Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melâikeye benzer, hem hayvânâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında, Rububiyetin dellâllığında meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. Fakat insanın şerîre ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyâta mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Dördüncü Dal.
Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melâikeye benzer, hem hayvânâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında, Rububiyetin dellâllığında meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. Fakat insanın şerîre ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyâta mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer. – Cumartesi Dersleri 24. 4. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
DÖRDÜNCÜ DAL
…
Dördüncü kısım insandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melâikeye benzer, hem hayvânâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezaretin şümulünde, marifetin ihatasında, Rububiyetin dellâllığında meleklere benzer. Belki insan daha câmi’dir. Fakat insanın şerîre ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyâta mazhardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.
Öyle ise insanın iki maaşı var:
Biri cüz’îdir, hayvanîdir, muacceldir.
abesiyet: faydasızlık ve gayesizlik amel: iş, fiilcâmi’: toplayıcı, kapsamlı (bk. c-m-a)cüz’î: az, küçük, ferdî (bk. c-z-e)dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık (bk. ḍ-l-l)dellâllık: ilancılık, rehberlikekser: pekçok (bk. k-s̱-r)esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi üstün sanatıyla yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)hademe: hizmetçihâkezâ: bunun gibihayvânât: hayvanlarhayvanî: canlıya ait (bk. ḥ-y-y)haz: zevk, hoşlanmahilâf: ters, zıthizmetkâr: hizmetçiihata: kuşatma, içine almaiştihalı: fazla arzulu ve istekli
Kadîr-i Alîm: herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)kesretli: çok (bk. k-s̱-r)lisan: dilmarifet: Allah’ı bilme, tanıma (bk. a-r-f)mazhar: sahip olma (bk. ẓ-h-r)melâike: melekler (bk. m-l-k)muaccel: peşin, hemen verilenmühim: önemlinebâtât: bitkilernefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)nevi: tür, çeşitnezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)şerîr: şerli, kötülük yapanşümul: kapsamlılıktabiat: canlı cansız varlıklar, maddî alem; materyalist düşünce (bk. ṭ-b-a)taife: topluluk, gruptavzif etmek: görevlendirmekteçhiz etmek: donatmaktedenniyât: alçalmalar, gerilemelerterakkiyat: ilerlemeler, yükselmelertesbih/tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)teşhir etmek: sergilemektevcih etmek: yöneltmekubûdiyet-i külliye: geniş kapsamlı kulluk (bk. a-b-d; k-l-l)zât: kendisizer’ etmek: ekmek, dikmekzikir: Allah’ı anma
İkincisi melekîdir, küllîdir, müecceldir.
Şimdi, insanın vazifesiyle maaşı ve terakkiyat ve tedenniyâtı, geçen yirmi üç adet Sözlerde kısmen geçmiştir. Hususan On Birinci ve Yirmi Üçüncüde daha ziyade beyan edilmiş.
Onun için şurada ihtisar ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamürrâhimînden, rahmet kapılarını bize açmasını ve şu Sözün tekmiline tevfikini refik eylemesini niyaz ile kusurumuzun ve hatamızın affını talep ile hatmediyoruz.
alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)âlet: araç, vasıtaâyine: aynabahis: konubâtın-ı kalb: kalbin içibeliyye: belâbeyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a)cihaz: organ, duyuderc: yerleştirmedünyaperest: dünyaya aşırı derecede düşkündünyevî: dünya ile ilgilielîm: elemli, acılıErhamürrâhimîn: merhametlilerin en merhametlisi olan Allah (bk. r-ḥ-m)fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)fıtrî: yaratılışla ilgili olan (bk. f-ṭ-r)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)hariç: dışındahatmetmek: bitirmek, son vermekhavf: korkuhususan: özellikleihtisar etmek: kısaltmakistilâ etmek: kuşatmak
istirham: merhamet dileme (bk. r-ḥ-m)istiskal: soğuk muameleyle hoşlanmadığını göstermek, küçümsemekkâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n)kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)küllî: geniş ve kapsamlı (bk. k-l-l)mahbup: sevgili (bk. ḥ-b-b)mâşuk: aşık olunanmecâzî: gerçek olmayan (bk. c-v-z)melekî: melek gibi, meleğe ait (bk. m-l-k)merhamet: acıma, şefkat (bk. r-ḥ-m)müeccel: sonraya bırakılanmuhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)musibet: felaket, dertmüteveccih: yönelmişnazar: bakış, görüş (bk. n-ẓ-r)nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)nefisperest: nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan (bk. n-f-s)
nihayetsiz: sonsuzniyaz: duâ, isteknur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)perestiş: tapma derecesinde aşırı değer vermerabıta: bağrahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)refik: arkadaş (bk. r-f-ḳ)sakil: ağırSamed: Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herşey Ona muhtaç olan Allah (bk. ṣ-m-d)sanem-misal: put gibi (bk. m-s̱-l)sebeb-i vücud: varlık sebebi (bk. s-b-b; v-c-d)şehvânî: şehvetle ilgilitahkir etmek: aşağılamaktalep: isteme (bk. ṭ-l-b)tedenniyât: alçalmalar, gerilemelertekmil: tamamlama (bk. k-m-l)terakkiyat: yükselmeler, ilerlemelertevfik: muvaffakiyet, başarıziyade: çok, fazla
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Fâtır-ı Hakîm ve Kadîr-i Alîm, kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma. – Cumartesi Dersleri 24. 4. 3.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Fâtır-ı Hakîm ve Kadîr-i Alîm, kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Dördüncü Dal.
Fâtır-ı Hakîm ve Kadîr-i Alîm, kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma. – Cumartesi Dersleri 24. 4. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
DÖRDÜNCÜ DAL
…
Üçüncü kısım ameleler, nebâtat ve cemâdattır. Onların cüz-ü ihtiyarîleri olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri hâlisen livechillâhtır ve Cenâb-ı Hakkın iradesiyle ve ismiyle ve hesabıyla ve havl ve kuvvetiyledir.
Fakat nebâtâtın gidişatlarından hissolunuyor ki, onların vezâif-i telkih ve tevlidde ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzatları var; fakat hiç teellümâta mazhar değiller. Hayvan, muhtar olduğu için, lezzetle beraber elemi de var. Cemâdat ve nebâtâtın amellerinde ihtiyar gelmediği için, eserleri de, ihtiyar sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyar sahibi olanların içinde, arı emsali gibi vahiy ve ilhamla tenevvür edenlerin amelleri, cüz-ü ihtiyarîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.
Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın herbir taifesi, lisan-ı hâl ve istidat diliyle Fâtır-ı Hakîmden sual ediyorlar, dua ediyorlar ki, “Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim. Ve rû-yi arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibadet etmek için bize tevfik ver. Ve meşhergâh-ı arzın herbir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahate iktidar ver” derler.
amel: iş, fiil amele: işçi bedî: güzel, benzersiz (bk. b-d-a) cemâdat: cansız varlıklar cüz-ü ihtiyarî: çok az irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r) dergâh: makam, huzur dua etmek: yalvarmak, yakarmak (bk. d-a-v) elem: acı, üzüntü elhasıl: özetle, sonuç olarak emsali: benzeri (bk. m-s̱-l) Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) evâmir-i tekvîniye: yaratılışla ilgili emirler (bk. k-v-n) Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi üstün sanatıyla yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r) gidişat: hal, vaziyet hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ)
havl: güç, kuvvet hayvânat: hayvanlar hedâyâ: hediyeler ibadat: ibadetler (bk. a-b-d) ihtiyar: irade, seçme gücü (bk. ḫ-y-r) iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r) imtisal etme: uyma irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) itimad etmek: güvenmek izhar etme: gösterme (bk. ẓ-h-r) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâl-i itaat: tam ve mükemmel itaat (bk. k-m-l) lisan: dillisan-ı hâl: hal ve davranış dili livechillâh: Allah için mazhar: sahip olma (bk. ẓ-h-r) mescid: namaz kılınan yer meşhergâh-ı arz: yeryüzü sergisi muhtar: ihtiyar ve irade sahibi (bk. ḫ-y-r) nakış: işleme, dokuma (bk. n-ḳ-ş) nam: ad nebâtat: bitkiler revaç: kıymet, değer rû-yi arz: yeryüzü saltanat-ı rububiyet: Allah’ın rablık saltanatı (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
sual etmek: istemek tahiyyat: selamlar ve dualar (bk. ḫ-y-y) taife: topluluk takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m) teellümât: elemler, acı çekmeler telezzüzat: lezzet almalar tenevvür etme: nurlanma (bk. n-v-r) tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) teşhir etmek: sergilemek tevfik: muvaffakiyet, başarı Vâhib-i Hayat: hayat bağışlayan Allah (bk. ḥ-y-y) vahiy/ilham: Allah tarafından varlıklara bir takım duygu ve kabiliyetlerin verilmesi (bk. v-ḥ-y) vecih: şekil, tarz vezâif-i telkih ve tevlid: aşılama ve doğurma vazifeleri Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b)
Fâtır-ı Hakîm, onların mânevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar (ekser dikenli nebâtat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi). Ve bir kısmına da, insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bazı taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bazılara da çengelcikleri verip her temas edene yapışıyor; başka yerlere giderek taifesinin bayrağını dikerler, Sâni-i Zülcelâlin antika san’atını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da-acı düvelek denilen nebâtat gibi-saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer’ eder, Fâtır-ı Zülcelâlin zikir ve tesbihini kesretli lisanlarla söylettirmeye çalışırlar. Ve hâkezâ, kıyas et.
Fâtır-ı Hakîm ve Kadîr-i Alîm, kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.
Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.
abesiyet: faydasızlık ve gayesizlik amel: iş, fiil câmi’: toplayıcı, kapsamlı (bk. c-m-a)cüz’î: az, küçük, ferdî (bk. c-z-e) dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık (bk. ḍ-l-l) dellâllık: ilancılık, rehberlik ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h) Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi üstün sanatıyla yoktan yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) hademe: hizmetçi hâkezâ: bunun gibi hayvânât: hayvanlar hayvanî: canlıya ait (bk. ḥ-y-y) haz: zevk, hoşlanma hilâf: ters, zıt hizmetkâr: hizmetçi ihata: kuşatma, içine alma iştihalı: fazla arzulu ve istekli
Kadîr-i Alîm: herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kesretli: çok (bk. k-s̱-r) lisan: dil marifet: Allah’ı bilme, tanıma (bk. a-r-f) mazhar: sahip olma (bk. ẓ-h-r) melâike: melekler (bk. m-l-k) muaccel: peşin, hemen verilen mühim: önemli nebâtât: bitkiler nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nevi: tür, çeşit nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) şerîr: şerli, kötülük yapan şümul: kapsamlılık tabiat: canlı cansız varlıklar, maddî alem; materyalist düşünce (bk. ṭ-b-a) taife: topluluk, grup tavzif etmek: görevlendirmek teçhiz etmek: donatmak tedenniyât: alçalmalar, gerilemeler terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler tesbih/tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) teşhir etmek: sergilemek tevcih etmek: yöneltmek ubûdiyet-i külliye: geniş kapsamlı kulluk (bk. a-b-d; k-l-l) zât: kendisi zer’ etmek: ekmek, dikmek zikir: Allah’ı anma
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Meşhur bülbül kuşu, gülün aşkıyla maruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimal ediyor: Birincisi: Hayvânat kabileleri namına, nebâtat taifelerine karşı olan münasebât-ı şedideyi ilâna memurdur.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Dördüncü Dal.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
DÖRDÜNCÜ DAL
…
Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvânattır. Hayvânat dahi, iştiha sahibi bir nefis ve bir cüz-ü ihtiyarîleri olduğundan, amelleri hâlisen livechillâh olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için, Mâlikü’l-Mülki Zü’l-Celâli ve’l-İkram, kerîm olduğundan, onların nefislerine bir hisse vermek için, amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor.
Meselâ, meşhur bülbül kuşu, HAŞİYE-1 gülün aşkıyla maruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimal ediyor:
· Birincisi: Hayvânat kabileleri namına, nebâtat taifelerine karşı olan münasebât-ı şedideyi ilâna memurdur.
· İkincisi: Rahmân’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvânat tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.
Haşiye-1
Bülbül şairâne konuştuğu için, şu bahsimiz de bir parça şairâne düşüyor. Fakat hayal değil, hakikattir.
âdet: alışkanlık amel: iş, fiil amele: işçiler bahis: konu cihâzât: donanım, cihazlar cüz-ü ihtiyarî: çok az irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r) ef’âl-i ihtiyariye: iradeyle yapılan davranışlar, fiiller (bk. f-a-l; ḫ-y-r) Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve eşsiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) hakikat: gerçek (bk.ḥ-ḳ-ḳ) hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ) Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatib-i Rabbânî: Allah’ın bir hutbecisi, Onun adına koşan (bk. ḫ-ṭ-b; r-b-b) hayvânat: hayvanlar hüsn-ü istimal: güzel ve iyi kullanma (bk. ḥ-s-n)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ilân-ı sürur: sevincin duyurulması iştiha: iştah, fazla arzu ve istek istihdam etmek: çalıştırmak istimal etmek: kullanmak kabile: topluluk kerîm: cömertlik ve ikram sahibi (bk. k-r-m) kisb: kazanma, edinme lisan: dil livechillah: Allah için Mâlikü’l-Mülki Zü’l-Celâli ve’l-İkram: bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet ve ikram sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l; k-r-m) maruf: bilinen, tanınan (bk. a-r-f) melâike: melekler (bk. m-l-k) memur: görevli münasebât-ı şedide: kuvvetli bağlantılar (bk. n-s-b) muvazzaf: vazifeli, görevli nam: ad nebâtât: bitkiler nefis: kendisi; maddî lezzetlere düşkün olan güç (bk. n-f-s) nev’: çeşit, tür nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) Rahmân: sonsuz rahmet sahibi olan ve merhametin eserleri bütün varlıkları kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m)
Rezzâk-ı Kerîm: bütün yaratılmışların rızıklarını veren ve pek büyük ikram sahibi olan Allah (bk. r-z-ḳ; k-r-m) şairâne: şairce, şair gibi saray-ı kâinat: kâinat sarayı (bk. k-v-n) sikke: varlıkların Allah’a ait olduklarını gösteren üstlerindeki mühür, damga tahiyyât-ı mâneviye: mânevi selâm ve dualar (bk. ḥ-y-y; a-n-y) taife: topluluk takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m) tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tasarruf-u hakikî: gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f; ḥ-ḳ-ḳ) tesbihat-ı mâneviye: sözle değil de mânâ ile yapılan tesbihat (bk. s-b-ḥ; a-n-y) tevcih etmek: yöneltmek ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d) zemin: yeryüzü zımn: iç
· Üçüncüsü: Ebnâ-yı cinsine imdat için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbali herkesin başında izhar etmektir.
· Dördüncüsü: Nev-i hayvânâtın nebâtâta derece-i aşka vasıl olan şiddet-i ihtiyacını, nebâtâtın güzel yüzlerine karşı, mübarek başları üstünde beyan etmektir.
· Beşincisi: Mâlikü’l-Mülk-i Zü’l-Celâli ve’l-Cemâli ve’l-İkramın bârgâh-ı merhametine en lâtif bir tesbihi, en lâtif bir şevk içinde, gül gibi en lâtif bir yüzde takdim etmektir.
İşte, şu beş gayeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gayeler, bülbülün, Hak Sübhânehu ve Teâlânın hesabına ettiği amelin gayesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur; biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve ruhaniyatın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. “Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar” meşhurdur. Hem bülbül şu gayeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkatını bildirir. Kendisi bilmiyor, ne yapıyor. Bilmemesi, senin bildiğine zarar vermez.
Amma o bülbülün cüz’î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşahedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhavere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazînesi, hayvanî teellümattan gelen teşekkiyat değil, belki atâyâ-yı Rahmâniyeden gelen bir teşekkürattır.
Bülbüle nahli, fahli, ankebut ve nemli, yani arı ve vasıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevâm ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gayeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüz’î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile san’at-ı Rabbâniyedeki mühim gayelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip bir cüz’î maaş alır. Öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu hayvânâtın birer cüz’î maaşları vardır.
amel: iş, fiil ankebut: örümcek atâyâ-yı Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi Cenâb-ı Hakkın bağış ve hediyeleri (bk. r-ḥ-m) bârgâh-ı merhamet: merhamet makamı (bk. r-ḥ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) delâlet: delil olma, işaret etme derc etmek: yerleştirmek derece-i aşk: aşk derecesi ebnâ-yı cins: kendi cinsinden olanlar evkat: vakitler fahl: aygır; neslin devamını sağlayan erkek hayvan fehm: anlayış fehmetmek: anlamak Hak Sübhânehu ve Teâlâ: Hakkın ta kendisi, her türlü kusur ve eksiklikten uzak ve yüce olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-b-ḥ) hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hayvanî: hayvanca (bk. ḥ-y-y)
hazin: hüzünlü hevâm: böcekler hizmet-i Sübhâniye: kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın hizmeti (bk. s-b-ḥ) hüsn-ü istikbal: güzel karşılama (bk. ḥ-s-n) imdat: yardım izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r) lâakal: en azından lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) maaş-ı cüz’î: az bir maaş (bk. c-z-e) Mâlikü’l-Mülk-i Zü’l-Celâli ve’l-Cemâli ve’l-İkram: bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet, güzellik ve ikram sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l; c-m-l; k-r-m) melâike: melekler (bk. m-l-k) mübarek: hayırlı, bereketli (bk. b-r-k) muhavere: karşılıklı konuşma müşahede: görme, gözlem (bk. ş-h-d) nağamât: nağmeler, hoş sesler nağamât-ı hazîne: hüzünlü nağmeler
nahl: arı nebâtât: bitkiler nefer: asker, er neml: karınca nev-i hayvânât: hayvan türü ruhaniyat: ruhanîler, maddî yapısı olmayan varlıklar (bk. r-v-ḥ) san’at-ı Rabbâniye: Rabbânî sanat (bk. ṣ-n-a; r-b-b) sefine-i sultaniye: hükümdarlık gemisi (bk. s-l-ṭ) şiddet-i ihtiyaç: ihtiyacın şiddeti (bk. ḥ-v-c) tafsilât: ayrıntılar takdim: sunma (bk. ḳ-d-m) teellümat: elemler, acılar telezzüz: lezzetlenme tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) teşekkiyat: şikâyetler teşekkürat: teşekkürler (bk. ş-k-r) vasıl olan: ulaşan vasıta-i nesil: üreme vasıtası zevk-i mahsus: özel zevk
Bülbül bahsine bir tetimme: Sakın zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihatın nağamâtıyla tegannî bülbüle mahsustur. Belki ekser envâın herbir nev’inin bülbül misali bir sınıfı var ki, o nev’in en lâtif hissiyatını, en lâtif bir tesbih ile, en lâtif sec’alarla temsil edecek birer lâtif ferdi veya efradı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar, bütün kulağı bulunanların, en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında, tesbihatlarını güzel sec’alarla onlara işittirip onları mütelezziz ediyorlar.
Onlardan bir kısmı leylîdir. Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kaside-hân enisleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudatın sükûtunda, onların tatlı sözlü nutuk-hanlarıdır. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutuptur ki, herbirisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.
Diğer bir kısmı neharîdir. Gündüzde, ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde, yüksek âvazlarıyla, lâtif nağamatla, sec’alı tesbihatla Rahmânü’r-Rahîmin rahmetini ilân ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin herbirisi lisan-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususî ile Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar.
