Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim - 1

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim - 1
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve Öğretim Kavramlarına Yakından Bakalım:

Bilgi

1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.

2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf:
      “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar

3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.

4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.

5. isim Bilim:
      Doğa bilgisi.

6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.

Bilim

1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim:
      “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar

2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.

3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.

Teknoloji

1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi:
      “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel

2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.

Peygamber

İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.

Mucize

1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.

2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.

3. isim İnsan aklının alamayacağı olay:
      “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin

4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı:
      “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra

Eğitim

1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye:
      “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet

2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.

Öğretim

1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.

2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

https://sozluk.gov.tr/


Önemli Not:

Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.

Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.

Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,


Yirminci Sözün İkinci Makamı

 Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân

(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ     1

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:


Dipnot-1

“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

Bu ifade 1957 senesine aittir.


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
düstur: prensip, kural
ezcümle: özetle, böylece
fen: bilim dalı
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)
garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler
hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hayat-ı maddiye: maddî hayat
ibhâmen: üstü kapalı olarak
icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma
iktizâ-yı makam: makamın gereği
istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d)
itimaden: güvenerek
izah: açıklama
kavl: söz
Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek
muhtelif: çeşitli
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
nev-i beşer: insanlık
nüve: çekirdek
remzen: işareten
sarahaten: açıkça
şimendifer: tren
sır: gizem, gizli gerçek
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tayyare: uçak
tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r)
terakkiyat: ilerlemeler
tevfik: yardımumum: bütün
vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ     اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ     اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ     وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ     وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ     1

HAŞİYE-1 

Kezâ

 فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ     وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ     2

gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ 

HAŞİYE-2

لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ     3

âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

Mukaddime

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye


Dipnot-1

“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.

Dipnot-2

“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.

Haşiye-1

Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.

Haşiye-2

يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ ﱬ نُورٍ

(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.

Dipnot-3

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.


âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
esrâr: sırlar, gizli hakikatler
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
iktifa: yetinme
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
pişdar: öncü
remz: işaret
şimendifer: tren
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)
zikretmek: bildirmek, belirtmek

suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.

İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…

Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden

 وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.


Dipnot-1

“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


ahval: durumlar
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âyine: ayna
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y)
dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z)
dest-i teşvik: teşvik eli
ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evvel: önce
fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a)
gayât: gayeler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hazret-i İdris: (bk. bilgiler)
Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler)
hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye
hudut: sınır
ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)
işmam: koklatma, hissettirme
ittibâ: uymak
ittifak etmek: birleşmek
ittihaz etmek: edinmek
kat’ etmek: aşmak
kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d)
mahzen: depo
mazi: geçmiş
menba: kaynak
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müstakbel: gelecek
müteaddit: çeşitli
mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nazire: benzer (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nihayet: son
pîr: önder
sefine: gemi
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n)
tayeran: uçma
tazammun etmek: içine almak
teshir-i hava: havaya hükmetme
vâsi: geniş
vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d)
zaman-ı mazi: geçmiş zaman
zaman-ı müstakbel: gelecek zaman
zikretmek: anmak, belirtmek

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden

 فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا 

ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ     2

Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.


Dipnot-1

“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-2

“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.


âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
abd: kul (bk. a-b-d)
ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
asâ: baston
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n
celb etmek: çekmek
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evvelki: önceki
feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ)
gâyât-ı hudud: en son sınırlar
halihazır: halen var olan
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler)
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s)
icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)
istinat: dayanma (bk. s-n-d)
ittibâ: uyma
kat etmek: aşmak, kesmek
kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lisan: dil
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz
musibetzede: felâkete uğramış
muvakkat: geçici
müzmin: iyice yerleşmiş, kronik
nihâyât: sonlar
nihayet: son
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
remzen: işareten
san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
tayyare: uçak
terakkiyat: ilerlemeler
tergib etmek: rağbet uyandırmak
tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b)
zemin tahtı: yer altı

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”

İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında

 وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1

وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında

  وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 

âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.

Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.

Dipnot-3

“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m)
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler
fasletmek: ayırmak
fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h)
nuhâs: bakır
nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y)
resul: peygamber (bk. r-s-l)
sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
terakkiyat: ilerlemeler
tergib: rağbet uyandırma

evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ     1

ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.

Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,


Dipnot-1

“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.


adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahvâl: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m)
beşer: insan
celb etmek: çekmek
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olma
ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ)
evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşmet: görkem, heybet
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihtar: uyarma, ikaz
ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
inâyet: yardım (bk. a-n-y)
izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi
kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kıtr: erimiş bakır
lisan-ı ismet: günahsızlık dili
lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mürur-u zaman: zamanın geçmesi
müşerref olmak: şereflenmek
muttali olmak: haberdar olmak
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nuhas: bakır
raiyet: halk
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs)
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak
umum: bütün, genel
vaki: olmuş
Yemen: (bk. bilgiler)

rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.

Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ     1

deki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.”

İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ     2


Dipnot-1

“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.

Dipnot-2

“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.


abd: kul (bk. a-b-d)
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahval: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar
ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)
hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hudut: sınır
iktiza: gerektirme
işmam: hissettirme
istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)
istihdam: çalıştırma
ıttıla: haberi olma
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
men: yasaklama
mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)
muttali olmak: haberdar olmak
nazik: zarif, ince
nev’en: tür olarak
nihayet: son
padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah
remzen: işareten
rû-yi zemin: yeryüzü
şer: kötülük
teshir: boyun eğdirme
umur-u nâfia: faydalı işler
vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar
zemin: yeryüzü

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ     1

ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.

Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem

 فَاَرْسَلْنَۤا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا 

misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve


Dipnot-1

“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.

Dipnot-2

“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
celb: çekme
celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
emvat: ölüler (bk. m-v-t)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
evâmir: emirler
fen: ilim
fevkalâde: olağanüstü
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi
ifrit: korkunç ve zararlı cin
ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
imtizac: bileşim, karışım
ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
maskara: gülünç
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhabere: haberleşme
Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)
münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek
musahhar: boyun eğen
nihayet: son
ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)
sekene: sâkinler (bk. s-k-n)
şer: kötülük
şerir: şerliler, kötüler
temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l)
temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ 1  

   يَا جِبَالُ اَوِّبىِ مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 2  

   عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     3

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir


Dipnot-1

“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.

Dipnot-2

“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


aksisada: yankı
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade
Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)
fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı
fünun-u hafiye: gizli ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihsas etmek: hissettirmek
iktida: uyma
inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)
mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin
nefer: asker
nevi: çeşit, tür
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ)
şakirt: talebe
saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)
serzâkir: zikredenlerin başı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
takarrüp etmek: yaklaşmak
tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
ufkî: daire şeklinde
vecd: coşku
vesâil-i irtibat: iletişim araçları
vesâit-i muhabere: haberleşme araçları

kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً     2 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     1

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

Dipnot-1

“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


Dipnot-2

“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.


aksisada: yankı
Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
câmidât: cansız varlıklar
cebel: dağ
elsine-i mahsusa: özel lisanlar
envâ: çeşitler, türler
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
harekât: hareketler
haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
istihdam etmek: çalıştırmak
lisan: dil
mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son
musahhar: boyun eğmiş
nevi: tür, çeşit
rû-yi zemin: yeryüzü
şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sair: diğer
sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m)
taife: topluluk
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tuyur: kuşlar
velvele: gürültü

İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.

“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”

Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan

 قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ 

âyetinde üç işaret-i lâtife var.

Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.


Dipnot-1

bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-2

“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.


abd: kul (bk. a-b-d)
acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
belki: aslında, gerçekte
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cünûd: askerler
Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi
eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
emir tahtında: emir altında
esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a)
eşcar: ağaçlar
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme
hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş
iktiza etmek: gerektirmek
işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret
ismet: günahsızlık, masumluk
istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
lehviyat: eğlenceler, oyunlar
lisan-ı remz: işaret dili
mahiyet: özellik, nitelik
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k)
mûnis: dost, canayakın
musahhar etmek: boyun eğdirmek
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
mutî: itaat eden
nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri
nebatat: bitkiler
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
râm olmak: boyun eğmek
sair: diğer
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şevk: şiddetli arzu ve istek
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a)
tel-i musikî: musiki teli
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
tevdi etmek: emanet etmek
ulvî: yüce

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1

 سَلاَمًا 

lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.

İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”

İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.


Haşiye-1

Bir tefsir diyor:

سَلَامًا

demeseydi, burûdetiyle ihrak edecekti.

Dipnot-1

bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:67, 95; Nisâ Sûresi, 4:125; En’âm Sûresi, 6:161; Nahl Sûresi, 16:120.


berd: soğuk
beşer: insan
burûdet: soğukluk
cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m)
derecât: dereceler
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n)
envâ: çeşitler, türler
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
halet: hal, vaziyet
Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık
haşiye: dipnot; açıklayıcı not
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a)
hulle: elbise
İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi
ihrak etmek: yakmak
ihzar etmek: hazırlamak
iktiza: gerektirme
incimad ettirmek: dondurmak
keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f)
lâfz: söz
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
madde-i maddiye: maddî madde
madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mâyi: sıvı
men etmek: yasaklamak
millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mukabil: karşılık
mukavemet: karşı gelme, direnç
nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş
neşretmek: yaymak
remz: işaret
selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m)
şer: kötülük
tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
ulvî: yüce
umum: bütün
zarurî: zorunlu, gerekli
zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk
zemin: yeryüzü

Hem meselâ

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.

Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”


Dipnot-1

“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r)
divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b)
fâtiha: başlangıç
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harika-i beşeriye: insanlık harikası
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f)
hüccet: delil
hususî: özel
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
liyakat: layık olma
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
makamât: makamlar
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
menba: kaynak
mertebe-i âliye: yüce mertebe
mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
musahhar olmak: boyun eğmek
muvakkaten: geçici olarak
nihayet: son
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek
rû-yi zemin: yeryüzü
rüçhaniyet: üstünlük
sair: diğer
sarahat: açıklık
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
sukut etmek: düşmek
taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
umum: bütün
uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c)
vakit be vakit: zaman zaman
vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d)
zemin: yeryüzü

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem

Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.

İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri


âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet
âyine: ayna
beşer: insan
câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d)
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
cihet: yön
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r)
edviye: devâlar, ilaçlar
eşya: şeyler, varlıklar
felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)
fen: bilim dalı
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d)
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)
haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hendese: geometri
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m)
hurafât: hurafeler, batıl inanışlar
inkılâb etmek: dönüşmek
ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l)
ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m)
ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
mâlâyâniyât: anlamsız şeyler
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r)
muhtelif: çeşitli
Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r)
mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b)
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
mütenevvi: çeşitli
nâkıs: eksik
nihayet: son
nokta-i müntehâ: son nokta
nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ
Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
remz-i ulvî: yüce işaret
rû-yi zemin: yeryüzü
Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e)
sair: diğer
sırr-ı ehem: çok önemli sır
tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)
tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler

kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا     3

gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem


Dipnot-1

bk. Buharî, Tefsîru Sûre (54) 1, Menâkıb 27; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre (54) 5.

