Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; … hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. ”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz– Mukaddime – İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ CÜZVE TETİMME-İ TARİF.
Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; … hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Mukaddime
İKİNCİ CÜZ VE TETİMME-İ TARİF:
Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi,
Kur’ân,
· bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;
· hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;
· hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;
· hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;
· hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
· hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;
· hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
· hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
Arş-ı Âzam: Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) arz: yer, dünya azamet-i haşmet: ihtişamın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m) beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihet: yön cüz: kısım, bölüm (bk. c-z-e) cüz’î: ferde bakan (bk. c-z-e) defter-i iltifâtât-ı Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içine alan defter (bk. r-h-m) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) ferman: buyruk, emir Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) has: özel haysiyetiyle: münasebetiyle hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikmetfeşan: hikmet yayan (bk. ḥ-k-m) hitap: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b) hususî: özel hususiyet: özel oluş hutbe-i ezeliye: ezelî, zamanüstü hutbe (bk. ḫ-t-b; e-z-l) İlâh: kendisine ibadet edilen, Allah (bk. e-l-h) ilham: Allah tarafından kalbe gelen mânâ ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itibar: özellik kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı, sözü (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Allah’a ait kelimeler (bk. k-l-m; e-l-h) kemâl-i liyakat: tam layık olma (bk. k-m-l) kitab-ı mukaddes: her türlü kusur ve noksandan yüce kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) külliyet: genel, kapsamlılık (bk. k-l-l) kütüp: kitaplar (bk. k-t-b) mecmua: kitap (bk. c-m-a) melek: nurdan yaratılmış varlık (bk. m-l-k) mertebe-i âzam: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) muhabere: haberleşme muhât: kapsama alanı muhit: kapsayan, kuşatıcı mükâleme: karşılıklı konuşma (bk. k-l-m) nihayetsiz: sonsuz, sınırsız nokta-i nazar: bakış noktası (bk. n-ẓ-r) nüzul: inme (bk. n-z-l) Rab: herbir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) rahmet-i vâsia-i muhîta: Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) rubûbiyet-i mutlaka: Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ) sair: diğer saltanat: hakimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ) saltanat-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusurdan yüce olan Allah’ın herşeyi kuşatan egemenliği (bk. s-l-ṭ; s-b-ḥ) semâvat: gökler (bk. s-m-v) suhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplar suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tecelli: yansıma (bk. c-l-y) teftiş: denetleme tetimme-i tarif: tanımın tamamlayıcısı, devamı (bk. a-r-f) Ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h) zahir olmak: görünmek (bk. ẓ-h-r)
ÜÇÜNCÜ CÜZ:
Kur’ân,
· asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüplerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmâlen tazammun eden,
· ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ,
· ve nokta-i istinadı, bilyakîn, vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî,
· ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede, saadet-i ebediye,
· içi, bilbedâhe, hâlis hidayet,
· üstü, bizzarure, envâr-ı iman,
· altı, biilmilyakîn, delil ve burhan,
· sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan,
· solu, biaynilyakîn, teshir-i akıl ve iz’an,
· meyvesi, bihakkılyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân,
· makamı ve revacı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semâvîdir.
Kur’ân’ın tarifine dair üç cüz’ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kat’î ispat edilmiş veya ispat edilecektir. Dâvâmız mücerret değil, herbirisi burhan-ı kat’î ile müberhendir.
asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve velayet sahibi insanlar (bk. ṣ-f-y) biaynilyakîn: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n) bihakkılyakîn: yaşamış gibi bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) biilmilyakîn: ilmî delillerle elde edilen kesinlikte (bk. a-l-m; y-ḳ-n) bilbedâhe: ap açık bilhads-i sâdık: doğru bir sezgiyle (bk. ṣ-d-ḳ) bilmüşahede: göründüğü üzere (bk. ş-h-d) bilyakîn: şüphesiz, tereddütsüz (bk. y-ḳ-n) bittecrübe: tecrübeyle bizzarure: zorunlu olarak burhan: mantıkî, güçlü delil burhan-ı kat’î: sağlam delil cihât-ı sitte: altı yön cüz: bölüm, kısım (bk. c-z-e) dâr-ı cinân: cennet yurdu
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâr-ı iman: iman nurları (bk. n-v-r; e-m-n) evham: vehimler, kuruntular evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hâlis: saf, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ) hidayet: doğru yol (bk. h-d-y) icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l) kat’î: kesin olarak kelâm-ı ezelî: ezelî söz (bk. k-l-m; e-z-l) kitab-ı semâvî: İlâhî kitap (bk. k-t-b; s-m-v) kütüp: kitaplar (bk. k-t-b) makbul-ü melek ve ins ve cânn: cinler, insanlar ve meleklerin kabul edip beğendiği şey (bk. m-l-k) meslek: yol, usül meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol; usül, metod muhtelif: çeşitli musaffâ: arınmış, safileşmiş (bk. ṣ-f-y)
müberhen: delillerle ispatlanmış mücerret: soyut nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) rahmet-i Rahmân: rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti (bk. r-ḥ-m) revac: kıymet, değer risale: kitap (bk. r-s-l) saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) şübehât: şüpheler tazammun: içine alma, içerme teshir-i akıl ve izân: aklı ve idraki etki ve itaat altına alma teslim-i kalb ve vicdan: kalbin ve vicdanın teslim oluşu (bk. s-l-m) vahy-i semâvî: Allah’ın peygambere vahyettiği şey (bk. v-ḥ-y; s-m-v) zulümât: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mukaddime – İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ CÜZVE TETİMME-İ TARİF, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir – Cumartesi Dersleri 25. 1. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir? ”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mukaddime – BİRİNCİ CÜZ.
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir – Cumartesi Dersleri 25. 1. 1.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
İHTAR: Şu Sözün başında Beş Şuleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şulenin âhirlerinde, eski hurufatla tab etmek için gayet sür’atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bazı gün yirmi otuz sahifeyi iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için, Üç Şuleyi ihtisaren, icmâlen yazarak, İki Şuleyi de şimdilik terk ettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatalara nazar-ı insaf ve müsamaha ile bakmalarını, ihvanlarımızdan bekleriz.
Bu Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte, bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’câzın lemeâtı ve belâğat-i Kur’âniyenin kemâlâtının menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için, onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’î verilmiş.
وَالشَّمْسُ تَجْرِي وَالْجِبَالَ اَوْتاَدًا 1
gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.
Dipnot-1
“Güneş de akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38. • “Dağları da birer kazık yaptık.” Nebe’ Sûresi, 78:7.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âyet: Kur’ân’ın herbir cümlesi belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın belâğati (bk. b-l-ğ) beyan: açıklama (bk. b-y-n) burhan: güçlü, mantıkî delil burhan-ı hakikat: gerçeklik delili (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cevab-ı kat’i: şüphe bırakmayacak kesin cevap (bk. c-v-b) cinnî: cin taifesinden olan ehl-i fen: bilim adamları ehl-i ilhad ve fen: dinsizler ve bilim adamları ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hurufat: harfler i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z) icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l) ihtar: hatırlatma ihtisaren: kısaca, özetleyerek ihvan: kardeşler ilzam: susturma insî: insan cinsinden olan işkâl: zorlaştırma, güçleştirme kaide: esas, düstur kemâlat: mükemmellikler, kusur-suzluklar (bk. k-m-l) lemeât: parıltılar maruz: bir şeyin karşısında engelsiz şekilde bulunan medar-ı tenkit: tenkit nedeni menşe: kaynak, esas Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z)
mu’cize-i bâki: devamlı ve kalıcı mu’cize (bk. a-c-z; b-ḳ-y) mülhid: dinsiz, inkâr eden münkir: inkârcı (bk. n-k-r) müsamaha: hoşgörü nazar-ı insaf: insaf bakışı (bk. n-ẓ-r) noksaniyet: eksiklik nükte: ince ve anlamlı söz sıklet: ağırlık, mânevî sıkıntı sür’at: hız şule: ışık hüzmesi tab etmek: basmak vesvese: şüphe, kuruntu zâid: fazlalık zikredilmek: belirtilmek, hatırlatılmak
Hem bu Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâğat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde telif edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.
