Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 10.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
…
Makam-ı ifham ve ilzamda binler misallerinden yalnız şu iki misale bak.
Yani, “Eğer bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazire yapınız.” İşârâtü’l-İ’câz’da izah ve ispat edildiği için, burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan diyor:
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin2 dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.
Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edip, bir âlim olsun.
Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ân’a bir nazire yapınız.
Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit olmayan hakaik-i Kur’âniyeden ve mânevî çok mu’cizâtından kat’-ı nazar, yalnız nazmındaki belâğatine nazire olarak bir eser yapınız.
فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ 3
ilzamıyla der: Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur’ân kadar olmasın, yalnız
بِعَشْرِ سُوَرٍ
on sûresine nazire getiriniz.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire getiriniz.
Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire ibraz ediniz.
bâtıl: yalan, gerçek dışı belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) beşer: insan bülega: belâğatçiler, edebiyatçılar (bk. b-l-ğ) edip: edebiyatçı hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) himmet: yardım hutebâ: hatipler (bk. ḫ-ṭ-b)
ibraz etmek: ortaya koymak, göstermek icmâl: özet (bk. c-m-l) ilzam: susturma, mağlup etme ins: insan izah: açıklama kabil-i taklit: taklidi mümkün kat-ı nazar: dikkate almama (bk. n-ẓ-r) kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâm-ı İlâhî: Allah kelâmı (bk. k-l-m; e-l-h) kıraat: okuma kitabet: yazma (bk. k-t-b) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı meşhur: tanınmış mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n) müftereyat: uydurmalar nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen
Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde—çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette
işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.
Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’ân dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de:
لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَياَنٌ
Evet, beyan-ı Kur’ân’dan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.
Dipnot-1
“Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) asabiyet: ırkçılık, kendi akraba ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
haps-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d) haysiyet: itibar, şeref, değer helâket: yok oluş ilzam: susturma, mağlup etme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham: delille susturma makamı mertebe: kat, derece misal: örnek (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) sanem: put zillet: alçaklık, aşağılık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Yâsin Sûresi, 36:78-79.
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
İnsan der Çürümüş kemikleri kim diriltecek Sen de Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek. Yâsin Sûresi, 3678-79. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 9.
“Hikmetli Kur’ân’a kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kur’ân var. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’câz var.”
Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’câzlı misallerinden, şu:
Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten
Dipnot-5
Yâsin Sûresi, 36:1-3.
Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.
acip: hayret verici, şaşırtıcı beyan: açıklama (bk. b-y-n) bidayeten: başlangıçta ferman etmek: buyurmak Hak: doğru, gerçek; her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüccet: delil i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü (bk. v-c-z) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkar: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) kasem: yemin kat’î: kesin kelâm: söz (bk. k-l-m) keyfe: “nasıl?” keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lâfz: ifade, kelime
inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i
كُنْ فَيَكُونُ 1
ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.
Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu
ilâ âhir. Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasinde ispat ve izah edildiği gibi, Benî İsrail’e der: “Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ aleyhisselâmın bütün mu’cizâtına karşı lâkayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-2
“Sonra, bütün bunların ardından, kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston Benî İsrail: İsrailoğulları beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) divane: akılsız, deli eblehçe: ahmakça ecza-yı asliye: asıl parçalar (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) envâ: türler, çeşitler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inşa etmek: yaratmak, vücuda getirmek (bk. n-ş-e) istib’âd: inkâr, akıldan uzak görme istirahat: dinlenme izah: açıklama
karn: asır, çağ, devir kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) lâkayt: ilgisiz letaif: latifeler, duyular (bk. l-ṭ-f) makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı makam-ı irşad: doğru yolu gösterme makamı (bk. r-ş-d) mânâ-yı irşadî: doğru yolu gösterici mânâ (bk. r-ş-d) mebhas: bahis, kısım mizan-ı hikmet: hikmet terazisi (bk. v-z-n; ḥ-k-m) mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) mûnis: sevimli, dost Mûsâ: (bk. bilgiler) müessir: tesirli, etkili nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) ordu-misal: ordu gibi (bk. m-s̱-l) rakik: ince, nazik rû-yi zemin: yeryüzü sair: diğer
sayha: sesleniş Sûr-u İsrâfil: Allah’ın emri ile Hz. İsrafil’in kıyamet kopacağı zaman üfleyeceği boru (bk. bilgiler-İsrafil) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şefik: çok şefkatli (bk. ş-f-ḳ) tabur-misal: tabur gibi (bk. m-s̱-l) taife: topluluk tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) teşkil etmek: meydana getirmek Zât-ı Kadîr-i Alîm: herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m) zerrât: zerreler zerrât-ı esasiya: temel zerreler zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir. Nasıl ki nazmında cezalet, lâfzında fesahat, mânâsında belâğat, üslûbunda bedâat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. Meselâ:
Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misallerinden, meselâ Sûre-i
هَلْ اَتٰى عَلَى اْلاِنْسَانِ 1
de beyanatı, HAŞİYE-1 âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.
Makam-ı terhib ve tehditte pek çok misallerinden, meselâ
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m) bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) beraat: üstünlük, harika güzellik beşer: insan beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dakik: ince ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) envar: nurlar (bk. n-v-r) esrar: sırlar, gizemler faik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ) hadsiz: sınırsız, sayısız harikulâde: olağanüstü haşiye: dipnot, açıklayıcı not haşmet: büyüklük, görkem hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m) huri: Cennet kızı huruf/hurufat: harfler ifham: (he ile) anlatma ifhâm: (ha ile) delille susturma insicam: düzgünlük, uyumluluk intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) lâfz: ifade, kelime libas: elbise makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış meâl: mânâ, açıklama
medar: dayanak, eksen medih: övgü mertebe: derece metanet: sağlamlık muhal: imkânsız münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b) nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b) tefevvuk: üstünlük tergib: isteklendirme, teşvik terhib: korkutma tesadüf: rastlantı üslûb: ifade tarzı üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m) zem: kınama, kötüleme
simahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve
تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 1
söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.
Makam-ı medhin binler misallerinden, başında Elhamdü lillâh olan beş sûrede2 beyanat-ı Kur’âniye güneş gibi parlak, HAŞİYE-1 yıldız gibi ziynetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.
Makam-ı zem ve zecirde binler misallerinden, meselâ
âyetinde zemmi altı derece zemmeder, gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer.