Dipnot-2

bk. Buharî, Vudû’ 32, Menâkıb 25, Eşribe 31, Meğâzî 35; Müslim, Zühd 74; Fezâil 5, 6.

Dipnot-3

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.


Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
arş: haydi!
âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a)
celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l)
dest-i teşvik: teşvik eli
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halâvet: tatlılık, hoşluk
hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e)
hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
iktifa: yetinme
ins: insanlar
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kevser: Cennette bulunan bir havuz
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
maânî: mânâlar (bk. a-n-y)
mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen
mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
merâtib: mertebeler, dereceler
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış
musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ)
nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r)
nihayet: son
şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
server: reis, baş
şevk: şiddetli arzu ve istek
tafsilen: ayrıntılı olarak
tahrik: harekete geçirme
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r)
terğib: rağbet uyandırma
ulviyet: yücelik
vech: yön
vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)
zahir: açık (bk. ẓ-h-r)

öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.

Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.

Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”

Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”

Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve


âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ)
belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ)
beşer: insan
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n)
dünyevî: dünyaya ait
ekser: çok (bk. k-s̱-r)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâ: çeşitler, türler
esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a)
fünûn: fenler, ilimler
gaye-i aksâ: en son gaye
gaye-i yegâne: tek gaye
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık: harikalar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icra ettirmek: yaptırmak
ittihaz etmek: edinmek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d)
mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r)
merğub: rağbet edilen
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d)
mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez
mükerreren: tekrarla, defalarca
nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r)
netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ)
nev-i beşer: insanlık
remzen: işareten
saâdât: mutluluklar
sair: diğer
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
teşvikat: teşvikler
tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l)
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
vâzıhan: açıkça

birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.

Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

İki mühim suale karşı iki mühim cevap

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.

Meselâ, tayyare-i beşer HAŞİYE-2 Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver,


Haşiye-1

Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.

Haşiye-2

Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.


ahvâl: haller, durumlar
âyât: âyetler
bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi
belki: aslında, gerçekte
beşer: insan
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m)
delâlet: delil olma, işaret etme
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ)
hafî: gizli
hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n)
hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
halel: zarar, eksiklik
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları
ihtar: hatırlatma
ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r)
iktidâ etmek: uymak
iktifâ etmek: yetinmek
ima: işaret
işarî: işaret yoluyla
ittibâ etmek: uymak
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f)
maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
miftah: anahtar
muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteaddit: bir çok, çeşitli
müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak
netice: sonuç
nevi: çeşit
nücum: yıldızlar
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
remiz: işaret
sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y)
san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a)
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tarz-ı ifade: ifade tarzı
tasrih: açık şekilde bildirme
tayyare-i beşer: uçak
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
üslub: ifade tarzı
vazife-i asliyesi: esas vazifesi
vezâif: görevler
ziya: ışık

âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”

Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”

Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ     1

ilh. âyeti sizi susturur.”

Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:

“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.


Dipnot-1

“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
arz: dünya
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri
bahr-i muhit-i havâî: hava denizi
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cirm: büyüklük
cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a)
dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk
ehem: en önemli
ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde
fâni: gelip geçici (bk. f-n-y)
gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
kamer: ay
kesb etmek: kazanmak
levâzımât: gerekli olan şeyler
makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer
misbah: lâmba
müesses olmak: kurulmak
mükellef: yükümlü
nazenin: ince, duyarlı
nazik: ince, zarif
nisbet: oran (bk. n-s-b)
nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)
şahap: meteor, göktaşı
seyyârât: gezegenler
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahtelbahir: denizaltı
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tayyare: uçak
tedarik etmek: elde etmek
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l)
zemin: yer, dünya
ziynet: süs (bk. z-y-n)

“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”

İkinci suale cevap:

Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.

Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.


Haşiye-1

Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…


bedâhet: açıklık
beşer: insan
cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler
dâr-ı imtihan: imtihan yeri
dünyevî: dünyaya ait
Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler)
Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler)
ekalliyet: azınlık
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fevt: kaybolma
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hüccet: delil
iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri
istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f)
kıymettar: değerli
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h)
medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti
menâfi-i umumiye: genel yararlar
menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d)
mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muannit: inatçı, dikkafalı
muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
mülhem: ilham olunmuş
müsabaka: yarış
müsavi: eşit
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
nisbet: oran (bk. n-s-b)
remiz: işaret
sa’y: çalışma
saadet-i beşer: insanın mutluluğu
sair: diğer
sarahat: açıklık
sarahaten: açıkça
sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ)
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h)
teşkil: oluşturma
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b)
vâfi: yeterli
vâzıhan: açıkça
zâyi olmak: kaybolmak
zikretmek: bildirmek

Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَۤا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَۤا لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ     1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     2

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ     اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَاٰيَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَۤا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ     وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ     4


Dipnot-1

Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.

Dipnot-2

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-3

“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

Dipnot-4

Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.


elhasıl: özetle, sonuç olarak
eşya: şeyler, varlıklar
gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)
hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
istikbal: gelecek
kelâm: söz (bk. k-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
müstetir: gizli, örtülü
nisbet: oran (bk. n-s-b)
semerat: meyveler, neticeler
terakkiyât-ı insaniye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352

12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.

12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.
12. 3. On İkinci Söz – Dördüncü Esas – Cumartesi Dersleri 12. 3.

On İkinci Söz

DÖRDÜNCÜ ESAS

Kur’ân’ın bütün kelimât-ı İlâhiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen, şu iki temsîle bak.


beşer: insan
cemaat: topluluk, grup (bk. c-m-a)
cidal: mücadele, kavga
cihet-i tefevvuk: üstünlük yönü
cihet-i ulviyet: yücelik yönü
düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi
düstur-u hayat: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y)
düstur-u teavün: yardımlaşma prensibi
fazilet: manevi değer ve üstünlük (bk. f-ḍ-l)
gayât: gayeler, amaçlar
hâcât-ı beşeriye: insanî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c)
hayat-ı içtimaiye: sosyal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanların sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hevesât-ı nefsâniye: nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri (bk. n-f-s)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i felsefe: felsefenin hikmeti (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i Kur’ân: Kur’ân’ın hikmeti (bk. ḥ-k-m)
hissiyat-ı ulviye: yüksek hisler, yüce duygular
incizap: kendine çekme
istinad: dayanma (bk. s-n-d)
ittifak: birlik, birleşme
kâfi: yeterli
kavî: kuvvetli, güçlü
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı insaniye: insana ait mükemmellikler (bk. k-m-l)
kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
livechillâh: Allah için
maâliyât: yüksek ve yüce fikirler
menfî milliyet: zararlı bir hale gelen milliyetçilik, ırkçılık
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)
rabıta: bağ
rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: din, sınıf ve vatan bağı
rıza-i İlâhî: Allah rızası (bk. e-l-h)
saadet: mutluluk
saadet-i dâreyn: dünya ve âhiret mutluluğu
şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)
sed çekmek: engel olmak
selb olmak: ortadan kalkmak
semerât: meyveler, neticeler
tecavüz: saldırma, sataşma
temsîl: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tesanüd: dayanışma (bk. s-n-d)
tezyid: arttırma
tilmiz: talebe, öğrenci
uhuvvet: kardeşlik
unsuriyet: ırkçılık

Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.

İkinci temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar, o âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hâl ile böyle minnettârâne bir sohbet eder, der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.

İşte, bu iki temsîlin dürbünüyle Kur’ân’a bak, ta ki i’câzını göresin ve kudsiyetini anlayasın.

Evet, Kur’ân der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep olsa, Cenâb-ı Hakkın kelimâtını yazsalar, bitiremezler.”1 Şimdi, şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam Kur’ân’a verilmesinin sebebi şudur ki:

Kur’ân, İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semâvât ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye


Dipnot-1

bk. Lokman Sûresi, 31:27.


âdi: normal, sıradan
arz: yer
âsâr: eserler
âyine: ayna
cami’: kapsayan (bk. c-m-a)
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
evâmir: emirler
ferman: buyruk
hâcet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkimiyet-i amme: genel hâkimiyet, egemenlik (bk. ḥ-k-m)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
hane: evhas: özel
haşmet: heybet, görkem
haysiyet: itibar, özellik
hilâfet-i kübrâ: insanın yeryüzünde temsil ettiği mânevî görev (bk. ḫ-l-f; k-b-r)
hitap: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b)
hususî: özel
i’câz: mu’cizelik özelliği (bk. a-c-z)
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
izhar: açığa çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r)
kayıt: sınır
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)
kudsiyet: kusur ve noksandan yücelik, kutsallık (bk. ḳ-d-s)
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
mahdut: sınırlanmış
mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
minnettârâne: minnetli bir şekilde
mükâleme: konuşma (bk. k-l-m)
münasebettar: ilişkili, bağlantılı (bk. n-s-b)
nam: ad, ünvan
nazdâr: nazlı
nazenin: ince, nazik
neşir: yayma
nihayetsiz: sonsuz
nisbet: oran (bk. n-s-b)
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
raiyet: halk, vatandaş
Rububiyet-i mutlaka: Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ)
saltanat-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın herşeye hükmeden, herşeyi kuşatan saltanatı, egemenliği (bk. s-l-ṭ; s-b-ḥ)
saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
semavat: gökler (bk. s-m-v)
tarz: şekil
temsil: örnek, benzetme (bk. m-s̱-l)
teşhir: ilan etme, duyurma
tevcih etme: yöneltme
ulvî: yüce, yüksek
ziya: ışık

hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş.

Amma sair kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellîsiyle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir.1 Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır.2 Sonra avâm-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır. İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:

 حَدَّثَنِى قَلْبِى عَنْ رَبِّى 

Yani, “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.”

Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînden haber veriyor.”

Hem der: “Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.”

Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînin arşıdır.”

Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların4 nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir.


Dipnot-1

bk. Tâhâ Sûresi, 20:38-39.

Dipnot-2

bk. Nahl Sûresi, 16:68.

Dipnot-3

bk. İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs s.217, 390, 450, 451; İbni Kayyım, İğasetü’l-Lehefân 1:123; İbni Kayyım, Medâricü’s-Sâlikîn 1:40, 3:412; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî 11:345; İbni Hacer, el-İsâbe, 2:528.

