Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin, onun taklidini yapsın?”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ ve DÖRDÜNCÜ LEM’A.
Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin, onun taklidini yapsın? – Cumartesi Dersleri 25. 2. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
…
İKİNCİ LEM’A:
Mânâsındaki câmiiyet-i harikadır. Evet, Kur’ân, bütün müçtehidlerin me’hazlarını, bütün âriflerin mezaklarını, bütün vâsılların meşreplerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheplerini, mânâsının hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği bütün onlarca musaddaktır ve müttefekun aleyhtir.
ÜÇÜNCÜ LEM’A:
İlmindeki câmiiyet-i harikadır. Evet, Kur’ân, şeriatin müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarikatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinâtın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gàmızasını, o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu Lem’aya misal getirilse bir cilt yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız nümune olarak şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kur’ân’ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kàsırıma aittir.
DÖRDÜNCÜ LEM’A:
Mebâhisindeki câmiiyet-i harikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinatın, arz ve semâvâtın, dünya ve âhiretin, mazi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebâhis-i külliyelerini cem etmekle beraber, nutfeden halk etmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; altı gün hilkat-i âlemden tut, tâ
âdâb: görgü ve davranış kuralları âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) arz: yer, dünya bahr-i ilm: ilim denizi (bk. a-l-m) câmiiyet-i harika: şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık (bk. c-m-a) cem’ etmek: toplamak, içine almak (bk. c-m-a) daire-i âhiret: âhiret âlemi (bk. e-ḫ-r) daire-i mümkinat: imkân alemi; yaratılanların tamamının teşkil ettiği âlem (bk. m-k-n) daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi (bk. v-c-b) delâlet: işaret etme, delil olma ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d) emare: belirti, işaret ezel: başlangıcı olmayan (bk. e-z-l) fehm-i kàsır: kısa anlayış hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Kâinat: bütün âlemleri yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hilkat-i âlem: âlemin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) kader: Allah’ın meydana gelecek herşeyi olmadan önce bilip tayin etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r) kaide: kural, esas kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kâmil: kemâl ve fazilet sahibi (bk. k-m-l) katre: damla kaza: olacağı Cenab-ı Hak tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y) kesretle: çoklukla (bk. k-s̱-r) kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r) lem’a: parıltı maarif-i gàmıza: anlaşılması güç olan bilgiler mazi: geçmiş me’haz: kaynak mebâhis: bahisler, konular mebâhis-i külliye: geniş, büyük ve çok şeyle ilgili konular (bk. k-l-l) mebhas: konu meşrep: manevi haz ve feyiz alınan yol
mezak: zevk alma tarzı mezhep: yol, usül (bk. ẕ-h-b) muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli, farklı muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m) musaddak: doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ) müçtehid: dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlim (bk. c-h-d) mürşid: doğru yol gösteren (bk. r-ş-d) müstakbel: gelecek müteaddit: çeşitli, birden fazla mütenevvi: çeşitli müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş neşr-i envar: nurları yayma (bk. n-v-r) nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni nümune: örnek semâvat: gökler (bk. s-m-v) şeriat: Allah tarafından bildirilen İlâhî emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi (bk. ş-r-a) tarikat: manevi ilerlemeye götüren yol (bk. ṭ-r-ḳ) terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler ulûm-u hakikiye: gerçek ilimler (bk. a-l-m; ḥ-ḳ-ḳ) vâsıl: ulaşan, kavuşan
وَالْمُرْسَلاَتِ، وَالذَّارِيَاتِ 1
kasemleriyle işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar;
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” A’râf Sûresi, 7:172.