Said Nursî
âlimane: âlimlere yakışır surette (bk. a-l-m) bahis: konu beyan: açıklama (bk. b-y-n) ehl-i dikkat: dikkat sahipleri hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyanın hadsiz vücuh-u i’câzından kırka yakın vücuh-u i’câziyeyi Arabî risalelerimde ve Arabî Risale-i Nur’da ve İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde ve geçen şu yirmi dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi, onlardan yalnız beş vechini bir derece beyan ve sair vücuhu içlerinde icmâlen derc ederek ve bir mukaddime ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.
Mukaddime
Üç cüzdür.
BİRİNCİ CÜZ:
Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?
Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi,
Kur’ân,
· şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
· ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
· ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
· ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,
· ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı,
Dipnot-1
“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.
Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m; a-c-z; b-y-n) mahiyet: iç yüz, asıl esas mahzen-i mu’cizât: mu’cizeler mahzeni, deposu (bk. a-c-z) miftah: anahtar Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Peygamberimizin en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d) mukaddime: giriş (bk. ḳ-d-m) muzmer: gizli, saklı müfessir: tefsirci, yorumcu (bk. f-s-r)
mütenevvi: çeşitli nam: ad risale: küçük kitap (bk. r-s-l)sair: diğer sutûr-u hâdisât: olaylar dizisi tarif: tanım, açıklama (bk. a-r-f) tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-s-r) tercüman-ı ebedî: ebedî, sonsuz tercüman (bk. e-b-d) tercüme-i ezeliye: zamanüstü tercüme (bk. e-z-l) vech: yön vücuh: yönler vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zemin: yeryüzü
· ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
· ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi,
· ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,
· ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
· ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,
· ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi,
· ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası,
· ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
· ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi,
· ve insana hem bir kitab-ı şeriat,
· hem bir kitab-ı dua,
· hem bir kitab-ı hikmet,
· hem bir kitab-ı ubûdiyet,
· hem bir kitab-ı emir ve davet,
· hem bir kitab-ı zikir,
· hem bir kitab-ı fikir,
· hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir.
· Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.
âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b) âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m) âlem-i mânevî: mânevî alem (bk. a-l-m; a-n-y) âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d) avâlim-i uhreviye: âhiret âlemleri (bk. a-l-m; e-ḫ-r) burhan-ı katı: kesin delil câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a) cihet: yön, taraf esmâ: isimler (bk. s-m-v) evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hâcât-ı mâneviye: mânevî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c; a-n-y) hâdî: hidâyet edici (bk. h-d-y) hendese: plan ve geometri hikmet-i hakikiye: her şeyin belirli gayelere yönelik olarak, olması gereken keyfiyette bulunduğunu gösteren gerçek ilim, bilgi (bk. ḥ-k-m; ḥ-ḳ-ḳ) hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniye: kusur ve aczden yüce olan Allah’ın ezelî konuşmaları (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l; s-b-ḥ) ibraz etmek: meydana koymak
iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi Allah’ın teveccühleri (bk. e-b-d; r-ḥ-m) insaniyet-i kübrâ: en büyük insanlık (bk. k-b-r) kavl-i şârih: açıklayıcı söz kitab-ı dua: dua kitabı (bk. k-t-b; d-a-v) kitab-ı emir ve davet: davet ve emir kitabı (bk. k-t-b) kitab-ı fikir: fikir kitabı (bk. k-t-b; f-k-r) kitab-ı hikmet: hikmet kitabı (bk. k-t-b; ḥ-k-m) kitab-ı mukaddes: her türlü kusur ve noksandan yüce kutsal kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) kitab-ı semâvî: Allah’ın gönderdiği kitap (bk. k-t-b; s-m-v) kitab-ı şeriat: şeriat kitabı (bk. k-t-b; ş-r-a) kitab-ı ubûdiyet: kulluk kitabı (bk. k-t-b; a-b-d) kitab-ı zikir: zikir kitabı (bk. k-t-b) lisan: dil mâ: su merci: kaynak mesâk: maksat meslek: yol, usül meşreb: manevi haz ve feyiz alınan yol mezâk: zevk muhakkikîn: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhtelif: çeşitli mukaddes: kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzak (bk. ḳ-d-s) muvafık: uygun mürebbî: terbiye edici (bk. r-b-b) mürşid: doğru yolu gösterici (bk. r-ş-d) nev-i beşer: insanlık risale: kitap (bk. r-s-l) saadet: mutluluk sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) şuûn-u İlâhiye: İlâhî fiiller, işler (bk. ş-e-n; e-l-h) tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r) tazammun etmek: içine almak tefsir-i vâzıh: açık yorum (bk. f-s-r) tenvir etmek: nurlandırmak (bk. n-v-r) tercüman-ı satı: parlak tercüman urefâ: ârifler, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanlar (bk. a-r-f) ziya: ışık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mukaddime – BİRİNCİ CÜZ, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
İnsan, eğer kesrete dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini idam eder. Eğer lisan-ı Kur’ân’dan kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyetin miracıyla arş-ı kemâlâta çıkabilir, bâki bir insan olur. – Cumartesi Dersleri 25. 5. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Hem dünyanın iki yüzü var, belki (hatta, aslında, gerçekte) üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Üçüncü Dal Dokuzuncu Asıl.
Hem dünyanın iki yüzü var, belki (hatta, aslında, gerçekte) üç yüzü var Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
ÜÇÜNCÜ DAL
DOKUZUNCU ASIL:
Mesâil-i imaniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyet ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.
Ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:
ev kemâ kàl. Meâl-i şerifi: “Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Hakikati şudur ki:
عِنْدَ اللهِ
tabiri, “âlem-i bekàdan” demektir. Evet, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla muvazene değil; belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye muvazeneye gelmediği demektir.
Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek, Esmâ-i Hüsnânın âyineleri ve mektubât-ı Samedâniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıt ve bütün hatîâtın menşei ve beliyyâtın menbaı olan, dünyaperestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.
İşte, en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? Ve insafsız ehl-i ilhâdın fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın en mübalâğa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede?
Hem meselâ, insafsız ehl-i ilhâdın mübalâğa zannettikleri, hattâ muhal bir mübalâğa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı
adem: yokluk, hiçlik âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r) âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) amel: davranış, iş âyine: ayna ayn-ı hak: hakkın, doğrunun ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) beliyyât: belâlar, musibetler Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) dünyaperest: dünyaya düşkün ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehâdis-i şerife: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i dalâlet: hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) ehl-i ilhâd: inkârcılar, dinsizler
ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) ev kemâ kâl: veya nasıl söylemiş ise… ezcümle: meselâ, örneğin fazilet: değer, üstün (bk. f-ḍ-l) fehmetmek: anlamak fena: gelip geçicilik, yok oluş (bk. f-n-y) feyz-i İlâhiye: Allah’ın feyzi, lütfu (bk. f-y-ḍ; e-l-h) hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hatîât: hatalarhususî: özelihsan-ı İlâhî: Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı (bk. ḥ-s-n; e-l-h)mahz-ı hakikat: gerçeğin ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) marzî-i İlâhî: Allah’ın rızasına uygun olan iş (bk. e-l-h) meâl-i şerif: şerefli, yüce mânâ
mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menba: kaynak menşe: kaynak mesâil-i imaniye: imanî meseleler (bk. m-s̱-l; e-m-n) mezraa: tarla mübalağa: abartı (bk. b-l-ğ) mücazefe: aldatma münasip: uygun (bk. n-s-b) muhal: imkansız mukayyet: kayıtlı, sınırlı mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) muvakkat: geçici muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) netâic: neticeler, sonuçlar sermedî: daimi, sürekli tabir: ifade (bk. a-b-r) tergib: şevklendirme, isteklendirme terhîb: korkutma tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak üslûp: tarz, biçim zerre: atom, maddenin en küçük parçası ziyade: çok, fazla
surelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ, Fâtiha’nın Kur’ân kadar sevabı vardır;1 Sûre-i İhlâs, sülüs-ü Kur’ân;2 Sûre-i İzâ Zülzileti’l-Ardu, rub’u;3 Sûre-i Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, rub’u;4 Sûre-i Yâsin, on defa Kur’ân kadar olduğuna rivâyet vardır. İşte, insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kur’ân içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.”