Dipnot-4

bk. Ebû Ya’lâ, el-Müsned 13:520; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 6:278, 8:382; er-Rûyânî, el-Müsned 2:212; İbni Ebî Âsım, es-Sünne 2:367; et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân 16:95.


arş: taht (bk. a-r-ş)
Arş-ı Âzam: Cenab-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m)
avâm-ı melâike: meleklerden dereceleri düşük olanlar (bk. m-l-k)
avâm-ı nas: sıradan halk tabakası
âyine: ayna
azamet-i haşmet: haşmetin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m)
cihet: yön
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
defter-i iltifâtât-ı Rahmâniye: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içeren defter (bk. r-ḥ-m)
derecat: dereceler
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
has: özel
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hicap: perde, örtü
hikmetfeşan: hikmet yayan (bk. ḥ-k-m)
hususiyet: özel olma, hususîlik
hutbe-i ezeliye: varlığının başlangıcı olmayan Allah’ın konuşması (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l)
ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
Kelâmullah: Allah’ın kelamı (bk. k-l-m)
kelimât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’a ait kelimeler; vahiyle indirilen kitaplar (bk. k-l-m; e-l-h)
kemâl-i liyakat: tam layık oluş (bk. k-m-l)
kitab-ı mukaddes: kutsal kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s)
külliyet: genellik, umumilik (bk. k-l-l)
mahsus: özel
mazhar-ı hitap: muhatap alınma, muhatap kabul edilme (bk. ẓ-h-r; ḫ-ṭ-b)
mecmua: kitap (bk. c-m-a)
melâike-i izam: büyük melekler (bk. m-l-k; a-ẓ-m)
muhabere: haberleşme
muhât: kapsama alanı
muhit: çevre, taraf
muhtelif: çeşitli
münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v)
mütefavit: farklı farklı, çeşitli
nisbet-i ref’: ortadan kalkma oranı (bk. n-s-b)
nüzul: inme (bk. n-z-l)
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
Rabbü’l-Âlemin: âlemlerin Rabbi Allah (bk. r-b-b; a-l-m)
rahmet: merhamet, şefkat (bk. r-ḥ-m)
rahmet-i vâsia-i muhîta: Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti, merhamet ve şefkati (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer
saltanat: hâkimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
tecellî: belirme, görünme (bk. c-l-y)
teftiş: kontrol
Ulûhiyet: İlâhlık (bk. e-l-h)
zahir olan: görünen, ortaya çıkan (bk. ẓ-h-r)

İşte, bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âli ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik ise; Kur’ân-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.

Kur’ân’dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin, dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır; o sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. Eğer Kur’ân’ın İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen, Âyetü’l-Kürsî ve âyet-i

 وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ 1

ve âyet-i

 قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ 2

ve âyet-i

 يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ 3

ve âyet-i

 يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى 4

ve âyet-i

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ 5

ve âyet-i

 مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 6

ve âyet-i

 اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ 7

ve âyet-i

 8 يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ


Dipnot-1

“Gaybın anahtarları Allah katındadır.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allahım!” Âl-i İmran Sûresi, 3:26.

Dipnot-3

“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter. O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı.” A’râf Sûresi, 7:54.

Dipnot-4

“Ey yer, vazifen bitti suyunu yut. Ey gök, hacet kalmadı, yağmuru kes.” Hûd Sûresi, 11:44.

Dipnot-5

“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-6

“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.

Dipnot-7

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-8

“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.


âdi: normal, basit, sıradan
akis: yansıma
âli: yüce, yüksek
Âyetü’l-Kürsî: Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti
âyine: ayna
cilve: görünme (bk. c-l-y)
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
fâik: üstün
fehmetmek: anlamak
ferman: buyruk
fevkinde: üstünde
feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
haysiyet: itibar, özellik
İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
istifade: faydalanma, yararlanma
kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)
Kur’ân-ı Azîmüşşan: şan ve şerefi yüce olan Kur’ân (bk. a-ẓ-m)
kütüb-ü mukaddese: mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerim (bk. k-t-b; ḳ-d-s)
mertebe-i kudsiye: mukaddes mertebe, yüce derece (bk. ḳ-d-s)
mükâleme: konuşma (bk. k-l-m)
nisbet: ölçü, oran (bk. n-s-b)
saltanat-ı uzmâ: çok büyük saltanat (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
sırr-ı tefevvuk: üstünlük sırrı
suhuf-u semâviye: bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki küçük kitaplar (bk. s-m-v)
tanzir etmek: benzerini yapmak (bk. n-ẓ-r)
tefevvuk: üstünlük
tereşşuh etmek: sızmak

ve âyet-i

 وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ 

ve âyet-i

 لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ 

gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak. Hem başlarında

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 

veyahut

 سَبَّحَ 

ve

 يُسَبِّحُ 

bulunan sûrelerin başlarına dikkat et. Ta bu sırr-ı azîmin şuâını göresin. Hem

 الۤمۤ 

lerin ve

 الۤرٰ 

ların ve

 حٰمۤ 

lerin fâtihalarına bak, Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakkın yanında ehemmiyetini bilesin.

Eğer şu Dördüncü Esasın kıymettar sırrını fehmettinse, enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir velî, hiçbir nebînin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’ân’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’câzının sırrını anlarsın. Hem Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta semâvâta, ta Sidretü’l-Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip,

 اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 

olan Zât-ı Zülcelâl ile münacat edip, tarfetü’l-aynda yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet, şakk-ı kamer nasıl ki bir mucize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de, Mirac dahi bir mucize-i ubûdiyetidir; habibiyetini ervah ve melâikeye gösterdi.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ اٰمِينَ     10


Dipnot-1

“Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır.” Zümer Sûresi, 39:67.

Dipnot-2

“Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, elbette görürdün ki…” Haşir Sûresi, 59:21.

Dipnot-3

Fâtiha Sûresi, 1:2; Enâm Sûresi, 6:1; Kehf Sûresi, 18:1; Sebe Sûresi, 34:1; Fâtır Sûresi, 35:1.

Dipnot-4

Hadîd, Sûresi, 57:1, Haşir Sûresi, 59:1; Saf Sûresi, 61:1; A’lâ Sûresi, 87:1.

Dipnot-5

Cum’a Sûresi, 62:1; Teğâbün Sûresi, 64:1.

Dipnot-6

Bakara Sûresi, 2:1; Âl-i İmran Sûresi, 3:1; Ankebût Sûresi, 29:1; Rûm Sûresi, 30:1; Lokman Sûresi, 31:1; Secde Sûresi, 32:1.

Dipnot-7

Yunus Sûresi, 10:1; Hûd Sûresi, 11:1; Yusuf Sûresi, 12:1; İbrahim Sûresi, 14:1; Hicr Sûresi, 15:1.

Dipnot-8

Mü’min Sûresi, 40:1; Fussilet Sûresi, 41:1; Şûrâ Sûresi, 42:1; Zuhruf Sûresi, 43:1; Duhân Sûresi, 44:1; Câsiye Sûresi; 45:1; Ahkaf Sûresi, 46:1.

Dipnot-9

“(Allah) ona şahdamarından daha yakın.” Kaf Sûresi, 50:16.

Dipnot-10

Allah’ım! Senin rahmetine ve onun hürmetine nasıl yaraşırsa, ona ve âline öylece salât ve selâm olsun. Âmin.


azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
cin ve ins: cinler ve insanlar
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fâtiha: başlangıç
fehmetmek: anlamak
habibiyet: sevgililik (bk. ḥ-b-b)
ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
izzet-i kudsiyet: mukaddesliğinin izzeti, yüceliği (bk. a-z-z; ḳ-d-s)
Kab-ı Kavseyn: Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür (bk. ḳ-v-b)
küllî: kapsamlı (bk. k-l-l)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Mirac: Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk (bk. a-r-c)
mu’cize-i risalet: peygamberlik mu’cizesi (bk. a-c-z; r-s-l)
mu’cize-i ubûdiyet: kulluk mu’cizesi (bk. a-c-z; a-b-d)
münacat: dua, yakarış (bk. n-c-v)
nebî: peygamber (bk. n-b-e)
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
semavat: gökler (bk. s-m-v)
Sidretü’l-Müntehâ: yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam
sırr-ı âzim: büyük sır (bk. a-ẓ-m)
sırr-ı lüzum: gerekliliğin sırrı
şuâ: ışın, güçlü ışık hüzmesi
tarfetü’l-ayn: bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an
ulvî: yüce, yüksek
ulviyet-i i’câz: mu’cizeliğin yüceliği (bk. a-c-z)
vahy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y)
velî: Allah dostu (bk. v-l-y)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)

KAYNAK:

http://www.erisale.com/#content.tr.1.195

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/taha-suresi-20/ayet-38/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/nahl-suresi-16/ayet-68/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/bakara-suresi-2/ayet-255/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1


11. 2. On Birinci Söz Hakikatin Yüzü 1 – Cumartesi Dersleri 11. 2.


On Birinci Söz Hakikatin Yüzleri 1

Ey arkadaş, hikâye burada bitti.

Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.

İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik ise, ezel-ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddestir ki, yedi kat semâvât ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis


ahali: halk
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)
arz: yer
bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)
beyhude: sonuçsuz, boşuna
bina etmek: yapmak, inşa etmek
dâi: var olmasına sebep olan
daimi: sürekli
düstur: kural, prensip
ezel-ebed sultanı: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı sürekli devam eden sultan (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)
garb: batı
gûnâgûn: türlü türlü, renk renk
güruh: grup
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. ḥ-k-m; ẕi)
husul: meydana gelme
ihzar edilen: hazırlanan (bk. ḥ-ḍ-r)
ikazât: uyarılar
iksir: ilaç
iltifat: yönelme, değer verme
irşâdât: nasihatler, doğru yolu gösteren sözler (bk. r-ş-d)
istimâ: dinleme
kasr: saray, köşk
lisan: dil
mağlup olmak: yenilmek
mahsus: özel
maksat: gaye, istenilen şey (bk. ḳ-ṣ-d)
mânâ: anlam (bk. a-n-y)
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
melik: hükümdar, sultan (bk. m-l-k)
melik-i zîşan: şanı yüce hükümdar (bk. m-l-k; ẕi)
mezkûr: adı geçen
muallim: öğretmen (bk. a-l-m)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
mütevakkıf: bağlı
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nutuk: konuşma
saadet: mutluluk
şakirt: öğrenci
sâni-i zîşan: şanı yüce san’atkâr (bk. ṣ-n-a; ẕi)
şark: doğu
şayan: layık, yaraşır
semavat: gökler (bk. s-m-v)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taam: yiyecek
takdis: Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma (bk. ḳ-d-s)
talimat: emirler (bk. a-l-m)
tebdil ve tahvil: değiştirme ve başka hale dönüştürme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir edilmek: ışıklandırılmak, aydınlatılmak (bk. n-v-r)
üstad: hoca, öğretmen
vücud: varlık (bk. v-c-d)
vücud-u kasr: köşkün, sarayın varlığı (bk. v-c-d)
vücud-u üstad: öğretmenin varlığı (bk. v-c-d)
Zât-ı Mukaddes: her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah (bk. ḳ-d-s)

edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semâvât ve arzı altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, zîhaşmet ve zîkudret sahibidir.

