Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Söz İkinci Makamından bir bölüm.
Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden âyetin tefsiri.
Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. – Cumartesi Dersleri 20. 6.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
…
Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:
ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.
İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,
Dipnot-1
“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahvâl: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m) beşer: insan celb etmek: çekmek celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olma ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ) evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşmet: görkem, heybet Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihtar: uyarma, ikaz ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) inâyet: yardım (bk. a-n-y) izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kıtr: erimiş bakır lisan-ı ismet: günahsızlık dili lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile mürur-u zaman: zamanın geçmesi müşerref olmak: şereflenmek muttali olmak: haberdar olmak nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nuhas: bakır raiyet: halk risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi suret: şekil (bk. ṣ-v-r) taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs) telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak umum: bütün, genel vaki: olmuş Yemen: (bk. bilgiler)
rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
Dipnot-1
“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.
abd: kul (bk. a-b-d) adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahval: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ervâh-ı habise: kötü ruhlar ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hudut: sınır iktiza: gerektirme işmam: hissettirme istidad: kabiliyet (bk. a-d-d) istihdam: çalıştırma ıttıla: haberi olma lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) men: yasaklama mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k) muttali olmak: haberdar olmak nazik: zarif, ince nev’en: tür olarak nihayet: son padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah remzen: işareten rû-yi zemin: yeryüzü şer: kötülük teshir: boyun eğdirme umur-u nâfia: faydalı işler vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d) vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar zemin: yeryüzü
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Cumartesi Derslerinde bu hafta “Demiri de onun için yumuşattık. … Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” (Sebe’ Sûresi, 34:10-12) konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı’ndan Hz. Davud A.S. ile Hz. Süleyman A.S. ile ilgili demirin yumuşatılması ve bakırın eritilmesi mucizeleri ele anlatmaktadır.
Demiri de onun için yumuşattık. … Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık. Sebe’ Sûresi, 34:10-12. – Cumartesi Dersleri 20. 5.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
…
Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1
وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 2
Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 3
âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.
Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-2
“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.
Dipnot-3
“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler fasletmek: ayırmak fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f) hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h) nuhâs: bakır nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y) resul: peygamber (bk. r-s-l) sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a) sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması terakkiyat: ilerlemeler tergib: rağbet uyandırma
evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”
İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahvâl: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m) beşer: insan celb etmek: çekmek celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olma ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ) evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşmet: görkem, heybet Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihtar: uyarma, ikaz ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) inâyet: yardım (bk. a-n-y) izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kıtr: erimiş bakır lisan-ı ismet: günahsızlık dili lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile mürur-u zaman: zamanın geçmesi müşerref olmak: şereflenmek muttali olmak: haberdar olmak nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nuhas: bakır raiyet: halk risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi suret: şekil (bk. ṣ-v-r) taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs) telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak umum: bütün, genel vaki: olmuş Yemen: (bk. bilgiler)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi?” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz İkinci Makam.
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? – Cumartesi Dersleri 20. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.
Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.
İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
Dipnot-1
“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.
Dipnot-2
Bu ifade 1957 senesine aittir.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) düstur: prensip, kural ezcümle: özetle, böylece fen: bilim dalı feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hayat-ı maddiye: maddî hayat ibhâmen: üstü kapalı olarak icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma iktizâ-yı makam: makamın gereği istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d) itimaden: güvenerek izah: açıklama kavl: söz Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d) mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek muhtelif: çeşitli münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) münasip: uygun (bk. n-s-b) nev-i beşer: insanlık nüve: çekirdek remzen: işareten sarahaten: açıkça şimendifer: tren sır: gizem, gizli gerçek suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tayyare: uçak tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r) terakkiyat: ilerlemeler tevfik: yardım umum: bütün vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)
âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.
Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.
Mukaddime
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye
Dipnot-1
“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.
Dipnot-2
“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.
Haşiye-1
Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.
(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.
Dipnot-3
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.
pişdar: öncü remz: işaret şimendifer: tren terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y) zikretmek: bildirmek, belirtmek
suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.
İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…
Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.
Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden
âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.
Dipnot-1
“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
ahval: durumlar Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âyine: aynabeşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y) dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z) dest-i teşvik: teşvik eli ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evvel: önce fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a) gayât: gayeler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hazret-i İdris: (bk. bilgiler) Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler) hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye hudut: sınır ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ) işmam: koklatma, hissettirme ittibâ: uymak ittifak etmek: birleşmek ittihaz etmek: edinmek kat’ etmek: aşmak kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d) mahzen: depo mazi: geçmiş menba: kaynak mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müstakbel: gelecek müteaddit: çeşitli mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nazire: benzer (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nihayet: son pîr: önder sefine: gemi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n) tayeran: uçma tazammun etmek: içine almak teshir-i hava: havaya hükmetme vâsi: geniş vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d) zaman-ı mazi: geçmiş zaman zaman-ı müstakbel: gelecek zaman zikretmek: anmak, b
İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden
ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”
İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:
Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.
Dipnot-1
“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-2
“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) abd: kul (bk. a-b-d) ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n celb etmek: çekmek ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evvelki: önceki feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ) gâyât-ı hudud: en son sınırlar halihazır: halen var olan Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler) Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s) icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d) istinat: dayanma (bk. s-n-d) ittibâ: uyma kat etmek: aşmak, kesmek kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lisan: dil lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz musibetzede: felâkete uğramış muvakkat: geçici müzmin: iyice yerleşmiş, kronik nihâyât: sonlar nihayet: son rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) remzen: işareten san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde tayyare: uçak terakkiyat: ilerlemeler tergib etmek: rağbet uyandırmak tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b) zemin tahtı: yer altı
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”
İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler fasletmek: ayırmak fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f) hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h) nuhâs: bakır nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y) resul: peygamber (bk. r-s-l) sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a) sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması terakkiyat: ilerlemeler tergib: rağbet uyandırma
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. …” (Bakara Sûresi, 2:74) konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz Birinci Makam Üçüncü Nükte.
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. …” Bakara Sûresi, 2:74. – Cumartesi Dersleri 20. 3.
Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese malûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini en mühim ve büyük meseleler suretinde bahis ve beyanda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?”
Şu vesveseye karşı, feyz-i Kur’ân’dan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’ân’ın îcâz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş.
Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur’ân’ın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki, Kur’ân’ın muhatapları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatleri ve derin ve umumî düsturları, melûf ve cüz’î suretlerle gösterilsin. Ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatlerin yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında harikulâde olan tasarrufât-ı İlâhiye icmâlen gösterilsin. İşte, bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Hakîm şu âyetle diyor:
Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Sizlere ne olmuş ki, kalbleriniz taştan daha câmid ve daha ziyade katılaşmıştır. Zira, görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek câmid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teşkil eden o koca taşlar, o kadar
Dipnot-1
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağrından nehirler çağlar. Öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.” Bakara Sûresi, 2:74.