Elcevap: Hakikati şudur ki: Kur’ân-ı Hakîmin herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sûre-i İhlâsın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîrde okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber, elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabıyla, bazı surelerle muvazeneye gelebilir.
Meselâ, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farz etsek, herbir sünbülde yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ birisi de on sünbül vermiş, herbirinde iki yüz dane vermiş. O vakit bir tek habbe, asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ, kıyas et.
Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmi, nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviye tasavvur ediyoruz. İşte, herbir harfi, asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlâs, Fâtiha, Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, İzâ Zülzileti’l-Ardu gibi, sair faziletlerine dair rivâyet edilen sûre ve âyetlerle muvazene edilebilir. Meselâ, Kur’ân-ı Hakîmin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs, Besmeleyle beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek, Sûre-i İhlâsın herbir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır. İşte, Sûre-i Yâsinin hurufatı hesap edilse, Kur’ân-ı Hakîmin mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa, şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerifin herbir harfi, takriben beş yüze yakın sevabı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir. İşte, buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.
Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti farz etmek: varsaymak fazilet: değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l) fazl-ı İlahî: Allah’ın lütfu, ihsanı (bk. f-ḍ-l; e-l-h) habbe: dane, tohum hâkezâ: bunun gibi hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hasene: sevap, iyilik (bk. ḥ-s-n) hurufat: harfler iki sülüs: üçte iki kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) Leyle-i Berat: Berat Gecesi Leyle-i Kadir: Kadir Gecesi (bk. ḳ-d-r) makbul: kabul görmüş mecmu-u hurufat: harflerin toplamı (bk. c-m-a) mezraa-i semâviye: semâvi tarla (bk. s-m-v) muhal: imkânsız mukabil: karşılık mukaddes: her türlü çirkinlikten ve eksiklikten arınmış, kutsal (bk. ḳ-d-s) muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) muzaaf: kat kat
mücazefe: abartma, mübalağa nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) netice: sonuç nisbet: kıyas, ölçü (bk. n-s-b) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi rub’: dörtte bir sair: diğer sülüs-ü Kur’ân: Kur’ân’ın üçte biri takriben: yaklaşık olarak tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r) tatbik: uygulama tesadüf etme: rastgelme tezâuf-u sevab: sevabın katlanması
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Dokuzuncu Asıl, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman (Mehdi, Süfyan, Deccal vb.) tanınabilir. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 2.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz İkinci Dal.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
İKİNCİ DAL
Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.
Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m) burhan: kesin delil Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r) efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r) elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar, gizli gerçekler evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l) istiâne: yardım isteme istiâze: Allah’a sığınma ittifak: birleşme, birlik kat’î: kesin kâtib: yazıcı (bk. k-t-b) keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f) lisan: dil mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medâr-ı fahr: övünç vesilesi medet: yardım mes’uliyet: sorumluluk meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d) muavenet: yardım muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mükellef: yükümlü
mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k) münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v) müptelâ: bağımlı, tutulmuş müracaat: başvurma mütenakız: birbirine zıt, çelişen muvaffakiyet: başarı nam: adnev-i insan: insanlık nisbet: bağ (bk. n-s-b) şer: kötülük şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) talep: isteme (bk. ṭ-l-b) tazammun eden: içine alan tehalüf: birbirine zıt olma telâkki: kabul etme terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n) zâbit: subay zikretmek: anmak
İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.
Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:
İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) asliyet: asıl oluş berzah: geçit çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v) cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e) derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e) erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n) erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r) hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m) ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r) iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) itibarıyla: özelliğiyle kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l) keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f) külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s) mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medar: dayanak, eksen
menşe: kaynak mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m) meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l) muhtelif: çeşitli müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d) mütefavit: farklı reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) server: reis, baş şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tafsilât: ayrıntılar taharrî: araştırma tebaiyet: tabi olma, uyma tenevvü: çeşitlenme tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler vâzıh: açık, âşikâr zılliyet: gölge tarzında tecellî
başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.
Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.
Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. HAŞİYE-1
İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.
Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.
İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.
Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.
Birincisi üç tarzdadır:
Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.
Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.
Haşiye-1
Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.
âsâr: eserler cihazat: organlar, duyular cismanî: maddi yapısı olan cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e) ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) enâniyet: benlik, gurur esrar: sırlar fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) farz etmek: varsaymak hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m) hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m) icra etmek: yerine getirmek ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ) in’ikâs: yansıma işârât: işaretler istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) istidlâl: delil getirme, akıl yürütme istimâl: kullanma iştiyak: çok arzu ve istek kamer: ay Katre: damla kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) marifet: bilgi (bk. a-r-f) misal: örnek (bk. m-s̱-l) mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nev’: tür
Reşha: sızıntı sa’y: çalışma safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y) seyyare: gezegen sır: gizem, gizli gerçek sülûk: yol alma suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) taife: grup, topluluk tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) terakkiyât: ilerlemeler teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m) tezkiye: temize çıkarma ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) Zühre: çiçek
Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.
Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.
İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.
Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.
İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:
Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.
İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.
İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde
âsâr: eserler âyine: ayna berzah: geçit bil’asale: bizzat cevv-i hava: hava boşluğu cihet: yön cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) evvelki: önceki Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hicap: perde hususî: özel ifade: faydalandırma ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması kamer: ay Katre: damla kavl: söz küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l) mahdut: sınırlı mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) mezkûr: sözü geçen mukabil: karşı mukayyet: kayıtlı mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nebâtât: bitkiler neş’et etme: doğma, ortaya çıkma nev’: tür, çeşit nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) Reşha: sızıntı safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
şahsiyet: kişilik, yapı şems: güneş seyyarat: gezegenler seyyare: gezegen suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e) tahrik: harekete geçirme tarik: yol tarz: şekil, biçim tavassut: vasıta olma, aracılık etme tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) teveccüh: yönelme timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) umum: bütün velâyet: velîlik (bk. v-l-y) zerre: atom ziya: ışık Zühre: çiçek
gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.
İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.
İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.
Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.
Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.
Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?
İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet
âsâr: eserler âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ) âzâ: organlar Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esbab: sebepler (bk. s-b-b) Eski Said: (bk. bilgiler) farz etmek: varsaymak feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) feylesof: filozof, felsefeci hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ) hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n) ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) kâfi: yeterli kamer: ay Katre: damla kesafet peyda etmek: katılaşmak kurbiyet: yakınlık maddiyât: maddi şeyler mukayyed: kayıtlı müsademe: çarpışma nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) perestiş: taparcasına sevme Reşha: sızıntı safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y) şems: güneş şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d) şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n) şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r) şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r) telâkki: kabul etme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b) tevaggul: dalma, derinliğine girme teveccüh: yönelme tezyin: süsleme (bk. z-y-n) timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l) Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m) ziya: ışık ziya-yı şems: güneşin ışığı ziynetli: süslü (bk. z-y-n) zıll: gölge Zühre: çiçek
ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.
Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.
Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.
aks: yansıma âyine: ayna âyinedarlık: aynalık berzah: geçit beyhude: boşuna cazibe: çekim gücü celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ) dehşet: korku, ürkme ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ) feylesof: filozof, felsefeci firak: ayrılık (bk. f-r-k) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) hususiyet: özellik iftihar: övünme inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış inkisar: kırılma istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) iz’âcât: rahatsız etmeler kalb-i insanî: insan kalbi kamer: ay
Katre: damla Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r) Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kesafet: yoğunluk, katılık kesif: yoğun, katı lâkin: ama, fakat lem’a: parıltı mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muvaffak: başarılı nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s) neş’et etmek: doğmak Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) sa’y: çalışma şems: güneş Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
sülûk etmek: yol almak suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) telezzüz: lezzetlenme terakki: yükselme, ilerleme teveccüh: yönelme vahşet: ürküntü, korku yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n) ye’s: ümitsizlik zât: kendi, öz ziya: ışık Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l) zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)
Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.
Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.
İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.
İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,
akis: yansıma âsâr: işler âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri âyine: ayna âyinedar: ayna olma ayn-ı şems: güneşin kendisi aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n) berzah: geçit cazibe: çekim gücü çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) enâniyet: benlik evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) half: arka hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ) hararet: sıcaklık, ısı haşmet: ihtişam, görkem hicap: örtü, perde hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m) hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iz’an: kesin şekilde inanma Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) kamer: ay kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) madde-i kesife: yoğun, katı madde mahsus: özel, has mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d) mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y) müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluk nâr-ı aşk: aşk ateşi nesc etmek: dokumak nevi: tür, çeşit nur: aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l) safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y) saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şems: güneş şua: ışık, parıltı tafsilât: ayrıntı tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ) tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ) tebahhur: buharlaşma temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l) tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde ülfet: alışkanlık ünsiyet: alışkanlık, âşinalık veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)ziya: ışık
haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.
İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.
Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.
Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.
a’mâl: ameller, işler âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f) derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m) ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) enâniyet: benlik, gurur erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l) fevkinde: üstünde hadd: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m) haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m) hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d) icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l) ihsas: hissettirme iktifa: yetinme iktiza: bir şeyin gereği inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) iptidaî: ilkel İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma kavî: kuvvetli kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r) marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f) mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevzu: uydurma hadis nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) tafsil: ayrıntı tafsilât: ayrıntılar takat: güç, kuvvet tefavüt etmek: farklılık göstermek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) vukuat: olaylar zikretmek: bildirmek, hatırlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin? Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun?”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam On İkinci Lem’a.
Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun – Cumartesi Dersleri 22. 25
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON İKİNCİ LEM’A
Şu Yirmi İkinci Sözün On İkinci Lem’ası öyle bir bahr-i hakaiktir ki, bütün yirmi iki Söz, ancak onun yirmi iki katresi; ve öyle bir menba-ı envardır ki, şu yirmi iki Söz, o güneşten ancak yirmi iki lem’asıdır. Evet, o yirmi iki adet Sözlerin herbirisi, semâ-i Kur’ân’da parlayan birtek necm-i âyetin bir lem’ası ve bahr-i Furkan’dan akan bir âyetin ırmağından tek bir katresi ve bir kenz-i âzam-ı Kitabullahta herbiri bir sandukça-i cevahir olan âyetlerin birtek âyetinin birtek incisidir.
İşte, On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında bir nebze tarif edilen o kelâmullah İsm-i Âzamdan, Arş-ı Âzamdan, Rububiyetin tecellî-i âzamından nüzul edip, ezeli ebede raptedecek, ferşi Arşa bağlayacak bir vüs’at ve ulviyet içinde, bütün kuvvetiyle ve âyâtının bütün kat’iyetiyle, mükerreren Lâ ilâhe illâ Hû der, bütün kâinatı işhad eder ve şehadet ettirir. Evet, Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem.
Evet, o Kur’ân’a selim bir kalb gözüyle baksan göreceksin ki, cihât-ı sittesi öyle parlıyor, öyle şeffaftır ki, hiçbir zulmet, hiçbir dalâlet, hiçbir şüphe ve rayb, hiçbir hile içine girmeye ve daire-i ismetine duhule fürce bulamaz. Çünkü üstünde sikke-i i’câz, altında burhan ve delil, arkasında nokta-i istinadı mahz-ı vahy-i Rabbânî, önünde saadet-i dâreyn, sağında aklı istintak edip tasdikini temin, solunda vicdanı istişhad ederek teslimini tesbit, içi bilbedâhe sâfi hidayet-i Rahmâniye, üstü bilmüşahede halis envâr-ı imaniye, meyveleri biaynilyakîn kemâlât-ı insaniye ile müzeyyen asfiya ve muhakkıkîn-i evliya ve sıddıkîn olan o
arş: göğün en yüksek katı (bk. a-r-ş) Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-z-m) asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y) âyât: âyetler bahr-i Furkan: hak ile bâtılı ayıran Kur’ân’ın denizi (bk. f-r-ḳ) bahr-i hakaik: hakikatler, gerçekler denizi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) biaynilyakîn: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bilbedâhe: açık bir şekilde bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) burhan: güçlü delil, kanıt cihât-ı sitte: altı yön daire-i ismet: masumluk dairesi dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) duhul: girme ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d) envâr-ı imaniye: iman nurları (bk. n-v-r; e-m-n) ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l) ferş: yer fürce: girilecek yer, delik halis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hidayet-i Rahmâniye: Allah’ın hidayeti (bk. h-d-y; r-ḥ-m) işhad: şahid gösterme (bk. ş-h-d) İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-z-m) istintak: konuşturma istişhad: şahid olmasını isteme (bk. ş-h-d) kat’iyet: kesinlik katre: damla kelâmullah: Allah’ın kelâmı, Kur’an (bk. k-l-m) kemâlât-ı insaniye: insanî mükemmellikler (bk. k-m-l) kenz-i âzam-ı Kitabullah: bir hazine olan Allah’ın kitabı (bk. a-z-m; k-t-b) Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem: bütün âlem hep beraber “Allah’tan başka ilâh yoktur” der (bk. e-l-h) lem’a: parıltı mahz-ı vahy-ı Rabbânî: Allah’ın vahyinin bizzat kendisi (bk. v-ḥ-y; r-b-b) menba-ı envar: nurlar kaynağı (bk. n-v-r) muhakkıkîn-i evliya: evliyadan gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-l-y) mükerreren: defalarca müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)
nebze: az miktar necm-i âyet: âyet yıldızı nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) nüzul: inme (bk. n-z-l) rapt: bağlama rayb: şüphe reşha: sızıntı Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu sâfi: saf, temiz (bk. ṣ-f-y) sandukça-i cevahir: cevherler sandığı şeffaf: saydam, parlak selim: sağlam, temiz (bk. s-l-m) semâ-i Kur’ân: Kur’an’ın semâsı, yüceliği (bk. s-m-v) sikke-i i’câz: mu’cizelik mührü (bk. a-c-z) sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) tasdik: doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ) tecellî-i âzam: en büyük tecellî, görünüm (bk. c-l-y; a-ẓ-m) ulviyet: yücelik vüs’at: genişlik zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
lisan-ı gaybın sinesine kulağını yapıştırıp dinlesen; derinden derine, gayet mûnis ve mukni, nihayet ciddî ve ulvî ve burhanla mücehhez bir sadâ-yı semâvî işiteceksin ki, öyle bir kat’iyetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve tekrar eder ki, hakkalyakîn derecesinde söylediğini, aynelyakîn gibi bir ilm-i yakîni sana ifade ve ifaza ediyor.
Elhasıl: Herbirisi birer güneş olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ile Furkan-ı Ahkem ki;
Biri: Âlem-i Şehadetin lisanı olarak bin mu’cizat içinde bütün enbiya ve asfiyanın taht-ı tasdiklerinde İslâmiyet ve risalet parmaklarıyla işaret ederek bütün kuvvetiyle gösterdiği bir hakikati,
Diğeri: Âlem-i Gaybın lisanı hükmünde, kırk vücuh-u i’câz içinde, kâinatın bütün âyât-ı tekvîniyesinin taht-ı tasdiklerinde, hakkaniyet ve hidayet parmaklarıyla işaret edip bütün ciddiyetle gösterdiği aynı hakikati, acaba o hakikat, güneşten daha bâhir, gündüzden daha zâhir olmaz mı?
Ey dalâlet-âlûd mütemerrid insancık! HAŞİYE-1 Ateşböceğinden daha sönük kafa fenerinle nasıl şu güneşlere karşı gelebilirsin, onlardan istiğnâ edebilirsin, üflemekle onları söndürmeye çalışırsın? Tuuuh, tuf senin o münkir aklına! Nasıl o iki lisan-ı gayb ve şehadet, bütün âlemlerin Rabbi ve şu kâinatın Sahibi namına ve Onun hesabına söyledikleri sözleri ve dâvâları inkâr edebilirsin? Ey biçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelâlini tekzibe yelteniyorsun?