Dipnot-9
“Yüzler var, o gün ışıl ışıldır, Rabbine bakar.” Kıyamet Sûresi, 75:22-23.
berzah: kâbir âlemi duhan: buhar, duman ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) feza: uzay gark: boğulma hâdisât: olaylar (bk. ḥ-d-s̱) hadise-i ezeliye: zaman üstü olay (bk. e-z-l) hadsiz: sınırsız hakikat-i acibe: hayret verici gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlet: hal, vaziyet haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) hilkat-i cesed: cesedin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ) inşikak: bölünme, yarılma irade: dileme, tercih gücü (bk. r-v-d) işârât: işaretler kabza: el, avuç kasem: yemin kavm-i Firavun: Firavun’un kavmi (bk. bilgiler) mazi: geçmiş mebâhis-i esasiye ve mühimme: esas ve önemli konular menzil: durak, yer (bk. n-z-l)
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) semâ: gök (bk. s-m-v) semâvat: gökler (bk. s-m-v) tufan: büyük su baskını; Nuh tufanı vakıa-i ebediye: sonsuz olay (bk. e-b-d) vaziyet: durum vukuat: meydana gelen olaylar
öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden; ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe, ve semâ, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mazi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temâşâ eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisal peydâ etmiş bir surette, bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyandır.
Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tabir caizse programını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklit veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud’anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulûsuyla, sâfi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası “Güneşten geldim” der, Kur’ân dahi “Ben Hâlık-ı Âlemin beyanıyım ve kelâmıyım” der.
Evet, şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san’atperverâne ve nimetperverâne, şu derece san’atının acibeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni, bir Mün’imden başka, şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescit, bir temâşâgâh-ı san’at-ı İlâhiyeye çeviren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin, onun taklidini yapsın?
Evet, bu dünyayı san’atlarıyla ziynetlendiren bir San’atkârın, san’atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kur’ân’dır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayt kalmayan bir Mâlikü’l-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayt kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?
acibe: şaşırtıcı, hayret verici âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) dam: tavan ebed: sonsuz (bk. e-b-d) emare: işaret eser-i tasannu ve tekellüf: yapmacık ve gösterişe dayalı eser veya sonuç (bk. ṣ-n-a) ezel: başlangıcı olmayan (bk. e-z-l) hadd: yetki Hâlık-ı Âlem: âlemin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m) hud’a: hile, aldatma hulûs: halis, paklık (bk. ḫ-l-ṣ) istihsan etmek: beğenmek, güzel bulmak (bk. ḥ-s-n) ittisal peydâ etmek: bitişmek, birleşmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kelâm: söz (bk. k-l-m) keşfetmek: ortaya çıkarmak (bk. k-ş-f) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâkayt: kayıtsız, ilgisiz
Mâlikü’l-Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi Allah (bk. m-l-k) mazi: geçmiş misbah: lamba, kandil muhal: imkânsız mülk: sahip olunan ve hükmedilen şey (bk. m-l-k) Mün’im: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m) müstakbel: gelecek nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nazire: benzer (bk. n-ẓ-r) nimetperverâne: nimetle besleyerek (bk. n-a-m) sâfi: saf, duru (bk. ṣ-f-y)safvet: safilik, temizlik (bk. ṣ-f-y) san’atperverâne: san’atkârcasına (bk. ṣ-n-a) Sâni: herşeyi san’âtla yapan Allah (bk. ṣ-n-a) semâ: gök (bk. s-m-v) sıravâri: sıralı silsile-i şuûnât: haller, işler zinciri (bk. ş-e-n) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şaibe-i taklit: taklit kusuru Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir ezelden beri herşeyi aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l) tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tarz-ı beyan: açıklama şekli (bk. b-y-n) tasarruf: dilediği gibi kullanma (bk. ṣ-r-f) temâşâ etmek: seyretmek temâşâgâh-ı san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atlarına ibretle bakılan yer (bk. ṣ-n-a; e-l-h) tılsım-ı kâinat: kâinatın gizemi, sırrı (bk. k-v-n) velvele: coşku velvele-i takdir ve istihsan: takdirleri ve güzellikleri pek çok dille bir arada haykıran sesler (bk. ḳ-d-r; ḥ-s-n) zaman-ı hazır: şimdiki zaman Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ẕü; c-l-l) zemin: yeryüzü zemzeme-i hamd ve şükran: teşekkür ve övgü nağmesi (bk. ḥ-m-d; ş-k-r) zikirhane: Allah’ın anıldığı yer ziya: ışık ziynetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– İKİNCİ ŞUA– İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ ve DÖRDÜNCÜ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 3.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz İkinci Dal.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
İKİNCİ DAL
Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.
Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m) burhan: kesin delil Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r) efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r) elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar, gizli gerçekler evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l) istiâne: yardım isteme istiâze: Allah’a sığınma ittifak: birleşme, birlik kat’î: kesin kâtib: yazıcı (bk. k-t-b) keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f) lisan: dil mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medâr-ı fahr: övünç vesilesi medet: yardım mes’uliyet: sorumluluk meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d) muavenet: yardım muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mükellef: yükümlü
mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k) münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v) müptelâ: bağımlı, tutulmuş müracaat: başvurma mütenakız: birbirine zıt, çelişen muvaffakiyet: başarı nam: adnev-i insan: insanlık nisbet: bağ (bk. n-s-b) şer: kötülük şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) talep: isteme (bk. ṭ-l-b) tazammun eden: içine alan tehalüf: birbirine zıt olma telâkki: kabul etme terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n) zâbit: subay zikretmek: anmak
İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.
Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:
İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) asliyet: asıl oluş berzah: geçit çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v) cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e) derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e) erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n) erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r) hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m) ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r) iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) itibarıyla: özelliğiyle kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l) keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f) külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s) mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medar: dayanak, eksen
menşe: kaynak mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m) meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l) muhtelif: çeşitli müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d) mütefavit: farklı reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) server: reis, baş şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tafsilât: ayrıntılar taharrî: araştırma tebaiyet: tabi olma, uyma tenevvü: çeşitlenme tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler vâzıh: açık, âşikâr zılliyet: gölge tarzında tecellî
başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.
Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.
Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. HAŞİYE-1
İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.
Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.
İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.
Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.
Birincisi üç tarzdadır:
Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.
Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.
Haşiye-1
Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.
âsâr: eserler cihazat: organlar, duyular cismanî: maddi yapısı olan cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e) ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) enâniyet: benlik, gurur esrar: sırlar fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) farz etmek: varsaymak hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m) hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m) icra etmek: yerine getirmek ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ) in’ikâs: yansıma işârât: işaretler istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) istidlâl: delil getirme, akıl yürütme istimâl: kullanma iştiyak: çok arzu ve istek kamer: ay Katre: damla kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) marifet: bilgi (bk. a-r-f) misal: örnek (bk. m-s̱-l) mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nev’: tür
Reşha: sızıntı sa’y: çalışma safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y) seyyare: gezegen sır: gizem, gizli gerçek sülûk: yol alma suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) taife: grup, topluluk tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) terakkiyât: ilerlemeler teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m) tezkiye: temize çıkarma ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) Zühre: çiçek
Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.
Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.
İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.
Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.
İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:
Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.
İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.
İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde
âsâr: eserler âyine: ayna berzah: geçit bil’asale: bizzat cevv-i hava: hava boşluğu cihet: yön cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) evvelki: önceki Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hicap: perde hususî: özel ifade: faydalandırma ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması kamer: ay Katre: damla kavl: söz küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l) mahdut: sınırlı mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) mezkûr: sözü geçen mukabil: karşı mukayyet: kayıtlı mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nebâtât: bitkiler neş’et etme: doğma, ortaya çıkma nev’: tür, çeşit nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) Reşha: sızıntı safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
şahsiyet: kişilik, yapı şems: güneş seyyarat: gezegenler seyyare: gezegen suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e) tahrik: harekete geçirme tarik: yol tarz: şekil, biçim tavassut: vasıta olma, aracılık etme tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) teveccüh: yönelme timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) umum: bütün velâyet: velîlik (bk. v-l-y) zerre: atom ziya: ışık Zühre: çiçek
gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.
İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.
İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.
Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.
Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.
Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?
İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet
âsâr: eserler âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ) âzâ: organlar Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esbab: sebepler (bk. s-b-b) Eski Said: (bk. bilgiler) farz etmek: varsaymak feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) feylesof: filozof, felsefeci hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ) hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n) ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) kâfi: yeterli kamer: ay Katre: damla kesafet peyda etmek: katılaşmak kurbiyet: yakınlık maddiyât: maddi şeyler mukayyed: kayıtlı müsademe: çarpışma nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) perestiş: taparcasına sevme Reşha: sızıntı safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y) şems: güneş şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d) şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n) şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r) şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r) telâkki: kabul etme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b) tevaggul: dalma, derinliğine girme teveccüh: yönelme tezyin: süsleme (bk. z-y-n) timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l) Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m) ziya: ışık ziya-yı şems: güneşin ışığı ziynetli: süslü (bk. z-y-n) zıll: gölge Zühre: çiçek
ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.
Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.
Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.
aks: yansıma âyine: ayna âyinedarlık: aynalık berzah: geçit beyhude: boşuna cazibe: çekim gücü celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ) dehşet: korku, ürkme ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ) feylesof: filozof, felsefeci firak: ayrılık (bk. f-r-k) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) hususiyet: özellik iftihar: övünme inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış inkisar: kırılma istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) iz’âcât: rahatsız etmeler kalb-i insanî: insan kalbi kamer: ay
Katre: damla Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r) Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kesafet: yoğunluk, katılık kesif: yoğun, katı lâkin: ama, fakat lem’a: parıltı mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muvaffak: başarılı nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s) neş’et etmek: doğmak Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) sa’y: çalışma şems: güneş Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
sülûk etmek: yol almak suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) telezzüz: lezzetlenme terakki: yükselme, ilerleme teveccüh: yönelme vahşet: ürküntü, korku yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n) ye’s: ümitsizlik zât: kendi, öz ziya: ışık Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l) zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)
Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.
Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.
İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.
İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,
akis: yansıma âsâr: işler âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri âyine: ayna âyinedar: ayna olma ayn-ı şems: güneşin kendisi aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n) berzah: geçit cazibe: çekim gücü çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) enâniyet: benlik evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) half: arka hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ) hararet: sıcaklık, ısı haşmet: ihtişam, görkem hicap: örtü, perde hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m) hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iz’an: kesin şekilde inanma Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) kamer: ay kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) madde-i kesife: yoğun, katı madde mahsus: özel, has mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d) mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y) müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluk nâr-ı aşk: aşk ateşi nesc etmek: dokumak nevi: tür, çeşit nur: aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l) safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y) saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şems: güneş şua: ışık, parıltı tafsilât: ayrıntı tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ) tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ) tebahhur: buharlaşma temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l) tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde ülfet: alışkanlık ünsiyet: alışkanlık, âşinalık veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)ziya: ışık
haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.
İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.
Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.
Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.
a’mâl: ameller, işler âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f) derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m) ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) enâniyet: benlik, gurur erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l) fevkinde: üstünde hadd: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m) haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m) hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d) icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l) ihsas: hissettirme iktifa: yetinme iktiza: bir şeyin gereği inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) iptidaî: ilkel İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma kavî: kuvvetli kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r) marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f) mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevzu: uydurma hadis nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) tafsil: ayrıntı tafsilât: ayrıntılar takat: güç, kuvvet tefavüt etmek: farklılık göstermek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) vukuat: olaylar zikretmek: bildirmek, hatırlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam Dördüncü Lem’a.
İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. – Cumartesi Dersleri 22. 16.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
DÖRDÜNCÜ LEM’A
Bak, şu semâvâtın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et. Göreceksin ki, herbiri üstünde Şems-i Ezelînin taklit kabul etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir ikisini gördük. İhyâ üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin mânâları fehme yakınlaştırdığından, bir temsille şu hakikati göstereceğiz.
