidülmâ: hidrojen
nebâtât: bitkiler
nefer: asker, er
Nemrud: (bk. bilgiler)
neşvünemâ: büyüyüp gelişme
nevi: çeşit
nisbet: bağ (bk. n-s-b)
nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)
nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni
şahid-i sadık: doğru şahit (bk. ş-h-d; ṣ-d-ḳ)
sultan-ı azîm: büyük sultan (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
teşkilât: yapı, kuruluş
tevdi: bırakma, emanet etme
vazifedar: görevli
vücub ve vahdet-i Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah’ın birliği ve varlığının zorunlu olması (bk. v-c-b; v-ḥ-d; ṣ-n-a)
vuku: meydana gelme, olma
zerrât: zerreler, atomlar
zerre: atom
zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)

Birisi: Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor. Ve cumudiyetiyle beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. Demek, herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder.

كَمَۤا اَنَّ فِى كُلِّ ذَرَّةٍ شَاهِدَيْنِ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاجِبٌ وَاحِدٌ كَذٰلِكَ فِى كُلِّ حَىٍّ لَهُۤ اٰيَتَانِ عَلٰۤى اَنَّهُ اَحَدٌ صَمَدٌ     1

Evet, herbir zîhayatta, biri ehadiyet sikkesi, diğeri samediyet turrası bulunuyor. Zira bir zîhayat, ekser kâinatta cilveleri görünen esmâyı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Adeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde, Hayy-ı Kayyûmun tecellî-i İsm-i Âzamını gösteriyor. İşte, ehadiyet-i Zâtiyeyi, Muhyî perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i ehadiyeti taşıyor.

Hem o zîhayat, kâinatın bir misal-i musağğarı ve şecere-i hilkatin bir meyvesi hükmünde olduğu için, kâinat kadar ihtiyâcâtını ummadığı ve bilmediği bir yerden kolaylıkla küçücük daire-i hayatına yetiştirmek, samediyet turrasını gösteriyor. Yani, “o hal gösteriyor ki, onun öyle bir Rabbi var ki, ona, herşeye bedel bir teveccühü var ve bütün eşyanın yerini tutar bir nazarı var; bütün eşya Onun bir teveccühünün yerini tutamaz.”

نَعَمْ يَكْفِى لِكُلِّ شَىْءٍ شَىْءٌ عَنْ كُلِّ شَىْءٍ     وَلاَ يَكْفِى عَنْهُ كُلُّ شَىْءٍ وَلَوْ لِشَىْءٍ وَاحِدٍ     2


Dipnot-1

Herbir zerrede, Onun Vâcibü’l-Vücud ve Vâhid olduğuna iki şahit bulunduğu gibi; herbir zîhayatta da, Onun Ehad ve Samed olduğuna dair iki âyet vardır.

Dipnot-2

Üstteki cümle bu metnin tercümesidir.


acz-i mutlak: sınırsız derecede âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z; ṭ-l-ḳ)
âyine: ayna
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
cumudiyet: cansızlık
daire-i hayat: hayat dairesi (bk. ḥ-y-y)
ehadiyet: Allah’ın birliğinin ve isimlerinin herbir varlıkta tecellî etmesi (bk. v-ḥ-d)
ehadiyet-i Zâtiye: Allah’ın zâtının birliği (bk. v-ḥ-d)
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Hayy-ı Kayyûm: her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah (bk. ḥ-y-y; ḳ-v-m)
ihtiyâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
intizamperverâne: düzenliliği sevene yakışır bir şekilde (bk. n-ẓ-m)
Kadir-i Mutlak: herşeye gücü yeten sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lisan-ı acz: acizlik dili (bk. a-c-z)
misal-i musağğar: küçültülmüş örnek (bk. m-s̱-l)
Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)
mütenevvi: çeşitli
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
nevi: çeşit
nizam-ı âlem: kâinatın düzeni (bk. n-ẓ-m; a-l-m)
nizam-ı umumî: genel düzen (bk. n-ẓ-m)
nokta-i mihrakiye: odak noktası
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması (bk. ṣ-m-d)
şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür
sikke-i ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görülen birlik işareti (bk. v-ḥ-d)
şuur-u küllî: bilgi ve kavrayışı kapsamlı olan (bk. ş-a-r; k-l-l)
tecellî-i İsm-i Âzam: Allah’ın en büyük isminin yansıması (bk. c-l-y; s-m-v; a-ẓ-m)
teveccüh: yönelme, ilgi
tevfik-i hareket: uygun hareket
turra: padişah mührü ve imzası
vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)
vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)
zerre: atom
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