Haşiye-1
Bu hitap, Kur’ân’ı kaldırmaya çalışanadır.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i gayb: görünmeyen alem (bk. a-l-m; ğ-y-b) âlem-i şehadet: görünen alem (bk. a-l-m; ş-h-d) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âyât-ı tekvîniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar (bk. k-v-n) aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bâhir: açık, âşikar biçare: çaresiz, zavallı burhan: güçlü, mantıkî delil dalâlet-âlûd: sapıklık ve inkârla bulaşık (bk. ḍ-l-l) elhasıl: özetle, sonuç olarak enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) Furkan-ı Ahkem: doğruyu yanlıştan en hikmetli ve sağlam şekilde ayıran Kur’ân-ı Kerim (bk. f-r-ḳ; ḥ-k-m) hakikat: gerçek, en hikmetli ve sağlam şekilde ayıran (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakir: hor ve değersiz hakkalyakin: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hidayet: doğru ve hak yolu gösterme (bk. h-d-y) ifaza: feyizlendirme (bk. f-y-ḍ) ilm-i yakîn: ilmî delillere dayanan kesin bilgi (bk. a-l-m; y-ḳ-n) istiğna etme: yüz çevirip bakmama, eldekini yeter bulma, tokgönüllülük (bk. ğ-n-y) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kat’iyet: kesinlik Lâ ilâhe illâ Hû: Ondan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h) lisan-ı gayb: görünmeyen âlemin dili (bk. ğ-y-b) lisan-ı gayb ve şehadet: görünen ve görünmeyen âlemlerin dili (bk. ğ-y-b; ş-h-d) mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mücehhez: cihazlanmış, donanmış mukni: iknâ edici
mûnis: canayakın, dost münkir: inkârcı (bk. n-k-r) mütemerrid: inatçı Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) sadâ-yı semâvî: semâvî ses (bk. s-m-v) Sahib-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi ve herşeyin sahibi Allah (bk. ẕü; c-l-l) taht-ı tasdikinde: doğrulaması, onayı altında (bk. ṣ-d-ḳ) tekzib: yalanlama ulvî: yüce, yüksek vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zâhir: açık, gözle görünür (bk. ẓ-h-r)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime ON İKİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun. – Cumartesi Dersleri 22. 24.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta: “Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz İkinci Makam On Birinci Lem’a.
Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun. – Cumartesi Dersleri 22. 24.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı
GÜNEŞLER KUVVETİNDE ON BİRİNCİ LEM’A
On Dokuzuncu Sözde tarif edilen ve kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı ve o Kur’ân-ı Kebirdeki ism-i âzamı ve o şecere-i kâinatın çekirdeği ve en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi ve âlem-i İslâmiyetin bedr-i münevveri ve rububiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı saltanatı ve tılsım-ı kâinatın keşşâf-ı zîhikmeti
âlem-i İslâmiyet: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) âsâr-ı meşhude-i âlem: âlemdeki görünen eserler (bk. ş-h-d; a-l-m) âyât-ı kemâl: mükemmelliğin delilleri (bk. k-m-l) âyet-i kübrâ: en büyük delil (bk. k-b-r) bedr-i münevver: parlak dolunay (bk. n-v-r) bihakkılyakîn: yaşamış gibi birşeyi kesin olarak bilme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) bilbedâhe: açık bir şekilde bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) bilyakîn: kesinlikle (bk. y-ḳ-n) bizzarure: zorunlu olarak delâlet: işaret etme, delil olma dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısı (bk. s-l-ṭ) envâ-ı kemâlât: mükemmelliklerin türleri, çeşitleri (bk. k-m-l) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Fâil-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Fâil, Allah (bk. f-a-l; ẕü; c-l-l) fütursuz: usanmadan işârât-ı cemâl: sonsuz güzelliğin işaretleri (bk. c-m-l) ism-i âzam: en büyük isim (bk. s-m-v; a-z-m) istidad-ı zâtiye: zâtındaki istidat, kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i ef’âl: fiillerdeki mükemmellik (bk. k-m-l; f-a-l) kemâl-i esmâ: isimlerin mükemmelliği (bk. k-m-l; s-m-v) kemâl-i sıfat: sıfatların mükemmelliği (bk. k-m-l; v-ṣ-f) kemâl-i şuûn: zâtî niteliklerin mükemmelliği; yaratıcılık ve rızık vericilik gibi Cenâb-ı Hakkın Zâtında bulunan kutsal özelliklerin mükemmelliği (bk. k-m-l; ş-e-n) kemâl-i Zât: Zâtın kemâli, mükemmelliği (bk. k-m-l) keşşâf-ı zîhikmet: hikmet sahibi keşfedici (bk. k-ş-f; ẕî; ḥ-k-m) kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r) Kur’ân-ı Kebir: büyük Kur’an (bk. k-b-r) mahiyet-i zâtiye: zâtının niteliği, özelliği mazhar: ayna olma (bk. ẓ-h-r) mevcudat-ı muntazama-i kâinat: kâinattaki düzenli varlıklar (bk. v-c-d; n-ẓ-m; k-v-n) Mevsûf-u Zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve mükemmel sıfatlarla vasıflanan Allah (bk. v-ṣ-f; ẕü; k-m-l)misillü: gibi (bk. m-s̱-l) Müessir-i Zi’l-iktidar: güç ve iktidar sahibi Yaratıcı (bk. ẕî; ḳ-d-r)
münevver: nurlu (bk. n-v-r) Müsemmâ-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve en güzel isimlerle isimlendirilen Allah (bk. s-m-v; ẕü; c-m-l) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; e-l-h) rumûz-u celâl: sonsuz haşmet ve görkemin işaretleri (bk. c-l-l) saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m) şecere-i kâinat: kâinat ağacı (bk. k-v-n) şehâdet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şuûn ve kabiliyet-i zâtiye: zâti nitelikler; istidatlar ve kabiliyetler (bk. ş-e-n) şuûn-u zâtiye: zâtî nitelikler, özellikler (bk. ş-e-n) tılsım-ı kâinat: kâinatın tılsımı, gizemi (bk. k-v-n) Zât-ı Zülkemâl: sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; k-m-l) zîşuûn: şuûn sahibi zıll-i zâif: zayıf gölge
olan Seyyidimiz Muhammedü’l-Emin aleyhissalâtü vesselâm, bütün enbiyayı sâyesi altına alan risalet cenâhı ve bütün âlem-i İslâmı himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla, hakikatin tabakatında uçan ve bütün enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkıkîni arkasına alıp, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp gösterdiği iman-ı billâh ve ispat ettiği vahdâniyet-i İlâhiyeye, hiç vehim ve şüphenin haddi var mı ki kapatabilsin ve perde olabilsin?