İşte, birinci hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?
İkincisi: يُحِبُّ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” Hucurât Sûresi, 49:12.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) amel: davranış, iş âyâ: acaba beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cemaat: topluluk (bk. c-m-a) darî: acı ve dikenli bir ağaç dimağ: beyin Elhamdü lillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) gayz: öfke gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme (bk. ğ-y-b)
haşmetli: büyük, ihtişamlı hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) insaniyet: insanlık kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) lâfz: ifade, kelime mahal: yer makam-ı medh: övgü makamı makam-ı zem ve zecir: kötüleme ve yasaklama makamı malûm: bilinen (bk. a-l-m) menfur: nefret edilen rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?
Demek, zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak, nasıl ki şu âyet îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’câzkârâne altı derece o cürümden zecreder.
asabiyeten: milliyet ve soy açısından âzâ: organlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cihet: yön cürüm: suç, günah divane: deli, akılsız envâ: türler, çeşitler fevkinde: üstünde fıtrat: mizaç, karakter (bk. f-ṭ-r) fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşmak, çekiştirmek (bk. ğ-y-b) girif: iç içe girmiş, karışık gurub: batış haşir: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) i’câzkârâne: benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde (bk. a-c-z)
îcazkârâne: az sözle çok mânâlar anlatarak (bk. v-c-z) ihyâ-yı arz: yeryüzünün diriltilmesi (bk. ḥ-y-y) insafsızca: vicdansızca intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) istib’âd: akıldan uzak görme izale: giderme kalem-i kudret: kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kat’î: kesin kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) makam-ı ispat: ispat makamı mazlum: zulme uğrayan (bk. ẓ-l-m) mezmum: kötü muhterem: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m) müstekreh: çirkin, tiksinilen, iğrenç nazar-ı beşer: insanın bakışı, dikkati (bk. n-ẓ-r)
nümune: örnek rikkat-i cinsiye: kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissi sıla-i rahm: akrabayla ilişki halinde olma (bk. r-ḥ-m) sikke: mühür, damga şahs-ı mânevi: mânevî kişilik (bk. a-n-y) tarz: şekil, biçim temyiz: ayırma tulû: doğuş vahdâniyet: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı (bk. v-ḥ-d) Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı görülen Allah (bk. v-ḥ-d) zecretmek: sakındırmak, yasaklamak zem: kötüleme, kınama zemin: yer zemmetmek: kötülemek
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 7.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 7.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
DÖRDÜNCÜ NOKTA:
Lâfzındaki fesahat-i harikasıdır. Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maânînin dâhi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bâhirdir.
Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kur’ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir
bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) burhan-ı bâhir: çok açık, güçlü delil cihet: yön devâ: şifa, ilâç dimağ: beyin esbap: sebepler (bk. s-b-b) etbâ: halk, yönetilenler fenn-i beyan ve maânî: beyan ve mânâ ilimleri; belâğat ilminin üç ana dalından ikisi (bk. b-y-n; a-n-y) fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ) fesahat-i harika: sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı (bk. f-ṣ-ḥ)
fevkalâde: olağanüstü gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halâvet: tatlılık hıfz etmek: ezberlemek (bk. ḥ-f-ẓ) hidayet: doğru yolu gösterme (bk. h-d-y) izah: açıklama kâhin: gelecekten haber veren kimse kat’î: kesin kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m) kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kulûb: kalpler Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kureyş: (bk. bilgiler) kut: gıda lâfz: ifade, kelime leziz: lezzetli, tatlı mâ: su mâ-i zemzem: zemzem suyu muannid: inatçı
muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) müdakkik: dikkatli müşrik: Allah’a ortak koşan müteezzî: incinen nâhoş: hoşa gitmeyen nüfus: nefisler (bk. n-f-s)nümune: örnek rüesa: reisler, önde gelenler secde: yere kapanma sekerat: ölüm ânı selis: düzgün ve akıcı (bk. s-l-s) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) sırr-ı hikmet: hikmetin sırrı (bk. ḥ-k-m) taravet: tazelik ukûl: akıllar ulema: âlimler (bk. a-l-m) üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vücud: varlık (bk. v-c-d) zemzeme-i Kur’ân: Kur’ân sesi ziya: ışık
âyetteki huruf-u hecâiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selâset ve fesahat-i lâfziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’câzı göstereceğiz. İşte,
ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde selâsetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, huruf-u hecâdan ى ile ا en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. م ile ن HAŞİYE-1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için, herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ص , س, ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç def’a ع , غ kardeş oldukları halde, ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط , ظ, ذ, ز mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ل ve ا ile beraber ikisi لا suretinde ittihad ettikleri ve ا لا , suretinde hissesi ل ‘ın yarısıdır; onun için ل kırk iki defa, ا onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ﻫ , ء ile mahreççe kardeş oldukları için ء HAŞİYE-2 on üç, ﻫ bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ق , ف, ك kardeş oldukları için, ق ‘ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت on iki— ت ‘nin derecesi üç olduğu için on iki—defa zikredilmiştir. ل , ر ‘ın kardeşidir; fakat ebced hesabıyla ر iki yüz, ل otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telâffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ , ح, ث, ض sıkletleri ve bazı cihât-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. ح , و ‘dan ve ء ‘den daha hafif ve ى ‘den ve ا ‘ten daha sakil olduğu için on yedi defa, sakil ء ‘den dört derece yukarı, hafif ا ‘ten dört derece aşağı zikredilmiştir.
Dipnot-1
“Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden bir topluluğu o uyku sarıverdi.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:154.
Haşiye-1
Tenvin dahi nun’dur.
