Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek? – Cumartesi Dersleri 15. 8.

Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili - Tarafsız olarak değerlendirme ne demek - Cumartesi Dersleri 15. 8.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek?” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler isimli eserinden On Beşinci Sözün Zeyli.

Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili - Tarafsız olarak değerlendirme ne demek - Cumartesi Dersleri 15. 8.
Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili – Tarafsız olarak değerlendirme ne demek – Cumartesi Dersleri 15. 8.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Sözün Zeyli

(Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ     وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     1

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ     2

 Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî

İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskât eden Birinci Mebhas, bîtarafâne muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeâtta yazmıştım. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“Sen Kur’ân’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.

O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.

Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.


Dipnot-1

Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-2

“Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah’a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Fussilet Sûresi, 41:36.


âli: yüce, yüksek
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
bîtarafâne: tarafsız olarak
desise: hile, aldatma
ehl-i tuğyan: azgınlık ve taşkınlık yapanlar, zulüm ve küfürde çok ileri gidenler (bk. ṭ-ğ-y)
farz etmek: varsaymak
hafız: Kur’ân-ı Kerimi ezberleyen kişi (bk. ḥ-f-ẓ)
hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî: Şeytan ve onun taraftarlarına karşı Kur’ân’ın delili
İblis: Şeytan
ifham: delil göstererek susturma
ilzam: susturma, cevap veremez hale getirme
iskât: susturma
İstanbul: (bk. bilgiler)
istimdad etmek: yardım istemek
kat’î: kesin
mebhas: bölüm, konu
meziyet: üstün özellikler
mücmel: özetlenmiş (bk. c-m-l)
müdhiş: korkunç
muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)
münazara: tartışma (bk. n-ẓ-r)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
telif: yazılış
vakıa: olay
varta: tehlike
zeyl: ilâve, ek
ziynet: süs (bk. z-y-n)

Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.

Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”

Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.1

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem gibi ve nâkızeyn gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sahibülyed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah olduğuna dair bütün burhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.

Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin mıhlarıyla Arş-ı Âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?

İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere


Dipnot-1

bk. Es-Serahsî, el-Mebsût 11:8; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ 6:202; el-Merğînânî, el-Hidâye 2:177.


adem: yokluk
Arş-ı Âzam: Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)
bâtıl: gerçek ve doğru olmayan, geçersiz
berâhin-i kat’iyet: kesin burhanlar, deliller
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
bîtarafâne: tarafsız
bîtaraflık: tarafsızlık
burhan: delil
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâil-i ispat: ispatın delilleri
ehl-i hak ve insaf: hak ve doğru yolda olan insaf sahibi kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
farz etmek: varsaymak
hadsiz: sınırsız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
heyhat: yazık, çok yazık
iltizam: taraf tutma
kabil: mümkün
kaideten: kural gereği
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
kıymettar: kıymetli, değerli
kurbiyet-i mekân: yer yakınlığı (bk. m-k-n)
mağrip: batı
maşrık: doğu
mıh: çivi
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
müddeî: iddia sahibi, davacı
muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)
münazâun fîh: hakkında tartışılan
muvakkaten: geçici olarak
nâkızeyn: birbirine zıt iki şey
rağmına: zıddına, inadına
sahibülyed: mal sahibi
şakirt: talebe, öğrenci
serâdan Süreyya’ya kadar: yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir)
şıkk-ı muhalif: karşı taraf, karşıt görüşsuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
taraf-ı İlâhî: Allah’ın tarafı (bk. e-l-h)
taraf-ı muhalif: muhalif taraf, karşıt
tarafgirlik: taraftarlık
vücut: varlık (bk. v-c-d)
ziyadeleştirmek: artırmak

atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.

Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından ve hasâisinden başka, ef’al ve ahval ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekvîniyesine münkad ve mutî olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li’l-âlemîn olamazdı.1

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.


Dipnot-1

bk. Enbiyâ Sûresi, 21:107.


âdet-i İlâhiye: Allah’ın âdeti, kanunu (bk. e-l-h)
ahval: haller, davranışlar
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
beşeriyet: insanlık
bîtarafâne: tarafsız
burhan: delil
cihet: yön, taraf
cin ve ins: cinler ve insanlar
desise: hile, aldatma
dua: yalvarma, yakarma (bk. d-a-v)
edeb-i muaşeret: görgü ve ahlâk kuralları
ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i kemâl: kemâl sahipleri, olgun kimseler (bk. k-m-l)
ehl-i şuur: şuur ehli, bilinç sahibi olanlar (bk. ş-a-r)
envâr: nurlar, ışıklar (bk. n-v-r)
etvâr: tavırlar, hal ve hareketler
evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n)
hâkezâ: böylece, bunun gibi
harekât: hareketler
harikulâde: olağanüstü
hasâis: vasıflar, özellikler
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
kat’î: kesin
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lisan: dil
merci: kaynak, başvurulacak yer
mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)
metanet: sağlamlık
mıh: çivi
mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler (bk. a-c-z)
muallim: öğretmen (bk. a-l-m)
muhakeme: değerlendirme, yargılama (bk. ḥ-k-m)
muhaverât: karşılıklı konuşmalar
muhavere: karşılıklı konuşma
münâcât: dua, yakarış (bk. n-c-v)
münkad: boyun eğen, bağlılık gösteren
mürşid: irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d)
mürşid-i mutlak: mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d; ṭ-l-ḳ)
mutî: itaat eden, emre uyan
muvaffak: başarılı
rahmeten li’l-âlemîn: âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (bk. r-ḥ-m; a-l-m)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)
tahammül: dayanma, katlanma
Tûr-i Sina: Sina Dağı; Mûsâ (a.s.) peygamberin Allah’ın kelâmına nâil olduğu dağ
ümmet: Peygambere inanıp onun yolundan gidenler
umum: bütün
üslûb: ifade tarzı
zarurî: zorunlu, gerekli
zikretmek: anmak
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulül’azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm demiş:

اَهٰكَذَا كَلاَمُكَ ؟ قَالَ اللهُ : لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ     1

Şeytan döndü yine, dedi ki: “Kur’ân’ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”

Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 

    فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ 

düsturundan titrer.

Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”

İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?


Dipnot-1

“Senin kelâmın böyle midir?’ Allah buyurdu: ‘Ben bütün lisanların kuvvetine mâlikim.” Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 3:536.

Dipnot-2

“Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?” Zümer Sûresi, 39:32.