Madem On Dokuzuncu Sözde ve On Dokuzuncu Mektupta o burhan-ı kàtıın âbülhayat-ı marifetinden On Dört Reşha ve On Dokuz İşârât ile o zât-ı mu’ciznümânın envâ-ı mu’cizâtıyla beraber icmâlen bir derece tarif ve beyan etmişiz. Şurada, şu işaretle iktifa edip, o vahdâniyetin burhan-ı kàtıını tezkiye eden ve sıdkına şehadet eden esâsâta işaret suretinde bir salâvat-ı şerife ile hatm ederiz:
âbülhayat-ı marifet: hayat suyu gibi, kan gibi insana lâzım olan Allah’ı tanıtıcı bilgi (bk. ḥ-y-y; a-r-f) âlem-i İslâm: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) arş-ı ehadiyet: Allah’ın birliğinin en azami mertebede göründüğü makam (bk. a-r-ş; v-ḥ-d) asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi halis kullar (bk. ṣ-f-y) beyan: açıklama (bk. b-y-n) burhan-ı katı’: sağlam, keskin delil cenâh: taraf, kanat enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâ-ı mu’cizât: mu’cizelerin çeşitleri (bk. a-c-z)
esâsât: esaslar, temeller evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatmetme: bitirme, son verme himaye: koruma icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l) iktifa: yetinme iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n) işârât: işaretler muhakkıkîn: gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammedü’l-Emin: “güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan (bk. ḥ-m-d; e-m-n) mürselîn: peygamberler (bk. r-s-l) reşha: sızıntı risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) salâvat-ı şerife: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası (bk. ṣ-l-v)
sâye: koruma şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) seyyid: efendi sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabakat: tabakalar, dereceler tezkiye: iyi hal üzere şahitlik etme vahdâniyet: Allah’ın birliği ve tekliği (bk. v-ḥ-d) vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın bir ve tek olması (bk. v-ḥ-d; e-l-h) vehim: kuruntu zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zât (bk. a-c-z)
Allahım! Vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine delâlet ve celâline ve cemâline ve kemâline şehadet eden o zâta rahmet et ki, o, bütün kâinatın ve bütün enbiya ve evliyanın tasdikiyle musaddak şahid-i sadık ve bütün ehl-i tahkikin tahkikatıyla müeyyed burhan-ı nâtık, bütün enbiya ve mürselînin icmâ ve tasdik ve mu’cizelerinin sırrına mazhar olan efendisi, bütün evliya ve sıddıkînin ittifak ve tahkikat ve kerametlerini hâvi olan imamı, hakkaniyeti hadsiz tahkikatla teyid ve tasdik edilen mu’cizât-ı bâhire ve havârık-ı zâhire ve delâil-i kàtıa sahibi, zâtında güzel hasletlerin en nihayet merâtibini, vazifesinde ahlâk-ı ulviyeyi, hilâftan münezzeh olan şeriat-i mükemmelesinde en yüksek seciyeleri câmi’, Kur’ân’ı indirenin, indirilen Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın ittifakıyla vahy-i Rabbânînin mazharı, âlem-i gayb ve âlem-i melekûtu seyr ü seyahat ve temâşâ eden, ervâhı müşahede ve melâikeye refakat eden, şahsen ve nev’en ve cinsen kâinatın bütün kemâlâtının fihristesi, şecere-i hilkatin en münevver meyvesi, hakkın sirâcı, hakikatin burhanı, rahmetin timsali, muhabbetin misali, kâinat tılsımının keşşâfı, saltanat-ı Rububiyetin dellâlı, şahsiyet-i mâneviyesinin remz-i ulviyetiyle, Fâtır-ı Âlemin bu kâinatı onu nazara alarak halk ettiği anlaşılan, düsturlarının vüs’ati ve kuvvetinin işaretiyle Kâinat Nâzımının nizâmı olduğu ve Hâlık-ı Kâinat tarafından vaz edildiği zahir olan şeriatin sahibidir-evet, bu nizâm-ı ahsen ve ecmeli câmi’ olan bu dinin nâzımı, ancak bu nizâm-ı etem ve ekmel olan bu kâinatın Nâzımı olabilir. Yer ve gökler var oldukça salâvâtın en efdali ve selâmetin en etemmi, biz Âdemoğulları topluluğunun efendisi ve biz mü’minler topluluğunun imana hidayet edicisi olan Abdullah ibnü Abdilmuttalib oğlu Muhammed’in üzerine olsun. Bu doğru söyleyen ve doğrulanan vahdâniyet şahidi, bütün şahitlerin başları üzerinde bir nidâ edici ve beşer taifelerine bir muallim olarak, bütün kuvvetiyle ve gayet-i ciddiyetiyle ve nihayet-i vusukuyla ve kuvvet-i itmi’nânı ve kemâl-i imânıyla, asırların ve kıt’aların gerisinden ulvî bir nidâ ile seslenip, “Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh bulunmadığına şehadet ederim. O birdir ve Onun hiçbir şeriki yoktur” diye ilân ediyor.
âbülhayat-ı marifet: hayat suyu gibi, kan gibi insana lâzım olan Allah’ı tanıtıcı bilgi (bk. ḥ-y-y; a-r-f) âlem-i İslâm: İslam dünyası (bk. a-l-m; s-l-m) Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) arş-ı ehadiyet: Allah’ın birliğinin en azami mertebede göründüğü makam (bk. a-r-ş; v-ḥ-d) asfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi halis kullar (bk. ṣ-f-y) beyan: açıklama (bk. b-y-n) burhan-ı katı’: sağlam, keskin delil cenâh: taraf, kanat enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâ-ı mu’cizât: mu’cizelerin çeşitleri (bk. a-c-z)
esâsât: esaslar, temeller evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hatmetme: bitirme, son verme himaye: koruma icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l) iktifa: yetinme iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n) işârât: işaretler muhakkıkîn: gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammedü’l-Emin: “güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan (bk. ḥ-m-d; e-m-n) mürselîn: peygamberler (bk. r-s-l) reşha: sızıntı risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) salâvat-ı şerife: Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duası (bk. ṣ-l-v)
sâye: koruma şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) seyyid: efendi sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabakat: tabakalar, dereceler tezkiye: iyi hal üzere şahitlik etme vahdâniyet: Allah’ın birliği ve tekliği (bk. v-ḥ-d) vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın bir ve tek olması (bk. v-ḥ-d; e-l-h) vehim: kuruntu zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zât (bk. a-c-z)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Mukaddime ON BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla ve hayatlarıyla Vâcibü’l- Vücudun vücub-u vücuduna ve ehadiyetine şehadet ettikleri gibi; zevâlleriyle, ölümleriyle o Vâcibü’l- Vücudun ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. – Cumartesi Dersleri 22. 23.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Bu sayfada Kayahan’ın “Beni Azad Et” diğer adıyla “Kiracıyız Bu Dünyada” isimli şarkısı, ölüm hakikatı ve inancı ile müzik, sanat ve ulvi duygular ile ilgili ders etkinliği yer almaktadır.
DERS ETKİNLİĞİ Kayahan’ın Beni Azad Et diğer adıyla Kiracıyız Bu Dünyada isimli şarkısı, ölüm hakikatı ve inancı, müzik, sanat ve ulvi duygular
DERS ETKİNLİĞİ
Kayahan’ın ölüm hakkındaki görüşleri ve inancı ile ilgili videoyu izleyin.
Allah’ın dediği olur demiştim, bundan 15 sene önce bana 6 ay ömrün kaldı denildiğinde şu anda nefes alıyorum hamdolsun.
Demek ki yaşayacak günüm varmış.
Tabii ki doktorları asla küçümsemiyorum.
Onlar da ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Ama gerçekten ilk görünende 6 aylık bir ömür biçilmişti.
Bu da yalnız bana mahsus bir şey değildir.
Kimisi çıkar bu hastalığı yendim der.
Bence günah işliyorlar.
Hiç kimse bir şey yenmez.
Allah yardım ederse olur.
Kayahan ahiret inancını şu cümlelerle ortaya koydu:
Ölüm ceza değildir, bana göre zaten mezuniyettir.
Yani Cenab-ı Allah’ın katına çıkacaksınız, orada hesap vereceksiniz.
Buradaki dünyanın yalan olduğunu eğer bir düşünürseniz zaten huzur kendiliğinden gelir.
Ve santçının tavsiyesi:
Cenab-ı Allah’ın gönderdiği Kur’an-ı Kerim kitabını okusanız o kitapta size ticareti nasıl yapacağınız bile anlatılıyor.
En kolayını da söyleyeyim.
Helal ve haram.
Buyurun bunu bilen bir dünyada hiçbir problem çıkmaz.
Helali haramı bilen, Cenab-ı Allah’ın verdiği canı Allah’tan başka kimse alamazı bilen, bunları öğretelim insanlara.
Elbetteki özlenilen toplumun yaratıcıları olacaklar.
Ve Kayahan’ın bir sanatçı olarak dini görüşü:
Cenab-ı Allah’tan başka yaratan yoktur.
Yaratan tektir.
Biz dünyada var olanları bir araya getiririz, biz O’nun kullarıyız.
2. Kayahan’ın görüşleri hakkında sizler ne düşünüyorsunuz? Görüşlerinizi arkadaşlarınızla paylaşınız.
3. Aşağıda yer alan Kayahan’ın “Beni Azad Et” diğer adıyla “Kiracıyız Bu Dünyada” isimli şarkısının sözlerini okuyunuz ve üzerinde düşününüz.