âdet: alışkanlık âdi: değersiz, basit avâm: sıradan halk tabakası benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) binâen: –dayanarak, dolayı câmid: cansız, sert, katı cüz’î: küçük, ferdî, kişisel (bk. c-z-e) ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) feyz-i Kur’ân: Kur’ân’ın verdiği ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) fıtrî: doğal, yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlât-ı tabiiye: doğal haller (bk. ṭ-b-a) harikulâde: olağanüstü hidayet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hak ve doğru yola erdirmesi (bk. h-d-y)
hüsn-ü ifham: anlatımdaki güzellik (bk. ḥ-s-n) i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) îcâz: vecizlik, az sözle çok mânâlar anlatma (bk. v-c-z) îcâz-ı mu’ciz: mu’cizeli vecizlik; mu’cizeli bir şekilde az sözle çok mânâlar ifade etme (bk. a-c-z) icmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l) ihtisar edilmek: kısaltılmak, özetlenmek iktiza: gerektirme ilham edilme: kalbe gelme küllî: büyük, genel (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lütf-u irşad: iyilik ve bağışla doğru yola erdirme (bk. l-ṭ-f; r-ş-d)
malûm: bilinen (bk. a-l-m) melûf: alışılmış muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) müvesvis: vesvese veren, şüphe ve kuruntu veren nükte: ince ve derin mânâ tabaka-i azîme: büyük tabaka (bk. a-ẓ-m) tahtında: altında tasarrufât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın tasarrufları, icraatları (bk. ṣ-r-f; e-l-h) teşkil: oluşturma umumî: genel vesvese: şüphe, kuruntu ziyade: çok, fazla
evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar ve icraat-ı Rabbâniye altında o kadar yumuşak ve emirberdir ki, havada ağaçların teşkilinde tasarrufât-ı İlâhiye ne derece suhuletle cereyan ediyor. Öyle de, tahtezzemin ve o sert, sağır taşlarda o derece suhulet ve intizamla, hattâ damarlara karşı kanın cevelânı gibi muntazam su cetvelleri HAŞİYE-1 ve su damarları, kemâl-i hikmetle, o taşlarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebâtat ve ağaçların dallarının suhuletle suret-i intişarı gibi, o derece suhuletle köklerin nazik damarları yeraltındaki taşlarda, mümânaat görmeyerek, evâmir-i İlâhî ile muntazaman intişar ettiğini Kur’ân işaret ediyor. Ve geniş bir hakikati şu âyetle ders veriyor ve o dersle o kasavetli kalblere bu mânâyı veriyor ve remzen diyor:
Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Zaaf ve acziniz içinde nasıl bir kalb taşıyorsunuz ki, öyle bir Zâtın evâmirine karşı o kalb, kasavetle mukavemet ediyor? Halbuki, o koca, sert taşların tabaka-i muazzaması, o Zâtın evâmiri önünde kemâl-i inkıyadla, karanlıkta, nazik vazifelerini mükemmel ifa ediyorlar, itaatsizlik göstermiyorlar. Belki o taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medâr-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelâlin dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumuşaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karşı secdededir. Zira toprak üstünde müşahede ettiğimiz şu masnuât-ı muntazama ve şu hikmetli ve inâyetli
Haşiye-1
Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel taşı olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelâl tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur’ân’a yakışır. İşte, birinci vazifesi: Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile taş dahi toprağa dâyelik edip yetiştiriyor. İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmetidir. Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeşmelerin ve ırmakların, uyûn ve enhârın muntazam bir mizanla zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet, taşlar, bütün kuvvetiyle ve ağızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde delâil-i vahdâniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) azamet-i kudret: güç ve iktidarın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) cereyan etmek: meydana gelmek cevelân: akma, dolaşma dâyelik: analık delâil-i vahdâniyet: Cenab-ı Allah’ın birliğinin delilleri (bk. v-ḥ-d) dest-i kudret: kudret eli (bk. ḳ-d-r) deveran-ı dem: kanın dolaşması emirber: emre hazır enhâr: nehirler evâmir: emirler evâmir-i İlâhi: Cenab-ı Allah’ın emirleri (bk. e-l-h) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın icraatı (bk. r-b-b) ifa etmek: yerine getirmek inâyet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen (bk. a-n-y) intişar etmek: yayılmak intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kasavet: katılık, kalb katılığı kemâl-i hikmet: mükemmel bir hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m) kemâl-i inkıyad: tam ve mükemmel bir boyun eğme (bk. k-m-l) kudret-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h) kudret-i Rabbâniye: her şeyi terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti (bk. ḳ-d-r; r-b-b) masnuât-ı muntazama: düzenli bir şekilde yaratılan san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a; n-ẓ-m)
medâr-ı hayat: hayat dayanağı (bk. ḥ-y-y) mizan: ölçü (bk. v-z-n) mukavemet: karşı gelme, direnç mümânaat: engel olma muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) musahhar: boyun eğmiş mutî: itaatkâr nazik: zarif, ince nebâtât: bitkiler remzen: işareten sair: diğer seyyar: gezici, hareketli suhulet: kolaylık suret-i intişar: yayılma şekli (bk. ṣ-v-r) tabaka-i muazzama: en büyük tabaka (bk. a-ẓ-m) tahtezzemin: yeraltı taksimat: bölüştürmek, paylaştırmak tasarrufât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın tasarrufları (bk. ṣ-r-f; e-l-h) tavzif edilmek: görevlendirilmek teşkil: oluşma, meydana gelme tevziat: dağıtım uyûn: pınarlar, su kaynakları vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen vazife (bk. f-ṭ-r) zemin: yer zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
tasarrufât-ı İlâhiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acip ve intizamca daha garip bir surette, hikmet ve inâyet-i İlâhiye tecelli ediyor. Bakınız: En sert ve hissiz o koca taşlar, nasıl balmumu gibi evâmir-i tekvîniyeye karşı yumuşaklık gösteriyorlar! Ve memur-u İlâhî olan o lâtif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âşık gibi, o lâtif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor.
ile şöyle bir hakikat-i muazzamanın ucunu gösteriyor ki: Taleb-i rüyet hadisesinde meşhur dağın tecelli ile parçalanması ve taşlarının dağılması gibi, umum rû-yi zeminde, aslı sudan incimad etmiş, adeta yekpare taşlardan ibaret olan ekser dağların zelzele veya bazı hâdisât-ı arziye suretinde tecelliyât-ı celâliye ile, o dağların yüksek zirvelerinden o haşyet verici tecelliyât-ı celâliyenin zuhuruyla taşlar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp, toprağa kalb olup, nebâtâta menşe olur. Diğer bir kısmı taş kalarak yuvarlanıp derelere, ovalara dağılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok işlerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menâfi için kudret ve hikmet-i İlâhiyeye secde-i itaat ederek, desâtir-i hikmet-i Sübhâniyeye emirber şeklini alıyorlar.
Elbette, o haşyetten o yüksek mevkii terk edip mütevaziâne aşağı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebep olmak beyhude olmayıp başıboş değil ve tesadüfî dahi olmadığı; belki bir Hakîm-i Kadîrin tasarrufât-ı hakîmânesiyle, o intizamsızlık içinde zahirî nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmâne bulunduğuna delil ise, o taşlara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dağın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaâtıyla
Dipnot-1
“Taşlardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.” Bakara Sûresi, 2:74.