Demek, herbir nevi mevcudatın, hattâ yıldızların da bir serzâkiri ve nurefşan bir bülbülü var. Fakat bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semâvâtın bütün mevcudatını lâtif seceâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihatiyle vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşânı ve benî Âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir.
andelib-i zîşân: şan sahibi bülbül (bk. ẕî) arz: yer, dünya âvaz: yüksek ses âvâz-ı hususî: kendine özel ses azîm: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m) bâhir: açık, berrak bahis: konu benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar bostan: bahçe bülbül-ü zü’l-Kur’ân: Kur’ân sahibi, okuyan bülbül cezbe: kendinden geçme hali dellâllık: ilan edicilik eamm: daha umumi ve daha genel ecmel: en güzel (bk. c-m-l) efdal: en üstün, en faziletli (bk. f-ḍ-l) efrad: fertler (bk. f-r-d) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) enis: dost, arkadaş envâ: türler, çeşit eşref: en şerefli, en üstün etemm: tastamam, eksiksiz Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) hissiyat: duygular, hisler
hususan: özellikle ilân etmek: duyurmak kâinat: evren, bütün yaratılmışlar (bk. k-v-n) kaside-hân: şiir okuyan kerîm: cömert, ikram sahibi (bk. k-r-m) kutup: önder, rehber lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) leylî: gececi leziz: lezzetli lisan-ı mahsus: kendine özel lisan mahiyet: nitelik, özellik mahsus: özgü meclis-i halvet: zikir meclisi mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) minber: taht, kürsü misali: gibi, benzeri (bk. m-s̱-l) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) münevver: nurlu (bk. n-v-r) mütelezziz etme: lezzetlendirme nağamât: nağmeler, hoş sesler neharî: gündüzcü nev-i beşer: insanlık nev’: tür, çeşit nurefşan: nur saçan (bk. n-v-r) nutuk-han: nutuk okuyan Rahmânü’r-Rahîm: dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah (bk. r-ḥ-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) reis: başkan sec’a/seceât: belli bir ritim ve tempo ile çıkan ses/sesler semâvât: gökler (bk. s-m-v) serzâkir: zikredenlerin başı sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n) sükût: sessizlik suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahrik etmek: harekete geçirmek tegannî: şarkı söyleme tesbih/tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tetimme: ek ulvî: yüce, yüksek vasıf: özellik (bk. v-ṣ-f) vecd: coşku zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zikir: Allah’ı anma zikr-i cehrî: yüksek sesle yapılan zikir zikr-i hafî: gizli zikir
Elhasıl: Kâinat sarayında hizmet eden hayvânat, kemâl-i itaatle evâmir-i tekvîniyeye imtisal edip, fıtratlarındaki gayeleri güzel bir vech ile ve Cenâb-ı Hakkın namıyla izhar ederek, hayatlarının vazifelerini bedî bir tarzla, Cenâb-ı Hakkın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihat ve ibadat, onların hedâyâ ve tahiyyâtlarıdır ki, Fâtır-ı Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar.
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. – Cumartesi Dersleri 24. 4. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Dördüncü Dal.
Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. – Cumartesi Dersleri 24. 4. 1.
Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız birtek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar herşey Cenâb-ı Hakka secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz, onların ibadetlerinin tenevvüünün bir nev’ini, bir temsille beyan ederiz.
Meselâ,
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 2
azîm bir mâlikü’l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı bina ettiği vakit, o zat dört nevi ameleyi onun binasında istihdam ve istimal eder.
Birinci nevi: Onun memlük ve köleleridir. Bu nev’in ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar, seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet lâtif bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin medhinden ve vasfından ne deseler, onların zevkini ve şevkini ziyade eder. Onlar, o mukaddes seyyidlerine intisaplarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o seyyidin namıyla, hesabıyla, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar; ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.
İkinci kısım ki, bazı âmi hizmetkârlardır. Bilmiyorlar, niçin işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan onları istimal ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz’î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit küllî gayeler, âli maslahatlar terettüp ediyor. Hattâ bazıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine ait o ücret ve maaşından başka gayesi yoktur.
Dipnot-1
“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde eder. Birçoğu da vardır ki, onlar üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, ona ikramda bulunup şerefli hâle getirecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar.” Hacc Sûresi, 22:18. (Bu âyet secde âyetidir.)
âli: yüksek, yüce amel: iş, fiil amele: işçiler âmi: basit, sıradan Arş: göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş) azîm: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) bina etmek: yapmak Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cevher: asıl, öz cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) esmâ: isimler (bk. s-m-v) ferş: yer hamd: şükür ve övgü (bk. ḥ-m-d) hizmetkâr: hizmetç iibadet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d) iktifa etme: yetinme
intisap: bağlanma, mensup olma (bk. n-s-b) istihdam: çalıştırma istimal: kullanma küllî: çok, büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mâlik-i zîşan: şanlı ve şerefli sahip (bk. m-l-k; ẕî) mâlikü’l-mülk: bütün mülkün sahibi (bk. m-l-k) maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medh: övgü memluk: köle (bk. m-l-k) mukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten arınmış (bk. ḳ-d-s)
nam: ad, şan nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nev’: tür, çeşit semek: balık şevk: çok arzu, şiddetli istek seyyarat: gezegenler seyyid: efendi tasrih etmek: açık şekilde bildirmek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tenevvü: çeşitlilik terettüp: gerekme tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tevehhüm: olmayan birşeyi varsaymak vasıf: sıfat, nitelik (bk. v-ṣ-f) zerre: atom ziyade etmek: artırmak, çoğaltmak
Üçüncü kısım: O mâlikü’l-mülkün bir kısım hayvânâtı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında bazı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidatlarına muvafık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü, bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidat, fiil ve amel suretine girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir. Ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i mâneviyedir; onunla iktifa ederler.
Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve niçin işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sair ameleler niçin işliyorlar ve o mâlikü’l-mülkün maksadı nedir, niçin işlettiriyor? İşte bu nevi amelelerin sair amelelere bir riyaset ve nezaretleri var. Onların derecat ve rütbelerine göre, derece derece maaşları var.
Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü’l-Âlemîn—değil ihtiyaç için, çünkü herşeyin Hâlıkı Odur; belki izzet ve azamet ve rububiyetin şuûnâtı gibi bazı hikmetler için—şu kâinat sarayında, şu daire-i esbab içinde, hem melâikeyi, hem hayvânâtı, hem cemâdat ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor, onlara ibadet ettiriyor. Şu dört nev’i, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir.
Birinci kısım: Temsilde memlüklere misal melâikelerdir. Melâikeler ise, onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibadetlerinde derecatlarına göre tefeyyüzleri var. Demek, o hizmetkârlarının mükâfatı, hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziya ve gıda ile tagaddî edip telezzüz eder. Öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddî edip telezzüz ediyorlar.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) amel: iş, fiil amele: işçiler arz: yer, dünya azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m) Bâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyin yapıcısı olan Allah (bk. ẕü; c-m-l) bilkuvve: potansiyel olarak cemâdat: cansız varlıklar daire-i esbab: sebepler dairesi (bk. s-b-b) derecat: dereceler envar: nurlar (bk. n-v-r) Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hamd: şükür ve övgü (bk. ḥ-m-d) hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikmet: gaye, fayda (bk. ḥ-k-m) ibadet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d) iktifa etme: yetinme inbisat: genişleme, yayılma istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) istihdam: çalıştırma izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) kâinat: evren, yaratılmış her şey (bk. k-v-n) lezzet-i mâneviye: manevi lezzet (bk. a-n-y)
mâ: sumaksat: istek (bk. ḳ-ṣ-d) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mâlikü’l-mülk: bütün mülkün sahibi (bk. m-l-k) marifet: Allah’ı tanıma, bilme (bk. a-r-f) melâike: melekler (bk. m-l-k) memlük: köle (bk. m-l-k) misal: örnek (bk. m-s̱-l) muayyen: belirlenmiş mücahede: mücadele (bk. c-h-d) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) mükâfat: ödül mükellef: yükümlü muvafık: uygun nebâtât: bitkiler nefs-i amel: işin kendisi (bk. n-f-s) nefs-i ibadet: ibâdetin kendisi (bk. n-f-s; a-b-d) nev’: çeşit, tür nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) Rabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m) riyaset: başkanlık rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer semâvat: gökler (bk. s-m-v) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnât: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n) tagaddî: gıdalanma, beslenme tefeyyüz: feyizlenme (bk. f-y-ḍ)telezzüz: lezzetlenme temsil: örnek teneffüs: nefes alma, soluklanma terakkiyat: ilerleme, yükselme tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) vezâif-i ubûdiyet: kulluk görevleri (bk. a-b-d) zevk-i mahsusa: özel zevk zikir: Allah’ı anma ziya: ışık
Çünkü onlar nurdan mahlûk oldukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever.
Hem melekler, Mâbudlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesabıyla işledikleri amellerde ve Onun namıyla ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütalâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena’umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.
Meleklerin bir kısmı âbiddirler. Diğer bir kısmının ubûdiyetleri, ameldedir. Melâike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir, tabir caizse bir nevi çobanlık ederler. Bir nev’i de çiftçilik ederler.
Yani rû-yi zemin umumî bir mezraadır. İçindeki bütün hayvânâtın taifelerine, Hâlık-ı Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesabıyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük, herbir nevi hayvânâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.
Hem de rû-yi zemin bir tarladır; umum nebâtat onun içinde ekilir. Umumuna, Cenâb-ı Hakkın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenâb-ı Hakka ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikail aleyhisselâm, şunların en büyük nâzırlarıdır.
Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabehetleri yoktur. Çünkü onların nezaretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesabıyladır ve Onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız Rububiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o
âbid: ibadet eden (bk. a-b-d) akl-ı beşer: insan aklı Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) amel: iş, fiil cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) ervâh-ı tayyibe: temiz ve iyi ruhlar (bk. r-v-h) evâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hamele: taşıyıcılar havl: güç hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) Hazret-i Mikâil: (bk. bilgiler) ilham etmek: kalb yoluyla bildirmek intisab: bağlanma, mensup olma (bk. n-s-b) kâfi: yeterli kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) Mâbud: Kendisine ibadet edilen Allah (bk. a-b-d) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahsus: has, özel melâike-i arziye: dünyadaki işlerle meşgul olan melekler (bk. m-l-k)
melek-i müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli melek (bk. m-l-k; v-k-l) melekût: varlığın iç yüzü, hakikati (bk. m-l-k) mesabe: derece mezraa: tarla müekkel: vazifeli, görevli (bk. v-k-l) mülk: varlığın dış yüzü, maddî âlem (bk. m-l-k) müşabehet: benzeyiş müşahede: gözlemleme (bk. ş-h-d) mütalâa: etraflıca inceleyip düşünme nam: ad, şan nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nâzır: bakan, gözetici (bk. n-ẓ-r) nebâtat: bitkiler nevi: tür, çeşit nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) rahmet: şefkat, merhamet, ihsan (bk. r-ḥ-m) râyiha-i tayyibe: güzel, hoş koku revâyih-i tayyibe: temiz ve güzel kokular rezzâkiyet arşı: rızık vericilik makamı (bk. r-z-ḳ; a-r-ş) rû-yi zemin: yeryüzü Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
saadet-i azîme: büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m) taife: topluluk taife-i mahsusa: özel topluluk tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y) tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye: Allah’ın güzellik ve yücelik sıfatlarının yansımaları (bk. c-l-y; c-m-l; c-l-l) tena’um: nimetlenme (bk. n-a-m) tenezzüh: ferahlama, rahatlama (bk. n-z-h) tesbih: Allah’ı yüce şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) umum: bütün umumî: genel
nev’in ef’âl-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezaretleri, onların tesbihat-ı mâneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisanıyla ilân etmek, hem onlara verilen cihâzâtı hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir.
Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-ü ihtiyarîleriyle bir nevi kisbdir. Belki bir nevi ubûdiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikîleri yoktur. Çünkü herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek melâikelerin şu nevi amelleri ise onların ibadetidir; insan gibi âdetleri değildir.
âdet: alışkanlık amel: iş, fiil amele: işçiler bahis: konu cihâzât: donanım, cihazlar cüz-ü ihtiyarî: çok az irade serbestliği (bk. c-z-e; ḫ-y-r) ef’âl-i ihtiyariye: iradeyle yapılan davranışlar, fiiller (bk. f-a-l; ḫ-y-r) Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve eşsiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) hakikat: gerçek (bk.ḥ-ḳ-ḳ) hâlisen: katıksız, samimi olarak (bk. ḫ-l-ṣ) Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hatib-i Rabbânî: Allah’ın bir hutbecisi, Onun adına koşan (bk. ḫ-ṭ-b; r-b-b) hayvânat: hayvanlar hüsn-ü istimal: güzel ve iyi kullanma (bk. ḥ-s-n)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ilân-ı sürur: sevincin duyurulması iştiha: iştah, fazla arzu ve istek istihdam etmek: çalıştırmak istimal etmek: kullanmak kabile: topluluk kerîm: cömertlik ve ikram sahibi (bk. k-r-m) kisb: kazanma, edinme lisan: dil livechillah: Allah için Mâlikü’l-Mülki Zü’l-Celâli ve’l-İkram: bütün mülkün sahibi, sonsuz haşmet ve ikram sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l; k-r-m) maruf: bilinen, tanınan (bk. a-r-f) melâike: melekler (bk. m-l-k) memur: görevli münasebât-ı şedide: kuvvetli bağlantılar (bk. n-s-b) muvazzaf: vazifeli, görevl inam: ad nebâtât: bitkiler nefis: kendisi; maddî lezzetlere düşkün olan güç (bk. n-f-s) nev’: çeşit, tür nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) Rahmân: sonsuz rahmet sahibi olan ve merhametin eserleri bütün varlıkları kuşatan Allah (bk. r-ḥ-m)
Rezzâk-ı Kerîm: bütün yaratılmışların rızıklarını veren ve pek büyük ikram sahibi olan Allah (bk. r-z-ḳ; k-r-m) şairâne: şairce, şair gibi saray-ı kâinat: kâinat sarayı (bk. k-v-n) sikke: varlıkların Allah’a ait olduklarını gösteren üstlerindeki mühür, damga tahiyyât-ı mâneviye: mânevi selâm ve dualar (bk. ḥ-y-y; a-n-y) taife: topluluk takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m) tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tasarruf-u hakikî: gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f; ḥ-ḳ-ḳ) tesbihat-ı mâneviye: sözle değil de mânâ ile yapılan tesbihat (bk. s-b-ḥ; a-n-y) tevcih etmek: yöneltmek ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d) zemin: yeryüzü zımn: iç
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, mâkesi; hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı; ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı; ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, mâkesi; hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı; ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı; ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Üçüncü Dal On Birinci Asıl ve On İkinci Asıl.
Zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, mâkesi; hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı; ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı; ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 5.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
ÜÇÜNCÜ DAL
ON BİRİNCİ ASIL:
Nasıl Kur’ân-ı Hakîmin müteşâbihâtı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Ehâdisin de, Kur’ân’ın müteşâbihâtı gibi, müşkilâtı vardır. Bazan çok dikkatli bir tefsire ve tabire muhtaçtır. Geçmiş misallerle iktifa edebilirsiniz.
Evet, nasıl ki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rüyasını tabir eder. Öyle de, bazan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menâmına tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tabir ediyor. Öyle de, ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam! Sırr-ı
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى 1
ve
تَنَامُ عَيْنِى وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى 2
hükmüne mazhar ve hakikî hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et.
Evet, uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye bazan telâkki eder. Ondan sorulsa, “Hakikaten ben yaralandım.
Dipnot-1
“Göz ne şaştı, ne de başka birşeye baktı.” Necm Sûresi, 53:17.
âlem-i menâm: uyku âlemi (bk. a-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ehâdis/ehadis-i şerife: hadisler, Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) elhasıl: özetle, sonuç olarak evvelâ: önce gaflet: umursamazlık, sorumsuzluk, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l) hakikat-i nevmiye: uyku gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halel: zarar, eksiklik hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hodbin: bencil, kibirli hüşyar: uyanık iktifa: yetinme inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) insaf: vicdana uygun davranış insafsız: vicdansız kat’î: kesin kavî: kuvvetli, güçlü kemâl-i dikkat: tam bir dikkat (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmetler bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mazhar: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r) mertebe-i ismet: günahsızlık, masumluk mertebesi muhalif-i vaki: vakıaya aykırı, gerçeğe zıt münekkit: tenkitçi müşkilât: zorluklar müteşâbihât: mânâsı açık olmayan âyetler mutlak: kesin olarak, kayıtsız, şartsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) netice-i kelâm: sözün neticesi, özü (bk. k-l-m) râci: ait Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi sû-i fehm: kötü anlayış tabir: açıklama, yorumlama (bk. a-b-r) tefsir: yorum, açıklama (bk. f-s-r) tekzip etmek: yalanlamak telâkki etmek: kabul etmek tenvim edilen: uyutulan tevil: yorum yakzan: uyanık
Bana top, tüfek atıldı” diyecek. Yanında oturanlar, onun uykusundaki ıztırabına gülüyorlar.
İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar.
ON İKİNCİ ASIL:
Nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır.
Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü’d-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?
Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat’iyesi, Kur’ân’ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz.
Meselâ, küre-i arz, ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa, hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk… Fakat ehl-i Kur’ân nazarıyla bakıldığı vakit, On Beşinci Sözde izah edildiği gibi, hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan en
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahval: haller dâmen: etek ehl-i felsefe ve hikmet: felsefeyle uğraşanlar, filozoflar (bk. ḥ-k-m) ehl-i hikmet: felsefeyle uğraşanlar, filozoflar (bk. ḥ-k-m) ehl-i Kur’ân: Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; müfessirler gibi ehl-i usulü’d-din: din usulcüleri; hadis, fıkıh ve tefsir âlimleri gibi esbab: sebepler (bk. s-b-b) fehmetmek: anlamak fen: bilim dalı fikr-i felsefe: felsefe düşüncesi (bk. f-k-r) hadsiz: sayısız hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik-i Nübüvvet: Peygamberlik gerçekleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-b-e) hakaik-ı kudsiye: mukaddes gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḳ-d-s) hakikat-i kat’iye: kesin gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim, bilgi (bk. ḥ-k-m)
hükema: filozoflar, felsefeciler (bk. ḥ-k-m) kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) küre-i arz: yer küre, dünya mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d) makàsıd-ı âliye-i kudsiye: her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan İlâhî maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d; ḳ-d-s) maksad: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mihenk: ölçü misal: örnek, benzetme (bk. m-s̱-l) mü’min: iman etmiş, imanlı (bk. e-m-n) muallâ: yüksek, yüce muhakkıkîn-i İslâmiye: hakikatleri araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m) muhtelif: farklı münezzeh: kusur ve eksiklikten yüce, temiz (bk. n-z-h) mutavassıt: orta derecede nazar: bakış, düşünce (bk. n-ẓ-r) nazar-ı gaflet: gaflet bakışı (bk. n-ẓ-r; ğ-f-l) nazar-ı Nübüvvet: Peygamberlik bakışı (bk. n-ẓ-r; n-b-e)
nevm-âlûd: uykulu nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) nokta-i nazar: bakış açısı semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m) seyyare: gezegen sır: gizem, gizli gerçek tabiat: doğa, canlı ve cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) tafsil-i mahiyet: öz niteliğinin ayrıntılı açıklaması tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) ulemâ-i ilm-i kelâm: kelâm ilmiyle uğraşan âlimler (bk. a-l-m; k-l-m) Ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h) ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviye: din ve âhiretle ilgili yüksek ilimler (bk. a-l-m; e-l-h; e-ḫ-r) vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d) veraset-i Nübüvvet: Peygamber varisliği (bk. n-b-e) zikretmek: belirtmek, hatırlatmak
câmi’, en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, mâkesi; hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı; ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı; ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren
رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1
diyor.
İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur’ân’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.
Dipnot-1
“Göklerin ve yerin Rabbi.” Kehf Sûresi, 18:14; Sâd Sûresi, 38:66; Zuhruf Sûresi, 43:82; Nebe Sûresi, 78:37.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) arz: yeryüzü, dünya azamet-i mâneviye: mânevî büyüklük (bk. a-ẓ-m; a-n-y) aziz: izzetli, değerli (bk. a-z-z) bedî: güzel, eşsiz (bk. b-d-a) besâtîn-i daime: dâimî bostan ve bahçeler câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a) cevâdâne: çömertçe (bk. c-v-d) ehemmiyet-i san’aviye: san’at bakımından önemlilik (bk. ṣ-n-a) envâ-ı sağire: küçük çeşitler faaliyet-i Rabbâniye: Rab olan Allah’ın faaliyet ve icraatı (bk. f-a-l; r-b-b) hadsiz: sınırsız hakaret: küçüklük, değersizlik hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hallâkıyet-i İlâhiye: Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; e-l-h) hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hususan: özellikle icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kesretli: çok (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) mahşer: toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r) mâkes: yansıma yeri mânen: mânevî yönden (bk. a-n-y) masnuât: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mazhar: görüntü yeri, ayna (bk. ẓ-h-r) medar: eksen, yörünge menâzır-ı sermediye: daimî manzaralar (bk. n-ẓ-r) mensucât-ı ebediye: sonsuzluğa ait dokumalar (bk. e-b-d) mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l) meşher: sergi yeri mesken: ev, mekân (bk. s-k-n) mezraa: tarla mikyas: ölçek mu’cizât-ı san’ât: san’at mu’cizeleri (bk. a-c-z; ṣ-n-a)
mucize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r) mukabil: karşılık mükerreren: tekrar tekrar müsademe: çarpışma, çatışma muvakkat: geçici nebâtat: bitkiler nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) nokta-i mihrakiye: odak noktası nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r) nümunegâh: örneklerin bulunduğu yer Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz: göklerin ve yerin Rabbi (bk. r-b-b; s-m-v) sair: diğer san’aten: san’at yönünden (bk. ṣ-n-a) semâ: gökyüzü (bk. s-m-v) semâvât: gökler (bk. s-m-v) taklitgâh: taklit yeri tecelliyât-ı esmâ: Allah’ın isimlerinin yansıması (bk. c-l-y; s-m-v) terbiyegâh: terbiye yeri (bk. r-b-b) zemin: yeryüzü
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, On Birinci Asıl ve On İkinci Asıl, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif-i vaki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma. Aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır de, ilişme. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 4.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif-i vaki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma. Aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. ‘Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır’ de, ilişme.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Üçüncü Dal Onuncu Asıl.
Hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif-i vaki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma. Aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır de, ilişme. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
ÜÇÜNCÜ DAL
ONUNCU ASIL:
Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün… Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-i mümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür.
Meselâ, “Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır.”1
İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür.
Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır.
Meselâ, “Gıybet, katl gibidir.” Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır.
Meselâ, “Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.”2
Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.
Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en
İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celb eden, şu gibi rivâyetlerdir. Hakikati şudur ki:
Dünyada, dar nazarımızla, kısacık fikrimizle, Mûsâ ve Hârun Aleyhimesselâmın sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz? Âlem-i ebediyette, Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebediyede, nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine, birtek virde mukabil vereceği hakikat-i sevap, o iki zâtın sevaplarına—fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına—müsavi olabilir.
Meselâ, bedevî, vahşî bir adam, hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder; o mahdut fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor! Âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar.
Dipnot-1
“Kim bunu okursa, Mûsâ ile Hârun’un sevaplarının misli ona verilir.” Şeyh Ahmed Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-Ahzâb, s. 263.
Dipnot-2
Hamd o Allah’a mahsustur ki, Göklerin Rabbi, Yerlerin Rabbi, Âlemlerin Rabbidir. Göklerde ve yerde kibriyâ Ona mahsustur. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır. Hamd o Allah’a mahsustur ki, Göklerin Rabbi, Yerlerin Rabbi, Âlemlerin Rabbidir. Göklerde ve yerde azamet Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır. Mülk de Ona âittir. O Göklerin Rabbidir. Onun kudreti herşeye galiptir ve hikmeti herşeyi kuşatır.
abd: kul (bk. a-b-d) âdi: basit âlem-i ebediyet: sonsuzluk âlemi (bk. a-l-m; e-b-d) Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) bedevî: çölde yaşayan, göçebe celb etmek: çekmek daire-i ilm ve tahmin: ilim alanı ve tatmin alanı (bk. a-l-m) farz etmek: sanmak, zannetmek hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i sevap: sevap gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hârun: (bk. bilgiler) haşmet: büyüklük, ihtişam mahdut: sınırlı mukabil: karşılık Mûsâ: (bk. bilgiler) müsavi: eşit, denk muvazi: denk, eşit nazar: bakış, düşünce (bk. n-ẓ-r) nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r) nihayetsiz: sınırsız Rahîm-i Mutlak: rahmeti sınırsız olan Allah (bk. r-ḥ-m; ṭ-l-ḳ) rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sade-dil: saf, temiz kalpli sevab-ı a’mâl: amellerin sevabı, karşılığı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) taife: topluluk, grup tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r) vahşî: medeni olmayan, yabanî vird: devamlı yapılan zikir ziyade: çok, fazla
Şimdi, biri o adamlardan birisine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim”; o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.
İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih hakaik-ı sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) meçhulümüz olan hakikî sevapları ile muvazene değil—çünkü teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder—belki muvazene edilen, malûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır.
Hem de, deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam-ı aksini tutmakta müsavidirler. Fark keyfiyettedir. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikâs eden mahiyet-i sevap, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tâbidir.
Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet, Kur’ân kadar faide verebilir.
Hem İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i Âzam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz.
Hem de sevap ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik bir şişede, semâvât, nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peydâ eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir.
abd-i mü’min: iman etmiş kul (bk. a-b-d; e-m-n) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âyet: Kur’ân’ın her bir cümlesi âyine-i ruh: ruh aynası (bk. r-v-ḥ) bedevî: çölde yaşayan, göçebe daire-i fikr: düşünce alanı (bk. f-k-r) deniz-misal: deniz gibi (bk. m-s̱-l) fazilet: değer, üstünlük (bk. f-ḍ-l) feyz: mânevî gıda, lütuf (bk. f-y-ḍ) feyz-i İlâhiye: Allah’ın feyzi, lütfu (bk. f-y-ḍ; e-l-h) hakaik-i sevabiye: sevap gerçekleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlât: haller, durumlar
haşmet: görkem, ihtişam haşmet-i padişahî: padişahın haşmeti, görkemi Hazret-i Hârun: (bk. bilgiler) Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) in’ikâs: yansıma İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m) kaide: düstur, prensip Katre: damla kemiyet: sayıca çokluk, nicelik keyfiyet: özellik, nitelik, durum mahiyet: nitelik, esas mahiyet-i sevap: sevabın mahiyeti malûm: bilinen (bk. a-l-m) mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r) meçhul: bilinmeyen mü’min: iman etmiş (bk. e-m-n) mukabil: karşılık müsavi: eşit, denk müteveccih: yönelik muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) nebî: peygamber (bk. n-b-e) niyet-i hâlis: saf, temiz niyet (bk. ḫ-l-ṣ) nücum: yıldızlar nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) saadet: mutluluk şeffafiyet peydâ etmek: şeffaflık kazanmak semâvat: gökler (bk. s-m-v) şevket: büyüklük, haşmet tamam-ı aks: yansımanın tamamı tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) teşbih: benzetme umum: bütün Veraset-i Ahmediye: Hz. Muhammed’in varisliği vird: zikir zerre: maddenin en küçük parçası zıll: gölge
Netice-i kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kavî, hodbin, münekkit adam! Şu On Asıl’ı nazara al; sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif-i vaki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma. Zira, evvelâ o On Asıl’ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. “Hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler. “Hadise râci olamaz. Eğer hakikî değilse, senin sû-i fehmine aittir” derler.
Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl’ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır” de, ilişme.
âlem-i menâm: uyku âlemi (bk. a-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ehâdis/ehadis-i şerife: hadisler, Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) elhasıl: özetle, sonuç olarak evvelâ: önce gaflet: umursamazlık, sorumsuzluk, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l) hakikat-i nevmiye: uyku gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikaten: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halel: zarar, eksiklik hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hodbin: bencil, kibirli hüşyar: uyanık iktifa: yetinme inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) insaf: vicdana uygun davranış insafsız: vicdansız kat’î: kesin kavî: kuvvetli, güçlü kemâl-i dikkat: tam bir dikkat (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmetler bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mazhar: erişme, sahip olma (bk. ẓ-h-r) mertebe-i ismet: günahsızlık, masumluk mertebesi muhalif-i vaki: vakıaya aykırı, gerçeğe zıt münekkit: tenkitçi müşkilât: zorluklar müteşâbihât: mânâsı açık olmayan âyetler mutlak: kesin olarak, kayıtsız, şartsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) netice-i kelâm: sözün neticesi, özü (bk. k-l-m) râci: ait Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi sû-i fehm: kötü anlayış tabir: açıklama, yorumlama (bk. a-b-r) tefsir: yorum, açıklama (bk. f-s-r) tekzip etmek: yalanlamak telâkki etmek: kabul etmek tenvim edilen: uyutulan tevil: yorum yakzan: uyanık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Onuncu Asıl, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Hem dünyanın iki yüzü var, belki (hatta, aslında, gerçekte) üç yüzü var Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 3.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Hem dünyanın iki yüzü var, belki (hatta, aslında, gerçekte) üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Üçüncü Dal Dokuzuncu Asıl.