Haşiye-2
Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve hemze’nin sakin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.
aksâm-ı huruf: harflerin kısımları cihât-ı münasebet: münasebet yönleri (bk. n-s-b) ebced hesabı: eski Sami alfabesindeki sıralanışa göre Arapça harflere sayı değeri vererek tarih düşürme fesahat-ı lâfziye: sözün lâfız yönünden sağlam ve akıcı olması (bk. f-ṣ-ḥ) gayr-ı melfuze: okunmayan hareke: Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler hasıl olmak: meydana gelmek haşiye: dipnot, açıklayıcı not huruf-u hecâiye: alfabedeki harflerin hepsi
ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) ittihad etmek: birleşmek kalb olmak: dönüşmek lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahreç: harflerin ağızdaki çıkış yerleri melfuze: okunan mevcut: var olma (bk. v-c-d) muhtelif: çeşitli mütenasip: birbirine uygun (bk. n-s-b) mütesanit: birbirini destekleyen nağme-i fesahat: kusursuz derecede düzgün, açık ve akıcı nağme (bk. f-ṣ-ḥ) revnak: süs, güzellik sakil: okunuşu ağır
sakin: harekesiz savt: ses selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) sıfat: özellik (bk. v-ṣ-f) sıklet: ağırlık suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tekerrür: tekrarlanma telâffuz: söyleyiş tenvin: kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret (iki üstün, iki esre, iki ötre) vaziyet: durum zikredilmek: anılmak, belirtilmek
İşte şu hurufun bu zikrinde harikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazım ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acip ve nizam-ı garip, selâset ve fesahat-i lâfziyeye medar olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse “Maşaallah,” akıl anlasa “Bârekâllah” diyecek.
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m) bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a )belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) beraat: üstünlük, harika güzellik beşer: insan beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dakik: ince ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) envar: nurlar (bk. n-v-r) esrar: sırlar, gizemler faik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ) hadsiz: sınırsız, sayısız harikulâde: olağanüstü haşiye: dipnot, açıklayıcı not haşmet: büyüklük, görkem hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m) huri: Cennet kızı huruf/hurufat: harfler ifham: (he ile) anlatma ifhâm: (ha ile) delille susturma insicam: düzgünlük, uyumluluk intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) lâfz: ifade, kelime libas: elbise makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış meâl: mânâ, açıklama
medar: dayanak, eksen medih: övgü mertebe: derece metanet: sağlamlık muhal: imkânsız münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b) nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b) tefevvuk: üstünlük tergib: isteklendirme, teşvik terhib: korkutma tesadüf: rastlantı üslûb: ifade tarzı üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m) zem: kınama, kötüleme
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal
الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ
gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:
Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren
acip: hayret verici âciz: güçsüz (bk. a-c-z) adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r) aksâm: kısımlar, bölümler aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m) arz: dünya âyât: ayetler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a) bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) cünud: askerler emirber nefer: emre hazır asker ezcümle: meselâ faraza: varsayalım ki farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme garâbet: şaşırtıcılık Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler mehmûse: gizli okunan harfler mezkûr: sözü geçen misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler mukni: ikna edici mutî: itaat eden, emre uyan mübareze: karşı koyma mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan nısf-ı ekall: yarıdan az nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r) nısfı: yarısı rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali recmetmek: taşlamak sair: diğer sakîl: ağır ve kalın okunan harfler sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l) şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması tansif etmek: ikiye bölmek tarâvet: tazelik tazammun etmek: içine almak tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y) ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)
bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.
İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.
Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”
İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahvâl: haller ahvâl-i uhreviye: âhiretteki haller (bk. e-ḫ-r) âsâr-ı Rabbâniye: Rabbâni eserler (bk. r-b-b) âyât: âyetler beyan: açıklama (bk. b-y-n) define: hazine ef’âl-i İlâhiye: İlâhî fiiller (bk. f-a-l; e-l-h) ehil: yetkili, bilen erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ) esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait üsluplar, anlatım tarzları esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) fikr-i beşer: insan düşüncesi (bk. f-k-r) hâb-ı rahat: rahat uykusu hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hane: ev haşr: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
huruf: harfler icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d) iktifa etmek: yetinmek ilm-i esrar-ı huruf: harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim (bk. a-l-m) istihraç etmek: çıkarmak izah: açıklama kabil: mümkün kelâm: söz (bk. k-l-m) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lem’a-i i’câziye: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı (bk. a-y-ş) muhakkik: hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler
semâvât: gökler (bk. s-m-v) sevk-i kelâm etmek: söz ileri sürmek (bk. k-l-m) Sûre-i Amme: Amme Sûresi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre (bk. e-l-h) tansif etmek: ikiye bölmek tesadüf: rastlantı ulema: âlimler (bk. a-l-m) umum: bütün; genel, herkes ünsiyet: dostluk, canayakınlık üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı yevm-i fasl: iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün zemin: yeryüzü
başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.
İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.
ilâ âhir. Öyle bir üslûb-u âlide, benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.
Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âli bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:
“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine
Dipnot-1
“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
Dipnot-2
“Gök yarıldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. Yer düm düz edildiğinde, içinde ne varsa atıp boşaldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde—ki ona lâyık olan da budur.” İnşikak Sûresi, 84:1-5.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahz-ı asker: asker alımı âli: yüce, yüksek benî beşer: insanoğlu beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) derece-i inkıyad: boyun eğme derecesi deveran: dönüş ehl-i dikkat: dikkat sahibi insanlar hademe: hizmetçi hadika: bahçe haşir ve neşr-i dünyeviye: dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları (bk. ḥ-ş-r)
icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah’ın icrâatları, fiilleri (bk. r-b-b) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) istimal etmek: kullanmak kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kumandan-ı âzam: çok büyük kumandan (bk. a-ẓ-m) lisan: dil manevra: eğitim ve deneme memat: ölüm (bk. m-v-t) muamele: işlem mücahede: savaş (bk. c-h-d) mühlet: zaman, vakit müteveccih: yönelmiş nutka gelmek: konuşmak sair: diğer
şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları (bk. ş-e-n; e-l-h) tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve tasarrufları (bk. ṣ-r-f; r-b-b) tebdil etmek: değiştirmek tecelliyât-ı İlâhiye: İlâhi tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; e-l-h) teshir etmek: boyun eğdirmek teşkil etmek: oluşturmak teşrif etmek: şeref vermek, şereflendirmek ulvî: yüce, yüksek üslûb-u âli: yüksek ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zemin: yeryüzü
hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”
Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”
İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.
İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden bir katreye işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.
Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.
İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç
Dipnot-1
“Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.
arz: yer, dünya âyine: ayna bahr-i belâğat: belâğat denizi (bk. b-l-ğ) bertaraf etmek: bir tarafa atmak daire-i teklif: sorumluluk ve imtihan yeri emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) esfelü’s-sâfilîn: aşağıların en aşağısı ferman: emir, buyruk hadise-i umumiye: geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harb-i umumî: dünya savaşı haşmet: büyüklük, görkem hiddet: öfke, gazap istihdam etmek: çalıştırmak, kullanmak istilâ etmek: ele geçirmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) katre: damla kavm-i Nuh: Nuh kavmi mahv: yok olma maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) memur-u İlâhî: Allah’ın memuru (bk. e-l-h) muti’: itaat eden münkad: boyun eğen netâic: sonuçlar
Padişah-ı Bîmisal: eşsiz ve benzeriz Padişah Allah (bk. m-s̱-l) semâ: gök (bk. s-m-v) semâvat: gökler (bk. s-m-v) tecrübe: deneme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tufan: büyük su baskını ulviyet: yücelik üslûb: ifade tarzı Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b) zecr: sakındırma zemin: yer
cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ,
kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:
Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.
Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi,
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 3
deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 4
Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş
Dipnot-1
“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-2
“Kurumuş hurma dalının ince yaya benzer şekli gibi.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-3
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.
Dipnot-4
“Güneşi de bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cemâlli: güzel (bk. c-m-l) deveran: dönüş eşya: şeyler, varlıklar güya: sanki Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: İlâhî gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m) hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ) i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde, mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatan, özlü sözlü (bk. v-c-z)
icmalli: özet şekilde (bk. c-m-l) ifham: anlatma, bildirme ihtar: hatırlatma ihzar etmek: hazırlamak ilâm etmek: duyurmak (bk. a-l-m) kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kamer: ay katre: damla lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş) mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menzil: yer, durak (bk. n-z-l) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) mühim: önemli münasip: uygun (bk. n-s-b)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) sahrânişîn: çölde yaşayan sair: diğer Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) semâ: gök (bk. s-m-v) Süreyya: Ülker yıldızı tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; e-l-h) tecrî: “döner, akıp gider” teşbih: benzetme ulvî: yüce, büyük üslûb-u âliye: yüksek ifade tarzı üslûb-u ifade: ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”
Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.
Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.
Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1
kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”
Dipnot-1
“Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.
azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) azamet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b) bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insan câmid: cansız celb etmek: çekmek cereyan-ı tecrî: “döner, akar gider” ifadesi cihet: yön ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) hâdisât: hadiseler, olaylar Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haşmet: görkem hilkat-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; r-b-b) ifham: anlatma, bildirme ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek ihtar: hatırlatma ilâm etmek: duyurmak insicam: uyumluluk, düzgünlük intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kamer: ay kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)
kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kerem: cömertlik (bk. k-r-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mat’ûmat: yiyecekler meftun olmak: tutulmak mekik: dokuma âleti melûf: alışılmış mumdar: ışık veren musahhar: emre uyan mühim: önemli münferid: tek başına (bk. f-r-d) müşrik: Allah’a ortak koşan müzeyyenat: süslü şeyler (bk. z-y-n) Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, ezelî nakşedici olan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l) nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer san’at-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b) Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) sirac: lamba, kandil sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lamba şems: güneş tabir: ifâde (bk. a-b-r) tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar (bk. ṣ-r-f; n-ẓ-m) secde: yere kapanma tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) ulvî: yüce, büyük üslûb-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek olup ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d) vüs’at: genişlik zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
İKİNCİ NOKTA:
Mânâsındaki belâğat-i harikadır. On Üçüncü Sözde beyan olunan şu misale bak. Meselâ,
âyetindeki belâğat-i mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur’ân’dan evvel asr-ı cahiliyette, sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet
Dipnot-4
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. O azîz ve hakîmdir.” Hadîd Sûresi, 57:1.
gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem, سَبَّحَ , تُسَبِّحُ sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla, işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ ve birer nur-u hakikat-edâ; ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder.
Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misale bak:
Diyor ki: “Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle
Dipnot-1
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Hadîd Sûresi, 57:1.
Dipnot-2
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-3
“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi, 55:33-36.
Dipnot-4
“And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için birer gülle (mermi) yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.
acz: acizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) arz-ı didar: güzelliğini arzedip gösterme ateşpare: ateş parçası bahir: deniz berr: kara câmid: cansız fakr: fakirlik, muhtaçlık (bk. f-ḳ-r) hakaret: küçüklük, değersizlik hudud-u mülk: memleket sınırı (bk. m-l-k) huşyar: uyanık ins ve cin: insanlar ve cinler kelime-i hikmetnümâ: hikmet gösteren kelime (bk. k-l-m; ḥ-k-m)
bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünudundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük, âciz mahlûklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler.”
Daha sair âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâğati ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.
acip: hayret verici âciz: güçsüz (bk. a-c-z) adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r) aksâm: kısımlar, bölümler aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m) arz: dünya âyât: ayetler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a) bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) cünud: askerler emirber nefer: emre hazır asker ezcümle: meselâ faraza: varsayalım ki farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme garâbet: şaşırtıcılık Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler mehmûse: gizli okunan harfler mezkûr: sözü geçen misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler mukni: ikna edici mutî: itaat eden, emre uyan mübareze: karşı koyma mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan nısf-ı ekall: yarıdan az nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r) nısfı: yarısı rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali recmetmek: taşlamak sair: diğer sakîl: ağır ve kalın okunan harfler sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l) şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması tansif etmek: ikiye bölmek tarâvet: tazelik tazammun etmek: içine almak tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y) ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar. Bakara Sûresi, 23. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, … – Cumartesi Dersleri 25. 1. 4.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“”Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, …”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar. Bakara Sûresi, 23. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, … – Cumartesi Dersleri 25. 1. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
Belâğatindeki i’câz-ı Kur’ânînin hikmetini Beş Noktada beyan edeceğiz.