âdi: basit, sıradan
ahvâl: haller, davranışlar
alâ külli hal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
cihet: yön
cins: tür, çeşit
dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi
düstur: prensip, kural
ehl-i dikkat: dikkat sahibi kimseler
etvâr: tavırlar, hal ve hareketler
evvelâ: ilk olarak
farz etmek: varsaymak
haddinden tecavüz etmek: çizgiyi aşmak, çok ileri gitmek
hadsiz: sınırsız
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
İbn-i Sina: (bk. bilgiler)
iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l)
kelâm: söz (bk. k-l-m)
maskara: gülünç
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
muhal: imkansız
muvaffak: başarılı
muvakkaten: geçici olarak
nam: ad
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nur: ışık (bk. n-v-r)
rasat ehli: gözlemci, gözetleyen
saniyen: ikinci olarak
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tahammül: dayanma, katlanma
tasannuat: yapmacık hareketler (bk. ṣ-n-a)
tekellüfat: zoraki davranışlar
tekellüfsüz: zahmetsiz
ulü’l-azm: azamet, ciddiyet, sabır ve sebat sahibi büyük peygamberler; Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve peygamberimiz Hz. Muhammed’e verilen sıfat

Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin—hâşâ—mahiyeti bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Salisen: Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniâtı olsun ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.


âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)
âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)
âli: yüce, yüksek
âmi: basit, sıradan
âsâr: eserler
bedihî: ap açık
beşer: insan
beşer kelâmı: insan sözü (bk. k-l-m)
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
cemiyetli: geniş kapsamlı (bk. c-m-a)
cihet: yön, taraf
dâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi
dehâ: olağanüstü zeka ve akıl sahibi kimse
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
envâr-ı hakaik: hakikat nurları (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)
farz etmek: varsaymak
Furkan: doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân (bk. f-r-ḳ)
hakikatli: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hayatfeşan: hayat saçan (bk. ḥ-y-y)
hezeyan: saçmalama
hurafat: batıl inanışlar; mânâsız sözler
ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ)
ihsas: hissettirme
itikadsız: inançsız
kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
keyfiyet: özellik, nitelik
Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; b-y-n)
mahiyet: özellik, nitelik, esas
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
menba-ı hakaik: hakikatlerin kaynağı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mu’cizbeyan: açıklama ve anlatış tarzı mu’cize olan (bk. a-c-z; b-y-n)
muavenetsiz: yardımsız
müdakkik: dikkatli, inceden inceye araştıran
müddet-i ömür: ömür süresi
müfteri: iftiracı
muhal: olması imkansız şey
müşir: mareşal
mutekid: inanmış, dindar
namdar: şan ve şöhret sahibi
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nefer: asker, er
neşretmek: yaymak
netâic: neticeler, sonuçlar
saadetresan: mutluluğa ulaştıran
sadık: doğru, dürüst (bk. ṣ-d-ḳ)
salisen: üçüncü olarak
şems-i kemâlât: kemâlât güneşi, her türlü mükemmelliğin kaynağı (bk. k-m-l)
şeytanet: şeytanlık
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tasannu: yapmacık hareket, zorla birşeyi daha iyi göstermeye çalışma (bk. ṣ-n-a)
tasniât: uydurmalar
telâkki etmek: kabul etmek
temâşâ eden: hayranlıkla seyreden
temâşâ ehli: gözlemci, gözetleyen
tesirât: tesirler, etkiler
ulvî: yüksek
vaki: olmuş
yıldız-ı hakikat: hakikat yıldızı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
zîakıl: akıl sahibi (bk. ẕî)

Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.

Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, nev’-i benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı-maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum o efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî


ahvâl: haller, davranışlar
akvâl: sözler
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi
âli: yüce
Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)
âzâ: organlar
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
cevârih: organlar
cihan: dünya
derecât: dereceler
divane: akılsız, deli
düstur: prensip, kural
ednâ: en aşağı
efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d)
emniyet: güven (bk. e-m-n)
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
evsâf: vasıflar, özellikler, nitelikler (bk. v-ṣ-f)
farz etmek: varsaymak
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım
ferman: buyruk
ferş: yer
fethetmek: açmak
fıtraten: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)
Hak: varlığı doğru ve gerçek olan, herşeyi hakkıyla yaratan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler
hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil
hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil
haslet: huy, özellik, karakter
hezeyan-ı küfrî: küfür, inançsızlık saçmalığı (bk. f-k-r)
ihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme (bk. ḫ-l-ṣ)
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
inzibat: güvenlik ve düzen, asayiş
istihdam: çalıştırma, kullanma
istikamet: doğruluk
istimal: kullanma
itikadsız: inançsız
kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
maden-i desâis: hile ve aldatmaların kaynağı
mecma-ı hakaik: hakikatlerin toplandığı yer (bk. c-m-a; ḥ-ḳ-ḳ)
menba-ı hurafat: hurafelerin kaynağı
menba-ı kemâlât: mükemmelliklerin kaynağı (bk. k-m-l)
müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y)
muhal: olması imkansız şey
muhteşem: ihtişamlı, görkemli
mukaddes: her türlü noksandan ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)
müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d)
muzaaf: katmerli, kat kat
nâfiz: etkili, hükmü geçen
nev’-i benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık türü
rabian: dördüncü olarak
Resulullah: Allah’ın Resulü (bk. r-s-l)
sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)
sukut etmek: düşmek, alçalmak
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tathir: temiz tutma, temizleme
teçhiz etmek: donatmak
telâkki edilen: kabul edilen
teshir: boyun eğdirme
ümmet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar (bk. ḥ-m-d)
umum: bütün
vaki: olmuş

ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren1 ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.

Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Elcevap:

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.

Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.


Dipnot-1

bk. Buharî, Edeb 72; İ’tisâm 5; Müslim, Fezâil 127, 128; Müsned 6:45, 181.


adem-i kabul: kabul etmeme
âkıl: akıllı olan
akvâl: sözler
Arş: Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)
beşer: insan
câhilâne: cahilce
düstur: prensip, kural
ef’âl: fiiler, işler (bk. f-a-l)
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
elhak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
evvelâ: ilk olarak
farz etmek: varsaymak
farz-ı muhal: varsayım
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlis: saf, katıksız, samimi (bk. ḫ-l-ṣ)
hâşâ: asla öyle değil
havf etmek: korkmak
haysiyet: itibar, şeref
hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay
inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r)
irtikâp etmek: yapmak, işlemek
istikamet: doğruluk
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
katmer: kat kat
kelâmullah: Allah’ın kelâmı (bk. k-l-m)
kemâl-i haşmet: ihtişam ve heybetin mükemmelliği (bk. k-m-l)
küre-i arz: yerküre, dünya
lâkaytlık: ilgisizlik, duyarsızlık
makul: akla uygun
medar-ı fahr: övünç kaynağı
muhal: imkansız, olmayacak şey
mümkün: olabilir (bk. m-k-n)
nazar: bakış, göz (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık, insan türü
saadet: mutluluk
salisen: üçüncü olarak
saniyen: ikinci olarak
sathî: yüzeysel
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
semâ: gök (bk. s-m-v)
şöhretşiar: şöhretli
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: işler, fiiller ve özellikler (bk. ş-e-n)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tarihçe-i hayat: kısa hayat hikâyesi (bk. ḥ-y-y)
tebeî: dolaylı
telâkki: kabul etme
tesis etmek: kurmak
velvele: gürültü
ziyade: çok, fazla

Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve muğâlata ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden inkâr ve küfrü, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—hâşâ, sümme hâşâ—bir sahtekârın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubûdiyetinin delâletiyle ve


adem-i kabul: kabul etmeme
aktab: kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler
âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)
asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y)
bâtıl: gerçek dışı, sahte, yalan
bedbaht: talihsiz
bil’ittifak: ittifakla, hep birlikte
bilbedâhe: ap açık bir şekilde
bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)
bizzarure: zorunlu olarak
cihan: dünya
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
delâlet: delil olma, işaret etme
desâtir: düsturlar, prensipler, kurallar
desise: hile, aldatma
emn ve emanet: güven ve güvenilirlik (bk. e-m-n)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları (bk. r-k-n; e-m-n)
erkân-ı İslâmiye: İslâmın esasları, şartları (bk. r-k-n; s-l-m)
evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
farz etmek: varsaymak
fevkalâde: olağanüstü
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakaik: gerçek mahiyetler, asıl ve esaslar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakkaniyet: hak oluş, doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlis: katıksız, saf, samimi (bk. ḫ-l-ṣ)
hâşâ: asla öyle değil
hezeyan-ı küfrî: küfür saçmalaması (bk. k-f-r)
hüküm: yargı, kesin bir karara varma (bk. ḥ-k-m)
iğfal: gaflete düşürerek kandırma, aldatma (bk. ğ-f-l)
inkâr: inanmama, yok sayma (bk. n-k-r)
intaç etmek: sonuç vermek
izhar etmek: ortaya çıkarmak (bk. ẓ-h-r)
kabul-ü adem: yokluğunu kabul etme, inkâr
kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
mecmua: topluluk (bk. c-m-a)
müddet-i hayat: hayat süresi (bk. ḥ-y-y)
muğâlata: karşısındakini yanıltma, yanlışa sevketme
muhal: imkansız, olmayacak şey
muhâlât: imkansız, olmayacak şeyler
mükâbere: büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme (bk. k-b-r)
mümkün: olabilir (bk. m-k-n)
mütemadiyen: sürekli olarak
muttasıf: vasıflanmış (bk. v-ṣ-f)
nazarıyla: gözüyle, bakışıyla
rabian: dördüncü olarak
saadet: mutluluk
sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ)
sâfi: temiz, arınmış (bk. ṣ-f-y)
safsata: yalan yanlış, uydurma
semâ: gök (bk. s-m-v)
şenî: kötü, çirkin, alçakça
şeriat-ı İslâmiye: İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm (bk. ş-r-a; s-l-m)
sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)
sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)
sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendisini dahi inkâr eden
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tabakat-ı ehl-i kemâl: olgunluk ve fazilet sahibi insanların tabakaları (bk. k-m-l)
takvâ: Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyma (bk. v-ḳ-y)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)
tasniat: uydurma şeyler
tesirât: tesirler
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
umum: bütün

bil’ittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farz etmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir.

Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmi tabakası, i’câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyle ise mucizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat’î bir hüccetle1 deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezdin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız,


Dipnot-1

bk. el-Cüveynî, el-Burhân, 2:534, 535; er-Râzî, el-Mahsûl, 5:299.


ahlâk-ı hasene: güzel ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ; ḥ-s-n)
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
âmi: cahil, tahsil görmemiş
Arş-ı Âzam: Cenab-ı Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)
beşer: insan
bil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle
bilâşüphe: kuşkusuz
bizzarure: kaçınılmaz şekilde
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
efdâl: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
farz etmek: varsaymak
fehm: anlayış, kavrayış
fenn-i mantık: mantık ilmi
fevkinde: üstünde
Hâlık-ı Kâinat: evreni ve içindeki herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)
hâşâ: asla öyle değil
hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil
hüccet: delil
i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z)
iktiza: gerektirme
ilm-i usul: bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji (bk. a-l-m)
irtikâp etmek: yapmak, işlemek
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itikad: inanç
itikadsız: inançsız
kat’î: kesin
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kelâmullah: Allah kelâmı (bk. k-l-m)
mahlukât: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
menfur: nefret edilen
metin: sağlam
mevcut: var olan (bk. v-c-d)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muhal: olması imkansız şey
muhâlât: olması imkansız şeyler
mutekid: inanmış, dindar
resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l)
Resulullah: Allah’ın elçisi (bk. r-s-l)
sabık: geçen, önceki
sadık: doğru (bk.i)
sahib-i kemâlât: olgunluk ve fazilet sahibi kimseler (bk. k-m-l)
şakirt: talebe, öğrenci
sebr ve taksim: mantıkta bir ispatlama usulü
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
umum: genel, bütün
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
zulümlü: karanlık (bk. ẓ-l-m)

esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek HAŞİYE-1 lâzım gelir ki bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”

Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir.

عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ     1


Haşiye-1

Kur’ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyatlarını ve galiz tabiratlarını iptal etmek için zikrettiğine istinaden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhaliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tabirâtı farz-ı muhal suretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum.

Dipnot-1

Meleklerin, insanların ve cinlerin sayısınca ona salât ve selâm olsun.


Asya: (bk. bilgiler)
Avrupa: (bk. bilgiler)
beşer: insan
bihakkılyakîn: yaşanmış bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)
bilbedâhe: ap açık bir şekilde
bizzarure: zorunlu olarak
efdal: en faziletli, en üstün (bk. f-ḍ-l)
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı
farz etmek: varsaymak
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım
feylesof: filozof, felsefeci
fikr-i küfrî: küfür ve inkâr fikri (bk. f-k-r; k-f-r)
galiz: çirkin
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hizbüşşeytan: şeytanın taraftarları
hüccet: delil
İblis: Şeytan
istinaden: dayanarak (bk. s-n-d)
kâfir: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği kesin birşeyi inkâr eden kimse (bk. k-f-r)
kat’î: kesin
küfriyat: inkâr ve inançsızlığa sebep olan sözler ve işler (bk. k-f-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
müfsit: bozguncu
muhal: olması imkansız şey
muhaliyet: imkansızlık
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kimse
münhasır: ayrılmış
rağmına: zıddına, aksine
resul: peygamber, elçi (bk. r-s-l)
Resulullah: Allah’ın resulü, elçisi (bk. r-s-l)
sukut etmek: düşmek, alçalmak
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabirât: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Sözün Zeyli, Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.258

Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların – Göktaşlarının – Metorların Üç Anlamı Olabilir – Cumartesi Dersleri 15. 7.

Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların - Göktaşlarının - Metorların Üç Anlamı Olabilir - Cumartesi Dersleri 15. 7.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların – Göktaşlarının – Metorların Üç Anlamı Olabilir” konusu üzerinde durulmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Yedinci Basamak.

Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların - Göktaşlarının - Metorların Üç Anlamı Olabilir - Cumartesi Dersleri 15. 7.
Şeytanların Taşlanmasında Atılan Şahapların – Göktaşlarının – Metorların Üç Anlamı Olabilir – Cumartesi Dersleri 15. 7.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

YEDİNCİ BASAMAK

YEDİNCİ BASAMAK

Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük,2 bir kısmı gayet büyüktür.3 Hattâ gökyüzünde her parlayana yıldız denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin semâ yüzünün murassa ziynetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâl onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nev’ini de şeyâtînin recmine alet etmiş.