acip: hayret verici, şaşırtıcı beyhude: boşuna, gayesiz cereyan etmek: meydana gelmek desâtir-i hikmet-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın hikmet düsturları, prensipleri (bk. ḥ-k-m; s-b-ḥ) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) emirber: emre hazır evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n) hâdisât-ı arziye: yer olayları (bk. ḥ-d-s̱) hakikat-i muazzama: çok büyük hakikat, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m) Hakîm-i Kadîr: her şeyi hikmetle yapan sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ḳ-d-r) haşyet: korku, dehşet hikem: hikmetler (bk. ḥ-k-m) hikmeten: hikmet gereği (bk. ḥ-k-m) ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmek (bk. ḫ-y-r) inâyet-i İlâhiye: Allah’ın inâyeti; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y; e-l-h)
incimad: donma intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde işleyen düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m) kalb olmak: dönüşmek kasavet: sert, katı kudret ve hikmet-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın kudret ve hikmeti (bk. ḳ-d-r; ḥ-k-m; e-l-h) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mahfî: gizli memur-u İlâhî: Cenab-ı Allah’ın memuru (bk. e-l-h) menâfi: menfaatler, yararlar menşe: kaynak mesken: ev, mekan (bk. s-k-n) mevki: yer, konum misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukavemet: karşı koyma, direnç murassaât: süsler müteallik: yönelik mütevaziâne: alçakgönüllülükle nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nazik: ince, zarif nebâtât: bitkiler rû-yi zemin: yeryüzü secde-i itaat: itaat secdesi sekene-i zemin: yeryüzünde yaşayanlar (bk. s-k-n)
taleb-i rüyet: Allah’ın cemâlini görme isteği (bk. ṭ-l-b) tasarrufât-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde yapılan tasarruflar, icraatlar (bk. ṣ-r-f; ḥ-k-m) tasarrufât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın tasarrufları (bk. ṣ-r-f; e-l-h) tecelli: görünme, yansıma (bk. c-l-y) tecelliyât-ı celâliye: Allah’ın sınırsız haşmet ve yüceliğini gösteren yansımalar (bk. c-l-y; c-l-l) tesadüfî: tesadüfen, rastgele umum: bütün yekpare: tek parça zahir: açık, görünen (bk. ẓ-h-r) zelzele: deprem, sarsıntızemin: yerzuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
münakkaş ve müzeyyen olan gömleklerin kemâl-i intizamı ve hüsn-ü san’atı, kat’î, şüphesiz şehadet eder.
İşte, şu üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar olduğunu gördünüz. Şimdi bakınız Kur’ân’ın letâfet-i beyanına ve i’câz-ı belâğatine: Nasıl şu zikrolunan büyük ve geniş ve ehemmiyetli hakikatlerin uçlarını, üç fıkra içinde üç vakıa-i meşhure ve meşhude ile gösteriyor. Ve medar-ı ibret üç hadise-i uhrâyı hatırlatmakla lâtif bir irşad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.
Şu fıkra ile, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın asâsına karşı kemâl-i şevkle inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtan taşa işaret etmekle, şöyle bir mânâyı ifham ediyor ve mânen diyor:
Ey Benî İsrail! Birtek mu’cize-i Mûsâya (a.s.) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizât-ı Mûseviyeye (a.s.) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor?
Şu fıkra ile, Tûr-i Sinâ’daki münâcât-ı Mûseviyede (a.s.) vuku bulan tecelliye-i celâliye heybetinden koca dağ parçalanıp dağılması ve o haşyetten taşların etrafa yuvarlanması olan vakıa-i meşhureyi ihtarla şöyle bir mânâyı ders veriyor ki:
Ey kavm-i Mûsâ! Nasıl Allah’tan korkmuyorsunuz? Halbuki, taşlardan ibaret olan dağlar, Onun haşyetinden ezilip dağılıyor. Ve sizden ahz-ı misak için üstünüzde Cebel-i Tûr’u tuttuğunu, hem taleb-i rüyet hadisesinde dağın parçalanmasını bilip ve gördüğünüz halde, ne cesaretle Onun haşyetinden titremeyip kalbinizi katılık ve kasavette bulunduruyorsunuz?
Dipnot-1
“Taşlardan öyleleri var ki, yarılır da aralarından sular akar.” Bakara Sûresi, 2:74.
Dipnot-2
“Taşlardan öyleleri var ki, Allah korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.” Bakara Sûresi, 2:74.
ahz-ı misak: söz alma Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston, değnek Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler Cebel-i Tûr: Tûr Dağı (bk. Tûr-i Sînâ) cümud: katılık, sertlik fıkra: kısım, bölüm hadise-i uhrâ: âhirete ait hadise (bk. e-ḫ-r) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşyet: korku, dehşet hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü san’at: sanatın güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a) Hz. Mûsâ: (bk. bilgiler) i’câz-ı belâğat: güzel söz söylemedeki mu’cizelik (bk. a-c-z; b-l-ğ)
ifham etmek: anlatmak ihtar: hatırlatma inşikak etmek: yarılmak irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) kasavet: katılık, kalp katılığı kat’î: kesin kavm-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kavmi kemâl-i intizam: düzenliliğin mükemmelliği (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kemâl-i şevk: tam bir istek ve arzu (bk. k-m-l) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) letâfet-i beyan: ifadenin güzelliği, hoşluğu (bk. b-y-n) medar-ı ibret: ibret vesilesi mu’cizât-ı Mûseviye: Hz. Mûsâ’nın mu’cizeleri (bk. a-c-z) mu’cize-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın mu’cizesi (bk. a-c-z; şahıs) mukavemetsûz: karşı konulmaz münâcât-ı Mûseviye: Hz. Mûsâ’nın dua ve yakarışı (bk. n-c-v)
münakkaş: nakışlanmış (bk. n-ḳ-ş) müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n) nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r) sürur: sevinç, mutluluk taleb-i rüyet: Allah’ın cemâlini görme isteği (bk. ṭ-l-b) tecelliye-i celâliye: Allah’ın varlıklar üzerinde haşmetinin görünmesi (bk. c-l-y; c-l-l) temerrüd etmek: inat etmek, karşı gelmek Tûr-i Sinâ: Sinâ Dağı; Cenab-ı Hakkın Hz. Mûsâ’ya göründüğü ve Tevrat’ı indirdiği dağ vakıa-i meşhure ve meşhude: meşhur ve bilinen olay (bk. ş-h-d) vuku bulmak: meydana gelmek zecretmek: sakındırmak
Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekvîniyeye karşı ne kadar hârikanümâ ve mu’cizevâri bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki:
Şöyle azîm ırmakların, elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı, galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi varidat olamaz. Demek ki, şu enhârın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek harika bir surette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.
İşte, bu sırra işareten, bu mânâyı ifade için, hadiste rivâyet ediliyor ki, “O üç nehrin herbirine Cennetten birer katre her vakit damlıyor; ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivâyette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları Cennettendir.”2 Şu rivâyetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeânına kabil değildir. Elbette menbaları bir âlem-i gaybdadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarifle varidatın muvazenesi devam eder.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm şu mânâyı ihtarla şöyle bir ders veriyor ki, der:
Ey Benî İsrail ve ey benî Âdem! Kalb katılığı ve kasavetinizle öyle bir Zât-ı Zülcelâlin evâmirine karşı itaatsizlik ediyorsunuz ve öyle bir Şems-i Sermedînin ziya-yı marifetine gafletle gözlerinizi yumuyorsunuz ki, Mısır’ınızı cennet suretine çeviren Nil-i mübarek gibi koca nehirleri âdi, câmid taşların ağızlarından akıtıp mu’cizât-ı kudretini, şevâhid-i vahdâniyetini o koca nehirlerin kuvvet ve
Dipnot-1
“Taşlardan öyleleri var ki, bağrından nehirler çağlar.” Bakara Sûresi: 2:74.