O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarzla tezyin ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı harikalarına işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelâlin esmâsına delâlet ederler. Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Avânesi ise, enbiya aleyhimüsselâmdır. Ve şakirtleri ise evliya ve asfiyadır. O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde melâike aleyhimüsselâma işarettir. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır ki, kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’ân-ı Hakîmin şakirtleridir. Diğer güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi, belki daha aşağı, sağır, dilsiz, dâllîn güruhudur.1


Dipnot-1

bk. Et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân 1:63; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 2:219.


âlem: dünya (bk. a-l-m)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Arş-ı Rububiyet: Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; r-b-b)
arz: yer, dünya
asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar (bk. ṣ-f-y)
avâne: yardımcılar
âyât: âyetler, deliller
Barla: (bk. bilgiler)
cevher: kıymetli taş
cilve: görüntü, yansıma (bk. c-l-y)
cin ve ins: cinler ve insanlar
dâllîn: doğru yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)
delâlet: delil olma, işaret etme
ehl-i iman: iman etmiş, inanmış kimseler (bk. e-m-n)
ehl-i küfür ve tuğyan: inkârcılar, inanmayanlar ve azgınlık ve taşkınlıkta çok ileri gidenler (bk. k-f-r; ṭ-ğ-y)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve noksandan yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
fırka: grup
güruh: grup, topluluk
hâkim: hükmeden, idareci (bk. ḥ-k-m)
hat: çizgi
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n)
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. s-n-a)
matbah: mutfak
melâike: melekler (bk. m-l-k)
Melik-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k; ḳ-d-r)
menzil: ev, oda (bk. n-z-l)
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
misal: örnek (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müfessir: tefsir edici, açıklayıcı, yorumlayıcı (bk. f-s-r)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musahhar: boyun eğen
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nukuş-u kalem-i kudret: Allah’ın kudret kaleminin işlemeleri (bk. n-ḳ-ş; ḳ-d-r)
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın rahmeti, şefkati, merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
remiz: işaret
şakirt: öğrenci, talebe
sanayi-i garibe: benzersiz, garip san’atlar (bk. ṣ-n-a)
sath-ı arz: yeryüzü
semavat: gökler (bk. s-m-v)
semerât-ı harika: harika meyveler
seyyid: efendi
taam: yiyecek
tabi olmak: uymak
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)
üstad: hoca, öğretmen
zîhaşmet: haşmetli, görkemli, heybetli (bk. ẕi)
zîkudret: kudretli, güçlü, kuvvetli (bk. ẕi; ḳ-d-r)

Birinci kafile olan süedâ ve ebrar ise, zülcenâheyn olan Üstadı dinlediler. O üstad hem abddir; ubûdiyet noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenâb-ı Hakkın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem resuldür; risalet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur’ân vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.

Şu bahtiyar cemaat, o Resulü dinleyip Kur’ân’a kulak verdiler. Kendilerini, envâ-ı ibâdâtın fihristesi olan namaz ile, birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. Evet, namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi, makamatı mufassalan gördüler. Şöyle ki:

Evvelen: Âsâra bakıp, gaibâne muamele suretinde, saltanat-ı Rububiyetin mehâsinine temâşâger makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahu ekber dediler.

Saniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle, Sübhanallah Velhamdülillâh diyerek takdis ve tahmid vazifesini ifa ettiler.

Salisen: Rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zâhir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında şükür ve senâ vazifesini edaya başladılar.

Rabian: Esmâ-i İlâhiyenin definelerindeki cevherleri, mânevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında tenzih ve medih vazifesine başladılar.


abd: kul (bk. a-b-d)
ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m)
Allahu ekber: “Allah en büyüktür” (bk. k-b-r)
âsâr: eserler
bahtiyar: talihli
bedâyi: harika özellikler (bk. b-d-a)
cemaat: topluluk (bk. c-m-a)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cevher: değerli şey
cihazat: duyular, donanımlar
cilve: yansıma, görünüm (bk. c-l-y)
cin ve ins: cinler ve insanlar
dellâl: ilan edici, duyurucu
dergâh: huzur, makam
ebrar: iyi insanlar
eda etmek: yerine getirmek
envâ-i ibâdât: çeşit çeşit ibadetler (bk. a-b-d)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)
evvelen: ilk olarak
ezkâr: zikirler
fihriste: özet
gaibâne muamele: yüz yüze olmadan, üçüncü şahıs olarak anmak
harekât: hareketler
iddihar edilen: depolanan, toplanan
ifa etmek: yerine getirmek
kafile: grup, topluluk
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
makamat: makamlar
makamat-ı âliye: yüce makamlar
medih: övme
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mizan: ölçü, terazi (bk. v-z-n)
mufassalan: ayrıntılı olarak
mütenevvi: çeşitli
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
rabian: dördüncü olarak
rahmet-i İlâhiyenin hazineleri: Allah’ın rahmet hazineleri (bk. r-ḥ-m; e-l-h)
resul: elçi, peygamber (bk. r-s-l)
Resul: Peygamber (bk. r-s-l)
risalet: elçilik, peygamberlik (bk. r-s-l)
salisen: üçüncü olarak
saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
saniyen: ikinci olarak
senâ: övme ve yüceltme
Sübhanallah Velhamdülillah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir; teşekkür ve övgü de Allah’a mahsustur” (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d)
süedâ: seyyidler, efendiler
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tahmid: Allah’ı övme ve Ona teşekkürlerini sunma (bk. ḥ-m-d)
takdis: kutsama, Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma (bk. ḳ-d-s)
tarif etmek: anlatmak, tanıtmak (bk. a-r-f)
tavsif: vasıflandırma, özelliklerini anlatma (bk. v-ṣ-f)
tebliğ: bildirme, ulaştırma (bk. b-l-ğ)
tekbir: Allah’ın herşeyden büyük olduğunu ifade etmek (bk. k-b-r)
telebbüs: giyinme
temâşâger: seyirci, gözlemci
tenzih: her türlü noksan ve çirkinliklerden arınmış tutma (bk. n-z-h)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
ubûdiyet: kulluk, ibadet (bk. a-b-d)
ümmet: peygambere inanıp onun yolundan gidenler, mü’minler
vezâif: vazifeler, görevler
zâhir ve bâtın duygular: insanın maddî ve mânevî duyuları (bk. ẓ-h-r)
zülcenâheyn: iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)

Hamisen: Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektubât-ı Rabbâniyeyi mütalâa makamında tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.

Sadisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın san’atındaki lâtif incelik ve nazenin güzellikleri temâşâ ile tenzih makamında, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâllerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.

Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelâlin kendi san’atının mucizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ 1 dediler. “Senin tarif edicilerin, bütün masnuatındaki mu’cizelerindir.”

Sonra, o Rahmân’ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 2 dediler.

Sonra, o Mün’im-i Hakikînin, tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele ettiler, dediler:

سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ 3 “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık lisan-ı hâlleri,


Dipnot-1

“Ey Rabbimiz! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Seni hakkıyla tanıyamadık.” El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr 2:410; Mer’î b. Yûsuf; Ekâvîlü’s-Sikât s. 45.

Dipnot-2

“Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” Fâtiha Sûresi, 1:5.

Dipnot-3

Bu ifade pekçok hadiste geçmektedir: Müslim, salât 218; EbûDâvud, edeb 98; Nesâî, iftitâh 17; Müsned 6:77,151.


âsâr: eserler
eda etmek: yerine getirmek
ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)
eşya: varlıklar
evvelâ: ilk olarak
Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi olan ve herşeyi benzersiz üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
gaibâne: yüzyüze olmadan, gaybî olarak (bk. ğ-y-b)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
hamd: övgü ve teşekkür (bk. ḥ-m-d)
hamisen: beşinci olarak
hazırâne muamele: yüz yüze, karşılıklı muamele
ihsânât: ihsanlar, ikramlar, bağışlar (bk. ḥ-s-n)
istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
iştiyak: şiddetli arzu ve istek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)
lâtif: ince, güzel (bk. l-ṭ-f)
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
makamat: makamlar, yerler
marifet: Allah’ı bilme ve tanıma (bk. a-r-f)
masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mektubât-ı Rabbâniye: şuur sahiplerine hitap eden birer mektup gibi anlamlı şekilde yaratılmış varlıklar (bk. k-t-b; r-b-b)
meşkûr: kendisine şükredilen (bk. ş-k-r)
mezkûr: sözü geçen
mistar-ı kader: kader şablonu (bk. ḳ-d-r)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muamele-i ubûdiyet: kulluğa ait davranışlar (bk. a-b-d)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
mukabele etmek: karşılık vermek
Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan Allah (bk. n-a-m; ḥ-ḳ-ḳ)
mütalâa: inceleme
nazenin: pek ince ve değerli
Rahmân: rahmet ve şefkati sınırsız olan Allah (bk. r-ḥ-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
sadisen: altıncı olarak
Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)
Sâni-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tarif edici: tanıtıcı (bk. a-r-f)
tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)
temâşâ: seyretme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma (bk. n-z-h)
terahhum: şefkat ve merhamet gösterme (bk. r-ḥ-m)
vezâif: görevler
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, Senin cûd ve keremine şehadet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde ifa ederler.”

Sonra, şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemâl ve celâl ve kemâl ve kibriyâsının izharına karşı Allahu ekber deyip, tazim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.

Sonra, o Ganiyy-i Mutlakın, servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hacetlerini izhar edip, dua edip, istemekle mukabele edip وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 dediler.

Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin, kendi san’atının lâtiflerini, harikalarını, antikalarını sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı, Maşaallah2 deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış” deyip istihsan ederek, Bârekallah deyip müşahede etmek, Âmennâ deyip şehadet etmek, “Geliniz, bakınız,” hayran olarak Hayye ale’l-felâh deyip herkesi şahit tutmakla mukabele ettiler.

Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktârında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdâniyetinin izharına karşı, tevhid ve tasdik edip Semi’nâ ve eta’nâ3 diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini,


Dipnot-1

“Yalnız senden yardım dileriz.” Fatiha Sûresi, 1:5.

Dipnot-2

bk. En’âm Sûresi, 6:128; A’râf Sûresi, 7:188.