Dipnot-2

bk. Ed-Deylemî, el-Müsned 2:190; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2:734.

Dipnot-3

bk. Müslim, Selâm 124; Tirmizî, Tefsîru Sûre (34) 3; Ebû Dâvud, Sünnet 18; Müsned 1:218; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 4:476, 13:137; İbni Hibbân, es-Sahîh 13:499


arz: yer, dünya
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
efrad: fertler (bk. f-r-d)
esbap: sebepler (bk. s-b-b)
ezvâc: hanımlar, eşler
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)
hürmet-i Nebî: Peygamber Efendimize saygı (bk. ḥ-r-m; n-b-e)
izhar: gösterme, ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r)
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kuvvet-i hikmet: hikmetin kuvveti (bk. ḥ-k-m)
menzil: mekan, yer (bk. n-z-l)
mesire: seyredilecek, gezilecek yer
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhtelif: çeşitli
münevver: aydınlık, nurlanmış (bk. n-v-r)
murassa: süslenmiş
müsebbih: tesbih eden, Allah’ı anan (bk. s-b-ḥ)
nazenin: ince, nâzik, duyarlı
Nebî: Peygamber (bk. n-b-e)
nev’: çeşit
nihayet: son
nuhas: erimiş bakır
rahîmâne: şefkat ve merhametle (bk. r-ḥ-m)
recm: taşlama
riayet: gözetme, kollama
Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atlı şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)
şekva: şikayet
sema: gök (bk. s-m-v)
semek: balık
şenaat: kötülük, alçaklık
şeyâtin: şeytanlar
şuvazlı: kızgın, ateşli
tahşid: kuvvetlendirme, destekleme
tahşidat: öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma
teşhir: sergileme
zaife: zayıf, dayanıksız
ziynet: süs (bk. z-y-n)

İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların üç mânâsı olabilir.

Birincisi: Kanun-u mübareze en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alâmettir.

İkincisi: Semâvâtta huşyar nöbettarlar, mutî sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilâtından ve istimâlarından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilân ve işarettir.

Üçüncüsü: Muzahrafat-ı arziyenin mümessilât-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semâyı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla red ve tarddır.1

İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet. Biz dahi etmeliyiz ve

    رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ 

beraber demeliyiz.

فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ     3

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     4


Dipnot-1

bk. Hicr Sûresi, 15:16-18; Sâffât Sûresi, 37:6-10; Buharî, Bed’ü’l-Halk 6, 11, Tefsîru Sûre (15) 1, (34) 1; Tevhid 32; Müslim, Selâm 122, 123, 124; Tirmizî, Tefsîru Sûre (34) 3; İbni Mâce, Mukaddime 122, 123; Müsned 6:87.

Dipnot-2

“Ey Rabbim, şeytanların yanımda bulunmasından, Sana sığınırım.” Mü’minûn Sûresi, 23:98.

Dipnot-3

“Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kat’î şekilde eserleri görünen hikmet Allah’ındır.” (bk. En’âm Sûresi, 6:149.)

Dipnot-4

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.


arzlı: dünyalı
cünudullah: Allah’ın askerleri
ebvâb-ı sema: gök kapıları (bk. s-m-v)
hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
huşyar: uyanık
i’câz: mu’cize oluş, muhatapları acze düşürecek derecede mükemmel olma (bk. a-c-z)
ihtilât: karışma
istimâ: dinleme
itimad eden: güvenen
kanun-u mübareze: mücadele, çatışma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi
mancınık: eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan savaş âleti
mesken: ev, mekan (bk. s-k-n)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mümessilât-ı habise: pis ve kötü temsilciler (bk. m-s̱-l)
mutî: itaat eden, emre uyan
muzahrafat-ı arziye: dünyanın süprüntüleri, pislikleri
nöbettar: nöbetçi
nüfus-u habise: pis ve kötü nefisler (bk. n-f-s)
recm-i şeyâtin: şeytanların taşlanması
recmetmek: taşlamak
remiz: işaret
şahap: göktaşı, meteor
sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)
sema: gök, yücelik (bk. s-m-v)
semavat: gökler (bk. s-m-v)
şerir: şerliler, kötüler
tard: kovma
tecessüs etmek: casusluk yapmak, gizlice araştırmak
telvis etmek: kirletmek, pisletmek

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Yedinci Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.256

“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” – Cumartesi Dersleri 15. 6.

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" - Cumartesi Dersleri 15. 6.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” ayetleri ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserdinden On Beşinci Söz Altıncı Basamak.

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" - Cumartesi Dersleri 15. 6.
“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” – Cumartesi Dersleri 15. 6.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

ALTINCI BASAMAK

ALTINCI BASAMAK

Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için, Kur’ân-ı Hakîm öyle i’cazkâr


beşer: insan
cühud: bilerek inkâr etme
i’cazkâr: mu’cizeli (bk. a-c-z)
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
şer: kötülük
temerrüd: inat etme, direnme
tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)

bir belâğatle ve öyle âli ve bâhir üslûplarla ve öyle gàli ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki, kâinatı titretir. Meselâ, “Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, hudud-u mülkümden, elinizden gelirse çıkınız” meseline işaret eden

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ     فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ     يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ     1

âyetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurâne temerrüdlerini, gayet mucizâne bir belâğatle kırar. Aczlerini ilân eder. Saltanat-ı Rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve biçare olduklarını gösterir. Güya şu âyetle, hem 

وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ 

âyetiyle böyle diyor ki:

“Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid, ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın evamirine karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.

“Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerlerecmedebilirler.

“Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlûkları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir


Dipnot-1

“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman Salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız da dokunmaz.” Rahmân Sûresi, 55:33-35.

Dipnot-2

“…Onları (yıldızları) şeytanlara atılan mermiler yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
adüvv-ü kâfir: inkârcı, inanmayan düşman (bk. k-f-r)
âli: yüce, yüksek
arz: yer, dünya
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
bâhir: açık, berrak
belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
biçare: çaresiz
cünud: askerler
emirber nefer: emre hazır asker
evamir: emirler
fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)
faraza: varsayalım ki
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım ki
gàli: kıymetli
hakaret: küçüklük, değersizlik
Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
hudud-u mülk: mülkün sınırı (bk. m-l-k)
ibâd: kullar (bk. a-b-d)
inzar: sakındırma, uyarma
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
küfran: nankörlük, inkâr (bk. k-f-r)
mağrur: gururlu
mağrurâne: gururlu bir şekilde
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan, herşeyin sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)
mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z)
muannid: inatçı
mübareze: mücadele, çatışma
mütemerrid: inatçı, dik kafalı
mutî: itaat eden, emre uyan
nisbet: oran, ölçü (bk. n-s-b)
recmetme: taşlama
saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
serkeş: isyan eden, başıbozuk
Sultan-ı Zîşân: şan ve şeref sahibi Sultan, Allah (bk. s-l-ṭ; ẕi)
temerrüd: inat etme, ayak direme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y)
zahir: açık, gözle görünür (bk. ẓ-h-r)
zecretme: sakındırma, vazgeçirme

olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nuhasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.

“Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

Evet, Kur’ân’da bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.

Hem bazan kemâl-i intizamı ve nihayet adli ve gayet ilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zayıf birşeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. Meselâ şu âyete bak:

وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللهَ هُوَ مَوْلٰيهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ بَعْدَ ذٰلِكَ ظَهِيرٌ     1

Ne kadar Nebî hakkına hürmet ve ne kadar ezvâcın hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebînin azametini ve iki zaifenin şekvâlarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini rahîmâne ifade etmek içindir.


Dipnot-1

“Eğer (siz iki hanım) Peygambere karşı birbirinize arka çıkarsanız, şüphesiz ki onun dostu Allah’tır, Cebrail’dir ve salih mü’minlerdir. Üstelik melekler de onun yardımcısıdır.” Tahrim Sûresi, 66:4.


arz: yer, dünya
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
efrad: fertler (bk. f-r-d)
esbap: sebepler (bk. s-b-b)
ezvâc: hanımlar, eşler
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)
hürmet-i Nebî: Peygamber Efendimize saygı (bk. ḥ-r-m; n-b-e)
izhar: gösterme, ortaya çıkarma (bk. ẓ-h-r)
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kuvvet-i hikmet: hikmetin kuvveti (bk. ḥ-k-m)
menzil: mekan, yer (bk. n-z-l)
mesire: seyredilecek, gezilecek yer
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhtelif: çeşitli
münevver: aydınlık, nurlanmış (bk. n-v-r)
murassa: süslenmiş
müsebbih: tesbih eden, Allah’ı anan (bk. s-b-ḥ)
nazenin: ince, nâzik, duyarlı
Nebî: Peygamber (bk. n-b-e)
nev’: çeşit
nihayet: son
nuhas: erimiş bakır
rahîmâne: şefkat ve merhametle (bk. r-ḥ-m)
recm: taşlama
riayet: gözetme, kollama
Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atlı şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)
şekva: şikayet
sema: gök (bk. s-m-v)
semek: balık
şenaat: kötülük, alçaklık
şeyâtin: şeytanlar
şuvazlı: kızgın, ateşli
tahşid: kuvvetlendirme, destekleme
tahşidat: öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma
teşhir: sergileme
zaife: zayıf, dayanıksız
ziynet: süs (bk. z-y-n)

33-36

Ayet

 يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُواؕ لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍۚ

٣٣

 فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

٣٤

 يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنْتَصِرَانِۚ

٣٥

 فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ

٣٦

Meal

Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz. ﴾33﴿ O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? ﴾34﴿ Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız. ﴾35﴿ O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? ﴾36﴿

Tefsir

Müfessirlerin bir kısmı buradaki hitabı kıyamet tasviri çerçevesinde değerlendirmişler ve o gün cinlere ve insanlara böyle seslenileceği yorumunu yapmışlardır. Önceki âyetlerde hesap gününe ilişkin bir uyarının bulunması, müteakip âyetlerde de kıyametten ve âhirette karşılaşılacak sonuçlardan söz edilmesi bu yorumu destekleyici niteliktedir. Diğer bir grup müfessire göre ise bu hitap dünya hayatıyla ilgilidir ve önceki âyetlerde yer alan uyarıyı tamamlamaktadır: Cinlere ve insanlara kendilerine dünya hayatında tanınan fırsata aldanmamaları gerektiği hatırlatılmakta, ölümden ve ilâhî huzurda verilecek hesaptan kaçışın asla mümkün olmadığı bildirilmektedir. Derveze 33. âyette geçen sultân kelimesini “kişiyi kurtaracak sâlih ameller” şeklinde izah eder (VII, 136); birçok müfessirin anılan kelimeyi “delil, hüccet” anlamında almaları (İbn Atıyye, V, 230) bu yorumu destekler nitelikte olmakla beraber, 35. âyetin ifadesi belirtilen ihtimali zayıflatmaktadır. Öte yandan, bazı tefsirlerde sultan kelimesinin “güç” anlamı esas alınarak “Büyük bir güç bulunmadıkça geçemezsiniz” ifadesinden, “Böyle bir gücünüz de olmadığına göre göklerin ve yerin sınırını aşıp ötelere geçmeniz de imkânsızdır” anlamı çıkarılmıştır. Fakat sultan kelimesinin “yetki” anlamı dikkate alınarak âyetin ilgili kısmı, “Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp ötelere geçebilmeniz ancak (Allah tarafından verilecek) bir yetki, bir imkânla olabilir” şeklinde de anlaşılabilir. Bu takdirde muhatapların, yüce yaratıcının evrendeki yasaları doğrultusunda ortaya koyacakları çabaları sonucunda elde edecekleri kuvvete bir gönderme yapılmış demektir. Uzay araştırmalarının ilerlediği ve uzaya seyahatlerin gerçekleştiği günümüz şartları, Kur’an tefsiriyle meşgul olanları bu yorumu benimsemeye ve bu âyetlerde uzayın fethine işaret bulunduğu görüşüne yöneltmiştir. Hatta 35. âyetteki tasvirin modern silâhları çağrıştırdığı yorumları yapılmıştır. Râzî’nin belirttiği gibi, bağlam bu hitabın âhirette olduğu izlenimini vermektedir. Fakat her iki ihtimale göre düşünüp bu âyetlerde, Allah’ın hükümranlığını aşmanın ve verdiği hükümden kaçmanın asla mümkün olmayacağı uyarısı bulunduğunu söylemek daha doğru olur (XXIX, 113-114). Bir başka anlatımla, Allah’a karşı sorumluluğu olan varlıklar ister dünya hayatında ister kıyamet gelip çattığında Allah’ın hükmünden kaçıp kurtulmak için yerin ve göğün sınırlarını zorlayacak kadar güç elde etseler veya kendilerine bu tarz bir imkân verilse, hatta bu varlıklar topyekün bir dayanışma içine girseler dahi, 35. âyette ifade edildiği üzere bunlar sınırlı ve sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Şu halde ikinci yorum esas alındığında da (dünya hayatı bakımından) bu âyetlerden çıkan mesaj şu olmaktadır: Evreni daha iyi tanıma merakı, yerin derinliklerine ve göğün en uzak noktalarına nüfuz etme arzusu yadırganacak bir şey değildir ve büyük bir güç oluşturularak bu konuda epeyce mesafe alınabilir; ama bu çabalar asla ilâhî iradenin egemenliğini alt etme gibi bir amaç taşımamalıdır. Zira bu, Allah’ın evrendeki mutlak gücünü ayan beyan gören şuurlu varlıklara yaraşmaz; kaldı ki böyle bir yöneliş başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdur, böyle bir amaç taşıyanların âkıbeti hüsrandır.

