Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA – İKİNCİ SURET.

Evet, Kur'ân'ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. - Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Beşinci Söz

Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi

Birinci Şule

BİRİNCİ ŞUA

İKİNCİ SURET: 

ÜÇÜNCÜ NOKTA:

Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.

Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal

 الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ 

gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:

Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren


acip: hayret verici
âciz: güçsüz (bk. a-c-z)
adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r)
aksâm: kısımlar, bölümler
aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r)
aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m)
arz: dünya
âyât: ayetler
azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)
bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a)
bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a)
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ)
cünud: askerler
emirber nefer: emre hazır asker
ezcümle: meselâ
faraza: varsayalım ki
farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme
garâbet: şaşırtıcılık
Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen
kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma
küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r)
lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)
mânâ: anlam (bk. a-n-y)
mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler
mehmûse: gizli okunan harfler
mezkûr: sözü geçen
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler
mukni: ikna edici
mutî: itaat eden, emre uyan
mübareze: karşı koyma
mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan
nısf-ı ekall: yarıdan az
nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r)
nısfı: yarısı
rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali
recmetmek: taşlamak
sair: diğer
sakîl: ağır ve kalın okunan harfler
sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l)
şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması
tansif etmek: ikiye bölmek
tarâvet: tazelik
tazammun etmek: içine almak
tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y)
ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik
üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a)
üslûp: ifade tarzı
zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)

bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.

İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.

Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.

Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”

İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin


âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
ahvâl: haller
ahvâl-i uhreviye: âhiretteki haller (bk. e-ḫ-r)
âsâr-ı Rabbâniye: Rabbâni eserler (bk. r-b-b)
âyât: âyetler
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
define: hazine
ef’âl-i İlâhiye: İlâhî fiiller (bk. f-a-l; e-l-h)
ehil: yetkili, bilen
erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ)
esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait üsluplar, anlatım tarzları
esrar: sırlar
evliya: veliler (bk. v-l-y)
fikr-i beşer: insan düşüncesi (bk. f-k-r)
hâb-ı rahat: rahat uykusu
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hane: ev
haşr: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
huruf: harfler
icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d)
iktifa etmek: yetinmek
ilm-i esrar-ı huruf: harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim (bk. a-l-m)
istihraç etmek: çıkarmak
izah: açıklama
kabil: mümkün
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
lem’a-i i’câziye: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d)
meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı (bk. a-y-ş)
muhakkik: hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhtelif: çeşitli
mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler
semâvât: gökler (bk. s-m-v)
sevk-i kelâm etmek: söz ileri sürmek (bk. k-l-m)
Sûre-i Amme: Amme Sûresi
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre (bk. e-l-h)
tansif etmek: ikiye bölmek
tesadüf: rastlantı
ulema: âlimler (bk. a-l-m)
umum: bütün; genel, herkes
ünsiyet: dostluk, canayakınlık
üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a)
üslûp: ifade tarzı
yevm-i fasl: iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün
zemin: yeryüzü

başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.

İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.

Meselâ,

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَۤاءُ     1

ilâ âhir. Öyle bir üslûb-u âlide, benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.

Meselâ,

اِذاَ السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ     وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ     وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ     وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَتَخَلَّتْ     وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ     2

Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âli bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:

“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine


Dipnot-1

“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.

Dipnot-2

“Gök yarıldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. Yer düm düz edildiğinde, içinde ne varsa atıp boşaldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde—ki ona lâyık olan da budur.” İnşikak Sûresi, 84:1-5.


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
ahz-ı asker: asker alımı
âli: yüce, yüksek
benî beşer: insanoğlu
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
derece-i inkıyad: boyun eğme derecesi
deveran: dönüş
ehl-i dikkat: dikkat sahibi insanlar
hademe: hizmetçi
hadika: bahçe
haşir ve neşr-i dünyeviye: dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları (bk. ḥ-ş-r)
icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah’ın icrâatları, fiilleri (bk. r-b-b)
ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
istimal etmek: kullanmak
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
kumandan-ı âzam: çok büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)
lisan: dil
manevra: eğitim ve deneme
memat: ölüm (bk. m-v-t)
muamele: işlem
mücahede: savaş (bk. c-h-d)
mühlet: zaman, vakit
müteveccih: yönelmiş
nutka gelmek: konuşmak
sair: diğer
şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları (bk. ş-e-n; e-l-h)
tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve tasarrufları (bk. ṣ-r-f; r-b-b)
tebdil etmek: değiştirmek
tecelliyât-ı İlâhiye: İlâhi tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; e-l-h)
teshir etmek: boyun eğdirmek
teşkil etmek: oluşturmak
teşrif etmek: şeref vermek, şereflendirmek
ulvî: yüce, yüksek
üslûb-u âli: yüksek ifade tarzı
üslûp: ifade tarzı
zemin: yeryüzü

hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”

Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”

İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.