BİRİNCİ NOKTA:
Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey’âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebâtındaki intizamı öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’câz’da âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâküllihal: ister istemez, her halde (bk. k-l-l) âmi: câhil Arabî: Arapça battal: bâtıl, hükümsüz belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insanlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) celb etmek: çekmek cezalet: güzel ve güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i harika: hayranlık verici güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i nazmiye: Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık (bk. c-z-l) çendan: gerçi fevkinde: üstünde fıkra: kısa yazı, bent hadsiz: sonsuz hey’ât: kısımlar, parçalar
hezeyan: saçmalama hırs-ı muâraza: karşı koymak için aşırı istek hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü cemâl: maddî manevî güzellik (bk. ḥ-s-n; c-m-l) i’câz: mu’cizelik (bk. a-c-z) i’câz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) iştihar bulmak: meşhur olmak ittifak: birleşme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) kesretli: çok, fazla (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mâlik: sahip (bk. m-l-k) metanet: sağlamlık mevcut: var (bk. v-c-d)
muannit: inatçı muâraza: sözle mücadele muarız: karşı gelen muhal: imkansız münasebât: münasebetler, bağlantılar (bk. n-s-b) Müseylime-i Kezzâb: (bk. bilgiler) nazar-ı istiğrab: garip ve hayretli bakış (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nisbet etmek: kıyaslamak (bk. n-s-b) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) sâik-i şedid: şiddetli sevk edici gerekçe suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şenî: fena, kötü şevk-i taklidi: benzerini yapma arzusu ve isteği tanzir: benzerini yapma (bk. n-ẓ-r) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) teşebbüs etmek: başvurmak, girişmek umum: bütün vukuat: vâkıalar, olaylar
ve bu nazımdaki cezalet-i harikayı bu surette görebilir. Yalnız bir iki misal, bir cümlenin hey’âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. مِنْ lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder. عَذَابِ lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle
kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafız ve maksada bakar.
İkinci misal:
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 2
Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder.
Birinci şart:
Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lâfzındaki مِنْ i teb’îz ile o şartı ifade eder.
Dipnot-1
“And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa…” Enbiyâ Sûresi, 21:46.
Dipnot-2
“Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3.
Cebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına dilediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r) cezalet-i harika: hayranlık verici düzgün ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l) dehşetli: korkunç, ürkütücü delâlet: işaret etme, delil olma hey’ât: parçalar, kısımlar heyet: kısım, parça ihsas etmek: hissettirmek ikab: âhiret azabı ikab-ı İlâhî: Allah’ın azabı (bk. e-l-h) Kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve boyun eğdiren Allah (bk. ḳ-h-r)
kıllet: azlık lâfız: ifade, kelime lisan: dil maksad: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) maksad-ı küllî: bütünündeki maksat (bk. ḳ-ṣ-d; k-l-l) masdar-ı merre: fiilin bir defa yapıldığını belirten masdar Müntakim: suç işleyene cezasını veren Allah nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nekâl: şiddetli azap nevi: tür, çeşit nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) sadaka: Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım sîga: kip suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şek: şüphe, tereddüt şerâit-i kabul: kabul şartları tabir-i sarfiye: gramerle ilgili ifade (bk. a-b-r) taklîl: az gösterme, azaltma takviye etmek: kuvvetlendirmek teb’îz: parçalara bölme, ayırma tenvin-i tenkirî: kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz (“el” takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime teşkik: şüphede bırakma zikretmek: belirtmek, anmak
İkinci şart:
Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.
Üçüncü şart:
Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lâfzı işaret eder. Yani, “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”
Dördüncü şart:
Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.
Beşinci şart:
Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”
Şu şartlarla beraber, tevsî de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّا lâfzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.
İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şartla beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor, heyetiyle ihsas ediyor.
İşte, heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi, birbirine karşı aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ
قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ 1
‘de altı cümle var: üçü müsbet, üçü menfi. Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı envâını reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek, Sûre-i İhlâsta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep sûreler vardır. Meselâ,
De ki: O Allah’tır. Çünkü O birdir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü Ona denk olacak hiçbir şey yoktur.
abd: kul (bk. a-b-d) aksâm: kısımlar, bölümler daire-i nazmiye: nazım, diziliş dairesi (bk. n-ẓ-m) envâ: çeşitler heyet: kısım, parça ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek kavl: söz kelâm: söz (bk. k-l-m) kelimât: kelimeler (bk. k-l-m) lâfz: ifade, kelime
makbul: kabul olunma menfi: olumsuz mertebe-i tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu anlatan mertebe, seviye (bk. v-ḥ-d) minnet: başa kakma muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) mürekkep: oluşmuş
müsbet: olumlu nafaka: geçim vasıtası nam: ad nasihat: öğüt nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) netice: sonuç sarf etmek: harcamak sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, budalalık şirk: Allah’a ortak koşma tevsî: genişletme umum: genel
Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir; diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i’câzî hasıl olur. İşârâtü’l-İ’câz’da öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i’câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı i’câzî nescediyor. İşte, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.
Dipnot-1
Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü O doğurmaktan münezzehtir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah’tır.
Dipnot-2
O Allah’tır. Öyle ise O birdir. Öyle ise O Sameddir. Öyle ise O doğurmamıştır. Öyle ise O doğurulmamıştır. Öyle ise Onun hiçbir dengi yoktur.
Dipnot-3
“Elif lâm mim. Şu kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir.” Bakara Sûresi, 2:1.
evvel: öncefarz etmek: varsaymakhasıl olmak: meydana gelmekhutut-u mâneviye: manevi hatlar, çizgiler (bk. a-n-y)mânâ: anlam (bk. a-n-y)münasebât: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)nakş-ı i’câzî: mu’cizelik nakşı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z)nakş-ı nazmî-i i’câzî: bir mu’cize olan tertip ve dizilişindeki örgü (bk. n-ḳ-ş; n-ẓ-m; a-c-z)
nâzır: bakan (bk. n-ẓ-r)nescetmek: dokumaknetice: sonuçnur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru (bk. n-v-r)sahrâ-yı bedeviyet: bedevîlik çölüşerh etmek: açıklamaktarz: şekil, biçimteşkil etmek: oluşturmakzulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve gaflet karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Bakara Sûresi, 223. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 3.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin.” Bakara Sûresi, 2:23.
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– BİRİNCİ SURET.
Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Bakara Sûresi, 223. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
Bu Şulenin Üç Şuası var.
BİRİNCİ ŞUA
Derece-i i’cazda belâğat-i Kur’âniyedir. O belâğat ise, nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üslûplarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanının beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lâfzının fesahatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâğat-i harikulâdedir ki, benî Âdemin en dâhi ediplerini, en harika hatiplerini, en mütebahhir ulemasını muârazaya davet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semâvâta vuran o dâhiler, ona muâraza için ağız açamayıp, kemâl-i zilletle boyun eğdiler.