Hem o hal gösteriyor ki, onun o Rabbi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hazinesinden hiçbir şey eksilmez ve kudretine de hiçbir şey ağır gelmez. İşte, samediyetin gölgesini gösteren bir nevi turrası…

Demek, herbir zîhayatta bir sikke-i ehadiyet, bir turra-i samediyet vardır. Evet, herbir zîhayat, hayat lisanıyla

 قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ     اَللهُ الصَّمَدُ 

okuyor. Bu iki sikkeden başka birkaç pencere-i mühimme de var. Başka bir yerde tafsil edildiği için burada ihtisar edildi.

Madem şu kâinatın herbir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği ve hayat dahi iki kapıyı birden Vâcibü’l-Vücudun vahdâniyetine açıyor. Zerreden tâ şemse kadar tabakat-ı mevcudat, Zât-ı Zülcelâlin envâr-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin. İşte, marifetullahta terakkiyât-ı mâneviyenin derecâtını ve huzurun merâtibini bundan anla ve kıyas et.


Dipnot-1

“De ki: O Allah birdir. O Allah’tır, Samed’dir; herşey O’na muhtaç olduğu halde O hiçbir şeye muhtaç değildir.” İhlâs Suresi, 112:1-2.


derecât: dereceler
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
envâr-ı marifet: Allah’ı bilme ve tanıma nurları (bk. n-v-r; a-r-f)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
hurufat: harfler
ihtisar: kısaltma, özetleme
imtinâ: imkansızlık
isnat: dayandırma (bk. ṣ-n-d)
kâfi: yeterli
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalem-i kudret-i Samedâniye: Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olduğu Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r; ṣ-m-d)
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
lâfz-ı Yâsin: “Yâsin” kelimesi
mâkuliyet: akla uygunluk
marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f)
matbu: basılmış
merâtib: mertebeler
neşretmek: yaymak
nevi: çeşit
pencere-i mühimme: önemli pencere
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması (bk. ṣ-m-d)
şems: güneş
sikke: mühür, işaret
sikke-i ehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görülen birlik işareti (bk. v-ḥ-d)
suhulet: kolaylık
Sûre-i Yâsin: Yâsin Sûresi, Kur’ân-ı Kerimin 36. sûresi
suret: şekil, tarz (bk. ṣ-v-r)
tab’ edilmek: basılmak
tabakat-ı mevcudat: varlıkların tabakaları (bk. v-c-d)
tabiat: canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem, doğa (bk. ṭ-b-a)
tafsil etme: ayrıntılı olarak açıklama
terakkiyât-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)
turra: mühür, nişan
turra-i samediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması mânâsındaki sıfatının mührü (bk. ṣ-m-d)
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b)
vâhdaniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)
vücub: kesinlik, gereklilik (bk. v-c-b)
vücut bulma: var olma (bk. v-c-d)
Zât-ı Ehadiyet: herbir varlıkta birliği görünen Zât, Allah (bk. v-ḥ-d)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zerre: atom
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime DÖRDÜNCÜ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.397

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ikinci-soz/ikinci-makam/397


CUMARTESİ DERSLERİ

CUMARTESİ DERSLERİ
CUMARTESİ DERSLERİ

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. – Cumartesi Dersleri 22. 16.

İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. - Cumartesi Dersleri 22. 16.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.” konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Dördüncü Lem’a.

İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. - Cumartesi Dersleri 22. 16.
İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. – Cumartesi Dersleri 22. 16.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı

DÖRDÜNCÜ LEM’A

Bak, şu semâvâtın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et. Göreceksin ki, herbiri üstünde Şems-i Ezelînin taklit kabul etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir ikisini gördük. İhyâ üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin mânâları fehme yakınlaştırdığından, bir temsille şu hakikati göstereceğiz.