Hem dünyanın iki yüzü var, belki (hatta, aslında, gerçekte) üç yüzü var Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
ÜÇÜNCÜ DAL
DOKUZUNCU ASIL:
Mesâil-i imaniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyet ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.
Ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:
ev kemâ kàl. Meâl-i şerifi: “Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Hakikati şudur ki:
عِنْدَ اللهِ
tabiri, “âlem-i bekàdan” demektir. Evet, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla muvazene değil; belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye muvazeneye gelmediği demektir.
Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek, Esmâ-i Hüsnânın âyineleri ve mektubât-ı Samedâniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıt ve bütün hatîâtın menşei ve beliyyâtın menbaı olan, dünyaperestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.
İşte, en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? Ve insafsız ehl-i ilhâdın fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın en mübalâğa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede?
Hem meselâ, insafsız ehl-i ilhâdın mübalâğa zannettikleri, hattâ muhal bir mübalâğa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı
adem: yokluk, hiçlik âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r) âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) amel: davranış, iş âyine: ayna ayn-ı hak: hakkın, doğrunun ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) beliyyât: belâlar, musibetler Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) dünyaperest: dünyaya düşkün ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) ehâdis-i şerife: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i dalâlet: hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) ehl-i ilhâd: inkârcılar, dinsizler
ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) ev kemâ kâl: veya nasıl söylemiş ise… ezcümle: meselâ, örneğin fazilet: değer, üstün (bk. f-ḍ-l) fehmetmek: anlamak fena: gelip geçicilik, yok oluş (bk. f-n-y) feyz-i İlâhiye: Allah’ın feyzi, lütfu (bk. f-y-ḍ; e-l-h) hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hatîât: hatalarhususî: özelihsan-ı İlâhî: Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı (bk. ḥ-s-n; e-l-h)mahz-ı hakikat: gerçeğin ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ) marzî-i İlâhî: Allah’ın rızasına uygun olan iş (bk. e-l-h) meâl-i şerif: şerefli, yüce mânâ
mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menba: kaynak menşe: kaynak mesâil-i imaniye: imanî meseleler (bk. m-s̱-l; e-m-n) mezraa: tarla mübalağa: abartı (bk. b-l-ğ) mücazefe: aldatma münasip: uygun (bk. n-s-b) muhal: imkansız mukayyet: kayıtlı, sınırlı mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) muvakkat: geçici muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) netâic: neticeler, sonuçlar sermedî: daimi, sürekli tabir: ifade (bk. a-b-r) tergib: şevklendirme, isteklendirme terhîb: korkutma tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak üslûp: tarz, biçim zerre: atom, maddenin en küçük parçası ziyade: çok, fazla
surelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ, Fâtiha’nın Kur’ân kadar sevabı vardır;1 Sûre-i İhlâs, sülüs-ü Kur’ân;2 Sûre-i İzâ Zülzileti’l-Ardu, rub’u;3 Sûre-i Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, rub’u;4 Sûre-i Yâsin, on defa Kur’ân kadar olduğuna rivâyet vardır. İşte, insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kur’ân içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.”
Elcevap: Hakikati şudur ki: Kur’ân-ı Hakîmin herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sûre-i İhlâsın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîrde okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber, elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabıyla, bazı surelerle muvazeneye gelebilir.
Meselâ, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farz etsek, herbir sünbülde yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ birisi de on sünbül vermiş, herbirinde iki yüz dane vermiş. O vakit bir tek habbe, asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ, kıyas et.
Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmi, nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviye tasavvur ediyoruz. İşte, herbir harfi, asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlâs, Fâtiha, Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, İzâ Zülzileti’l-Ardu gibi, sair faziletlerine dair rivâyet edilen sûre ve âyetlerle muvazene edilebilir. Meselâ, Kur’ân-ı Hakîmin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs, Besmeleyle beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek, Sûre-i İhlâsın herbir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır. İşte, Sûre-i Yâsinin hurufatı hesap edilse, Kur’ân-ı Hakîmin mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa, şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerifin herbir harfi, takriben beş yüze yakın sevabı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir. İşte, buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.
Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti farz etmek: varsaymak fazilet: değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l) fazl-ı İlahî: Allah’ın lütfu, ihsanı (bk. f-ḍ-l; e-l-h) habbe: dane, tohum hâkezâ: bunun gibi hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hasene: sevap, iyilik (bk. ḥ-s-n) hurufat: harfler iki sülüs: üçte iki kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) Leyle-i Berat: Berat Gecesi Leyle-i Kadir: Kadir Gecesi (bk. ḳ-d-r) makbul: kabul görmüş mecmu-u hurufat: harflerin toplamı (bk. c-m-a) mezraa-i semâviye: semâvi tarla (bk. s-m-v) muhal: imkânsız mukabil: karşılık mukaddes: her türlü çirkinlikten ve eksiklikten arınmış, kutsal (bk. ḳ-d-s) muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n) muzaaf: kat kat
mücazefe: abartma, mübalağa nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) netice: sonuç nisbet: kıyas, ölçü (bk. n-s-b) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi rub’: dörtte bir sair: diğer sülüs-ü Kur’ân: Kur’ân’ın üçte biri takriben: yaklaşık olarak tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r) tatbik: uygulama tesadüf etme: rastgelme tezâuf-u sevab: sevabın katlanması
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Dokuzuncu Asıl, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman (Mehdi, Süfyan, Deccal vb.) tanınabilir. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 2.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman (Mehdi, Süfyan, Deccal vb.) tanınabilir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Üçüncü Dal Sekizinci Asıl.
Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman (Mehdi, Süfyan, Deccal vb.) tanınabilir. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
ÜÇÜNCÜ DAL
SEKİZİNCİ ASIL:
Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat-i icâbe-i duayı Cuma gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış.
Zira, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.
İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesinin ve köyünün bekàsıyla alâkadardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ 1
der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları “Şerâiti hemen hemen çıkmış” demişler.
Dipnot-1
Kamer Sûresi, 54:1.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) alâkadar: alâkalı, ilgili asr-ı hakikatbîn: gerçeği gören asır (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Asr-ı Saadet: Peygamberimizin yaşadığı dönem, mutluluk asrı baîd: uzakbekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y) Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) dâr-ı tecrübe: deneme yeri darağacı: idam sehpası dehşet: korku, ürküntü ecel: ölüm vakti ecel-i insan: insanın ölüm vakti ferman etmek: buyurmak gaflet-i mutlaka: sınırsız bir şekilde umursamazlık; âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l; ṭ-l-ḳ) Hakîm-i Mutlak: sınırsız hikmet sahibi olan Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
halel: zarar, eksiklik hane: ev havf: korku hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayat-ı şahsiye: özel hayat (bk. ḥ-y-y) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) iktiza: gerektirme insan-ı ekber: en büyük insan (bk. k-b-r) insaniyet: insanlık ipham: gizleme kesretli: çok (bk. k-s̱-r) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) küre-i arz: yeryüzü, dünya kurun-u uhrâ: yakın çağ (bk. e-ḫ-r) kurun-u ûlâ ve vusta: ilk ve orta çağ Leyle-i Kadr: Kadir gecesi (bk. ḳ-d-r) makbul: kabul görmüş; değer ve itibar sahibi maslahat: gaye, fayda (bk. ṣ-l-ḥ)
meydan-ı imtihan: sınav meydanı muayyen: belli Mugayyebât-ı Hamse: beş bilinmeyen şey (bk. ğ-y-b) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) mühim: önemli müphem: belirsiz müreccah: tercih edilme muvazene: denge nev’i: tür nisbet edilmek: bağ kurulmak (bk. n-s-b) nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) ömr-ü dünya: dünyanın ömrü recâ: ümit saat-i icâbe-i dua: duaların kabul edildiği saat (bk. c-v-b; d-a-v) saat-i kıyamet: kıyâmet vakti (bk. ḳ-v-m) şerâit: şartlar, belirtiler taayyün: belirlenme umum: bütün velî: Allah dostu (bk. v-l-y) zira: çünkü
İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zannetmişler?”
Elcevap: Çünkü, Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor.
Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.
Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki:
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) dâr-ı âhiret: âhiret yurdu (bk. e-ḫ-r) ecel: ölüm zamanı ecel-i şahsi: kişinin ölüm vakti ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) eşhas: şahıslar fenâ: gelip geçicilik; kötü (bk. f-n-y) feyz-i sohbet-i Nübüvvet: Peygamberimizin (a.s.m.) sohbetinin feyzi, bereketi (bk. f-y-ḍ; n-b-e) gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmet-i İlâhiye: İlâhî hikmet; Allah’ın gözettiği fayda ve gaye (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hikmet-i ipham: bir şeyi gizlemenin hikmeti (bk. ḥ-k-m) ihtilâfât: farklılıklar, ihtilaflar iktiza: gerektirme illet: esas sebep intizar etmek: beklemek ipham: gizli bırakmak irşad-ı Nebevî: Peygamberin doğru yolu göstermesi (bk. r-ş-d; n-b-e) istikbal-i dünyevî: dünyanın geleceği karib: yakın kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kuvve-i mâneviye: mânevî kuvvet, moral gücü (bk. a-n-y) lâkayt: duyarsız, ilgisiz maslahat-ı irşad-ı umumî: herkese doğru yolu göstermenin gerektirdiği hikmet (bk. ṣ-l-ḥ; r-ş-d) medar: sebep, dayanak Mehdî: âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât (bk. h-d-y) muntazır: bekleyen, hazır müteyakkız: uyanık, gözü açık müthiş: dehşet veren, korkutan nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefis: insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nevi: tür, çeşit nifak: münafıklık, ikiyüzlülük Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi Sahabe: Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler sır: gizem, gizli gerçek Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs taayyün: belirlenme Tâbiin: sahabeleri gören mü’minler tafsilât: ayrıntılar takviye: kuvvetlendirme, güçlendirme vahy: bir emrin veya hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi (bk. v-ḥ-y) vuku-u muayyen: belirlenmiş olay yeis: ümitsizlik zayi olmak: kaybolmak ziyade: fazla, çok
Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.
Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki hadis-i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer”1 rivâyet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivâyete muhal demişler—hâşâ—şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu olmak gerektir ki:
Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir; günü Deccala isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor.
ehâdis: hadisler, Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) alâmet-i kıyamet: kıyametin alâmetleri (bk. ḳ-v-m) âlem-i küfr: küfür ve inkâr dünyası (bk. a-l-m; k-f-r) âlem-i medeniyet: medenî dünya (bk. a-l-m) âsâr-ı azîme: büyük eserler (bk. a-ẓ-m) Basra: (bk. bilgiler) bidâyeten: başlangıçta cereyan-ı azîm: büyük akım (bk. a-ẓ-m) Deccal: kıyamet kopmadan önce gelen, İslâmı kaldırmaya kalkan, dinlere savaş açan yalancı ve aldatıcı kimse eşhas: şahıslar eşhas-ı âhirzaman: âhirzamanda etkin olan şahıslar (bk. e-ḫ-r) eşhas-ı harika: harika, olağanüstü şahıslar eyyâm-ı saire: diğer günler fikr-i küfrî: küfür felsefesi, düşüncesi (bk. f-k-r; k-f-r)
gurub: batma hadis-i şerif: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâşâ: asla, kesinlikle öyle değil ihtiyar: irade, seçim gücü (bk. ḫ-y-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) isnat: dayandırma (bk. s-n-d) istinbat: bir söz veya bir işten gizli bir mana ve hüküm çıkarma, içtihad etme kesafetli: yoğun, katı Kûfe: (bk. bilgiler) kutb-u şimalî: kuzey kutbu Medine: (bk. bilgiler) merkez-i saltanat: saltanatın merkezi (bk. s-l-ṭ) metn-i ehâdis: hadislerin metni, sözleri (bk. ḥ-d-s̱) muhal: imkânsız murat: kasıt, amaç (bk. r-v-d) nur-u iman: iman nuru (bk. n-v-r; e-m-n) remz-i hikmet: bilimsel işaret (bk. ḥ-k-m)
rivâyet: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi şahs-ı mânevi: mânevî şahıs, kollektif kişilik (bk. a-n-y) Şam: (bk. bilgiler) şimal: kuzey tabiiyyun: tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle var olduğunu iddia edenler (bk. ṭ-b-a) tasavvur: düşünme (bk. ṣ-v-r) tatbik: uygulama tecavüz: saldırma tefsir: yorumlama (bk. f-s-r) Ulûhiyet: Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı (bk. e-l-h) ve’l-ilmü indallah: bilgi Allah katındadır (bk. a-l-m) vukuat-ı Mehdiye ve Süfyaniye: Mehdinin ve Süfyanın gelmesiyle ortaya çıkacak olaylar (bk. h-d-y) zuhur: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r)
Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.
Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden taifeler ve Sedd-i Çinînin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın, yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîrüzeber edecekleri, rivâyetlerde vardır.
Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”
Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile, o mahdut fertlerden gayet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.
Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercümerc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1
Dipnot-1
“Gaybı ancak Allah bilir.” Neml Sûresi, 27:65; Tirmizi, Sevâbü’l-Kur’ân: 7; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân: 21.
acaib: şaşırtıcı, garip şeyler âdi: basit, sıradan âfat: bela, büyük felaket alâmet-i kıyamet: kıyamet alâmeti (bk. ḳ-v-m) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i âhiret: âhiret âlemi (bk. a-l-m; e-ḫ-r) amel: davranış, iş belâğat: maksada ve hale uygun güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) ehâdis-i şerife: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) fazilet: değer, üstün (bk. f-ḍ-l) fesat: bozgunluk gurub: güneşin batışı güya: sanki hakikat: asıl, esas, mahiyet (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i milliyet: millî yapıları (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hercümerc: karma karışık içtimaat-ı beşeriye: insanlığın toplumsal hayatı (bk. c-m-a)
izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h) kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) mahdut: sınırlı Mançur: Asya’nın kuzeydoğusunda yaşayan bir kavim medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti mesâil-i imaniye: imanî meseleler (bk. m-s̱-l; e-m-n) muhal: imkansız muharrik: harekete geçirici, tahrik edici mukayyet: kayıtlı, sınırlı mülhid: dinsiz münasip: uygun (bk. n-s-b) mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) netâic: neticeler, sonuçlar risale: küçük kitap (bk. r-s-l) Rusya: (bk. bilgiler) Sed: (Sedd-i Zülkarneyn) Zülkarneyn’in Yecüc ve Mecüc kavminden korunmak isteyenler için yaptırdığı çok büyük ve sağlam set, kale
Sedd-i Çinî: Çin Seddi (bk. bilgiler – Çin) seyir: bakma şimendifer: tren suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tafsilen: ayrıntılı olarak taife: grup, topluluk tayyare: uçak tergib: şevklendirme, isteklendirme terhîb: korkutma tezahür: belirme, görünme (bk. ẓ-h-r) tulû: güneşin doğuşu umum: bütün üslûp: tarz, biçim Ye’cüc ve Me’cüc: Kur’ân-ı Kerimde bahsi geçen ve ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacak olan kavimler, anarşist topluluk zîrüzeber: alt üst, darma dağınık zuhur: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Sekizinci Asıl, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Üçüncü Dal 1, 2, 3, 4, 5, 6 ve 7. Asıl.
Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur. – Cumartesi Dersleri 24. 3. 1.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
ÜÇÜNCÜ DAL
Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “On İki Asıl”ı beyan ederiz.
BİRİNCİ ASIL:
Yirminci Sözün âhirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:
a’mâl: ameller, işler âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f) derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m) ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) enâniyet: benlik, gurur erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l) fevkinde: üstünde hadd: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m) haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m) hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d) icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l) ihsas: hissettirme iktifa: yetinme iktiza: bir şeyin gereği inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) iptidaî: ilkel İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma kavî: kuvvetli kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r) marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f) mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevzu: uydurma hadis nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) tafsil: ayrıntı tafsilât: ayrıntılar takat: güç, kuvvet tefavüt etmek: farklılık göstermek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) vukuat: olaylar zikretmek: bildirmek, hatırlatmak
Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.
İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.
İKİNCİ ASIL:
Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bir burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.
ÜÇÜNCÜ ASIL:
Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki malûmât-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.
DÖRDÜNCÜ ASIL:
Ehâdis-i şerife râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri mânâları, metn-i hadisten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hatadan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavilleri hadis zannedilerek zaafına hükmedilmiş.
alâmet-i kıyamet: kıyâmet alâmeti, işareti (bk. ḳ-v-m) bedâhet: ap açıklık bedihî: açık, âşikar Benî İsrail: İsrailoğulları, Yahudiler burhan-ı kat’î: kesin delil ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar (bk. k-ş-f) ervâh-ı âliye: yüksek ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ) esâsât-ı imaniye: imanın esasları (bk. e-m-n) hâli: uzak, boş hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı ihtilâf: uyuşmazlık, ayrılık ihtiyar: irade, seçme gücü (bk. ḫ-y-r) iktifa: yetinme istidat: kabiliyet, meziyet (bk. a-d-d) istinbat: gizli bir mânâyı ortaya çıkarma
iz’ân-ı yakîn: kesin delile dayalı olan sağlam inanç (bk. y-ḳ-n) kabul-u teslim: teslimiyet ile kabul etmek (bk. s-l-m) kavil: söz, görüş malûmat: bilgiler (bk. a-l-m) malûmat-ı sâbıka: geçmişteki bilgiler (bk. a-l-m) meçhul: bilinmeyen Mehdî: âhirzamanda gelip dini takviye edecek ve Müslümanların imanlarını yenileyecek olan zât (bk. h-d-y) mesâil-i fer’iye: teferruata dair olan meseleler (bk. m-s̱-l) mesâil-i İslâmiye: İslâmî meseleler (bk. s-l-m) metn-i hadis: hadisin metni, sözel kısım (bk. ḥ-d-s̱) muhtelif: değişik, çeşitli muztar: mecbur, çaresiz Nesârâ: Hıristiyanlar netice-i imtihan: imtihan neticesi râvi: rivâyet eden, nakleden
rivâyât: Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi sırr-ı teklif: sorumluluk ve imtihan sırrı Süfyan: âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs tabakat: tabakalar tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ) tefrik: ayırma telâkki etmek: kabul etmek teslimiyet: bir görüşe, bir fikre teslim olma, onu kabul etme (bk. s-l-m) tevehhüm edilmek: sanılmak ulema: âlimler (bk. a-l-m) vukuat: olaylar vukuat-ı zamaniye: zamanın olayları zaaf: zayıflık zaman-ı Sahabe: Sahabelerin zamanı zann-ı galibî: üstün gelen kanaat zayi olmak: kaybolmak
ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesun ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.
ALTINCI ASIL:
Beynennas iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynennas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir.