Dipnot-3

bk. Mâide Sûresi, 5:7; Nûr Sûresi, 24:51.


acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
aktâr: bölgeler, taraflar
âlem: dünya (bk. a-l-m)
Allahu ekber: “Allah en büyüktür” (bk. k-b-r)
Âmennâ: “İman ettik” (bk. e-m-n)
âyine: ayna
Bârekallah: Allah mübarek etsin (bk. b-r-k)
celâl: haşmet (bk. c-l-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cûd: cömertlik (bk. c-v-d)
enzâr-ı mahlûkat önünde: bütün varlıkların gözü önünde (bk. n-ẓ-r; ḫ-l-ḳ)
fakr: fakirlik (bk. f-ḳ-r)
Ganiyy-i Mutlak: sınırsız zenginliğe sahip olan Allah (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)
hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
hamd: teşekkür ve övgü (bk. ḥ-m-d)
Hayye ale’l-felâh: “Haydi kurtuluşa!”
ifa etmek: yerine getirmek
ilânât: duyurular
inkıyad: boyun eğme
istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
izhar: ortaya çıkarma, gösterme (bk. ẓ-h-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kâinatın aktârı: kâinatın dört bir tarafı (bk. k-v-n)
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kerem: lütuf, cömertlik, iyilik (bk. k-r-m)
kibriyâ: büyüklük (bk. k-b-r)
lâtif: ince, hoş (bk. l-ṭ-f)
mahviyet: alçakgönüllülük
manzum: düzenli (bk. n-ẓ-m)
Maşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yaratmış
medih: övgü, şükür
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mevzun: ölçülü (bk. v-z-n)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
mukabele: karşılık verme
müşahede etmek: gözlemlemek (bk. ş-h-d)
neşr: yayma
Rabbü’l-Âlemîn: bütün âlemlerin rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Allah’ın bütün varlıklar üzerindeki malikiyet ve egemenliği, her varlığı yaratılış amacına hikmetle ulaştıran terbiyesi (bk. r-b-b)
rükûa gitmek: namazda eğilmek
saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
secde etmek: namazda yere kapanmak
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
Semi’nâ ve eta’nâ: “İşittik ve itaat ettik!” (bk. s-m-a)
senâ: övme, yüceltme
Sultan-ı Ezel ve Ebed: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah (bk. s-l-ṭ; e-z-l; e-b-d)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tâzim: Allah’ın büyüklüğünü dile getirme (bk. a-ẓ-m)
teşhirgâh-ı enam: yaratılmışların sergi yeri
tevhid: Allah’ın birliğini kabul etme (bk. v-ḥ-d)
ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, ilâhlık (bk. e-l-h)
vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)
zaaf: zayıflık
zemin: yer

ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubûdiyet ile ve ubûdiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler.

Daha bunlar gibi gûnâgûn ubûdiyet vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar.1 Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet2 ile mücehhez, emin bir halife-i arz3 oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş derecede4 parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve bekà verdi.

Çünkü ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte Kur’ân şakirtlerinin akıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak bizleri onlardan eylesin. Âmin!

Amma, füccar ve eşrar olan diğer güruh ise, hadd-i bulûğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdâniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirâne bir itham ile tahkir ettiler. Ve bütün esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler, nihayetsiz bir azaba müstehak oldular.


Dipnot-1

bk. Tîn Sûresi, 95:4.

Dipnot-2

bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-3

bk. Bakara Sûresi, 2:30; Enâm Sûresi, 6:165; Yunus Sûresi, 10:14.

Dipnot-4

bk. Secde Sûresi, 32:17; Zuhruf Sûresi, 43:71; Buharî, Bed’ü’l-Halk 8; Tefsîru Sûre (32) 1, Tevhid35; Müslim, İmân 312, Cennet 2-5; Tirmizî, Cennet 15, Tefsîru Sûre (32) 2, (56) 1; İbni Mâce, Zühd 39; Dârimî, Rikak 98, 105; Müsned 2:313, 370, 407, 416, 438, 462, 466, 495, 506, 5:334.


ahsen-i takvim: insanın yaratılışının en güzel şekilde ve tam kıvamında olması (bk. ḥ-s-n)
âkıbet: son, netice
âlem: dünya (bk. a-l-m)
âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)
âyinedar: ayna olan, yansıtan
bâki kalmak: kalıcı ve sürekli olmak (bk. b-ḳ-y)
bekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
dar-ı dünya: dünya yurdu
dârüsselâm: esenlik yurdu, Cennet (bk. s-l-m)
destgâh-ı imtihan: sınav tezgahı
ebed/ebediyet: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eda etmek: yerine getirmek
emin: güvenilir (bk. e-m-n)
emn ü emanet: emanetin güvenliği (bk. e-m-n)
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)
eşrar: şerli ve kötü kimseler
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
farîze-i ömür: ömür borcu
füccar: günahkârlar, açıktan günah işleyenler
gûnâgûn: türlü türlü, renk renk
güruh: grup, topluluk
hadd-i bulûğ: ergenlik çağı
halife-i arz: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan (bk. ḫ-l-f)
hülâsa: özet, öz
hutur etmek: hatıra gelmek
inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r)
itham: suçlama
kâfirâne: kâfirce, inkâr ederek (bk. k-f-r)
kalb-i beşer: insan kalbi
küfran: nankörlük, inkâr (bk. k-f-r)
küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mazhar etmek: eriştirmek (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mescid-i kebir: büyük mescid (bk. k-b-r)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
meydan-ı tecrübe: deneme alanı
mücehhez: cihazlanmış, donanmış
mukabele etmek: karşılık vermek
mükâfat: ödül
müştâk: düşkün, aşık
müstehak: hak etmiş, layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
nihayetsiz: sonsuz
Rabb-i Kerim: sonsuz ikram, ihsan ve iyilik sahibi, herşeyi idare ve terbiye eden Allah (bk. r-b-b; k-r-m)
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
şakirt: öğrenci, talebe
sermedî: sürekli, devamlı
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tahkir etmek: hakaret etmek, aşağılamak
tecelliyât: görünümler, yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklarda eserini göstermesi (bk. c-l-y)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu (bk. v-ḥ-d)
vazife-i hayat: hayat görevi (bk. ḥ-y-y)
yümn-ü iman: inanmanın getirdiği bereket ve uğur (bk. e-m-n)

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Sözler, On Birinci Söz, Söz Matbaacılık Yayıncılık Rek. Org. Hiz. San. ve Tic. Ltd. Şti. İSTANBUL

www.erisale.com internet sitesindeki Türkçe Risaleler Söz Basım Yayın’ın Mart 2012 tarihli birebir matbu basılmış halidir.

Yayın amacı Risale-i Nur Külliyatının web üzerinden yayınlanması olup sitenin herhangi bir ticari amacı yoktur.

Genel dağıtım: Nesil Basım Yayın

http://www.erisale.com/#content.tr.1.180

On Birinci Söz Hakikatin Yüzü 1 – Cumartesi Dersleri 11. 2.
On Birinci Söz Hakikatin Yüzü 1 – Cumartesi Dersleri 11. 2.

Biyoloji 11. Sınıf DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ Konu Özeti

Biyoloji 11. Sınıf DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ Konu Özeti
Slide
REKLAM

Bu alana reklam verebilirsiniz.

Sitenin teknik – tasarım ve içerik giderleri karşılanacaktır.

Google, Facebook, YoTube vb. reklamlarının sitemizin içeriğiyle uyumlu olmadığını düşünüyoruz.

Bu konuda e-postayla bilgi alabilirsiniz.

dersdunyasi.net@gmail.com
previous arrow
next arrow
Slide
Slide
Slide
Slide
Slide
Slide
previous arrow
next arrow
Shadow

Bu sayfada; ortaöğretim / lise 11. sınıf Biyoloji dersi 1. ünite 2. bölümde yer alan DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ ile ilgili konunun özeti yer almaktadır.

ORTAÖĞRETİM / LİSE

BİYOLOJİ 11. SINIF

1. ÜNİTE – 2. BÖLÜM

DESTEK VE HAREKET SİSTEMİ

1.2.1. DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ

 Konu Özeti

KAZANIM

11.1.2. Destek ve Hareket Sistemi

Anahtar Kavramlar

eklem, kas, kemik, kıkırdak, tendon

11.1.2.1. Destek ve hareket sisteminin yapı, görev ve işleyişini açıklar.

a. Kemik, kıkırdak ve kas doku açıklanır.

b. Destek ve hareket sisteminin yapısı işlenirken görsel ögeler, grafik düzenleyiciler, e-öğrenme nesnesi ve uygulamalarından yararlanılır.

c. Kemik ve kas çeşitleri açıklanır.

ç. Kıkırdak ve eklem çeşitleri ile vücutta bulunduğu yerlere örnekler verilir. Yapılarına girilmez.

1.2.1. DESTEK VE HAREKET SİSTEMİNİN YAPISI, GÖREVİ VE İŞLEYİŞİ

 Konu Özeti

Destek ve hareket sistemi;

  • kemik,
  • kıkırdak,
  • kas
  • bağ

dokulardan oluşturulmuştur.

Destek ve hareket sistemine;

  • hareketin sağlanması,
  • organizmaya destek olunması,
  • vücudun ihtiyacı olan minerallerin depolanması,
  • iç organlara ve kaslara bağlanma yüzeyi sağlanması,
  • önemli iç organların korunması,
  • vücuda biçim verilmesi ve
  • kan hücrelerinin üretilmesi  

gibi görevler verilmiştir.  

  • Destek ve hareketi sağlamak için iskelet ve kas sistemi birlikte görev yapar.

İSKELET SİSTEMİ

İskelet sistemi, vücudu desteklemek ve kasların tutunması için yüzey alanı sağlamakla görevlendirilmiştir.

İskelet sistemi önemli iç organları zedelenmekten korur.

İskelet sistemi, kemik ve kıkırdak olmak üzere iki çeşit bağ dokudan meydana getirilmiştir.

Embriyoda ikinci aydan itibaren kalsiyum karbonat, kalsiyum fosfat gibi tuzların biriktirilmesiyle kemikleşme süreci başlatılır.

Kemik Doku

Kemik doku hücrelerine osteosit, kemik doku ara maddesine ise osein denir. Osteositler, lâkün denilen boşluklar içinde yer alır ve ince uzantılarla birbiriyle bağlantı kurar.

Kalsiyum karbonat ve kalsiyum fosfat tuzları kemik dokuya sertlik kazandıracak şekilde tasarlanmıştır.

Yaşın ilerlemesiyle kemik dokuda organik madde oranı azaldığı, mineral tuz oranı arttığı için kemiğin sertliği ve buna bağlı olarak da kırılganlığı artar.

Organik kısım olan kollajen lifler ise kemiğe esneklik verir. Çocuklarda kemikler daha esnektir.

Kemik doku kan damarları ve sinirler bakımından da zengindir. Doku yapısına göre kemikler süngerimsi kemik doku ve sıkı kemik doku olmak üzere iki çeşittir.

Süngerimsi kemik doku:

Küçük kemik plakaların arasına boşluk bırakılarak bağlanması nedeniyle gözenekli yapıya sahiptir.

Süngerimsi kemik, böyle bir yapı sayesinde oldukça büyük baskılara dayanabilir şekilde biçimlendirilmiştir.