âdi: basit, sıradan âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b) azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler câmid: cansız, sert, katı cereyan: akım Dicle: (bk. bilgiler) enhâr: nehirler esbab-ı maddiye: maddî sebepler (bk. s-b-b) evâmir: emirler evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler (bk. k-v-n) faraza: varsayalım ki Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve benzersiz şeyleri üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) fıkra: kısım, bölüm Fırat: (bk. bilgiler) gaflet: umursamazlık, duyarsızlık (bk. ğ-f-l) galiben: çoğunlukla
hakikat: gerçek, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harikanümâ: harikalı hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b) hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) ifham: anlatma ihtar: hatırlatma kabil: mümkün kasavet: katılık, sertlik katre: damla kesretli: çok (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mahrutî: koni şeklinde masarif: masraflar, giderler mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) menba: kaynak mu’cizât-ı kudret: Allah’ın kudret mu’cizeleri (bk. a-c-z; ḳ-d-r) mu’cizevâri: mu’cize gibi (bk. a-c-z) musahhar: boyun eğmiş müteyakkız: uyanık ve dikkatli
muvazene: denge (bk. v-z-n) nebean etme: yerden çıkma, kaynama Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) nüfuz etme: içe geçme, işleme rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi Şems-i Sermed: Ebedî Güneş; bu tabir, her şeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır şevâhid-i vahdâniyet: Allah’ın birliğinin şahitleri (bk. ş-h-d; v-ḥ-d) tabiî: doğal (bk. ṭ-b-a) tesadüfî: tesadüfen, rastgele varidat: gelirler Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) ziya-yı marifet: Allah’ı tanıma ve bilme ışığı (bk. a-r-f)
zuhur ve ifazaları derecesinde kâinatın kalbine ve zeminin dimağına vererek cin ve insin kulûb ve ukûlüne isâle ediyor. Hem hissiz, câmid bazı taşları böyle acip bir tarzda HAŞİYE-1 mu’cizât-ı kudretine mazhar etmesi, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi o Fâtır-ı Zülcelâli gösterdiği halde, nasıl Onun o nur-u marifetine karşı kör olup görmüyorsunuz?
İşte, şu üç hakikate nasıl bir belâğat giydirilmiş, gör. Ve belâğat-i irşadiyeye dikkat et. Acaba hangi kasavet ve katılık vardır ki, böyle hararetli şu belâğat-i irşada karşı dayanabilsin, ezilmesin?
İşte, baştan buraya kadar anladınsa, Kur’ân-ı Hakîmin irşadî bir lem’a-i i’câzını gör, Allah’a şükret.
HAŞİYE: Nil-i mübarek Cebel-i Kamer‘den çıktığı gibi, Dicle‘nin en mühim bir şubesi Van vilâyetinden, Müküs nahiyesinden bir kayanın mağarasından çıkıyor. Fırat‘ın da mühim bir şubesi, Diyadin taraflarında bir dağın eteğinden çıkıyor. Dağların aslı, hilkaten bir madde-i mâyiadan incimad etmiş taşlar olduğu fennen sabittir. Tesbihat-ı Nebeviyeden olan
(“Arzı, donmuş bir çeşit suyun üzerinde yayan Zatı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim.” (Mecmuatü’l Ahzab, 1:304; 2:554)) kat’î delâlet ediyor ki, asl-ı hilkat-i arz şöyledir ki: Su gibi bir madde, emr-i İlâhî ile incimad eder, taş olur. Taş, izn-i İlâhî ile toprak olur. Tesbihteki “arz” lâfzı, toprak demektir. Demek su çok yumuşaktır, üstünde durulmaz. Taş çok serttir, ondan istifade edilmez. Onun için, Hakîm-i Rahîm, toprağı taş üstünde serer, zevilhayata makarr eder.
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-2
Allahım! Kur’ân’ın esrarını, sevdiğin ve râzı olduğun şekilde bize tefhim et ve onun hizmetine bizi muvaffak et. Âmin, rahmetinle ey Erhamürrâhimîn. Allahım! Kur’ân-ı Hakîmin kendisine indirildiği zâta ve bütün âl ve ashâbına salât ve selâm olsun.
acip: hayret verici, şaşırtıcı asl-ı hilkat-i arz: toprağın yaratılışının esası (bk. ḫ-l-ḳ) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) belâğat-i irşadiye: doğru yolu gösteren belâğat (bk. b-l-ğ; r-ş-d) câmid: cansız, sert, katı Cebel-i Kamer: (bk. bilgiler) delâlet: işaret etme, delil olma Dicle: (bk. bilgiler) dimağ: akıl, şuur Diyadin: (bk. bilgiler) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve benzersiz şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
fennen: ilmen Fırat: (bk. bilgiler) Hakîm-i Rahîm: her şeyi hikmetle yapan, sonsuz rahmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m) hararetli: sıcak haşiye: dipnot, açıklayıcı not hilkaten: yaratılış gereği (bk. ḫ-l-ḳ) ifaza: bol bol akma, taşma (bk. f-y-ḍ) incimad etmek: donmak irşadî: doğru yolu göstermekle ilgili (bk. r-ş-d) isâle etmek: akıtmak izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h) kasavet: sertlik, katılık kulûb: kalpler Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâfız: söz lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
madde-i mâyia: sıvı madde makarr: merkez mazhar: yansıma yeri, ayna (bk. ẓ-h-r) Müküs: (bk. bilgiler) Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) nur-u marifet: Allah’ı bilme ve tanıma nuru (bk. n-v-r; a-r-f) tesbihat-ı Nebeviye: Peygamberimizin, Allah’ı tesbih etme, şanına layık ifadelerle anma biçimi (bk. s-b-ḥ; n-b-e) ukul: akıllar Van: (bk. bilgiler) zemin: yeryüzü zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) ziya: ışık zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam, Üçüncü Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Cumartesi Derslerinde bu hafta “Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” (Bakara Sûresi, 2:67) konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz Birinci Makam İkinci Nükte.
Allah size bir inek kesmenizi emrediyor. Bakara Sûresi, 267. – Cumartesi Dersleri 20. 2.
BİRGÜN şu âyetleri okurken, İblis’in ilkaatına karşı Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz, ‘Kur’ân mu’cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.’ Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz’iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hadise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz; kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’ân umum ehl-i akla ders veriyor. Çok
Dipnot-1
“Meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde, İblis hariç hepsi secde etti.” Bakara Sûresi, 2:34.
Dipnot-2
“Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” Bakara Sûresi, 2:67.
Dipnot-3
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Âdem: (bk. bilgiler) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) ehl-i akıl: akıl sahipleri el-Bakara: inek, dişi sığır emr-i gaybî: gizli emir (bk. ğ-y-b) feyz: ilham, bereket, ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve önemsiz hadiseler (bk. c-z-e) hidayet: doğru ve hak yol (bk. h-d-y)
İblis: Şeytan ilham edilme: kalbe gelme ilkaat: zihin çevirme, akıl çelme iz’an: kesin şekilde inanma kavî: kuvvetli, sağlam Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) musırrâne: ısrarlı bir şekilde nihayetsiz: sonsuz
nükte: ince ve derin mânâ sûre-i azîme: büyük sûre (bk. a-ẓ-m) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tarihvâri: tarih gibi tavsifat: vasıflandırma, özelliklerini anlatma (bk. v-ṣ-f) tesmiye etmek: isimlendirmek (bk. s-m-v) umum: genel vakıa-i cüz’iye: küçük ve ferdî bir olay (bk. c-z-e) vesvese: şüphe, kuruntu
yerlerde
اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 1
der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
Dipnot-1
“Hiç düşünmüyorlar mı?” Yâsin Sûresi, 36:68.