Meselâ, güneş, seyyarelerden tut, tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve karın parlak zerreciklerine kadar, şu güneşin cilve-i misaliyesinden ve in’ikâsından bir turrası ve güneşe mahsus bir eser-i nuranîsi görünüyor. Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, güneşin cilve-i in’ikâsı ve tecellî-i aksi olduğunu kabul etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte, tabiî ve hakikî bir
âlem-i kebir: büyük âlem, kâinat (bk. a-l-m; k-b-r) âsâr: eserler âyât: ayetler, deliller cilve-i in’ikâs: yansımadan ileri gelen görüntü (bk. c-l-y) cilve-i misaliye: misalî görünüm (bk. c-l-y; m-s̱-l) derc etmek: yerleştirmek eser-i nuranî: nurlu, parlak eser (bk. n-v-r) esmâ: isimler (bk. s-m-v) fehm: anlayış hâdisât-ı kevniye: yaratılışa ait hadiseler (bk. k-v-n) hadsiz: sayısız hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l) has: özel hâtem: mühür, damga hâtem-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın mührü (bk. r-b-b)
ihâta: içine alma, kuşatma ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y) in’ikâs: yansıma kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kalb-i beşer: insan kalbi katre: damla kuvve: duyu kuvve-i hâfıza-i insaniye: insandaki hafıza duygusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ) mahsus: özgü maruz: tesiri altında olan masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mevki: yer mufassal: ayrıntılı mukabil: karşılık münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h) Rabb-i Zülcelâl: sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; ẕü; c-l-l) safahât: safhalar, gelişmeler şeffaf: saydam, parlak
semâvât: gökler (bk. s-m-v) Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l) seyyare: gezegen şiddet-i zuhur: çok kuvvetli şekilde görünme (bk. ẓ-h-r) sikke: madenî para gibi şeylerin üzerine vurulan damga, mühür tabiî: kendiliğinden, doğal (bk. ṭ-b-a) tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tecellî-i aks: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) turra: mühür, nişan zemin: yer zerrecik: atom, en küçük madde parçası zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) ziya: ışık
güneşin vücudunu bil’asâle kabul etmek gibi gayet derece bir divanelikle, nihayetsiz bir belâhete düşmekliğin lâzım gelir.
Öyle de, Şems-i Ezelînin tecelliyât-ı nuraniyesinden ihyâ, yani “hayat vermek” cihetinde, herbir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki, faraza bütün esbab toplansa ve birer fâil-i muhtar kesilseler, yine o turrayı taklit edemezler. Zira, herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelînin şuaları hükmünde olan esmâsının nokta-i mihrakiyesi suretindedir.
Eğer zîhayat üstünde görünen o nakş-ı acib-i san’atı, o nazm-ı garib-i hikmeti ve o tecellî-i sırr-ı ehadiyeti, Zât-ı Ehad-i Samede verilmediği vakit, herbir zîhayatta, hattâ bir sinekte, bir çiçekte nihayetsiz bir kudret-i fâtıra, içinde saklandığını ve herşeyi muhit bir ilim bulunduğunu ve kâinatı idare edecek bir irade-i mutlaka onda mevcut olduğunu, belki Vâcibü’l-Vücuda mahsus bâki sıfatları dahi onların içinde bulunduğunu kabul etmek; adeta o çiçeğin, o sineğin herbir zerresine bir ulûhiyet vermek gibi, dalâletin en eblehçesine, hurâfâtın en ahmakçasına bir derekesine düşmek lâzım gelir. Zira, o şeyin zerrelerine, hususan tohum olsalar, öyle bir vaziyet verilmiş ki, o zerre, cüz’ü olduğu zîhayata bakar, onun nizamına göre vaziyet alır. Belki o zîhayatın bütün nev’ine bakar gibi, o nev’in devamına yarayacak her yerde zer’ etmek ve nev’inin bayrağını dikmek için kanatçıklarla kanatlanmak gibi bir keyfiyet alır. Belki o zîhayat, alâkadar ve muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı muamelâtını ve münasebât-ı rızkıyesini devam ettirecek bir vaziyet tutuyor. İşte, eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır.
Elhasıl: Nasıl şu katrelerde ve camın zerreciklerinde olan güneşçikler ve çeşit çeşit renkler, güneşin cilve-i aksine ve in’ikâsının tecellîsine verilmezse, birtek
bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y) belâhet: aptallık bil’asâle: bizzat, doğrudan cihet: yön cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y) cüz’: parça (bk. c-z-e) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dereke: en aşağı derece divanelik: akılsızlık eblehçe: son derece aptalca elhasıl: özetle, sonuç olarak esbab: sebepler (bk. s-b-b) esmâ: isimler (bk. s-m-v) fâil-i muhtar: kendi istek ve iradesi ile iş gören (bk. f-a-l; ḫ-y-r) faraza: varsayalım ki hurafât: hurafeler, batıl inanışlar hususan: özellikle ihyâ: hayat verme, diriltme (bk. ḥ-y-y) in’ikâs: yansıma irade-i mutlaka: sınırsız irade (bk. r-v-d; ṭ-l-ḳ) Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
şua: parıltı suret: şekil (bk. ṣ-v-r) şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) tecellî: görünüm (bk. c-l-y) tecellî-i sırr-ı ehadiyet: Allah’ın birlik sırrının herbir varlıkta görünmesi (bk. c-l-y; v-ḥ-d) tecelliyât-ı nuraniye: parlak, nuranî görüntüler (bk. c-l-y; n-v-r) turra: padişahın mührü ve imzası ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h) Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d) vücud: varlık (bk. v-c-d) Zât-ı Ehad-i Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d) zer’ etmek: ekmek, dikmek zerre: atom zerrecik: atom zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zira: çünkü
güneşe mukabil nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım gelir; muhal ender muhal bir hurafeyi kabul etmek iktiza eder. Aynen bunun gibi, eğer herşey Kadîr-i Mutlaka verilmezse, birtek Allah’a mukabil, nihayetsiz, belki zerrât-ı kâinat adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına düşmek lâzım gelir.