Meselâ, güneş, seyyarelerden tut, tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve karın parlak zerreciklerine kadar, şu güneşin cilve-i misaliyesinden ve in’ikâsından bir turrası ve güneşe mahsus bir eser-i nuranîsi görünüyor. Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, güneşin cilve-i in’ikâsı ve tecellî-i aksi olduğunu kabul etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte, tabiî ve hakikî bir


âlem-i kebir: büyük âlem, kâinat (bk. a-l-m; k-b-r)
âsâr: eserler
âyât: ayetler, deliller
cilve-i in’ikâs: yansımadan ileri gelen görüntü (bk. c-l-y)
cilve-i misaliye: misalî görünüm (bk. c-l-y; m-s̱-l)
derc etmek: yerleştirmek
eser-i nuranî: nurlu, parlak eser (bk. n-v-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
fehm: anlayış
hâdisât-ı kevniye: yaratılışa ait hadiseler (bk. k-v-n)
hadsiz: sayısız
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l)
has: özel
hâtem: mühür, damga
hâtem-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın mührü (bk. r-b-b)
ihâta: içine alma, kuşatma
ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)
in’ikâs: yansıma
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalb-i beşer: insan kalbi
katre: damla
kuvve: duyu
kuvve-i hâfıza-i insaniye: insandaki hafıza duygusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ)
mahsus: özgü
maruz: tesiri altında olan
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mevki: yer
mufassal: ayrıntılı
mukabil: karşılık
münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h)
Rabb-i Zülcelâl: sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; ẕü; c-l-l)
safahât: safhalar, gelişmeler
şeffaf: saydam, parlak
semâvât: gökler (bk. s-m-v)
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
seyyare: gezegen
şiddet-i zuhur: çok kuvvetli şekilde görünme (bk. ẓ-h-r)
sikke: madenî para gibi şeylerin üzerine vurulan damga, mühür
tabiî: kendiliğinden, doğal (bk. ṭ-b-a)
tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
tecellî-i aks: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
turra: mühür, nişan
zemin: yer
zerrecik: atom, en küçük madde parçası
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
ziya: ışık

güneşin vücudunu bil’asâle kabul etmek gibi gayet derece bir divanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir.

Öyle de, Şems-i Ezelînin tecelliyât-ı nuraniyesinden ihyâ, yani “hayat vermek” cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki, faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklit edemezler. Zira, herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelînin şuaları hükmünde olan esmâsının nokta-i mihrakiyesi suretindedir.

Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san’atı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecellî-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı Ehad-i Samede verilmediği vakit, herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra, içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcut olduğunu, belki Vâcibü’l-Vücuda mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek; adeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir ulûhiyet vermek gibi, dalâletin en eblehçesine, hurâfâtın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir. Zira, o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki, o zerre, cüz’ü olduğu zîhayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır. Belki o zîhayatın bütün nev’ine bakar gibi, o nev’in devamına yarayacak her yerde zer’ etmek ve nev’inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır. Belki o zîhayat, alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelâtını ve münasebât-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor. İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.

Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, güneşin cilve-i aksine ve in’ikâsının tecellîsine verilmezse, birtek


bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)
belâhet: aptallık
bil’asâle: bizzat, doğrudan
cihet: yön
cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y)
cüz’: parça (bk. c-z-e)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
dereke: en aşağı derece
divanelik: akılsızlık
eblehçe: son derece aptalca
elhasıl: özetle, sonuç olarak
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
fâil-i muhtar: kendi istek ve iradesi ile iş gören (bk. f-a-l; ḫ-y-r)
faraza: varsayalım ki
hurafât: hurafeler, batıl inanışlar
hususan: özellikle
ihyâ: hayat verme, diriltme (bk. ḥ-y-y)
in’ikâs: yansıma
irade-i mutlaka: sınırsız irade (bk. r-v-d; ṭ-l-ḳ)
Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
katre: damla
keyfiyet: hal, özellik, nitelik
kudret-i fâtıra: yaratıcı kudret (bk. ḳ-d-r; f-ṭ-r)
mahsus: özgü
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
muamelât: davranışlar
muhit: kuşatan
münasebât-ı rızkıye: rızıkla ilgili münasebetler (bk. n-s-b; r-z-ḳ)
nakş-ı acib-i san’at: san’atın şaşırtıcı nakşı (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nazm-ı garib-i hikmet: hikmetin hayret verici düzeni (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m)
nev’: çeşit, tür
nihayetsiz: sonsuz
nisbet: bağ (bk. n-s-b)
nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
nokta-i mihrakiye: odak noktası
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
şua: parıltı
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)
tecellî: görünüm (bk. c-l-y)
tecellî-i sırr-ı ehadiyet: Allah’ın birlik sırrının herbir varlıkta görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d)
tecelliyât-ı nuraniye: parlak, nuranî görüntüler (bk. c-l-y; n-v-r)
turra: padişahın mührü ve imzası
ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)
Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)
vücud: varlık (bk. v-c-d)
Zât-ı Ehad-i Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)
zer’ etmek: ekmek, dikmek
zerre: atom
zerrecik: atom
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zira: çünkü

güneşe mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir; muhal ender muhal bir hurafeyi kabul etmek iktiza eder. Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadîr-i Mutlaka verilmezse, birtek Allah’a mukabil, nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir.

Elhasıl, herbir zerreden, üç pencere Şems-i Ezelînin nur-u vahdâniyetine ve vücub-u vücuduna açılır.

BİRİNCİ PENCERE: Herbir zerre, bir nefer gibi nasıl ki askerî dairelerinin herbirinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; Öyle de senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i musavvire gibi deverân-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sair âsablarda, hem senin nev’inde, ilâ âhir, birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelînin eser-i sun’u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir.

İKİNCİ PENCERE: Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Herbir çiçeğe, herbir meyveye girer, işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihâzâtını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san’atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’atını bilmek lâzım gelir.

İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuâını gösteriyor. Ziyayı havaya, mâi türâba kıyas et. Zaten eşyanın asıl menşeleri şu dört maddedir. (Yeni hikmetle, müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azottur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczalarıdır.)


alay: genel olarak üç taburdan oluşan askerî topluluk
âsab: damarlar
bilbedâhe: apaçık bir şekilde
bölük: takımlardan oluşan askerî birlik
câmid: cansız
cihâzât: organlar
deverân-ı dem: kan dolaşımı
divanelik: akılsızlık
elhasıl: özetle, sonuç olarak
eser-i sun’: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)
eşya: şeyler, varlıklar
evride: toplardamar
fırka: tümen
hareke: hareket
hezeyan: saçmalama
hikmet: ilim ve fenler (bk. ḥ-k-m)
hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’at: sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan kusursuz terzilik (bk. k-m-l; ṣ-n-a)
hurafe: delile dayanmayan saçma inanış
iktiza: gerektirme
ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
Kadîr-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; e-z-l)
Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
kuvve-i câzibe: faydalı şeyleri çeken güç, hücrenin çekim gücü
kuvve-i dâfia: zararlı şeyleri defeden güç
kuvve-i musavvire: şekil verme gücü (bk. ṣ-v-r)
kuvve-i müvellide: üreme duygusu
: su
memur-u musahhar: emre itaat eden memur
memur-u muvazzaf: vazifeli memur
menşe: kaynak, esas
mevcud: var (bk. v-c-d)
muhal ender muhal: imkansızlık içinde imkansızlık
mukabil: karşılık
müvellidülhumuza: oksijen
müvellidülmâ: hidrojen
nefer: asker
nev’: tür
nihayetsiz: sonsuz
nisbet: bağ (bk. n-s-b)
nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m)
nur-u tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanmaktan gelen nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d)
nur-u vahdâniyet: Allah’ın birliğini gösteren nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d)
sair: başka
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
şerâyin: atardamarlar
şuâ: ışık, parıltı
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabur: dört bölükten meydana gelen askerî birlik
taht-ı tedbir: yönetimi altında (bk. d-b-r)
takım: en küçük askerî topluluk
türâb: toprak
vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)
zerrât-ı kâinat: kâinattaki, evrendeki atomlar (bk. k-v-n)
zerre: atom
ziya: ışık

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime DÖRDÜNCÜ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.394

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ikinci-soz/ikinci-makam/394


CUMARTESİ DERSLERİ

CUMARTESİ DERSLERİ
CUMARTESİ DERSLERİ

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

Demek o maddeler – hava, su, ziya (ışık), toprak – kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. – Cumartesi Dersleri 22. 8.