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
İKİNCİ NÜKTE
Mısır kıt’ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt’ada neş’et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “icl” meselesinden anlaşılıyor.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i’câz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki, Kur’ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikir ve tekrar edilen kıssa-i Mûsânın yedi cümlelerine misal olarak, Lemeat’ta, İ’câz-ı Kur’ân Risalesinde, o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
“îcl” meselesi: buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun’dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) bakar: sığır bakarperestlik: sığıra tapmak Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) cehennem-nümun: cehennem gibi cüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) ders-i hikmet: hikmet dersi (bk. ḥ-k-m) düstur: prensip, kural düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l) felâhat: çiftçilik feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı tarihiye: tarihî olay hadise-i cüz’iye: ferdî, belirli bir bölgeye ait olay (bk. c-z-e)
hassa: duyular Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z) İ’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) ifham: anlatma istidadât: kabiliyetler (bk. a-d-d) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası kudsiye: mukaddes, kutsal (bk. ḳ-d-s) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) kumistan: kumluk, çöl Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahsuldar: verimli mefkûre: gaye, ideal, inanç (bk. f-k-r) mergup: rağbet edilmiş mevadd-ı şerire: kötü maddeler mevki-i mübarek: mübarek mevki (bk. b-r-k) müheyyâ: hazır mükâleme-i ulviye: yüce konuşma (bk. k-l-m)
mukkaddes: kutsal (bk. ḳ-d-s) mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l) münkad: boyun eğme, itaat etme neş’et etmek: çıkmak, yetişmek nev-i beşer: insanlık nev’: çeşit, tür Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) risale: kitap (bk. r-s-l) risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) Sahrâ-yı Kebir: Büyük Çöl; Libya Çölü (bk. bilgiler) seciye: yaratılış, karakter sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n) sekene-i habise: kötü ve pis sakinler (bk. s-k-n) sevr: öküz tarîk-i kemâlât: mükemmelleşme yolu (bk. ṭ-r-ḳ; k-m-l) tazammun: kapsama, içine alma tesbit: sağlam şekilde yerleştirme teşkil: oluşturma ulvî: yüce vasıta-i ziraat: tarıma vasıta zebh: kesme, boğazlama zikretmek: bildirmek, anlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam, İkinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Cumartesi Derslerinde bu hafta “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, birtek Âdem ile cüz’î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden Yirminci Söz Birinci Makam Birinci Nükte.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, birtek Âdem ile cüz’î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor. – Cumartesi Dersleri 20. 1.
BİRGÜN şu âyetleri okurken, İblis’in ilkaatına karşı Kur’ân-ı Hakîmin feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz, ‘Kur’ân mu’cizedir; hem nihayetsiz belâğattedir; hem umuma her vakitte hidayettir.’ Halbuki, şöyle bazı hâdisât-ı cüz’iyeyi tarihvâri bir surette musırrâne tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vakıa-i cüz’iyeyi o kadar mühim tavsifatla böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de el-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hadise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz; kavî bir imandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’ân umum ehl-i akla ders veriyor. Çok
Dipnot-1
“Meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde, İblis hariç hepsi secde etti.” Bakara Sûresi, 2:34.
Dipnot-2
“Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.” Bakara Sûresi, 2:67.
Dipnot-3
“Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Âdem: (bk. bilgiler) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) ehl-i akıl: akıl sahipleri el-Bakara: inek, dişi sığır emr-i gaybî: gizli emir (bk. ğ-y-b) feyz: ilham, bereket, ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve önemsiz hadiseler (bk. c-z-e) hidayet: doğru ve hak yol (bk. h-d-y)
İblis: Şeytan ilham edilme: kalbe gelme ilkaat: zihin çevirme, akıl çelme iz’an: kesin şekilde inanma kavî: kuvvetli, sağlam Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) musırrâne: ısrarlı bir şekilde nihayetsiz: sonsuz
nükte: ince ve derin mânâ sûre-i azîme: büyük sûre (bk. a-ẓ-m) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tarihvâri: tarih gibi tavsifat: vasıflandırma, özelliklerini anlatma (bk. v-ṣ-f) tesmiye etmek: isimlendirmek (bk. s-m-v) umum: genel vakıa-i cüz’iye: küçük ve ferdî bir olay (bk. c-z-e) vesvese: şüphe, kuruntu
yerlerde
اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 1
der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?”
İlham olunan nüktelerin sureti şudur:
BİRİNCİ NÜKTE
Kur’ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasıl ki,
عَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 2
Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hadise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki:
Nev-i beşere câmiiyet-i istidat cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın envâına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuûnât ve evsâfına şâmil kesretli maarifin tâlimidir ki, nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz ve dağlara karşı emanet-i kübrâyı3 haml dâvâsında bir rüçhaniyet vermiş; ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur’ân ifham ettiği misillü, “melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber Şeytanın secde etmemesi” olan hadise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikati ihsas ediyor. Şöyle ki:
Kur’ân, şahs-ı Âdem’e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin
Dipnot-1
“Hiç düşünmüyorlar mı?” Yâsin Sûresi, 36:68.
Dipnot-2
“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-3
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.
arz: yeryüzü, dünya beyan: açıklama (bk. b-y-n) câmiiyet-i istidat: istidadın kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d) düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l) düstur-u külliye-i meşhude: görünen büyük ve genel prensip (bk. k-l-l; ş-h-d) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) emanet-i kübrâ: büyük emanet (bk. e-m-n; k-b-r) envâ: çeşitler, türler evsâf: sıfatlar (bk. v-ṣ-f) fünun: fenler, ilimler hâdisât-ı cüz’iye: küçük ve ferdî olaylar (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e) hadise-i cüz’iye: küçük ve ferdî olay (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e) hadise-i cüz’iye-i gaybiye: görünmeyen küçük ve basit olay (bk. ḥ-d-s̱; c-z-e; ğ-y-b) hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlât-ı tabiiye: doğal haller (bk. ṭ-b-a) halife-i mânevî: mânevî halife (bk. ḫ-l-f; a-n-y) Hâlık: her şeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haml: yüklenme heyet-i mecmua: genel yapı (bk. c-m-a) hidayet: doğru yola eriştirme (bk. h-d-y) ifham etmek: anlatmak, bildirmek ihsas: hissettirme ilham olunma: kalbe gelme imtinâ: çekinme, yapmama inkıyad: boyun eğme, itaat etme kabiliyet-i hilâfet: halifelik kabiliyeti (bk. a-d-d; ḫ-l-f) kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) kanun-u umumî: genel kanun (bk. ḳ-n-n) kesretli: çok (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) maarif: bilgiler, bilimler (bk. a-r-f)
melâike: melekler (bk. m-l-k) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) müekkel: görevli muhit: kuşatan mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l) musahhar olmak: boyun eğmek nev-i beşer: insanlık rüçhaniyet: üstünlük şahs-ı Âdem: Hz. Âdem’in şahsı şâmil: kapsayan semâvat: gökler (bk. s-m-v) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n) tâlim: öğretme (bk. a-l-m) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) tekebbür: büyüklenme (bk. k-b-r) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) zikretmek: anmak, belirtmek
hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev’in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, birtek Âdem ile cüz’î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.