Hem meselâ,

يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ     1

İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden bir katreye işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.

Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.

Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.

İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.

İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç


Dipnot-1

“Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.


arz: yer, dünya
âyine: ayna
bahr-i belâğat: belâğat denizi (bk. b-l-ğ)
bertaraf etmek: bir tarafa atmak
daire-i teklif: sorumluluk ve imtihan yeri
emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)
esfelü’s-sâfilîn: aşağıların en aşağısı
ferman: emir, buyruk
hadise-i umumiye: geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harb-i umumî: dünya savaşı
haşmet: büyüklük, görkem
hiddet: öfke, gazap
istihdam etmek: çalıştırmak, kullanmak
istilâ etmek: ele geçirmek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
katre: damla
kavm-i Nuh: Nuh kavmi
mahv: yok olma
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
memur-u İlâhî: Allah’ın memuru (bk. e-l-h)
muti’: itaat eden
münkad: boyun eğen
netâic: sonuçlar
Padişah-ı Bîmisal: eşsiz ve benzeriz Padişah Allah (bk. m-s̱-l)
semâ: gök (bk. s-m-v)
semâvat: gökler (bk. s-m-v)
tecrübe: deneme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tufan: büyük su baskını
ulviyet: yücelik
üslûb: ifade tarzı
Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b)
zecr: sakındırma
zemin: yer

cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.

Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ,

     وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 

deki

 كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 

kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:

Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.

Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi,

 وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 

deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.

وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 

Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş


Dipnot-1

“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” Yâsin Sûresi, 36:39.

Dipnot-2

“Kurumuş hurma dalının ince yaya benzer şekli gibi.” Yâsin Sûresi, 36:39.

Dipnot-3

“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.

Dipnot-4

“Güneşi de bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
âlem: dünya (bk. a-l-m)
azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
cemâlli: güzel (bk. c-m-l)
deveran: dönüş
eşya: şeyler, varlıklar
güya: sanki
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
hikmet: İlâhî gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m)
hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay
hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)
i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde, mucizeli (bk. a-c-z)
îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatan, özlü sözlü (bk. v-c-z)
icmalli: özet şekilde (bk. c-m-l)
ifham: anlatma, bildirme
ihtar: hatırlatma
ihzar etmek: hazırlamak
ilâm etmek: duyurmak (bk. a-l-m)
kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r)
kamer: ay
katre: damla
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş)
mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)
menzil: yer, durak (bk. n-z-l)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
mühim: önemli
münasip: uygun (bk. n-s-b)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r)
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)
sahrânişîn: çölde yaşayan
sair: diğer
Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
semâ: gök (bk. s-m-v)
Süreyya: Ülker yıldızı
tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; e-l-h)
tecrî: “döner, akıp gider”
teşbih: benzetme
ulvî: yüce, büyük
üslûb-u âliye: yüksek ifade tarzı
üslûb-u ifade: ifade tarzı
üslûp: ifade tarzı
zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)

müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”

Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.

Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.

Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî

 فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 

kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”

Dipnot-1

“Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.


azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r)
azamet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b)
bedevî: çölde yaşayan
belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ)
beşer: insan
câmid: cansız
celb etmek: çekmek
cereyan-ı tecrî: “döner, akar gider” ifadesi
cihet: yön
ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)
hâdisât: hadiseler, olaylar
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
haşmet: görkem
hilkat-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; r-b-b)
ifham: anlatma, bildirme
ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)
ihsas etmek: hissettirmek
ihtar: hatırlatma
ilâm etmek: duyurmak
insicam: uyumluluk, düzgünlük
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
kamer: ay
kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)
kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m)
kerem: cömertlik (bk. k-r-m)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
levazımat: gerekli şeyler
mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d)
mahiyet: özellik, nitelik
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mat’ûmat: yiyecekler
meftun olmak: tutulmak
mekik: dokuma âleti
melûf: alışılmış
mumdar: ışık veren
musahhar: emre uyan
mühim: önemli
münferid: tek başına (bk. f-r-d)
müşrik: Allah’a ortak koşan
müzeyyenat: süslü şeyler (bk. z-y-n)
Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, ezelî nakşedici olan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l)
nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)
nizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer
san’at-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b)
Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
sirac: lamba, kandil
sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lamba
şems: güneş
tabir: ifâde (bk. a-b-r)
tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar (bk. ṣ-r-f; n-ẓ-m)
secde: yere kapanma
tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)
ulvî: yüce, büyük
üslûb-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı
vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek olup ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d)
vüs’at: genişlik
zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA – İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.501

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-besinci-soz/501


CUMARTESİ DERSLERİ

"Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, ..." - Cumartesi Dersleri 25. 1. 5. 
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5. 

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

“Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.” için 7 yanıt

  1. Geri bildirim: CUMARTESİ DERSLERİ

Bir yanıt yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.