Süngerimsi kemiğin boşluklarında kırmızı kemik iliği bulunur. Kırmızı kemik iliğinde kan hücreleri üretilir.

Süngerimsi kemik doku
Süngerimsi kemik doku

Süngerimsi kemik,

  • uzun kemiklerin şişkin olan uç kısımlarında ve ilik kanalı çevresinde
  • yassı ve kısa kemiklerin iç kısmında bulunur.
Sıkı kemik doku:

Kalsiyum karbonat, kalsiyum fosfat gibi tuzların yoğun bir şekilde biriktirilmesi nedeniyle oldukça sıkı ve sert yapıya sahiptir.

Uzun kemiklerin gövde kısmı büyük ölçüde sıkı kemikten oluşturulmuştur.

Sıkı kemikte osteon adı verilen yapı birimleri kullanılır.

Osteon, merkezî bir kanal çevresinde dairesel olarak sıralanmış kemik tabakalar ve tabakaların arasında konumlandırılmış kemik hücrelerden oluşturulmuştur.

Sıkı kemik doku
Sıkı kemik doku

Osteonun;

  • ortasındaki kanala Havers kanalı,
  • Havers kanallarını yatay olarak birbirine bağlayan kanallara Volkmann kanalı

adı verilir

Bu kanallarda sinirler ve kemik dokuyu besleyen kan damarları yer alır.

Kemik dokunun ihtiyaç duyduğu besin ve oksijen kanallardaki kan damarından sağlanır.

Atık ürünler de aynı yolla kana verilir.

Şekillerine Göre Kemik Çeşitleri

Şekillerine göre kemikler;

  1. Uzun kemikler,
  2. Kısa kemikler,
  3. Yassı kemikler
  4. Düzensiz şekilli kemikler

olmak üzere dört çeşittir.

1. Uzun kemikler:

Boyu eninden uzun olan kemiklerdir. Koldaki pazu kemiği ve bacaklardaki uyluk kemikleri uzun kemiklere örnektir.

Uzun kemikler
Uzun kemikler

Uç kısımlarındaki şişkin bölgeler baştır. İki baş arasındaki bölge ise gövdedir. Baş kısımlarının dış kısmı, sıkı kemik doku iç kısmı ise süngerimsi kemik doku yapısındadır.

Gövde kısmı büyük ölçüde sıkı kemikten yapılmıştır. Gövdenin ortasındaki boşlukta ise sarı kemik iliği yer alır. Sarı kemik iliği yalnızca uzun kemiklerin yapısında bulunur. Bol miktarda yağ içerir.

Sarı kemik iliğinde bazı akyuvar hücreleri üretilir.

Uzun kemiklerin baş kısmında kemiğin boyuna uzamasını sağlayan kıkırdak dokudan oluşmuş epifiz plağı vardır. Epifiz plağı; ergenlik döneminin ardından kemikleşir, kemikte ve bireyde boyuna uzama durur.

Kemiklerin dış yüzeyini saran zara periost adı verilir. Periost, bol miktarda kan damarı ve sinir içerir.

Periost, kemiğin enine kalınlaşmasını ve kırılan kemiğin onarılmasını sağlar.

2. Kısa kemikler:

Uzunlukları, genişlikleri ve kalınlıkları birbirine yakın olan kemiklerdir.

Ön kolla el arasında bulunan el bilek kemikleri ve bacakla tarak kemikleri arasında bulunan ayak bilek kemikleri kısa kemiklere örnektir.

Kısa kemikler
Kısa kemikler

Kısa kemiklerin dış yüzeyini periost sarar.

Kısa kemiklerin iç kısmında süngerimsi kemik doku dış kısmında sert kemik doku bulunur.

3. Yassı kemikler:

Yapısı yassı ve ince olan kemiklerdir.

Kafatası kemikleri, kaburga, kalça kemiği ve kürek kemiği yassı kemiklere örnektir.

Yassı kemikler
Yassı kemikler

Yassı kemiklerin dış kısmında periost bulunur. Yassı kemiğin merkezinde kırmızı kemik iliği içeren süngerimsi kemik doku, dış tarafında ise sert kemik doku bulunur.

4. Düzensiz şekilli kemikler:

Belirli bir şekli olmayan, baskılara dayanıklı sağlam kemiklerdir.

Omurlar ve çene kemikleri düzensiz şekilli kemiklere örnektir.

Düzensiz şekilli kemikler
Düzensiz şekilli kemikler

Diğer kemik çeşitlerinde olduğu gibi dıştan periostla kaplıdır.

İç tarafında süngerimsi kemik doku dış tarafında ise sert kemik doku bulunur

İskelet
İskelet

Yetişkin insan iskeleti 206 kemikten oluşturulmuştur. Bu kemiklerin bazıları birbirine kaynaşmıştır.

İskelet;

  1. Eksen iskeleti           2. Üyeler iskeleti      

olmak üzere iki ana bölüme ayrılır.

Eksen iskeletinde;

a. Baş,                b. Gövde,      

iskeleti yer alır.

a. Baş iskeleti,
  • Kafatası  
  • Yüz kemiklerinden

meydana gelir.

Baş iskeleti
Baş iskeleti

Baş iskeletinde sadece alt çene kemiği hareketlidir.

b. Gövde iskeleti;
  • Omurga,
  • Göğüs kemiği
  • Kaburgalardan

meydana gelir.

Gövde iskeleti
Gövde iskeleti

Omurga, boyundan kuyruk sokumuna kadar devam eder. Omurlar arasında kıkırdaktan oluşturulmuş diskler vardır.

Omurgayı oluşturan omurlar;

  • Baş ve gövdenin hareketini ve vücudun dik durmasını sağlar.
  • Kaburga ve iç organlara bağlanma bölgesine yerleştirilmiştir.
  • Deliklerinin üst üste getirilmesiyle omurga kanalı oluşturulmuştur ve içindeki omuriliği korur.
  • Baş, gövde, göğüs ve karın boşluğundaki birçok organın ağırlığını taşır ve destek olur.

Omurlar yapı ve işlevleri bakımından;

  1. Boyun omurları,
  2. Sırt omurları,
  3. Bel omurları,
  4. Sağrı omurları
  5. Kuyruk sokumu omurları

olmak üzere beş bölümde incelenir. Boyun omurlarının birincisine atlas, ikincisine eksen adı verilir. Sırt omurları, kaburgayla bağlantılıdır.

İnsanda on iki çift kaburga vardır.

Sırt omurlarından çıkan kaburgaların ilk yedi çifti ayrı ayrı, sonraki üç çift, birleştirilerek göğüs kemiğine bağlanmıştır.

Son iki çift kaburganın uçları göğüs kasları arasında serbest bırakılmıştır. Bu kaburgalara yüzücü kaburga denir.

Kaburga göğüs bölgesindeki iç organları koruyacak, destekleyecek ve soluk alıp vermeyi sağlayacak şekilde tasarlanmıştır.

Kaburga kemiklerindeki ilikler kan yapımında önemli bir yere sahiptir.

Üyeler iskeletinde ise;

a. Kol kemikleri,

b. Bacak kemikleri,

c. Üye kemerleri,

yer alır.

a. Kol kemikleri;
  • pazu,
  • ön kol,
  • dirsek,
  • el bilek,
  • el tarak,
  • el parmak,

kemiklerinden oluşturulmuştur.

Üyeler iskeletinde ise;

a. Kol kemikleri,

b. Bacak kemikleri,

c. Üye kemerleri, 

yer alır.
Üyeler iskeleti;
a. Kol kemikleri,
b. Bacak kemikleri
b. Bacakta kemikleri;
  • uyluk,
  • diz kapağı,
  • kaval,
  • baldır,
  • ayak bilek,
  • ayak tarak,
  • ayak parmak,

kemiklerinden oluşturulmuştur.

c. Üye kemerleri,
  • omuz kemeri
  • kalça kemerinden

oluşturulmuştur.

Omuz kemerinde

  • önde köprücük kemiği,
  • arkada ise kürek kemiği vardır.

Omuz kemeri kol kemiğine eklemle bağlanmıştır.

Kalça kemeri;

  1. oturga,
  2. kalça,
  3. çatı,

olmak üzere üç kemiğin kaynaştırılmasıyla oluşturulmuştur.

Kalça kemeri
Kalça kemeri

Her iki kalça kemeri arkada sağrı omurlarına; önde ise birbirine bağlanır.

Böylece kalça kemerleri arasında leğen boşluğu oluşur.

Kalça kemerleriyle bacak kemikleri eklemle birleştirilmiştir.

Kıkırdak Doku

Kıkırdak doku, kıkırdak hücreleri ve bunların salgıladığı hücreler arası maddelerden oluşturulmuştur.

Kemiklerin birleşim yerlerinde, kulak kepçesinde, burunda ve östaki borusunda bulunur.

Kıkırdak doku hücresine kondrosit ara maddesine ise kondrin denir.

Ara maddede protein yapılı lifler bulunur.

Kıkırdak dokunun ara maddesi jel şeklinde olduğu için kemik dokudan daha esnektir.

Kıkırdak doku ara maddesinde kan damarı bulunmaz.

Kıkırdak doku hücreleri, kıkırdak dokunun etrafını saran bağ dokudaki damarlardan salınan maddelerin difüzyonuyla beslenir.

Bu nedenle zedelenen kıkırdak dokunun onarımı uzun süre alır.

Kıkırdak Doku
Kıkırdak Doku

Kıkırdak doku, ara maddesine konulan liflerin yapısına göre;

  1. hiyalin,
  2. fibröz,
  3. elastic,

kıkırdak olmak üzere üç çeşittir.

1. Hiyalin kıkırdak:

Kollajen lif bulundurur.

İnsanlarda embriyonal dönemde iskeletin büyük bir kısmını oluşturur.

Embriyonun gelişim sürecinde hiyalin kıkırdak kemik dokuya dönüştürülür.

Ancak kaburga uçlarında, oynar eklemlerdeki kemiklerin eklem yüzeyinde hiyalin kıkırdak kemik dokuya dönüştürülmez.

Soluk borusunda, burunda, bronşlarda, kemik eklem yerlerinde ve kaburga uçlarında hiyalin kıkırdak bulunur.

Hiyalin kıkırdak
Hiyalin kıkırdak
2. Fibröz kıkırdak:

Bol miktarda kollajen lif içerir.

Bu sayede basınca ve çekmeye karşı dayanıklı kıkırdaktır.

Omurgayı oluşturan omurların arasındaki esnek diskler fibröz kıkırdak yapısındadır.

Ayrıca kalça ve diz eklemleri ile köprücük kemiği eklemlerinde de fibröz kıkırdak bulunur.

Fibröz kıkırdak
Fibröz kıkırdak
3. Elastik kıkırdak:

Esneme ve bükülme yeteneği fazla olan kıkırdaktır.