Eser Adı: Beni Azad Et
Albüm Adı: Beni Azad Et
Söz & Müzik: Kayahan
Bu ne zulüm nedir bu zahmet
Bu gidişin sonu kıyamet
Kiracıyız bu dünyada yalan karışmış sevdaya
İyisi mi beni azad et
Kiracıyız bu dünyada ölüm var bana sonunda
Ağlamaya sen devam et
Aslan katlanır amma yürek sığmaz zindana
Kır kilidi beni azad et
Aslan katlanır amma yürek sığmaz zindana
Kır kilidi beni azad et
Vay bana vay bana vay bana vay bana
Komşu gelmiş ölüm yazıktır cana
Yandı yandı bağrım yandı
Muradımı seller aldı
Seçemedim tuzakları göremedim uzakları
Kırmadığım dostum mu kaldı
Seçemedim tuzakları göremedim uzakları
Vermediğim bir canım kaldı (Nakarat)
Aslan katlanır amma yürek sığmaz zindana
Kır kilidi beni azad et
Aslan katlanır amma yürek sığmaz zindana
Kır kilidi beni azad et
Vay bana vay bana vay bana vay bana
Komşu gelmiş ölüm yazıktır cana
Bu dünyanın zevkine vardım
Yaşadım dersimi aldım
Kiracıyız bu dünyada yalan karışmış sevdaya
İyisi mi beni azad et
Kiracıyız bu dünyada ölüm var bana sonunda
Ağlamaya sen devam et
Aslan katlanır amma yürek sığmaz zindana
Kır kilidi beni azad et
Aslan katlanır amma yürek sığmaz zindana
Kır kilidi beni azad et
Vay bana vay bana vay bana vay bana
Komşu gelmiş ölüm yazıktır cana
4. Kayahan’ın “Kiracıyız Bu Dünyada” isimli şarkısını dinleyiniz.
5. Aşağıdaki metni okuyunuz. Anlamını bilmediğiniz kelimeler için metnin altında verilen sözlüğe bakınız ve anlamaya çalışınız. Metin üzerinde düşününüz ve düşüncelerinizi arkadaşlarınızla paylaşınız.
“… medeniyetin edebiyat ve belâğati de, Kur’ân’ın edep ve belâğatine karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzünle ümitsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümitkârâne bir hüzünle gınâsı (şarkısı), hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü edeb ve belâğat, tesir-i üslûp itibarıyla ya hüzün verir, ya neş’e verir.
Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbaptan gelir, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâlet-âlûd, tabiatperest, gaflet-pîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün firaku’l-ahbaptan gelir; yani ahbap var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-edâ, nurefşan Kur’ân’ın verdiği hüzündür.
Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi nefsi hevesâtına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli, masumâne bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rüyet-i cemâlullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neş’edir.”
âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z) ahbab-ı uhrevî: âhiretteki dostlar (bk. ḥ-b-b; e-ḫ-r) ayyaş: alkolik, sarhoş belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insan dalâlet-âlûd: inkâr ve sapıklıkla karışık (bk. ḍ-l-l) düstur: prensip fakdü’l-ahbap: dostsuzluk ve ahbapsızlık (bk. ḥ-b-b) felsefe-i Avrupa: Avrupa felsefesi (bk. bilgiler – Avrupa) firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ) firaku’l-ahbap: dostlardan ve ahbaplardan ayrılık (bk. f-r-ḳ; ḥ-b-b) gaflet-pîşe: gaflet içinde (bk. ğ-f-l) gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayat-ı ebediye: sonsuz âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-b-d) hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların toplumsal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hevesât: gelip geçici arzu ve istekler hevesperverâne: nefsin istek ve arzularına düşkün bir şekilde
hidayet-edâ: hidayet verici (bk. h-d-y) hikmet-i beşeriye: insanların bilgisi (bk. ḥ-k-m) hikmet-i felsefiye: felsefî görüş, bilgi (bk. ḥ-k-m) hikmet-i Kur’ân: Kur’ânın yüksek ilmi (bk. ḥ-k-m) hissiyât-ı ulviye-i insaniye: insanın yüksek duyguları i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z) i’câz-ı mâneviye: mânevî mu’cizelik (bk. a-c-z; a-n-y) iftirak: ayrılık kasâid-i vataniye: vatan kasideleri, marşlar kat’iyetle: kesinlikle Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) maâliyât: yüksek ve derin fikirler makarr-ı ebedî: sonsuz kalınacak yer (bk. e-b-d) masumâne: masumca, günahsızca medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti mesâil-i Kur’âniye: Kur’ân’ın meseleleri (bk. m-s̱-l) mezkûr: sözü geçen mizan: ölçü (bk. v-z-n)
mu’cize: insanların yapmada aciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere verilen olağanüstü hal ve hareket (bk. a-c-z) müştakane: şevkle, çok isteyerek muvakkat: geçici muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) muzlim: karanlıklı (bk. ẓ-l-m) nisbet: kıyas (bk. n-s-b) nurefşan: nur saçan (bk. n-v-r) rüyet-i cemâlullah: Allah’ın cemâlini görme (bk. c-m-l) saadet-i beşeriye: insanlığın mutluluğu saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sair: diğer süflî: alçak, aşağılık şe’n: özellik (bk. ş-e-n) tabiatperest: tabiata tapan (bk. ṭ-b-a) tahrip etmek: bozmak tesir-i üslûp: üslûbun etkisi teşvik etmek: şevklendirmek, isteklendirmek teşvikkârane: teşvik ederek ulvî: yüce, büyük ümitkârâne: ümitli vatan-ı aslî: gerçek vatan olan cennet velvele-i gınâ: şarkı bağırtısı
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “İşte, bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan, şu nuranî fermana bak.” konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi İkinci Söz Birinci Makam On İkinci Burhan.
İşte, bak Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan, şu nuranî fermana bak. – Cumartersi Dersleri 22. 12.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirmi İkinci Söz
Birinci Makam
ON İKİNCİ BURHAN
Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün on bir burhan kuvvetinde bir burhan daha göstereceğim. İşte, bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan, şu nuranî fermana HAŞİYE-1 bak. O bin nişanlı zat, onun yanına durmuş, o fermanın meâlini umuma beyan ediyor.
İşte, şu fermanın üslûpları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celb ediyor. Ve öyle ciddî, ehemmiyetli meseleleri zikr ediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acaibi izhar eden zâtın şuûnâtını, ef’âlini, evâmirini, evsâfını birer birer beyan ediyor.
O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi, bak, herbir satırında, herbir cümlesinde taklit edilmez bir turra olduğu misillü, ifade ettiği mânâlar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi o zâta mahsus birer mânevî hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor. Elhasıl, o ferman-ı âzam, güneş gibi o zât-ı âzamı gösterir; kör olmayan görür.
İşte, ey arkadaş! Aklın başına gelmişse, bu kadar kâfi… Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.
O inatçı adam cevaben dedi ki: “Ben senin bu burhanlarına karşı yalnız derim: Elhamdülillâh, inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki, şu memleketin tek bir mâlik-i zülkemâli, şu âlemin tek bir sahib-i zülcelâli, şu sarayın tek bir sâni-i zülcemâli bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin burhanların herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kâfi idi. Fakat herbir burhan geldikçe, daha revnaktar, daha şirin, daha hoş, daha nuranî, daha güzel marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”
Tevhidin hakikat-i uzmâsına ve Âmentü billâh imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahmân, feyz-i Kur’ân, nur-u iman sayesinde, tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki On İki Burhana mukabil, On İki Lem’a ile bir Mukaddimeyi göstereceğiz.
وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ وَالْهِدَايَةُ 1
Haşiye-1
Nuranî ferman Kur’ân’a ve üstündeki turra ise i’câzına işarettir.