Elhasıl, herbir zerreden, üç pencere Şems-i Ezelînin nur-u vahdâniyetine ve vücub-u vücuduna açılır.
BİRİNCİ PENCERE: Herbir zerre, bir nefer gibi nasıl ki askerî dairelerinin herbirinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, herbirisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre nizamı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; Öyle de senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i musavvire gibi deverân-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sair âsablarda, hem senin nev’inde, ilâ âhir, birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelînin eser-i sun’u ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbirinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir.
İKİNCİ PENCERE: Havadaki herbir zerre, herbir çiçeği, herbir meyveyi ziyaret edebilir. Herbir çiçeğe, herbir meyveye girer, işleyebilir. Eğer herşeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihâzâtını ve yapılmasını ve ayrı ayrı san’atlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini ve hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’atını bilmek lâzım gelir.
İşte şu zerre, bir güneş gibi bir nur-u tevhidin şuâını gösteriyor. Ziyayı havaya, mâi türâba kıyas et. Zaten eşyanın asıl menşeleri şu dört maddedir. (Yeni hikmetle, müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azottur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczalarıdır.)
alay: genel olarak üç taburdan oluşan askerî topluluk âsab: damarlar bilbedâhe: apaçık bir şekilde bölük: takımlardan oluşan askerî birlik câmid: cansız cihâzât: organlar deverân-ı dem: kan dolaşımı divanelik: akılsızlık elhasıl: özetle, sonuç olarak eser-i sun’: san’at eseri (bk. ṣ-n-a) eşya: şeyler, varlıklar evride: toplardamar fırka: tümen hareke: hareket hezeyan: saçmalama hikmet: ilim ve fenler (bk. ḥ-k-m) hıyâtât-ı kâmile-i muhita-i san’at: sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan kusursuz terzilik (bk. k-m-l; ṣ-n-a) hurafe: delile dayanmayan saçma inanış iktiza: gerektirme ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) Kadîr-i Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; e-z-l)
Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) kuvve-i câzibe: faydalı şeyleri çeken güç, hücrenin çekim gücü kuvve-i dâfia: zararlı şeyleri defeden güç kuvve-i musavvire: şekil verme gücü (bk. ṣ-v-r) kuvve-i müvellide: üreme duygusu mâ: su memur-u musahhar: emre itaat eden memur memur-u muvazzaf: vazifeli memur menşe: kaynak, esas mevcud: var (bk. v-c-d) muhal ender muhal: imkansızlık içinde imkansızlık mukabil: karşılık müvellidülhumuza: oksijen müvellidülmâ: hidrojen nefer: asker nev’: tür nihayetsiz: sonsuz nisbet: bağ (bk. n-s-b) nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m) nur-u tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğuna inanmaktan gelen nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d)
nur-u vahdâniyet: Allah’ın birliğini gösteren nur (bk. n-v-r; v-ḥ-d) sair: başka Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l) şerâyin: atardamarlar şuâ: ışık, parıltı suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabur: dört bölükten meydana gelen askerî birlik taht-ı tedbir: yönetimi altında (bk. d-b-r) takım: en küçük askerî topluluk türâb: toprak vücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d) zerrât-ı kâinat: kâinattaki, evrendeki atomlar (bk. k-v-n) zerre: atom ziya: ışık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime DÖRDÜNCÜ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.