Ara maddesinde elastik lifler bulunur.

Kulak kepçesindeki kıkırdak, östaki borusundaki kıkırdak ve epiglottisteki (gırtlak kapağı) kıkırdak elastik kıkırdak örnekleridir.

Elastik kıkırdak
Elastik kıkırdak

Eklemler

Kemiklerin birbiriyle birleştirilme yerine eklem denir.

Hareket şekline göre;

  1. oynamaz eklemler,
  2. yarı oynar eklemler,
  3. oynar eklemler,

olmak üzere üç çeşit eklem vardır.

1. Oynamaz eklem

Hareketsiz eklemlerdir. Kafatasını oluşturan kemiklerin arasındaki eklemlerle, sağrı ve kuyruk sokumunda bulunan eklemler oynamaz eklemlere örnektir.

Bu eklemleri birbirine bağlayan kemikler, eklem bölgesinde genellikle testere dişine benzer şekilde girintilerle ve çıkıntılarla birbirine kenetlenmiştir.

Eklemler
Eklemler
Yarı oynar eklem

Hareketleri sınırlıdır. Omurgayı oluşturan omurlar arasındaki eklemler, yarı oynar eklemlere örnektir.

Oynar eklem

Hareketli eklemlerdir. Kolda pazu kemiği ile ön kol kemiği, bacakta ise uyluk kemiği ile kaval kemiği arasındaki eklemler oynar ekleme örnektir.

Ayrıca parmak kemiklerinin arasındaki eklemler de oynar eklemlerdir.

KAS SİSTEMİ

Kaslar, kemiklerle vücuda şekil vermede kullanılmaktadır. Kasların temel görevi, vücudun veya bulundukları organların hareketini sağlamaktır.

Örneğin iskelet kaslarının kasılıp gevşemesi sayesinde konuşma, nefes alıp verme, yürüme, koşma, yüzme gibi çeşitli hareketler gerçekleştirilir.

İstemsiz çalışan düz kaslar, iç organlarımızın hareketini sağlar. Kan, kalp kasının kasılmasıyla tüm vücuda ve akciğerlere pompalanır. Böylece hücrelere gerekli maddelerin ulaştırılması sağlanır.

KAS SİSTEMİ
KAS SİSTEMİ

Kas Doku

Kaslar, kas dokusundan oluşturulmuştur. Kas dokusunda yer alan kas lifleri kas hücresi olarak adlandırılır.

Kas hücreleri özelleştirilmiş hücrelerdir. Kas hücrelerinin zarına sarkolemma, plazmasına sarkoplazma, endoplazmik retikulumuna sarkoplazmik retikulum adı verilir.

Kas hücrelerinde kasılıp gevşemeyi sağlayan aktin ve miyozin proteinlerinden oluşmuş filamentler bulunur. Bu iplikçikler, bir araya gelerek miyofibrilleri oluşturur. Kas dokuda enerji ihtiyacı fazla olduğundan kas hücrelerinin mitokondri sayısı fazladır.

Kas Çeşitleri

Kaslar;

  1. düz kas,
  2. kalp kası,
  3. iskelet kası,

olmak üzere üç çeşittir.

1. Düz kas

İç organların yapısında bulunan düz kaslar, mekik şeklindeki hücrelerden oluşturulmuştur.

Bu hücreler, tek çekirdekli olup aktin ve miyozin filamentler, hücre boyunca düzenli olarak sıralanmadığından düz kaslarda bantlaşma görülmez.

Bu nedenle bu hücrelerden oluşan kaslar, düz kas olarak adlandırılır.

Düz kaslar, yavaş kasılıp yavaş gevşer.

Düz kasların kasılıp gevşemesi, otonom sinir sistemi tarafından düzenlenir ve bu kaslar istemsiz hareket eder.

Düz kaslar sinirsel, hormonal ve fiziksel uyarılarla kasılır.

Solunum, sindirim, dolaşım, üreme ve boşaltım sistemlerindeki organların yapısında düz kaslar bulunur.

Kas Çeşitleri
Kas Çeşitleri
2. Kalp kası

Kalbin yapısında yer alır. Silindirik hücreleri dallanma gösterir. Kalp kası hücreleri genellikle tek çekirdeklidir ve çok miktarda mitokondri içerir.

Miyozin ve aktin filamentlerin düzenli diziliminden dolayı kalp kası hücreleri mikroskop altında çizgili görünür. Bu hücreler, çizgili olmaları nedeniyle iskelet kası hücrelerine benzer, hızlı kasılır.

İstemsiz çalışmaları nedeniyle düz kas hücrelerine benzerlik gösterir.

Çalışmaları otonom sinir sistemi tarafından düzenlenir şekilde tasarlanmıştır.

Kalp kası hücreleri otonom sinir sistemi tarafından impuls almadan da kasılıp gevşeyebilir.

3. İskelet kası

Vücutta en çok bulunan kas çeşididir. Bu kaslar, iskelete tutunur. İskelet kaslarının işlevleri, beyin kontrolünde gerçekleşir şekilde tasarlandığı için istemli olarak çalışır.

İskelet kasları, kas boyunca uzanan kas liflerinden oluşturulmuştur. Mikroskop altında çizgili görünür. İskelet kasına çizgili kas da denir. Her bir lif, uzun silindir şeklinde tek bir hücredir.

İskelet kası hücreleri, çok sayıda çekirdek içerir. Çünkü bu hücrelerin her biri embriyonik dönemde çok sayıda hücrenin kaynaşmasıyla oluşturulmuştur.

Bu hücreler, oksijen depolayabilen ve demir içeren miyoglobin pigmenti içerdiğinden kırmızı renkte görünür. İskelet kasları hızlı kasılır ve çabuk yorulur.

Kas Kasılması

Kas lifi çok sayıda miyofibril içerir. Miyofibriller, aktin ve miyozin filamentlerinden oluşturulmuştur. Bu filamentlerin düzenli dizilişlerinden dolayı mikroskopta bakıldığında iskelet kası hücrelerinde art arda tekrarlanan açık ve koyu bantlar görülür.

Tekrarlanan bu bantlarda aktin ve miyozin filamentler, belirli bir düzen içinde konumlandırılarak kasın sarkomer adı verilen kasılma birimlerini oluşturur.

Sarkomer, iki Z çizgisi arasında kalan kısımdır. İnce olan aktin filamentler Z çizgisinde birbirine bağlanıp sarkomerin merkezine doğru uzanır.

Kalın olan miyozin filamentler ise sarkomerin merkezinde birbirine tutunur. Sarkomerdeki bantlaşma incelendiğinde sadece aktin filamentlerden oluşan bölgeye I bandı, aktin ve miyozin filamentlerin birlikte yer aldığı bölgeye A bandı adı verilir. A bandının ortasında sadece miyozin proteinlerinden oluşan, açık renk olarak görünen bölgeye H bandı adı verilir.

Kas Kasılması
Kas Kasılması

Çizgili kaslar, somatik sinir sistemine ait miyelinli nöronlar tarafından uyarılır. Motor sinirler motor liflerini oluşturur ve motor lifler de kasların uyarılmasını sağlar.

Motor sinir hücresiyle kas hücresi arasındaki bağlantı bölgesi motor uç plak olarak adlandırılır. Nöronla taşınan impuls, motor uç plağa gelince nörondan nörotransmitter salgılanmasını sağlar.

Nörotransmitterler sarkolemma üzerindeki Na+ kanallarının açılmasına ve hücreye çok miktarda Na+ iyonunun girmesine neden olur.

Böylece kas hücresi uyarılır ve impuls sarkolemma boyunca yayılır. Bu impuls, sarkoplazmik retikuluma ulaşınca sarkoplazmik retikulumda depolanan Ca+2 iyonları sitoplazmaya salınır. Böylece sitoplazmada Ca+2 iyonları derişimi yükselir. Salınan Ca+2 iyonları, sarkomerde aktin üzerinde konumlanmış olan proteini kaydırarak miyozinin aktine bağlanacağı kısmın açığa çıkmasını sağlar. Aktin filamentler miyozin flamentler üzerinde kayar, kas lifi kasılır.

Motor uç plak
Motor uç plak

Kasılmış kasın gevşemesi, impuls iletimi kesildiği zaman gerçekleşir. Kasılma tamamlanınca Ca+2 iyonları sarkoplazmik retikuluma aktif taşımayla taşınır böylece gevşeme gerçekleştirilir.

Sarkoplazmada kalsiyum derişimi düşünce aktin üzerindeki protein kompleksi aktifleştirilerek miyozinin aktine bağlanma bölgesinin kapanmasına neden olur ve kasılma durur.

Kasılma fizyolojisi
Kasılma fizyolojisi

Miyozinin aktinden ayrılması için ATP’ye gereksinim duyulur. Kasta yeterli ATP olduğu sürece kasılıp gevşeme devam eder.

Kasın kasılabilmesi için gerekli minimum uyarı şiddetine eşik değer denir. Eşik değerin altındaki uyarılar, kas lifinde uyarı oluşturmaz.

Eşik değer ve eşik değerin üzerindeki uyarılar ise kas lifi tarafından aynı şiddette cevaplanır. Bu duruma ya hep ya hiç kuralı denir.

Kasılma evreleri
Kasılma evreleri

Çizgili kasların dinlenme durumunda hafif kasılı ve gergin olma durumuna kas tonusu denir. Kas tonusu bilincin açık olduğu durumda mevcuttur. Kasın kasılma sonrası normal durumuna geri döndürülmesine gevşeme evresi denir.

Uyarı alan kasın kasılması ve gevşemesi üç evrede gerçekleştirilir. Bunlar sırasıyla gizli evre, kasılma evresi ve gevşeme evresidir.

Gevşeme anından itibaren kasın tekrar uyarılmasına kadar geçen sürede kas dinlenmektedir. Ancak kas lifi (hücresi), gevşemeye fırsat vermeden kasılması için art arda uyarılırsa kasılı durumda kalır. Bu duruma fizyolojik tetanos (kramp) denir. Bazı kaslar birbirine zıt çalıştırılır. Bu kaslara antagonist kaslar denir. Antagonist kaslardan biri kasılırken diğeri gevşer. Böylece iki farklı yönde dengeli ve hızlı hareket sağlanır. Kolun üst kısmında yer alan pazu kasları antagonist kaslara örnektir.

Fizyolojik tetanos (kramp)
Fizyolojik tetanos (kramp)

Kas Enerjisinin Sağlanması

İskelet kası ve kalp kası hızlı kasılıp gevşetilir. Kasların kasılmasında da gevşemesinde de ATP kullanılır.

Bu kasların hücrelerinde mitokondri sayısı fazladır. Gerekli enerji öncelikli olarak kas hücrelerindeki ATP’den sağlanır. ATPaz enzimiyle ATP parçalanır ve enerji kullanılır.