35. âyette “erimiş bakır” diye çevrilen kelimeye “bakır gibi kızıl duman” mânası da verilmiştir.

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Altıncı Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.254

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 208-209

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/rahman-suresi-55/ayet-33/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Melekler ve Şeytanlar – İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze – Mücadele ve Çatışma – Cumartesi Dersleri 15. 4.

Melekler ve Şeytanlar - İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze - Mücadele ve Çatışma - Cumartesi Dersleri 15. 4.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Melekler ve Şeytanlar – İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze – Mücadele ve Çatışma” işlnmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Dördüncü Basamak.

Melekler ve Şeytanlar - İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze - Mücadele ve Çatışma - Cumartesi Dersleri 15. 4.
Melekler ve Şeytanlar – İyiler ve Kötüler Arasındaki Mübareze – Mücadele ve Çatışma – Cumartesi Dersleri 15. 4.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

DÖRDÜNCÜ BASAMAK

Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melâike ile şeyâtin ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn ve eşrâr-ı arzîn mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelâl, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme ünvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.

Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ daire-i adliye onu Hâkim-i Âdil ismiyle yad eder. Daire-i askeriye onu Kumandan-ı Âzam namıyla bilir.


ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)
ahyâr-ı semâviyyîn: göktekilerin hayırlıları, iyileri (bk. s-m-v)
âlem: dünya, evren (bk. a-l-m)
arz: yer, dünya
ashab-ı Nebî: Peygamberimizin ashabı, arkadaşları (bk. n-b-e)
daire-i adliye: adliye dairesi (bk. a-d-l)
daire-i askeriye: askerlik dairesi
daire-i hükûmet: yönetim dairesi (bk. ḥ-k-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enfas: nefesler, hayatlar, canlar (bk. n-f-s)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
eşrâr-ı arzîn: yeryüzünün şerlileri, kötüleri
evliyalar: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme (bk. bilgiler)
fıtrî: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)
hadsiz: sınırsız
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hulkî: yaratılıştan (bk. ḫ-l-ḳ)
iktiza: gerektirmeins: insanlar
kabza-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kayıt: sınır
küffar: kâfirler, inkârcılar (bk. k-f-r)
Kumandan-ı Âzam: her yere ve herşeye hükmeden en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)
kuvâ: duygular, hisler
mabeyn: ara
mahdut: sınırlı
mahvetmek: yok etmek
mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
mazhar-ı tahavvülât: değişikliğe uğramış (bk. ẓ-h-r)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
meydan-ı imtihan: imtihan meydanı
mezkur: sözü geçen, anılan
mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
mübareze: mücadele, çatışma
Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)
muharebe: savaş
mühim: önemli
nam: ad, isim, ünvan
nemrud: (bk. bilgiler)
neş’et eden: doğan, meydana çıkan
nüfus: nefisler (bk. n-f-s)
peyda olmak: var olmak
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
rububiyet-i âmme: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer, başka
sayha: sesleniş
sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
şeraret: şerlilik, kötülük
şeyâtin: şeytanlar
sür’at: hız
tagayyür: başkalaşma
tahavvül: değişim
tedennî: alçalma, gerileme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakki: yükselme, ilerleme
yad edilmek: anılmak
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

Daire-i meşihat onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu Sultan namiyle tanır. Mutî ahali ona Merhametkâr Padişah derler. Âsi insanlar ona Kahhar Hâkim derler. Daha bunlara kıyas et. İşte, bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âli âciz, zelil bir âsiyi bir emirle idam etmiyor. Belki Hâkim-i Âdil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatini biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki, haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükûmet ünvanıyla mükâfata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya davet eder. Bir istikbal-i siyasî yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvî neticesinde bir mecma-ı âlide onu taltif eder, liyakatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.

İşte,

 وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 

Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe’ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine (2) kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder.


Dipnot-1

“En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur.” Nahl Sûresi, 16:60.

Dipnot-2

bk. Tirmizî, Tefsîru Sûre (2) 36; en-Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ 6:305; İbni Hibbân, es-Sahîh 3:278.


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
âfâk: ufuklar
ahali: halk
arz: yer, dünya
âsi: isyan eden, başkaldıran
cihet: yön, taraf
daire-i meşihat: din işleri dairesi
daire-i mülkiye: devlet idaresiyle meşguliyet dairesi (bk. m-l-k)
ervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar (bk. r-v-ḥ)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
Ezel ve Ebed Sultanı: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hâkimiyet sahibi Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)
Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
Halife: Müslümanların dini reisi (bk. ḫ-l-f)
haşmet-i saltanat: sultanlığın haşmeti, ihtişamı (bk. s-l-ṭ)
hususî: özel
iktiza: gerektirme
ilhamat: ilhamlar
imtihan-ı ulvî: yüce imtihan
istihkak: hak etme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
istikbal-i siyasî: siyasî karşılama
Kahhar Hâkim: kahreden ve herşeye hükmeden güç ve kuvvet sahibi (bk. ḳ-h-r; ḥ-k-m)
kanun-u mübareze: mücadele, çatışma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kanun-u müsabaka: yarışma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kanun-u teavün: yardımlaşma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kanun-u tenasül: üreme ve çoğalma kanunu (bk. ḳ-n-n)
levazımat-ı arziye: dünyanın ihtiyaçları, dünyevî ihtiyaçlar
liyakat: layık olma
mecma-ı âli: yüce meclis (bk. c-m-a)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Merhametkâr: merhametli, şefkatli (bk. r-ḥ-m)
meydan-ı müsabaka: yarış meydanı
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mübareze: mücadele, çatışma
muhteşem: ihtişamlı, görkemli
muktedir: iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)
mutî: itaatkâr, emre uyan
nam: ad, ünvan
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
padişah-ı âli: yüce hükümdar
sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ)
şe’n: iş, fiil, özellik (bk. ş-e-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
şümul: kapsam
şuûnat: işler, fiiller ve icraatlar (bk. ş-e-n)
taltif: lütuf ve iyilikte bulunma (bk. l-ṭ-f)
tâmim: genelleştirme, yayma
tecelliyat-ı celâliye: Allah’ın haşmet ve ihtişamının varlıklar üzerinde görünümü (bk. c-l-y; c-l-l)
tedbir-i hükûmet: hükûmetin tedbiri, işleri önceden planlayarak idare etmesi (bk. d-b-r; ḥ-k-m)
temâşâ: seyretme
teşhir etmek: sergilemek
tezahürat-ı cemâliye: Allah’ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri (bk. ẓ-h-r; c-m-l)
umumî: genel
vesvese: şüphe, kuruntu
vücud: varlık (bk. v-c-d)
zelil: alçak, aşağılık
zikretmek: anmak
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Dördüncü Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.252

Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması – Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir – Cumartesi Dersleri 15. 3.

Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması - Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir - Cumartesi Dersleri 15. 3.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması – Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Üçüncü Basamak.

Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması - Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir - Cumartesi Dersleri 15. 3.
Yer ile Gök, Dünya ile Uzay Kıyaslaması – Dünya Evrene Nispeten Bir Ölçek Gibidir, Bir Çeşme Gibidir – Cumartesi Dersleri 15. 3.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

ÜÇÜNCÜ BASAMAK

ÜÇÜNCÜ BASAMAK

Semânın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı ve vüs’at ve nuraniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi muti’dirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.

Evet, zeminde ezdad içtima etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münakaşat başlamış. O sebepten ihtilâfat ve ıztırabat düşmüş. Ve ondan imtihanat ve müsabakat teklif edilmiş. Ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki:

Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
ahali: halk
ahyar: hayırlılar, iyiler
âsuman: gökyüzü, gökkubbe
bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)
beşer: insan
cami’: kapsayıcı (bk. c-m-a)
cemiyetli: kapsamlı (bk. c-m-a)
cesed-i misalî: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden (bk. m-s̱-l)
cüz’ü: kısım, parça (bk. c-z-e)
edyân-ı semaviye: vahiyle gelen semavî dinler (bk. s-m-v)
ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı emvat: ölülerin ruhları (bk. r-v-ḥ; m-v-t)
ervâh-ı enbiya ve evliya: peygamberlerin ve velilerin ruhları (bk. r-v-ḥ; n-b-e; v-l-y)
eşrar: şerliler, kötüler
ezdad: zıtlar
fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r)
hads-i kat’î: doğru ve kesin sezgi (bk. ḥ-d-s̱)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hiffet: hafiflik
hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)
icap etmek: gerektirmek
icmâ: görüş birliği (bk. c-m-a)
içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a)
ihtilâfat: ihtilaflar, farklılıklar
imtihanat: imtihanlar
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
istinad eden: dayanan (bk. s-n-d)
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
ıttırad: düzgünlük, aynı şekilde devamlılık
ıztırabat: ıztıraplar, sıkıntılar
karib: yakın
lâtif: cismanî olmayan, ruhla ilgili (bk. l-ṭ-f)
letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)
mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
mesken: ev, yer (bk. s-k-n)
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
münakaşa: tartışma
münakaşat: münakaşalar, tartışmalar
müsabakat: müsabakalar, yarışmalar
muti’: itaat eden, emre uyan
müzahame: zahmet verme, itişip kakışma
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)
safi: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n)
sekene-i arz: dünyalılar, yer sakinleri (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
semere: meyve, netice
semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m)
şerece-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)
şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)
sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n)
sükût: sessizlik
tedenniyat: alçalmalar, gerilemeler
teklif: görev yükleme
terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler
tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
vahiy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y)
vüs’at: genişlik
zemin: yer

maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı ve menâzır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklitgâhı ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte, arzın HAŞİYE-1 bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren 

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 

der.


Haşiye-1

Evet, küre-i arz, küçüklüğüyle beraber semâvâta karşı gelebilir. Çünkü, nasıl ki daimî bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir. Hem bir ölçekle birşey ölçerek başka yere nakledilen ve onun elinden geçmiş ve ona girmiş çıkmış bir mahsulâtla, zahiren binler defa ölçekten büyük ve dağ gibi bir cisimle o ölçek muvazeneye çıkabilir. Aynen öyle de, küre-i arz, Cenâb-ı Hak onu san’atına bir meşher ve icadına bir mahşer ve hikmetine medar ve kudretine mazhar ve rahmetine mezher ve Cennetine mezraa ve hadsiz kâinata ve mahlûkat âlemlerine ölçek ve mazi denizlerine ve gayb âlemine akacak bir çeşme hükmünde icad etmiş. Her sene kat kat ve katmerli, yüz bin tarzda masnuattan dokunmuş gömleklerini değiştirdiği ve çok defa dolup maziye boşaltarak gayb âlemine döktüğü bütün o müteceddid âlemleri ve arzın müteaddit gömleklerini nazara al. Yani bütün mazisini hazır farz et, sonra yeknesak ve bir derece basit semâvâta karşı muvazene et. Göreceksin ki, arz, ziyade gelmezse, noksan da kalmaz. İşte,

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

sırrını anla.

Dipnot-1

“Göklerin ve yerin Rabbi.” Ra’d Sûresi, 13:16; İsrâ Sûresi, 17:102, Kehf Sûresi, 18:14.


âhiret âlemi: öteki dünya (bk. e-ḫ-r; a-l-m)
âlem: dünya (bk. a-l-m)
arz: yer, dünya
azamet-i mâneviye: mânevî büyüklük (bk. a-ẓ-m; a-n-y)
besâtin-i daime: daimi ve sürekli bahçeler
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cevâdâne: cömertçe (bk. c-v-d)
destgâh: tezgâh, işyeri
envâ-ı sağîre: küçük çeşitler
faaliyet-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın faaliyet ve icraatı (bk. f-a-l; r-b-b)
farz etmek: varsaymak
gayb âlemi: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. ğ-y-b; a-l-m)
hadsiz: sınırsız
hakaret: küçüklük, değersizlik
hallâkıyet-i İlâhiye: Allah’ın yaratıcılığı, yoktan var ediciliği (bk. ḫ-l-ḳ; e-l-h)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hemmiyet-i san’aviye: san’at tarafının önemi (bk. ṣ-n-a)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hususan: özellikle
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kesretli: çok (bk. k-s̱-r)
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
küre-i arz: yerküre, dünya
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mahşer: toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r)
mahsulât: ürünler
mâkes: yansıma yeri, ayna
masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
mazi: geçmiş zaman
medar: eksen, dayanak, vesile
menâzır-ı sermediye: devamlı, sürekli manzaralar (bk. n-ẓ-r)
mensucat-ı ebediye: sonsuz hayata ait dokumalar (bk. e-b-d)
meşher: sergi
mezher: çiçeklik
mezraa: tarla
mikyas: ölçü
mu’cizât-ı san’at: san’at mu’cizeleri (bk. a-c-z; ṣ-n-a)
mükerreren: tekrarla, defalarca
müteaddit: çeşitli, birden fazla
müteceddid: yenilenen, tazelenen
muvakkat: geçici
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nazar: dikkat (bk.n-ẓ-r)
nebatat: bitkiler
nihayetsiz: sonsuz
nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)
noksan: eksik
nokta-i mihrakiye: odak noktası
nümunegâh: nümunelerin bulunduğu yer
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
semavat: gökler (bk. s-m-v)
sür’at: hız
taklitgâh: taklit yeri
tecelliyât-ı esmâ: Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları (bk. c-l-y; s-m-v)
terbiyegâh: terbiye yeri (bk. r-b-b)
varidatsız: gelirsiz
yeknesak: monoton, değişmeyen
zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r)
ziyade: fazla

Hem arzın şu mezkûr hikmetlerden neş’et eden sür’atli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki, sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülât olsun.

Hem şu mahdut arz, hadsiz mucizât-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedennîye mazhar olmuşlar. Enbiyadan, evliya dan tut, ta Nemrutlara, ta şeytanlara kadar, uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur. Madem öyledir; elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semâya ve ehline taş atacaklar.


ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)
ahyâr-ı semâviyyîn: göktekilerin hayırlıları, iyileri (bk. s-m-v)
âlem: dünya, evren (bk. a-l-m)
arz: yer, dünya
ashab-ı Nebî: Peygamberimizin ashabı, arkadaşları (bk. n-b-e)
daire-i adliye: adliye dairesi (bk. a-d-l)
daire-i askeriye: askerlik dairesi
daire-i hükûmet: yönetim dairesi (bk. ḥ-k-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enfas: nefesler, hayatlar, canlar (bk. n-f-s)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
eşrâr-ı arzîn: yeryüzünün şerlileri, kötüleri
evliyalar: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
firavunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme (bk. bilgiler)
fıtrî: yaratılıştan (bk. f-ṭ-r)
hadsiz: sınırsız
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
Hâkim-i Âdil: adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hulkî: yaratılıştan (bk. ḫ-l-ḳ)
iktiza: gerektirmeins: insanlar
kabza-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kayıt: sınır
küffar: kâfirler, inkârcılar (bk. k-f-r)
Kumandan-ı Âzam: her yere ve herşeye hükmeden en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)
kuvâ: duygular, hisler
mabeyn: ara
mahdut: sınırlı
mahvetmek: yok etmek
mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
mazhar-ı tahavvülât: değişikliğe uğramış (bk. ẓ-h-r)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
meydan-ı imtihan: imtihan meydanı
mezkur: sözü geçen, anılan
mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
mübareze: mücadele, çatışma
Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah (bk. d-b-r)
muharebe: savaş
mühim: önemli
nam: ad, isim, ünvan
nemrud: (bk. bilgiler)
neş’et eden: doğan, meydana çıkan
nüfus: nefisler (bk. n-f-s)
peyda olmak: var olmak
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
rububiyet-i âmme: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer, başka
sayha: sesleniş
sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
şeraret: şerlilik, kötülük
şeyâtin: şeytanlar
sür’at: hız
tagayyür: başkalaşma
tahavvül: değişim
tedennî: alçalma, gerileme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakki: yükselme, ilerleme
yad edilmek: anılmak
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Üçüncü Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.250

Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak – Cumartesi Dersleri 15. 2.

Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak - Cumartesi Dersleri 15. 2.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz İkinci Basamak.

Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak - Cumartesi Dersleri 15. 2.
Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak – Cumartesi Dersleri 15. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Beşinci Söz

İKİNCİ BASAMAK

Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor.


alâkadar: ilgili
âlem-i cismâniyât: cismânî varlıkların bulunduğu âlem, varlıklar dünyası (bk. a-l-m)
âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)
bahr: deniz
bereket: bolluk (bk. b-r-k)
cismânî: maddî vücutla alakalı
ecnâs: cinsler, türler
ecsâm-ı hayvaniye: hayvan cisimleri, bedenleri (bk. ḥ-y-y)
ecsâm-ı seyyare: gezici cisimler
emr-i Hak: Allah’ın emri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
envâ: çeşitler, türler
ervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)
hararet: ısı, sıcaklık
haşmetli: ihtişamlı, görkemli
hasse: duyu
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması (bk. ḥ-k-m)
hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)
hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)
ibâdât: ibadetler (bk. a-b-d)
ins: insanlar
intizam-ı âlem: kâinatta var olan düzen (bk. n-ẓ-m; a-l-m)
irtibat: bağ, ilişki
işârât: işaretler
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
kat’iyet: kesinlik
katarât: damlalar
kesafetli: yoğun, katı
kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r)
küdûretli: bulanık
letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
merâkib: binekler
mu’cizât-ı fıtrat: yaratılış mu’cizesi (bk. a-c-z; f-ṭ-r)
muamele: iş, işlem, alışveriş
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müracaat etmek: başvurmak
mütemadiyen: sürekli olarak
mütenevvi: çeşitli
nam: ad
nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
nihayetsiz: sonsuz
Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nûriye’de yer almaktadır
nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
nuraniyetli: aydınlık, parlak (bk. n-v-r)
rahmet: yağmur (bk. r-ḥ-m)
risale: küçük çaplı kitap (bk. r-s-l)
rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi
ruhaniyat: ruhanî varlıklar (bk. r-v-ḥ)
sema: gökyüzü (bk. s-m-v)
seyran etmek: seyretmek, gezmek
seyyarat: gezegenler
taam: yiyecek
tayyare: uçak
temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmak
tesmiye edilen: isimlendirilen (bk. s-m-v)
tuyûrun hudrun: yeşil renkli kuşlar
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vezaif: vazifeler, görevler
vücut: varlık (bk. v-c-d)
vüs’atli: geniş
zemin: yer
zevi’l-idrak: idrak sahipleri, düşünebilen varlıklar
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
ziya: ışık
zulmet: koyu karanlık (bk. ẓ-l-m)

Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melâike ve ervah semâdan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki, sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler.


âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
ahali: halk
ahyar: hayırlılar, iyiler
âsuman: gökyüzü, gökkubbe
bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)
beşer: insan
cami’: kapsayıcı (bk. c-m-a)
cemiyetli: kapsamlı (bk. c-m-a)
cesed-i misalî: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden (bk. m-s̱-l)
cüz’ü: kısım, parça (bk. c-z-e)
edyân-ı semaviye: vahiyle gelen semavî dinler (bk. s-m-v)
ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı emvat: ölülerin ruhları (bk. r-v-ḥ; m-v-t)
ervâh-ı enbiya ve evliya: peygamberlerin ve velilerin ruhları (bk. r-v-ḥ; n-b-e; v-l-y)
eşrar: şerliler, kötüler
ezdad: zıtlar
fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r)
hads-i kat’î: doğru ve kesin sezgi (bk. ḥ-d-s̱)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hiffet: hafiflik
hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)
icap etmek: gerektirmek
icmâ: görüş birliği (bk. c-m-a)
içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a)
ihtilâfat: ihtilaflar, farklılıklar
imtihanat: imtihanlar
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
istinad eden: dayanan (bk. s-n-d)
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
ıttırad: düzgünlük, aynı şekilde devamlılık
ıztırabat: ıztıraplar, sıkıntılar
karib: yakın
lâtif: cismanî olmayan, ruhla ilgili (bk. l-ṭ-f)
letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)
mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
mesken: ev, yer (bk. s-k-n)
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
münakaşa: tartışma
münakaşat: münakaşalar, tartışmalar
müsabakat: müsabakalar, yarışmalar
muti’: itaat eden, emre uyan
müzahame: zahmet verme, itişip kakışma
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r)
safi: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n)
sekene-i arz: dünyalılar, yer sakinleri (bk. s-k-n)
sema: gök (bk. s-m-v)
semere: meyve, netice
semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m)
şerece-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)
şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)
sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n)
sükût: sessizlik
tedenniyat: alçalmalar, gerilemeler
teklif: görev yükleme
terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler
tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
vahiy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y)
vüs’at: genişlik
zemin: yer

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, İkinci Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.249