Dipnot-1
Tevfik ve hidayet ancak Allah’tandır.
acaib: şaşırtıcı ve garip şeyler Âmentü billâh: “Allah’a iman ettim” (bk. e-m-n) beyan etme: açıklama (bk. b-y-n) birader: kardeş burhan: güçlü delil celb etme: çekme divanelik: delilik, akılsızlık ef’âl: fiiller (bk. f-a-l) Elhamdülillah: Allah’a hamd olsun (bk. ḥ-m-d) elhasıl: özetle, sonuç olarak evâmir: emirler evsâf: vasıflar, nitelikler, özellikler (bk. v-s-f) fazl-ı Rahmân: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah’ın yardımı (bk. f-ḍ-l; r-ḥ-m) ferman: buyruk fermân-ı âzam: çok büyük ferman, buyruk (bk. a-ẓ-m) feyz-i Kur’ân: Kur’ân’ın feyzi ve bereketi (bk. f-y-ḍ) had: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i uzmâ: büyük hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatem: mühür, damga heyet-i umumiye: genel yapı
hikâye-i temsiliye: analojik, kıyaslamalı benzetmeye dayanan hikâye (bk. m-s̱-l) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z) izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r) kabil: mümkün kâfi: yeterli kemâl-i dikkat: tam bir dikkat (bk. k-m-l) lem’a: parıltı mahsus: özgü mâlik-i zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve herşeyin gerçek sahibi (bk. m-l-k; ẕü; k-m-l) marifet: Allah’ı bilme, tanıma (bk. a-r-f) meâl: açıklama, anlam misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) mukabil: karşılık mukaddime: giriş, başlangıç (bk. ḳ-d-m) nazar-ı istihsan: güzel ve beğenen bakış (bk. n-ẓ-r; ḥ-s-n)
nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r) nur-u iman: imanın nuru, ışığı (bk. n-v-r; e-m-n) revnaktâr: göz alıcı güzellikte sahib-i zülcelâl: sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi (bk. ẕü; c-l-l) sâni-i zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi san’atla yapan (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l) şuûnât: haller, işler (bk. ş-e-n) tekzip: yalanlama tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) tevhid-i hakikî: araştırarak, delilleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etme (bk. v-ḥ-d; ḥ-ḳ-ḳ) turra: pidaşahın mühür ve imzası turra-i âzam: çok büyük mühür (bk. a-ẓ-m) umum: herkes üslûp: ifade tarzı vücut: varlık (bk. v-c-d) zât-ı âzam: çok büyük zât (bk. a-ẓ-m) zikretmek: bildirmek, hatırlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi İkinci Söz, Birinci Makam, ON İKİNCİ BURHAN, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “İki mühim suale karşı iki mühim cevap – Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır. – Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz İkinci Makamın devamı.
İki mühim suale karşı iki mühim cevap – Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır. – Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. – Cumartesi Dersleri 20. 12.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
…
İki mühim suale karşı iki mühim cevap
Birincisi:
Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”
Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.
Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.
ahvâl: haller, durumlar âyât: âyetler bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi belki: aslında, gerçekte beşer: insan daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m) delâlet: delil olma, işaret etme enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ) hafî: gizli hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n) hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) halel: zarar, eksiklik haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları ihtar: hatırlatma ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r) iktidâ etmek: uymak iktifâ etmek: yetinmek ima: işaret işarî: işaret yoluyla ittibâ etmek: uymak kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f) maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y) medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti miftah: anahtar muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ) müteaddit: bir çok, çeşitli müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak netice: sonuç nevi: çeşit nücum: yıldızlar nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) remiz: işaret sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y) san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a) semâvât: yücelikler (bk. s-m-v) şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tarz-ı ifade: ifade tarzı tasrih: açık şekilde bildirme tayyare-i beşer: uçak terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler üslub: ifade tarzı vazife-i asliyesi: esas vazifesi vezâif: görevler ziya: ışık
âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”
Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”
Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.
Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:
“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.
Dipnot-1
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.
acip: hayret verici, şaşırtıcı arz: dünya âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri bahr-i muhit-i havâî: hava denizi beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cirm: büyüklük cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a) dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk ehem: en önemli ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde fâni: gelip geçici (bk. f-n-y) gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d) kamer: ay kesb etmek: kazanmak levâzımât: gerekli olan şeyler makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer misbah: lâmba müesses olmak: kurulmak mükellef: yükümlü nazenin: ince, duyarlı nazik: ince, zarif nisbet: oran (bk. n-s-b) nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r) şahap: meteor, göktaşı seyyârât: gezegenler suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahtelbahir: denizaltı talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tayyare: uçak tedarik etmek: elde etmek ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l) zemin: yer, dünya ziynet: süs (bk. z-y-n)
“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”
İkinci suale cevap:
Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.
Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.
Haşiye-1
Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…
bedâhet: açıklık beşer: insan cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler dâr-ı imtihan: imtihan yeri dünyevî: dünyaya ait Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler) Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler) ekalliyet: azınlık elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ) fevt: kaybolma hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hüccet: delil iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f) kıymettar: değerli Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h) medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti menâfi-i umumiye: genel yararlar menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d) mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muannit: inatçı, dikkafalı muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m) mülhem: ilham olunmuş müsabaka: yarış müsavi: eşit nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l) nisbet: oran (bk. n-s-b) remiz: işaret sa’y: çalışma saadet-i beşer: insanın mutluluğu sair: diğer
sarahat: açıklık sarahaten: açıkça sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ) tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l) teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h) teşkil: oluşturma uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b) vâfi: yeterli vâzıhan: açıkça zâyi olmak: kaybolmak zikretmek: bildirmek
Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…
Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.
Dipnot-2
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-3
“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
Dipnot-4
Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.
elhasıl: özetle, sonuç olarak eşya: şeyler, varlıklar gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b) hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) istikbal: gelecek kelâm: söz (bk. k-l-m) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi?” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz İkinci Makam.
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? – Cumartesi Dersleri 20. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.
Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.
İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
Dipnot-1
“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.
Dipnot-2
Bu ifade 1957 senesine aittir.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) düstur: prensip, kural ezcümle: özetle, böylece fen: bilim dalı feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hayat-ı maddiye: maddî hayat ibhâmen: üstü kapalı olarak icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma iktizâ-yı makam: makamın gereği istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d) itimaden: güvenerek izah: açıklama kavl: söz Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d) mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek muhtelif: çeşitli münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) münasip: uygun (bk. n-s-b) nev-i beşer: insanlık nüve: çekirdek remzen: işareten sarahaten: açıkça şimendifer: tren sır: gizem, gizli gerçek suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tayyare: uçak tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r) terakkiyat: ilerlemeler tevfik: yardım umum: bütün vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)
âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.
Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.
Mukaddime
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye
Dipnot-1
“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.
Dipnot-2
“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.
Haşiye-1
Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.
(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.
Dipnot-3
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.
pişdar: öncü remz: işaret şimendifer: tren terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y) zikretmek: bildirmek, belirtmek
suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.
İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…
Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.
Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden
âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.
Dipnot-1
“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
ahval: durumlar Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âyine: aynabeşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y) dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z) dest-i teşvik: teşvik eli ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evvel: önce fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a) gayât: gayeler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hazret-i İdris: (bk. bilgiler) Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler) hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye hudut: sınır ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ) işmam: koklatma, hissettirme ittibâ: uymak ittifak etmek: birleşmek ittihaz etmek: edinmek kat’ etmek: aşmak kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d) mahzen: depo mazi: geçmiş menba: kaynak mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müstakbel: gelecek müteaddit: çeşitli mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nazire: benzer (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nihayet: son pîr: önder sefine: gemi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n) tayeran: uçma tazammun etmek: içine almak teshir-i hava: havaya hükmetme vâsi: geniş vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d) zaman-ı mazi: geçmiş zaman zaman-ı müstakbel: gelecek zaman zikretmek: anmak, b
İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden
ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”
İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:
Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.
Dipnot-1
“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-2
“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) abd: kul (bk. a-b-d) ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n celb etmek: çekmek ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evvelki: önceki feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ) gâyât-ı hudud: en son sınırlar halihazır: halen var olan Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler) Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s) icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d) istinat: dayanma (bk. s-n-d) ittibâ: uyma kat etmek: aşmak, kesmek kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lisan: dil lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz musibetzede: felâkete uğramış muvakkat: geçici müzmin: iyice yerleşmiş, kronik nihâyât: sonlar nihayet: son rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) remzen: işareten san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde tayyare: uçak terakkiyat: ilerlemeler tergib etmek: rağbet uyandırmak tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b) zemin tahtı: yer altı
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”
İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler fasletmek: ayırmak fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f) hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h) nuhâs: bakır nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y) resul: peygamber (bk. r-s-l) sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a) sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması terakkiyat: ilerlemeler tergib: rağbet uyandırma
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.