Demek o maddeler - hava, su, ziya (ışık), toprak - kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. - Cumartesi Dersleri 22. 8.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Demek o maddeler – hava, su, ziya (ışık), toprak – kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur.” konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz Birinci Makam Sekizinci Burhan.

Demek o maddeler - hava, su, ziya (ışık), toprak - kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. - Cumartesi Dersleri 22. 8.
Demek o maddeler – hava, su, ziya (ışık), toprak – kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. – Cumartesi Dersleri 22. 8.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Yirmi İkinci Söz

Birinci Makam

SEKİZİNCİ BURHAN

Gel, ey nefsim gibi kendini âkıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun. Halbuki herşey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzip ediyorsun? Öyle ise bu sarayı da inkâr et ve “Âlem yok, memleket yok” de ve kendini de inkâr et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle.

İşte, bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var. HAŞİYE-4 Âdeta, memleketten çıkan herşey o maddelerden yapılıyor.


Haşiye-4

Unsurlar, madenler ise, pek çok muntazam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbânî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlâhî ile herbir yere giren, medet veren ve hayatın levazımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuât-ı İlâhiyenin nescine, nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarına işarettir.


âkıl: akıllı
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
biçare: çaresiz
dest-i gaybî: görünmeyen el (bk. ğ-y-b)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
emirber: emre hazır
emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)
eşya: şeyler, varlıklar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihata etme: kuşatma
izn-i Rabbani: Rab olan Allah’ın izni (bk. r-b-b)
kat’î: kesin
kerem: ikram, iyilik (bk. k-r-m)
kubbe: yarım küre; gökyüzü
lâtif: şirin, hoş (bk. l-ṭ-f)
levazımat: gerekli şeyler
leziz: lezzetli
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
masnuât-ı İlâhiye: İlâhî san’at eserleri (bk. ṣ-n-a; e-l-h)
medet: yardım
menşe: kök
muavenet: yardımlaşma
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musahhar: boyun eğmiş
müvellid: meydana getiren, doğurtan
nahif: çelimsiz, zayıf
nakş: işleme (bk. n-ḳ-ş)
nefer: asker
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nescetme: dokuma, örme
saray-ı acib: hayranlık uyandıran saray
saray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
taam: yiyecek
tâdât: sayma
tanzim olmak: düzenlenmek (bk. n-ẓ-m)
tekmil: tamamlama (bk. k-m-l)
tekzip: yalanlama
valide: ana
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
ziya: ışık

Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur.

Hem bak: Bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette, bilbedâhe, birdir. Çünkü o iş iştirak kabul etmez. Öyle ise, bütün nescolunan san’atlı şeyler ona mahsustur.

Hem de bak: Bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi bütün memleketin her tarafında bulunuyor, bütün ebna-yi cinsleriyle öyle intişar etmiş, beraber olarak, birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek birtek zâtın işidir; birtek emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhaldir.

Öyle ise, bu san’atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san’atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu’ciznümâ zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde, lisan-ı hâl ile herbirisi der: “Ben kimin san’atıyım; bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış der: “Beni kim dokuduysa, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa, bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmışsa, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor. Ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.” Meselâ, nasıl mîrîye mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye mâlik olmak için, onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmak lâzımdır ki, onlara hakikî mâlik olsun. Yoksa, o boşboğaz başıbozuktan, “Mîrî malıdır” diye elinden alınıp tecziye edilir.

Elhasıl: Nasıl bu memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de bütün memlekete mâlik birtek zat olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar eden san’atlar, birbirine benzediği ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnular, herbir şeye hükmeden tek bir zâtın san’atları olduğunu gösteriyorlar.