“îcl” meselesi: buzağı olayı. Bu olay İsrailoğullarının Firavun’dan kurtulup Sina Çölüne yerleştikleri zaman yaşandı. Bir ara Mûsa (a.s.) Tur Dağına çıkmış ve orada bir müddet kalmıştı. İsrailoğulları da bu esnâda altından bir buzağı yaptı ve ona tapmaya başladı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) bakar: sığır bakarperestlik: sığıra tapmak Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler beyan: açıklama (bk. b-y-n) cehennem-nümun: cehennem gibicüz: parça (bk. c-z-e) cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) ders-i hikmet: hikmet dersi (bk. ḥ-k-m) düstur: prensip, kural düstur-u küllî: büyük ve genel prensip (bk. k-l-l) felâhat: çiftçilik feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) hâdisât-ı tarihiye: tarihî olayhadise-i cüz’iye: ferdî, belirli bir bölgeye ait olay (bk. c-z-e)
hassa: duyular Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z) İ’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) ifham: anlatma istidadât: kabiliyetler (bk. a-d-d) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası kudsiye: mukaddes, kutsal (bk. ḳ-d-s) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) kumistan: kumluk, çöl Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahsuldar: verimli mefkûre: gaye, ideal, inanç (bk. f-k-r) mergup: rağbet edilmiş mevadd-ı şerire: kötü maddeler mevki-i mübarek: mübarek mevki (bk. b-r-k) müheyyâ: hazır mükâleme-i ulviye: yüce konuşma (bk. k-l-m)
mukkaddes: kutsal (bk. ḳ-d-s) mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l) münkad: boyun eğme, itaat etme neş’et etmek: çıkmak, yetişmek nev-i beşer: insanlık nev’: çeşit, tür Nil-i mübarek: (bk. bilgiler – Nil Nehri) risale: kitap (bk. r-s-l) risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) Sahrâ-yı Kebir: Büyük Çöl; Libya Çölü (bk. bilgiler) seciye: yaratılış, karakter sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n) sekene-i habise: kötü ve pis sakinler (bk. s-k-n) sevr: öküz tarîk-i kemâlât: mükemmelleşme yolu (bk. ṭ-r-ḳ; k-m-l) tazammun: kapsama, içine alma tesbit: sağlam şekilde yerleştirme teşkil: oluşturma ulvî: yüce vasıta-i ziraat: tarıma vasıta zebh: kesme, boğazlama zikretmek: bildirmek, anlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Birinci Makam, Birinci Nükte, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ olan Kur’ân-ı Hakîm, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi o derece kat’î ispat ediyor ki, başka burhana hâcet bırakmıyor.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Dokuzuncu Söz On Dördüncü Reşha.
ON DÖRDÜNCÜ REŞHA: Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ olan Kur’ân-ı Hakîm, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi o derece kat’î ispat ediyor ki, başka burhana hâcet bırakmıyor. – Cumartesi Dersleri 19. 14.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Dokuzuncu Söz
Risalet-i Ahmediyeye dairdir
Şuâât-ı Mârifetü’n-Nebî namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu Sözde icmâlen işaret ettiğimiz delâil-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) beyan etmişim. Hem onda Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzı icmâlen zikredilmiş. Yine Lemeât namında Türkçe bir risalede ve Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırk vech ile mu’cize olduğunu icmâlen beyan ve kırk vücuh-u i’câzına işaret etmişim. O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belâğati, İşârâtü’l-İ’câz namındaki bir tefsir-i Arabîde, kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.
ON DÖRDÜNCÜ REŞHA
Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ olan Kur’ân-ı Hakîm, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi o derece kat’î ispat ediyor ki, başka burhana hâcet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkit olmuş bir iki lem’a-i i’câzına işaret ederiz.
İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm,
• şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
• şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşafı,
• şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftâhı,
• şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,
• şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi,
• âvâlim-i uhreviyenin haritası,
• Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı,
• şu âlem-i insaniyet
insanlık âlemiin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi,..
âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b) âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m) âlem-i mâneviye-i İslâmiye: İslâmiyetin mânevî âlemi (bk. a-l-m; a-n-y; s-l-m)âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)âvâlim-i uhreviye: âhiret âlemleri (bk. a-l-m; e-ḫ-r)belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)beyan: açıklama (bk. b-y-n)burhan: delilburhan-ı nâtık: konuşan delilcihet: yön, tarafdelâil-i nübüvvet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in peygamberliğinin delilleri (bk. n-b-e; ḥ-m-d) hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) hâdî: doğru ve hak yolu gösterici (bk. h-d-y) hakaik: gerçekler, doğrular (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hendese: plan hikmet-i hakikî: gerçek hikmet (bk. ḥ-k-m; ḥ-ḳ-ḳ) hitâbât-ı ezeliye: ezelî hitaplar (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l)
icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l) iltifâtât-ı Rahmâniye: Rahmânî iltifatlar (bk. r-ḥ-m) kat’î: kesin kavl-i şârihi: açıklayıcı söz keşşâf: keşfedici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f) kitab-ı kebîr-i kâinat: büyük kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-b-r; k-v-n) künûz-u esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerinin hazineleri (bk. s-m-v; e-l-h) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahzen-i mu’cizât: mu’cizeler deposu (bk. a-c-z) medar-ı tenkit: tenkide sebep miftâh: anahtar mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) mürebbî: terbiye edici, eğitici (bk. r-b-b) mürşid: doğru yolu gösterici (bk. r-ş-d) müstetir: gizli, örtülü muzmer: gizli, saklı nazım: diziliş, tertip (bk. n-ẓ-m)
nübüvvet-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği (bk. n-b-e; ḥ-m-d) risale: kitap (bk. r-s-l) sahâif-i arz ve semâ: yer ve gök sayfaları (bk. s-m-v) Şuâât-ı Mârifetü’n-Nebî: Peygamberi tanıma parıltıları, nurları (bk. a-r-f; n-b-e) sutûr-u hâdisât: hadiselerin satırları tefsir-i Arabî: Arapça tefsir (bk. f-s-r) tefsir-i vâzıh: açık tefsir (bk. f-s-r) tercüman-ı sâtı: parlak tercüman tercüme-i ezeliye: ezelden gelen tercüme (bk. e-z-l) vahdâniyet-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d; e-l-h) vecih: yön vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) Zât ve sıfat ve şuûn-u İlâhîye: Allah’ın Zât, sıfat ve mukaddes özellikleri (bk. v-ṣ-f; ş-e-n; e-l-h) zikredilmek: hatırlatılmak
• hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat
hikmet ve kanun kitabı,
• hem bir kitab-ı dua ve ubûdiyet,
• hem bir kitab-ı emir ve davet,
• hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi,
• bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin herbirinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.
Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’câza bak ki: Kur’ân hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâğdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zira, zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni, tekrar ile te’kittir.
Hem herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.
Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.
Hem Kur’ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır. Te’yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır.
âlem-i İslâmiyet: İslâm âlemi (bk. a-l-m; s-l-m) asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y) Bismillâh: Allah’ın adıyla (bk. s-m-v) cismânî: bedensel derc edilmek: yerleştirilmek din-i mübîn: hak ve hakikatı açıklayan din, İslâm (bk. b-y-n) eblağ: hâle ve maksada çok uygun (bk. b-l-ğ) ehl-i kusur: kusur arayanlar ehl-i mesâlik ve meşârib: mânevî usül, tarz ve yol sahipleri ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) elzem: çok lüzumlu esasat: esaslar, temeller evliya: veliler (bk. v-l-y) galiben: çoğunlukla hâcât: ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c) hâcât-ı mâneviye: mânevi ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c; a-n-y) hâkezâ: bunun gibi haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
Hû: O, Allah ibraz etmek: göstermek iştiyak: çok kuvvetli arzu ve istek kitab-ı davet: davet kitabı (bk. k-t-b) kitab-ı dua: dua kitabı (bk. k-t-b; d-a-v) kitab-ı emir ve davet: emir ve davet kitabı (bk. k-t-b) kitab-ı hikmet ve şeriat: hikmet ve kanun kitabı (bk. k-t-b; ḥ-k-m; ş-r-a) kitab-ı zikir: zikir kitabı (bk. k-t-b) kitab-ı zikir ve marifet: zikir ve Allah’ı tanıtan marifet kitabı (bk. k-t-b; a-r-f) kitabı dua ve ubûdiyet: dua ve kulluk kitabı (bk. k-t-b; a-b-d) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın hikâyesi kütüphane-i mukadesse: mukaddes kütüphane (bk. k-t-b; ḳ-d-s) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) makàsıd-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın maksatları ve gayeleri (bk. ḳ-ṣ-d) meşrep: hareket tarzı, metod müessis: tesis edici, kurucu muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhtelif: çeşitli mükerrer: tekrarlanan muktedir: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r) müstahsen: güzel, beğenilen (bk. ḥ-s-n) risale: kitap (bk. r-s-l) şe’n: özellik, hal (bk. ş-e-n) sebeb-i kusur: kusur sebebi (bk. s-b-b) sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere çok sâdık olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) tabakat: tabakalar tahrik etmek: harekete geçirmek takrir: yerleştirme, sağlamlaştırma te’kid: kuvvetlendirme, pekiştirme tekerrür-ü ihtiyaç: ihtiyacın tekrarlanması (bk. ḥ-v-c) tekrar-ı âyet: âyetin tekrarı tekrarat: tekrarlar tenvir: nurlandırma (bk. n-v-r) terdad: tekrar tevehhüm etmek: zannettmek tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)
Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır.
Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor.
Hem Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin bazısında ipham ve icmâli ise, irşadî bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkit olamaz ve sebeb-i kusur değildir.
Eğer desen: “Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede söylüyor.”
Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için… Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor.
Öyle ise, madem ki Kur’ân-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur’ân-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğâlatalara düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.
bedihî: açık, âşikar burhan: delil dakik: ince ehl-i fen: bilim adamları ehl-i ilhâd: inkârcılar, dinsizler fikr-i avâm: avâmın, halkın düşüncesi (bk. f-k-r) hakâik-ı dakika: ince hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hiss-i âmme: genelin hissi hususan: özellikle icmâl: özetleme (bk. c-m-l) ilm-i hikmet: felsefe ilmi; Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde felsefeye verdiği ad (bk. a-l-m; ḥ-k-m) ipham: üstü kapalı bırakma irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) irşadî: hak yolu göstermeyle ilgili (bk. r-ş-d) kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) kesretli: çok (bk. k-s̱-r) kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Kur’ân-ı Mürşid: doğru yolu gösterici Kur’ân (bk. r-ş-d) lem’a-i i’caz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maânî: mânâlar (bk. a-n-y) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) medar-ı tenkit: tenkit nedeni mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l) mesâil-i azîme: büyük meseleler (bk. m-s̱-l; a-z-m) mesâil-i kevniye: yaratılışla ilgili meseleler (bk. m-s̱-l; k-v-n) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) Mûcid: icad eden, yoktan var eden, Allah (bk. v-c-d) mücmel: kısa, özetlenmiş (bk. c-m-l) müessis: tesis edici, kurucu muğâlata: demagoji, aldatma nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nazar-ı umum: genelin bakışı (bk. n-ẓ-r) rencide etmek: incitmek sebeb-i kusur: kusur sebebi (bk. s-b-b) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) suret-i basitâne-i zahirâne: görünüşteki basit şekil (bk. ṣ-v-r; ẓ-h-r)
sureten: görünüşte tabaka-i avam: halk tabakası tabakat: tabakalar, dereceler tabakat-i beşer: insan tabakaları tâciz etmek: rahatsız etmek tağyir etmek: değiştirmek tahkik: doğruluğunu araştırma (bk. ḥ-ḳ-ḳ) takrib etmek: yaklaştırmak takrir: yerleştirme te’kid: kuvvetlendirme te’yid: kuvvetlendirme tekrir: tekrarlama temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) terdad: tekrar tesbit: sağlam şekilde yerleştirme tevehhüm etmek: zannetmek, kuruntulanmak umum: genel vücuh: yönler zahirî: açık, görünürde (bk. ẓ-h-r) Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın Zâtı, sıfatı ve isimleri (bk. v-ṣ-f; s-m-v; e-l-h)
Meselâ güneşe der, “Döner bir siracdır, bir lâmbadır.” Zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor.
Evet, der:
اَلشَّمْسُ تَجْرِى 1
“Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.
Hem der:
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِراَجاً
2 Şu “sirac” tabiriyle, âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.
Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor.
Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyanına karşı hürmetsizlik etme.
âyine-i marifet: Allah’ı tanıma ve bilme aynası (bk. a-r-f) azamet-i Sânii: her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah’ın büyüklüğü (bk. a-z-m; ṣ-n-a) bahs-i Kur’ân: Kur’ân’ın bahsi bâtınen: içyüzünde beyan: açıklama (bk. b-y-n) cesâmet: büyüklük deverân: dönüş hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ifham: anlatma, bildirme ihsan-ı Hâlık: Yaratıcının ihsanı, bağışı (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ) ihtar: hatırlatma ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kasır: saray kemâl-i ilmî: ilmî mükemmellik (bk. k-m-l; a-l-m)
kof: boş kütle-i azîme-i mâyia-i nâriye: sıvı haldeki büyük ateş kütlesi (bk. a-ẓ-m) levazımat: gerekli şeyler mahiyet: özellik, nitelik, içyüz maksud: kastedilen, istenen (bk. ḳ-ṣ-d) mat’ûmat: yiyecekler mensuc: dokunmuş olan, dokunan meşhud: görünen (bk. ş-h-d) mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z) mûhiş: korkutucu, dehşet verici mumdar: ışık veren muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musahhar: emre verilmiş mutantan: tantanalı, gösterişli müzeyyenat: süslenmiş güzel şeyler (bk. ẓ-y-n)
nevi: çeşit nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) Sâni: her şeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) şaşaa-i suriye: görünüşteki parlaklık ve gösteriş seyyârât: gezegenler sirac: kandil, lamba suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r) tasarrufât-ı kudret: kudretin tasarrufları, icraatları (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r) zâhiren: görünüşte (bk. ẓ-h-r) zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı zîhayat: canlı (bk. ẕî, ḥ-y-y) zira: çünkü
İHTAR: Arabî Risaletü’n-Nur’da On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi, bahusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi, Kur’ân-ı Hakîmin kırk kadar envâ-ı i’câzından on beşini beyan eder. Ona iktifâen burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et; bir hazine-i mu’cizat bulursun.
Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler:
1: Allah’ım! Kur’ân’ı bize, bu risalenin kâtibine ve onun emsali olan zatlara her türlü dert için şifa kıl. Bize ve onlara, hayatımızda ve ölümümüzden sonra Kur’ân ile ünsiyet ettir. Kur’ân’ı bu dünyada bir dost, kabirde bir mûnis, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir nur, ateşe karşı bir siper ve hicap, Cennette bir refik ve bütün hayırlar için bir yol gösterici ve imam kıl. Bütün bunları bize fazlınla, cûdunla, kereminle ve rahmetinle ihsan et, ey kerem sahiplerinin en kerîmi ve merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbimiz. Âmin. Allahım! Furkan-ı Hakîmin kendisine indirildiği zâta ve bütün âl ve ashâbına salât ve selâm et. Âmin, âmin.
Arabî: Arapça bahusus: özellikle beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) envâ-ı i’câz: mu’cizelik türleri (bk. a-c-z)
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Dokuzuncu Söz On Üçüncü Reşha.
ON ÜÇÜNCÜ REŞHA: Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor. – Cumartesi Dersleri 19. 13.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Dokuzuncu Söz
Risalet-i Ahmediyeye dairdir
ON ÜÇÜNCÜ REŞHA
Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdemi arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor?
Bak, dinle: Saadet-i ebediye istiyor. Bekà istiyor. Lika istiyor. Cennet istiyor. Hem, merâyâ-yı mevcudatta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mucibesi olmasaydı, şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.
Evet, nasıl ki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubûdiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike
لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ 1
dedirten şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at ve misilsiz cemâl-i Rububiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.