İşte, belâğatindeki vech-i i’câzı iki suretle işaret ederiz.
BİRİNCİ SURET:
İ’câzı vardır ve mevcuttur. Çünkü, Ceziretü’l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini, kitabet yerine şiir ve belâğat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâğat metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâğatte
ahlâf: halefler, sonradan gelenler âlem: dünya (bk. a-l-m) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) belâğat-i harikulâde: olağanüstü söyleyiş güzelliği (bk. b-l-ğ) belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın belâğatı (bk. b-l-ğ) beliğ: belâğat sahibi (bk. b-l-ğ) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beraat: harika, parlak beyan: açıklama (bk. b-y-n) cazibe: çekim cezâlet: akıcı ve güçlü ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l) Ceziretü’l-Arap: Arabistan yarım-adası (bk. bilgiler) çarşı-yı ticaret: ticaret çarşısı dâhi: son derece zeki derece-i i’caz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z) durub-u emsal: meşhur atasözleri (bk. m-s̱-l)
edip: edebiyatçı ekseriyet-i mutlaka: büyük çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ) eslâf: selefler, geçmiştekiler fâik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ) hakkaniyet: hak oluş, doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hüsn-ü metanet: metanetin ve sağlamlığın güzelliği (bk. ḥ-s-n) i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z) iftihar etmek: övünmek ihtiyac-ı fıtrî: yaratılıştan gelen ihtiyaç (bk. ḥ-v-c; f-ṭ-r) itibarıyla: özelliğiyle kahraman-ı millî: millî kahraman kelâm: söz (bk. k-l-m) kemâl-i zillet: tam bir aşağılık (bk. k-m-l) kitabet: yazım (bk. k-t-b) lâfz: ifade, kelime maânî: mânâlar (bk. a-n-y) mânidar: anlamlı (bk. a-n-y) medar-ı iftihar: övünç kaynağı mefahir: övünülecek şeyler mehâsin-i ahlak: ahlakî güzellikler (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)
metâ: kıymetli eşya mevcut: var olan (bk. v-c-d) muâraza: sözle mücadele müstahsenlik: güzellik (bk. ḥ-s-n) mütebahhir: çok bilgili nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) revaç: kıymet, değer safvet: safilik, halislik, parlak (bk. ṣ-f-y) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) semâvât: gökler (bk. s-m-v) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şiddet-i ihtiyaç: şiddetli ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) şua: parıltı şule: ışık hüzmesi tevellüd etmek: doğmak ulema: âlimler (bk. a-l-m) ümmî: okuma yazma bilmeyen üslûp: ifade tarzı vech-i i’câz: mu’cizelik yönü (bk. a-c-z) vukuat-ı tarihiye: tarihî olaylar ziyade: çok, fazla
akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâğat o kadar kıymettardı ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalâha ediyorlardı. Hattâ, onların içinde, “Muallâkat-ı Seb’a” namıyla, yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
İşte böyle bir zamanda, belâğat en revaçlı olduğu bir anda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Mûsâ aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsâ aleyhisselâmda tıp revaçta idi; mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti
fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz, Cehenneme gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennemde idam-ı ebedî ile beraber dünyevî idamla da mahkûm ediyor. Der: “Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.”
İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla muâraza edebilseydi, Kur’ân dâvâsından vazgeçerdi, onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular.
Hem Kur’ân’ı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep vardı.
Dipnot-1
“Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin.” Bakara Sûresi, 2:23.
akvâm-ı âlem: dünyadaki kavimler, milletler (bk. a-l-m) âlem: dünya (bk. a-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) bidayeten: ilk önce bülega-yı Arab: Arap belâğatçıları, edebiyatçıları (bk. b-l-ğ) dehşetli: korkunç edip: edebiyatçı ferman: emir, buyruk helâket: mahvoluş, yok oluş hurufat: harfler idam-ı ebedî: sonsuz yok oluş (bk. e-b-d) ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmek (bk. ḫ-y-r)
istihfaf etmek: küçümsemek Kâbe: (bk. bilgiler) kabil: mümkün kaside: şiir kıymettar: kıymetli kibir: gurur, kendini büyük görme (bk. k-b-r) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) mel’un: lanetlenmiş mertebe: derece mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muallâkat-ı Seb’a: yedi askı; Kur’ân nazil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları
muâraza: sözle mücadele muâraza-i bilhuruf: harflerle mücadele, yazılı ve sözlü mücadele muhal: imkânsız muharebe: harp, savaş muharebe-i bissüyuf: kılıçlarla savaşma, silahlı mücadele mukabele: karşılık verme musalâha etmek: barışmak (bk. ṣ-l-ḥ) müşkilâtlı: zor nam: ad nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l) revaç: değer, kıymet suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tanzir etmek: benzerini yapmak (bk. n-ẓ-r) tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ) Zaman-ı İsâ: Hz. İsâ’nın zamanı zaman-ı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın zamanı (bk. bilgiler)
Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun, her kim ona ve onlara baksa, kat’iyen diyecek ki, “Kur’ân bunlara benzemez; hiçbirisi onu tanzir edemez.” Şu halde, ya Kur’ân bütününün altındadır—bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir—veya Kur’ân, o yazılan umum kitapların fevkindedir.
Eğer desen: “Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı faide etmedi?”