İşte, ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlik alâmeti vardır, bir vahdet sikkesi var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken, ihâtası var. Bir kısım müteaddit ise, fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu


alâmet: işaret
ânâsır: unsurlar, elementler
bilbedâhe: ap açık bir şekilde
ebna-yı cins: aynı cinsten gelenler
elhasıl: özetle, sonuç olarak
emsal: benzerler (bk. m-s̱-l)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâtem: mühür, damga
ihâta: kuşatıcılık
ihzar etme: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
ilânnâme: duyuru
intişar etme: yayılma
iştirak: ortaklık
ittifak: birleşme
izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)
keyfiyet: durum, nitelik, özellik
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
mahsulât: ürünler
mahsus: özgü
mâlik: sahip (bk. m-l-k)
masnu: san’at eseri varlık (bk. ṣ-n-a)
mîrî: devlete, kamuya âit
mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)
muhal: imkansız
muhit: her tarafı kuşatan
mülk: sahip olunan şey (bk. m-l-k)
münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)
müteaddit: birçok, çeşitli
muvafakat: uygunluk
nesc: dokuma, örme
nescetme: dokuma, örme
palaska: askerlerin kullandığı geniş kemer
saray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray
sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan mühür, işaret
tecziye: cezalandırma
turra: padişahın mührü ve imzası
vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)

için, bir vahdet-i nev’iye gösteriyor. Vahdet ise bir vâhidi gösterir. Demek, ustası da, mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzım gelir.

Bununla beraber, sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor. HAŞİYE-1 Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış. Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki, böyle garip bir gayb perdesinden böyle acip ihsânâtı, hedâyâyı şu mahlûklara uzatan zâtı tanımamak, ona teşekkür etmemek ne kadar divanece bir harekettir? Çünkü, onu tanımazsan, bilmecburiye diyeceksin ki, “Bu ipler, uçlarındaki elmasları, sair hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar.” O vakit her ipe bir padişahlık mânâsını vermek lâzım gelir. Halbuki, gözümüzün önünde bir dest-i gaybî o ipleri dahi yapıp o hedâyâyı onlara takıyor. Demek, bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o mu’ciznümâ zâtı gösteriyor. Onu tanımazsan, bütün bu şeyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.


Haşiye-1

Kalınca bir ip, meyvedar ağaca; binler ipler ise, dallarına; ve ipler başındaki elmas, nişan, ihsan, hediyeler ise, çiçeklerin aksâmına ve meyvelerin envâına işarettir.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
aksâm: kısımlar
âlem: dünya (bk. a-l-m)
bilmecburiye: zorunlu olarak
dest-i gaybî: görünmeyen el (bk. ğ-y-b)
divanece: akılsızca, delice
envâ: çeşitler, türler
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlât: haller, durumlar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hedâyâ: hediyeler
helâket: yok olma
ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)
ihsânât: bağışlar, iyilikler (bk. ḥ-s-n)
istib’âd: akıldan uzak görme
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
külfet: yük, güçlük
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mâlik: sahip (bk. m-l-k)
matbaha-i mu’ciznümâ: mu’cizeli mutfak (bk. a-c-z)
mebzûliyet: bolluk, çokluk
medar: sebep, vesile
meyvedar: meyveli
mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)
muhakeme: düşünme, akıl yürütme (bk. ḥ-k-m)
muhâliyet: imkânsızlık
müşkülat: zorluklar, güçlükler
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
perde-i gayb: mânevî âlemleri gözümüzden saklayan perde (bk. ğ-y-b)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
sair: diğer
sâni: san’atkâr (bk. ṣ-n-a)
suûbet: zorluk, güçlük
vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)
vahdet-i nev: tür birliği (bk. v-ḥ-d)
vâhid: bir (bk. v-ḥ-d)
ziyade: çok, fazla

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam, SEKİZİNCİ BURHAN, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.381

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-ikinci-soz/381


CUMARTESİ DERSLERİ

CUMARTESİ DERSLERİ
CUMARTESİ DERSLERİ

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