Yahu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını ve acaib-i vezâifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidayetten aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Ebû Bayezid-i Bistâmî,
Dipnot-1
“İmkân dairesinde, şu varlık âleminden daha mükemmeli, daha üstünü yoktur.” İmam-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4:258; İbni Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1:53, 4:154.
acaib-i vezâif: vazifelerin şaşırtıcılıkları ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m) Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın yücelik ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-z-m) arz: yeryüzü bekà: devamlılık, sonsuzluk (bk. b-ḳ-y) bihakkın: gerçek anlamıyla (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cemâl: güzellik (bk. c-m-l) cemâl-i Rububiyet: Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği (bk. c-m-l; r-b-b) cezire: yarımada cüz’î: küçük, basit (bk. c-z-e) dâr: yer dâr-ı imtihan: imtihan yeri Ebû Bayezid-i Bistâmî: (bk. bilgiler) Ebû Hanife: (bk. bilgiler-İmâm-ı Âzam) efâzıl-ı benî Âdem: insanlığın en faziletlileri (bk. f-ḍ-l) ehl-i akıl ve tahkik: gerçeği araştıran akıl sahipleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esbab-ı mucibe: gerektirici sebepler (bk. s-b-b; c-v-b) esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın mukaddes isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h) fahr-i kâinat: bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.) (bk. k-v-n) ferîd-i kevn ü zaman: zaman ve varlığın bir tanesi (bk. f-r-d; k-v-n) feyiz: ilham, bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) garaib-i icraat: icraatın gariplikleri hâşâ ve kellâ: asla ve asla hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü san’at: sanat güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ifa etme: yerine getirme ihata etmek: kavramak
Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenatı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun.
Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun.
Davetine ağaçların koşup geldiği, duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, onun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miracın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mu’cize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk indiği zamandan kıyamete kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarına Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun.
Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.
Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Dokuzuncu Söz On İkinci Reşha.
ON İKİNCİ REŞHA: Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. – Cumartesi Dersleri – 19. 12.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Dokuzuncu Söz
Risalet-i Ahmediyeye dairdir
ON İKİNCİ REŞHA
İşte, şu zat, şu mevcudat Hâlıkının vahdâniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir burhan-ı katıı, bir delil-i sâtııdır. Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür; öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir meselesinde geçen1 şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.
İşte, bak: O zat öyle bir salât-ı kübrâda dua ediyor ki, güya şu cezire, belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.
Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin zaman-ı Âdemden asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ ile iktidâ edip duasına âmin diyorlar.
Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün mevcudat, niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.
Hem öyle fakirâne, öyle hazinâne, öyle mahbubâne, öyle müştakâne, öyle tazarrukârâne niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.
Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, âlâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.
Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmin Allahümme âmin” dedirtiyor.
Bak, hem öyle Semî, Kerîm bir Kadîrden, öyle Basîr, Rahîm bir Alîmden hâcetini istiyor ki, bilmüşahede, en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini—velev lisan-ı hâl ile olsun—verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî ve Basîr ve öyle bir Kerîm ve Rahîme hastır.
Dipnot-1
bk. Onuncu Söz, Mukaddime, Dördüncü İşaret, Beşinci Hakikat.
âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi Alîm: sonsuz ilim sahibi ve ilmi her şeyi kuşatan Allah (bk. a-l-m) Allahümme âmin: ey Allahım, kabul eyle (bk. e-m-n) âmin: Allahım kabul eyle (bk. e-m-n) Arş: Allah’ın hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş) arz: yeryüzü azametli: büyük (bk. a-z-m) Basîr: her şeyi gören Allah (bk. b-ṣ-r) basîrâne: görerek (bk. b-ṣ-r) bekà: süreklilik, sonsuzluk (bk. b-ḳ-y) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) burhan-ı katı: sağlam delil burhan-ı nâtık: konuşan delil cemaat-i uzmâ: büyük cemaat (bk. c-m-a; a-ẓ-m) cezire: yarımada delil-i sadık: doğru delil (bk. ṣ-d-ḳ) delil-i sâtı: parlak delil ehl-i arz: yeryüzündekiler ehl-i semâvat: göktekiler (bk. s-m-v) esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı fakirâne: muhtaç bir şekilde (bk. f-ḳ-r) fizâr-ı istimdatkârâne: yardım isteyerek inleyip ağlamak
hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) hâcet-i âmme: genel ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) hafî: gizli Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hazinâne: hüzünlü bir şekilde hidayet: hak ve doğru yolda oluş (bk. h-d-y) iktida: uyma iştirak etmek: katılmak ittibâ: tabi olma, uyma Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) kâmil: kemâl ve fazilet sahibi (bk. k-m-l) Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah (bk. k-r-m) lisan-ı hâl: hal ve beden dili mahbubâne: sevimli bir şekilde (bk. ḥ-b-b) mahlukât: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) müştakâne: iştiyakla, çok isteyerek niyaz: dua, yalvarma niyaz-ı istirhamkârâne: rahmet dilercesine dua (bk. r-ḥ-m) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)
Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m) rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) saadet: mutluluk saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) salât-ı kübrâ: en büyük namaz (bk. ṣ-l-v; k-b-r) sebeb-i husul: meydana gelme sebebi sebeb-i vücud: varlık sebebi (bk. v-c-d) semâvât: gökler (bk. s-m-v) Semî: her şeyi işiten Allah (bk. s-m-a) sukut: düşüş, alçalış suret-i hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ṣ-v-r ; ḥ-k-m) tazarrukârâne: yalvarıp yakararak tedbir: idare etme (bk. d-b-r) ulvî: yüce vahdâniyet: birlik (bk. v-ḥ-d) vecd: coşku velev: eğer, hatta vesile-i icad: var ediliş vesilesi (bk. v-c-d) vesile-i vusul: kavuşma vesilesi yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b) zaman-ı Âdem: Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dokuzuncu Söz, On İkinci Reşha, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.
Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Dokuzuncu Söz On Birinci Reşha.
ON BİRİNCİ REŞHA: Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. – Cumartesi Dersleri 19. 11.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Dokuzuncu Söz
Risalet-i Ahmediyeye dairdir
ON BİRİNCİ REŞHA
Böyle acip ve muammâ-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalâde mu’ciznümâ bir zat lâzımdır.
Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.
Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu semâvât ve arzın İlâhı bizden ne istiyor, marziyâtı nedir; pek sağlam olarak bize ders veriyor.
Hem bunlar gibi daha pek çok merak-âver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?
ahbâr: haberler ahvâl: haller, durumlar arz: yeryüzü Arz: Dünya berk-i zâil: bir an parlayıp yok olan şimşek burhan-ı katı: sağlam delil burhan-ı nâtık: konuşan delil delil-i sadık: doğru delil (bk. ṣ-d-ḳ) delil-i sâtı: parlak delil ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
hidayet: hak ve doğru yolda oluş (bk. h-d-y) inkılâp: değişim, dönüşüm istikbal: gelecek kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) Kamer: Ay katre: damla küre-i arz: yerküre, dünya marziyât: Allah’ın rızasına uygun işler menzil: mekan, yer (bk. n-z-l) merak-âver: merak verici mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) misbah: lamba mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z) muammâ-âlûd: anlaşılması zor ve karışık nisbet: kıyas, oran (bk. n-s-b) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)
perde-i zahiriye: görünürdeki perde (bk. ẓ-h-r) pervaz etmek: uçmak perverde etmek: beslemek saadet: mutluluk saadet-i dünyeviye: dünyaya ait mutluluk saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) semâvat: gökler (bk. s-m-v) şems-i sermed: devamlı ve sürekli güneş serap: göz aldanması Sultan: otorite, kudret ve egemenlik sahibi olan Allah (bk. s-l-ṭ) vahdâniyet: birlik (bk. v-ḥ-d)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dokuzuncu Söz, Onbirinci Reşha, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.
Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.