Elcevap: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihal kat’î teşebbüs edilecekti. Çünkü izzet ve namus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihal, kat’î taraftar pek çok bulunacaktı. Çünkü hakka muarız ve muannit daima kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihal iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acip bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki, muârazaya dair, Müseylime-i Kezzab’ın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime’de çendan belâğat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyan-ı Kur’ân’a nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan suretinde tarihlere geçmiştir. İşte, Kur’ân’ın belâğatindeki i’câz, kat’iyen, iki kere iki dört eder gibi mevcuttur ki, iş böyle oluyor.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâküllihal: ister istemez, her halde (bk. k-l-l) âmi: câhil Arabî: Arapça battal: bâtıl, hükümsüz belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insanlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) celb etmek: çekmek cezalet: güzel ve güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i harika: hayranlık verici güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i nazmiye: Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık (bk. c-z-l) çendan: gerçi fevkinde: üstünde fıkra: kısa yazı, bent hadsiz: sonsuz hey’ât: kısımlar, parçalar
hezeyan: saçmalama hırs-ı muâraza: karşı koymak için aşırı istek hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü cemâl: maddî manevî güzellik (bk. ḥ-s-n; c-m-l) i’câz: mu’cizelik (bk. a-c-z) i’câz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) iştihar bulmak: meşhur olmak ittifak: birleşme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) kesretli: çok, fazla (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mâlik: sahip (bk. m-l-k) metanet: sağlamlık mevcut: var (bk. v-c-d)
muannit: inatçı muâraza: sözle mücadele muarız: karşı gelen muhal: imkansız münasebât: münasebetler, bağlantılar (bk. n-s-b) Müseylime-i Kezzâb: (bk. bilgiler) nazar-ı istiğrab: garip ve hayretli bakış (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nisbet etmek: kıyaslamak (bk. n-s-b) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) sâik-i şedid: şiddetli sevk edici gerekçe suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şenî: fena, kötü şevk-i taklidi: benzerini yapma arzusu ve isteği tanzir: benzerini yapma (bk. n-ẓ-r) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) teşebbüs etmek: başvurmak, girişmek umum: bütün vukuat: vâkıalar, olaylar
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– BİRİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; … hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 2.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; … hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. ”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz– Mukaddime – İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ CÜZVE TETİMME-İ TARİF.
Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; … hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Mukaddime
İKİNCİ CÜZ VE TETİMME-İ TARİF:
Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi,
Kur’ân,
· bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;
· hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;
· hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;
· hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;
· hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
· hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;
· hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
· hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
Arş-ı Âzam: Allah’ın sınırsız egemenliğinin ve büyüklüğünün tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş; a-ẓ-m) arz: yer, dünya azamet-i haşmet: ihtişamın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m) beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihet: yön cüz: kısım, bölüm (bk. c-z-e) cüz’î: ferde bakan (bk. c-z-e) defter-i iltifâtât-ı Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içine alan defter (bk. r-h-m) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) ferman: buyruk, emir Hâlık: yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) has: özel haysiyetiyle: münasebetiyle hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hikmetfeşan: hikmet yayan (bk. ḥ-k-m) hitap: konuşma (bk. ḫ-ṭ-b) hususî: özel hususiyet: özel oluş hutbe-i ezeliye: ezelî, zamanüstü hutbe (bk. ḫ-t-b; e-z-l) İlâh: kendisine ibadet edilen, Allah (bk. e-l-h) ilham: Allah tarafından kalbe gelen mânâ ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar İsm-i Âzam: Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itibar: özellik kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâmullah: Allah’ın kelâmı, sözü (bk. k-l-m) kelimât-ı İlâhiye: Allah’a ait kelimeler (bk. k-l-m; e-l-h) kemâl-i liyakat: tam layık olma (bk. k-m-l) kitab-ı mukaddes: her türlü kusur ve noksandan yüce kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) külliyet: genel, kapsamlılık (bk. k-l-l) kütüp: kitaplar (bk. k-t-b) mecmua: kitap (bk. c-m-a) melek: nurdan yaratılmış varlık (bk. m-l-k) mertebe-i âzam: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) muhabere: haberleşme muhât: kapsama alanı muhit: kapsayan, kuşatıcı mükâleme: karşılıklı konuşma (bk. k-l-m) nihayetsiz: sonsuz, sınırsız nokta-i nazar: bakış noktası (bk. n-ẓ-r) nüzul: inme (bk. n-z-l) Rab: herbir varlığı terbiye edip idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) rahmet-i vâsia-i muhîta: Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti (bk. r-ḥ-m)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) rubûbiyet-i mutlaka: Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı (bk. r-b-b; ṭ-l-ḳ) sair: diğer saltanat: hakimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ) saltanat-ı âmme-i Sübhâniye: her türlü kusurdan yüce olan Allah’ın herşeyi kuşatan egemenliği (bk. s-l-ṭ; s-b-ḥ) semâvat: gökler (bk. s-m-v) suhuf: bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki kitaplar suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tecelli: yansıma (bk. c-l-y) teftiş: denetleme tetimme-i tarif: tanımın tamamlayıcısı, devamı (bk. a-r-f) Ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h) zahir olmak: görünmek (bk. ẓ-h-r)
ÜÇÜNCÜ CÜZ:
Kur’ân,
· asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüplerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmâlen tazammun eden,
· ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ,
· ve nokta-i istinadı, bilyakîn, vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî,
· ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede, saadet-i ebediye,
· içi, bilbedâhe, hâlis hidayet,
· üstü, bizzarure, envâr-ı iman,
· altı, biilmilyakîn, delil ve burhan,
· sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan,
· solu, biaynilyakîn, teshir-i akıl ve iz’an,
· meyvesi, bihakkılyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân,
· makamı ve revacı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semâvîdir.
Kur’ân’ın tarifine dair üç cüz’ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kat’î ispat edilmiş veya ispat edilecektir. Dâvâmız mücerret değil, herbirisi burhan-ı kat’î ile müberhendir.
asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve velayet sahibi insanlar (bk. ṣ-f-y) biaynilyakîn: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n) bihakkılyakîn: yaşamış gibi bir kesinlikte (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) biilmilyakîn: ilmî delillerle elde edilen kesinlikte (bk. a-l-m; y-ḳ-n) bilbedâhe: ap açık bilhads-i sâdık: doğru bir sezgiyle (bk. ṣ-d-ḳ) bilmüşahede: göründüğü üzere (bk. ş-h-d) bilyakîn: şüphesiz, tereddütsüz (bk. y-ḳ-n) bittecrübe: tecrübeyle bizzarure: zorunlu olarak burhan: mantıkî, güçlü delil burhan-ı kat’î: sağlam delil cihât-ı sitte: altı yön cüz: bölüm, kısım (bk. c-z-e) dâr-ı cinân: cennet yurdu
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâr-ı iman: iman nurları (bk. n-v-r; e-m-n) evham: vehimler, kuruntular evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hâlis: saf, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ) hidayet: doğru yol (bk. h-d-y) icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l) kat’î: kesin olarak kelâm-ı ezelî: ezelî söz (bk. k-l-m; e-z-l) kitab-ı semâvî: İlâhî kitap (bk. k-t-b; s-m-v) kütüp: kitaplar (bk. k-t-b) makbul-ü melek ve ins ve cânn: cinler, insanlar ve meleklerin kabul edip beğendiği şey (bk. m-l-k) meslek: yol, usül meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol; usül, metod muhtelif: çeşitli musaffâ: arınmış, safileşmiş (bk. ṣ-f-y)
müberhen: delillerle ispatlanmış mücerret: soyut nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d) rahmet-i Rahmân: rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti (bk. r-ḥ-m) revac: kıymet, değer risale: kitap (bk. r-s-l) saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) şübehât: şüpheler tazammun: içine alma, içerme teshir-i akıl ve izân: aklı ve idraki etki ve itaat altına alma teslim-i kalb ve vicdan: kalbin ve vicdanın teslim oluşu (bk. s-l-m) vahy-i semâvî: Allah’ın peygambere vahyettiği şey (bk. v-ḥ-y; s-m-v) zulümât: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mukaddime – İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ CÜZVE TETİMME-İ TARİF, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir – Cumartesi Dersleri 25. 1. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir? ”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mukaddime – BİRİNCİ CÜZ.