YEDİNCİ ASIL:
Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr” ve “Hut” isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.
Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.”1 İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu, gayet beliğane bir surette, Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.
Dipnot-1
bk. Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.
âdât-ı nâs: insanların adetleri alâmet: işaret âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ârıza: aksama bahrî: denize ait beliğane: beliğ bir şekilde (bk. b-l-ğ) berrî: karaya ait beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) beynennas: insanlar arasında cehl: cahillik, bilgisizlik Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cismanî: maddi yapısı olan durub-u emsal: atasözleri (bk. m-s̱-l) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı ferman etmek: buyurmak hadis: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i maddiye: maddî gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikâyât: hikâyeler hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hut: büyük balık huzur-u Nebevî: Peygamberin huzuru, yanı (bk. ḥ-ḍ-r; n-b-e) ilham: Allah’tan kalbe gelen ve doğan mânâlar ilham-ı evliya: evliyanın kalbine doğan mânâ (bk. v-l-y) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) iştihar: meşhur olma kat’iyen: kesinlikle kinaye: bir sözü üstü kapalı olarak ifade etme kıssa: ibretli hikâye küfür: inkar, inançsızlık (bk. k-f-r) maânî: mânâlar (bk. a-n-y) maksad-ı irşadî: yol gösterme gayesi (bk. ḳ-ṣ-d; r-ş-d) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) mânâ-yı hakikî: gerçek mânâ (bk. a-n-y; ḥ-ḳ-ḳ) melâiketullah: Allah’ın melekleri (bk. m-l-k) müddet-i ömür: ömür süresi
muhaddisîn-i muhaddesun: Allah tarafından ilhama mazhar olan hadisçiler (bk. ḥ-d-s̱) münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen kişi mürur-u zaman: zamanın geçmesi nâzır: gözlemci (bk. n-ẓ-r) nev’: tür nevi: tür, çeşit râci: ait Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) sevr: öküz sukut: düşme, alçalma teârüf etmek: bilinmek (bk. a-r-f) tedennî: alçalma, gerileme telâkki: kabul etme telâkki etmek: kabul etmek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tesâmu-u umumîye: genel duyuş, halkta oluşmuş yaygın kanaat (bk. s-m-a) teşbih: benzetme timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) vasıl olma: ulaşma, kavuşma zikretmek: bildirmek
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, 1, 2, 3, 4, 5, 6 ve 7. Asıl, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz İkinci Dal.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Dördüncü Söz
İKİNCİ DAL
Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.
Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m) burhan: kesin delil Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r) efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r) elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar, gizli gerçekler evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l) istiâne: yardım isteme istiâze: Allah’a sığınma ittifak: birleşme, birlik kat’î: kesin kâtib: yazıcı (bk. k-t-b) keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f) lisan: dil mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medâr-ı fahr: övünç vesilesi medet: yardım mes’uliyet: sorumluluk meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d) muavenet: yardım muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mükellef: yükümlü
mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k) münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v) müptelâ: bağımlı, tutulmuş müracaat: başvurma mütenakız: birbirine zıt, çelişen muvaffakiyet: başarı nam: adnev-i insan: insanlık nisbet: bağ (bk. n-s-b) şer: kötülük şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) talep: isteme (bk. ṭ-l-b) tazammun eden: içine alan tehalüf: birbirine zıt olma telâkki: kabul etme terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n) zâbit: subay zikretmek: anmak
İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.
Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:
İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) asliyet: asıl oluş berzah: geçit çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v) cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e) derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e) erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n) erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r) hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m) ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r) iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) itibarıyla: özelliğiyle kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l) keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f) külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s) mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) medar: dayanak, eksen
menşe: kaynak mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m) meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l) muhtelif: çeşitli müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d) mütefavit: farklı reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r) Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m) server: reis, baş şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tafsilât: ayrıntılar taharrî: araştırma tebaiyet: tabi olma, uyma tenevvü: çeşitlenme tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler vâzıh: açık, âşikâr zılliyet: gölge tarzında tecellî
başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.
Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.
Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. HAŞİYE-1
İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.
Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.
İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.
Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.
Birincisi üç tarzdadır:
Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.
Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.
Haşiye-1
Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.
âsâr: eserler cihazat: organlar, duyular cismanî: maddi yapısı olan cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e) ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r) ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) enâniyet: benlik, gurur esrar: sırlar fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r) farz etmek: varsaymak hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) has: özel haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m) hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m) icra etmek: yerine getirmek ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ) in’ikâs: yansıma işârât: işaretler istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) istidlâl: delil getirme, akıl yürütme istimâl: kullanma iştiyak: çok arzu ve istek kamer: ay Katre: damla kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) marifet: bilgi (bk. a-r-f) misal: örnek (bk. m-s̱-l) mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d) nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nev’: tür
Reşha: sızıntı sa’y: çalışma safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y) seyyare: gezegen sır: gizem, gizli gerçek sülûk: yol alma suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) taife: grup, topluluk tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) terakkiyât: ilerlemeler teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m) tezkiye: temize çıkarma ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) Zühre: çiçek
Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.
Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.
İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.
Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.
İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:
Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.
İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.
İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde
âsâr: eserler âyine: ayna berzah: geçit bil’asale: bizzat cevv-i hava: hava boşluğu cihet: yön cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e) emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) evvelki: önceki Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hicap: perde hususî: özel ifade: faydalandırma ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması kamer: ay Katre: damla kavl: söz küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l) mahdut: sınırlı mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) mezkûr: sözü geçen mukabil: karşı mukayyet: kayıtlı mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nebâtât: bitkiler neş’et etme: doğma, ortaya çıkma nev’: tür, çeşit nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) Reşha: sızıntı safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
şahsiyet: kişilik, yapı şems: güneş seyyarat: gezegenler seyyare: gezegen suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e) tahrik: harekete geçirme tarik: yol tarz: şekil, biçim tavassut: vasıta olma, aracılık etme tecellî: yansıma (bk. c-l-y) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) teveccüh: yönelme timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) umum: bütün velâyet: velîlik (bk. v-l-y) zerre: atom ziya: ışık Zühre: çiçek
gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.
İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.
İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.
Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.
Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.
Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?
İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet
âsâr: eserler âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ) âzâ: organlar Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) esbab: sebepler (bk. s-b-b) Eski Said: (bk. bilgiler) farz etmek: varsaymak feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) feylesof: filozof, felsefeci hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ) hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n) ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d) kâfi: yeterli kamer: ay Katre: damla kesafet peyda etmek: katılaşmak kurbiyet: yakınlık maddiyât: maddi şeyler mukayyed: kayıtlı müsademe: çarpışma nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s) nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) perestiş: taparcasına sevme Reşha: sızıntı safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y) şems: güneş şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d) şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n) şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d) suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r) şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r) telâkki: kabul etme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b) tevaggul: dalma, derinliğine girme teveccüh: yönelme tezyin: süsleme (bk. z-y-n) timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l) Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m) ziya: ışık ziya-yı şems: güneşin ışığı ziynetli: süslü (bk. z-y-n) zıll: gölge Zühre: çiçek
ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.
Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.
Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.
aks: yansıma âyine: ayna âyinedarlık: aynalık berzah: geçit beyhude: boşuna cazibe: çekim gücü celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ) dehşet: korku, ürkme ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ) feylesof: filozof, felsefeci firak: ayrılık (bk. f-r-k) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m) hususiyet: özellik iftihar: övünme inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış inkisar: kırılma istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) iz’âcât: rahatsız etmeler kalb-i insanî: insan kalbi kamer: ay
Katre: damla Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r) Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l) kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l) kesafet: yoğunluk, katılık kesif: yoğun, katı lâkin: ama, fakat lem’a: parıltı mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l) muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b) muvaffak: başarılı nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s) neş’et etmek: doğmak Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) sa’y: çalışma şems: güneş Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
sülûk etmek: yol almak suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tecellî: yansıma (bk. c-l-y) telezzüz: lezzetlenme terakki: yükselme, ilerleme teveccüh: yönelme vahşet: ürküntü, korku yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n) ye’s: ümitsizlik zât: kendi, öz ziya: ışık Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l) zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)
Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.
Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.
İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.
İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,
akis: yansıma âsâr: işler âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri âyine: ayna âyinedar: ayna olma ayn-ı şems: güneşin kendisi aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n) berzah: geçit cazibe: çekim gücü çendan: gerçi cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y) enâniyet: benlik evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) half: arka hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ) hararet: sıcaklık, ısı haşmet: ihtişam, görkem hicap: örtü, perde hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m) hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iz’an: kesin şekilde inanma Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) kamer: ay kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) madde-i kesife: yoğun, katı madde mahsus: özel, has mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d) mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y) müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluk nâr-ı aşk: aşk ateşi nesc etmek: dokumak nevi: tür, çeşit nur: aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l) safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y) saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şems: güneş şua: ışık, parıltı tafsilât: ayrıntı tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ) tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ) tebahhur: buharlaşma temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l) tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde ülfet: alışkanlık ünsiyet: alışkanlık, âşinalık veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)ziya: ışık
haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.
İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.
Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.
Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.
a’mâl: ameller, işler âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f) derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m) ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱) ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l) enâniyet: benlik, gurur erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n) esmâ: isimler (bk. s-m-v) esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l) fevkinde: üstünde hadd: yetki hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m) haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m) hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d) icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l) ihsas: hissettirme iktifa: yetinme iktiza: bir şeyin gereği inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f) iptidaî: ilkel İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma kavî: kuvvetli kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r) marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f) mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r) mertebe: derece mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevzu: uydurma hadis nazar: bakış (bk. n-ẓ-r) tafsil: ayrıntı tafsilât: ayrıntılar takat: güç, kuvvet tefavüt etmek: farklılık göstermek temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) vukuat: olaylar zikretmek: bildirmek, hatırlatmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.