İskelet kası hücreleri, kasılmaya başladığında hücrede çok az miktarda bulunan ATP moleküllerini kullanır. ATP molekülleri çok kısa sürede tükenir.

Kas hücreleri, ATP ihtiyacını kreatin fosfat üzerinden sağlar. Kas hücrelerinde mevcut ATP’den daha fazla kreatin fosfat (CP) bulunur.

Enerji ihtiyacı olan kas hücreleri, kreatin fosfat molekülünü parçalayacak şekilde tasarlanmıştır. Açığa çıkan fosfat ile ADP, ATP’ye dönüştürülür.

Kaslar, bu şekilde kreatin fosfatı destek enerji kaynağı olarak kullanır ve yaklaşık 15 saniye kadar ATP ihtiyacı karşılanabilir.

Kas, gevşeyip dinlenmeye geçince reaksiyonun tersi gerçekleşir. Böylece kreatin fosfat yeniden sentezlenir ve depolanır.

Kasta enerji ihtiyacının devam etmesi durumunda kas hücresinde depolanan glikojen molekülü parçalanır böylece glikoz fosfat molekülü açığa çıkar. Bu madde kana geçemez sadece kaslarda yakıt olarak kullanılır.

Glikoz fosfat, kas hücrelerinde ya oksijenli solunumda kullanılarak (öncelikli olarak) ya da laktik asit fermantasyonunda kullanılarak ATP elde edilir.

Laktik asit fermantasyonu sonucunda açığa çıkan laktik asit yorgunluk hissi oluşturur. Laktik asidin küçük bir miktarı pirüvik aside çevrilir ve sonra bütün vücut sıvılarında oksijenli solunumda kullanılır.

Kalan laktik asidin büyük kısmı karaciğerde olmak üzere glikoza çevrilir ve bu glikoz kasların glikojen depolarının yenilenmesinde kullanılır.

İskelet kaslarının kasılması sırasında ATP, kreatin fosfat, glikoz, oksijen, glikojen miktarı azalır; ADP, fosfat, kreatin, karbondioksit, su, laktik asit, ısı miktarı artar.

Tendonlar

Kaslar kemiklere tendonlarla bağlanır. Tendonlar kasları kemiklere bağlayan bağ doku liflerinden oluşturulmuşmuş yapıdır. Tendonlar kasılmaz. Fiziksel gerilmelere karşı dayanıklıdır.

Tendonlar
Tendonlar

ETKİNLİK – BUNLARI DA BİLELİM !

  1. Verilen ayetleri, tefsirini ve sonra da metni okuyunuz.
  2. Metinde anlamını bilmediğiniz kelimeler için altta verilen sözlüğe bakınız. Ya da metnin altında verilen internet sayfasına giderek anlamını bilmediğiniz kelimenin üzerine tıklayınız.
  3. Metnin sonunda verilen boş satırlara ayetler, tefsir ve metinle ilgili duygu ve düşüncelerinizi yazınız.

Meal

İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. ﴾77﴿ 

Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. ﴾78﴿ 

De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir. ﴾79﴿

(Yâsîn Sûresi, 36/77-79).

Tefsir

İnsanın kendi yaratılışı üzerinde düşünmeyi bir kenara bırakıp, küstahça bir tavırla yüce yaratıcının ve peygamberinin bildirdiklerini yalnızca aklıyla yargılamaya kalkışmasının ne kadar çelişkili olduğu bir örnek ışığında ortaya konmaktadır.

Bu örnekte iki nesne (nutfe ve çürümüş kemik) kıyaslanmaktadır. Bunlardan nutfe, Kur’an’daki kullanımlarına göre erkeğin menisi veya döllenmiş hücre (zigot) mânasına gelmektedir. Böylesine önemsiz görünen bir cismin belirli süreçlerden geçtikten sonra yetişkin bir insan haline gelebilmesini sağlayan bir irade ve kudretin yani yaratıcının bulunduğunu kabul eden kişinin –ki başka âyetlerde belirtildiği üzere müşrik Araplar evrenin ve evrendeki varlıkların yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ediyorlardı–, işte bu gücün çürümüş kemiğe de can verebileceğini yadırgamaması gerekir.

Ne var ki Resûlullah’ın peygamberliğini ve onun bildirdiklerini, dolayısıyla öldükten sonra dirilme gerçeğini kabul etmemek, sonuç olarak da Allah’ın yanı sıra başka mâbudlara tapma esasına dayalı kurulu düzenlerini sürdürmek için kırk dereden su getiren Mekke müşrikleri, akıllarınca bu tür örneklerden de yararlanarak alaycı ifadelerle çevrelerindekileri etkilemeye çalışıyorlardı.

Tefsirlerde bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak şöyle bir olaya yer verilir:

Müşriklerin önde gelenlerinden biri Hz. Peygamber’e elinde çürümüş bir kemik parçasıyla gelir ve onu ufalayıp, “Böyle un ufak olduktan sonra Allah bunu diriltecek öyle mi?” der. Resûl-i Ekrem de “Evet. Nitekim O seni de öldürecek, sonra diriltip cehenneme atacak!” cevabını verir.

Rivayetlerde Resûlullah’la konuşan kişi ile ilgili olarak Übey b. Halef, Âsî b. Vâil, Ebû Cehil ve Velîd b. Mug^re isimlerinin geçmesi, olayın benzerlerinin birkaç defa meydana gelmiş olması ihtimalini düşündürmektedir (İbn Âşûr, XXIII, 73; rivayetler için ayrıca bk. Taberî, XXIII, 30-31; İbn Atıyye, Abdullah b. Übeyy’in adının zikredilmesini haklı olarak eleştirir; IV, 463-464).

Fakat en çok adı geçen Übey b. Halef’in, isimleri belirtilen diğer kişilerin bulunduğu bir toplulukta, “Muhammed Allah’ın ölüleri dirilteceğini söylüyor, bunu onunla tartışacağım!” dedikten sonra çürümüş bir kemik alıp Resûlullah’a gittiği rivayeti daha mâkul görünmektedir (Zemahşerî, III, 293). Râzî’nin belirttiği üzere önemli olan, özel sebep ne olursa olsun sözün genelinden çıkan mânadır, ki bu da Allah’ın kudretini ve haşri inkâr eden zihniyetin mahkûm edilmesidir (XXVI, 107-108).

79. âyetin son cümlesinde geçen halk kelimesi hem “yaratma” hem “yaratılanlar” (mahlûkat) anlamına geldiği için, bu cümle genellikle bu iki mânayı da yansıtmak üzere şu şekilde açıklanmıştır:

Allah Teâlâ, yaratılanların hepsini bütün ayrıntılarıyla, her birini toplanan ve dağılan parçalarıyla, usulü ve fürûu, içinde bulunduğu durumları, nitelik ve nicelikleri, her türlü özellikleriyle bilir; yaratmanın da her türlüsünü, maddeli-maddesiz, aletli-aletsiz, örnekli-örneksiz, ilkin ve sonra her çeşidini bilir (Elmalılı, VI, 4041).

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 513-514

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-tefsir-1/yasin-suresi-36/ayet-71/diyanet-vakfi-meali-4

KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami’ bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve

http://www.erisale.com/#content.tr.1.200

âdet: alışkanlık
âdi: normal, basit, sıradan
âdiyat: alışılmış olan sıradan şeyler
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
cahilâne: cahilce, bilgisizce
cami’: kapsamlı (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
derece-i ilim: ilim derecesi (bk. a-l-m)
ders-i ibret: ibret dersi
hakaik-ı acibe: şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici
hazine-i ulûm: ilimler hazinesi (bk. a-l-m)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)
hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)
huruç etme: çıkma
intizam-ı hilkat: yaratılıştaki düzen (bk. n-ẓ-m; ḫ-l-ḳ)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâl-i fıtrat: yaratılıştaki mükemmellik (bk. k-m-l; f-ṭ-r)
kemâl-i hilkat: yaratılıştaki mükemmelik, kusursuzluk (bk. k-m-l; ḫ-l-ḳ)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lâkaydâne: ilgisizce, duyarsızca
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
mahsul-ü hikmet: hikmet ürünü, neticesi (bk. ḥ-k-m)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)
nam: ad
nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)
nazar-ı ibret: ibretle bakış (bk. n-ẓ-r)
sukut eden: düşen
teşhir etme: sergileme
ukûl: akıllar
ülfet: alışkanlık, gaflet
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
velvele-i istiğrab: garip karşılayarak bağırma, hayret feryadı
yad olunan: anılan
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister. HAŞİYE-1

İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!

Haşiye-1

Amerika’da aynen bu vakıa olmuştur.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.201

adem-i intizam: düzensizlik, düzenin yokluğu (bk. n-ẓ-m)
âdi: basit, normal, sıradan
beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n)
cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)
cihet: yön
cüda olmak: ayrı düşmek
daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b)
hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l)
hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b)
hazine-i ilm-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi (bk. a-l-m; v-ḥ-d)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)
i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)
iaşe: beslenme, geçim (bk. a-y-ş)
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
intizâmât-ı san’at: san’attaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṣ-n-a)
intizamsız: düzensiz (bk. n-ẓ-m)
kemâl-i nizam ve intizam: mükemmel bir düzen ve tertip (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m)
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün evren (bk. k-t-b; k-v-n)
küfran: iyilik bilmeme, nankörlük (bk. k-f-r)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f)
mâbeyn: ara
manzum: şiir gibi vezinli yazılmış eser (bk. n-ẓ-m)
marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; e-l-h)
marifet-i Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; ṣ-n-a)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül
mevcut: var olan (bk. v-c-d)
mu’cize-i rahmet: Allah’ın rahmet mu’cizesi (bk. a-c-z; r-ḥ-m)
münasebet-i mâneviye: mânevî ilişki, bağlantı (bk. n-s-b; a-n-y)
muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)
müstağni: ihtiyaç duymayan, muhtaç olmayan (bk. ğ-n-y)
müteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş
müteveccih: yönelmiş
necm: kısım, durak; yıldız
nevi: çeşit, tür
nihayetsiz: sonsuz
rabıta: bağ, ilgi
sema: gökyüzü (bk. s-m-v)
sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)
şüzuz etmek: kural dışı kalmak
tazammun: içine alma, içerme
tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r)
terkibat: birleşimler, sentezler
teşkil: meydana getirme
umumî: genel
uslûp: ifade tarzı
vakıa: olay
vezin: şiirdeki ahenk ölçüsü
zi’l-ecniha: çok yönlü (bk. ẕi)
Metinle ilgili duygu ve düşüncelerim:

(NOT: Bu bölüme yazmak isterseniz aşağıdaki yorum kutusunu kullanabilirsiniz. Teşekkürler.)

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………

………………………………………………………………………………………………………………………………………


LİSE / ORTAÖĞRETİM