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi – Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir – Cumartesi Dersleri 25. 1. 1.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki varken, Başka burhan aramak aklıma zâid görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
İHTAR: Şu Sözün başında Beş Şuleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şulenin âhirlerinde, eski hurufatla tab etmek için gayet sür’atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bazı gün yirmi otuz sahifeyi iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için, Üç Şuleyi ihtisaren, icmâlen yazarak, İki Şuleyi de şimdilik terk ettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatalara nazar-ı insaf ve müsamaha ile bakmalarını, ihvanlarımızdan bekleriz.
Bu Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte, bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’câzın lemeâtı ve belâğat-i Kur’âniyenin kemâlâtının menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için, onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’î verilmiş.
وَالشَّمْسُ تَجْرِي وَالْجِبَالَ اَوْتاَدًا 1
gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.
Dipnot-1
“Güneş de akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38. • “Dağları da birer kazık yaptık.” Nebe’ Sûresi, 78:7.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âyet: Kur’ân’ın herbir cümlesi belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın belâğati (bk. b-l-ğ) beyan: açıklama (bk. b-y-n) burhan: güçlü, mantıkî delil burhan-ı hakikat: gerçeklik delili (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cevab-ı kat’i: şüphe bırakmayacak kesin cevap (bk. c-v-b) cinnî: cin taifesinden olan ehl-i fen: bilim adamları ehl-i ilhad ve fen: dinsizler ve bilim adamları ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hurufat: harfler i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z) icmâlen: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l) ihtar: hatırlatma ihtisaren: kısaca, özetleyerek ihvan: kardeşler ilzam: susturma insî: insan cinsinden olan işkâl: zorlaştırma, güçleştirme kaide: esas, düstur kemâlat: mükemmellikler, kusur-suzluklar (bk. k-m-l) lemeât: parıltılar maruz: bir şeyin karşısında engelsiz şekilde bulunan medar-ı tenkit: tenkit nedeni menşe: kaynak, esas Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z)
mu’cize-i bâki: devamlı ve kalıcı mu’cize (bk. a-c-z; b-ḳ-y) mülhid: dinsiz, inkâr eden münkir: inkârcı (bk. n-k-r) müsamaha: hoşgörü nazar-ı insaf: insaf bakışı (bk. n-ẓ-r) noksaniyet: eksiklik nükte: ince ve anlamlı söz sıklet: ağırlık, mânevî sıkıntı sür’at: hız şule: ışık hüzmesi tab etmek: basmak vesvese: şüphe, kuruntu zâid: fazlalık zikredilmek: belirtilmek, hatırlatılmak
Hem bu Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâğat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde telif edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.
Said Nursî
âlimane: âlimlere yakışır surette (bk. a-l-m) bahis: konu beyan: açıklama (bk. b-y-n) ehl-i dikkat: dikkat sahipleri hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyanın hadsiz vücuh-u i’câzından kırka yakın vücuh-u i’câziyeyi Arabî risalelerimde ve Arabî Risale-i Nur’da ve İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde ve geçen şu yirmi dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi, onlardan yalnız beş vechini bir derece beyan ve sair vücuhu içlerinde icmâlen derc ederek ve bir mukaddime ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.
Mukaddime
Üç cüzdür.
BİRİNCİ CÜZ:
Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?
Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi,
Kur’ân,
· şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
· ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
· ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
· ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,
· ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı,
Dipnot-1
“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.
Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m; a-c-z; b-y-n) mahiyet: iç yüz, asıl esas mahzen-i mu’cizât: mu’cizeler mahzeni, deposu (bk. a-c-z) miftah: anahtar Mu’cizât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın mu’cizeleri (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Peygamberimizin en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d) mukaddime: giriş (bk. ḳ-d-m) muzmer: gizli, saklı müfessir: tefsirci, yorumcu (bk. f-s-r)
mütenevvi: çeşitli nam: ad risale: küçük kitap (bk. r-s-l)sair: diğer sutûr-u hâdisât: olaylar dizisi tarif: tanım, açıklama (bk. a-r-f) tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-s-r) tercüman-ı ebedî: ebedî, sonsuz tercüman (bk. e-b-d) tercüme-i ezeliye: zamanüstü tercüme (bk. e-z-l) vech: yön vücuh: yönler vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zemin: yeryüzü
· ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
· ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi,
· ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,
· ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
· ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,
· ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi,
· ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası,
· ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
· ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi,
· ve insana hem bir kitab-ı şeriat,
· hem bir kitab-ı dua,
· hem bir kitab-ı hikmet,
· hem bir kitab-ı ubûdiyet,
· hem bir kitab-ı emir ve davet,
· hem bir kitab-ı zikir,
· hem bir kitab-ı fikir,
· hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir.
· Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.
âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b) âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m) âlem-i mânevî: mânevî alem (bk. a-l-m; a-n-y) âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d) avâlim-i uhreviye: âhiret âlemleri (bk. a-l-m; e-ḫ-r) burhan-ı katı: kesin delil câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a) cihet: yön, taraf esmâ: isimler (bk. s-m-v) evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hâcât-ı mâneviye: mânevî ihtiyaçlar (bk. ḥ-v-c; a-n-y) hâdî: hidâyet edici (bk. h-d-y) hendese: plan ve geometri hikmet-i hakikiye: her şeyin belirli gayelere yönelik olarak, olması gereken keyfiyette bulunduğunu gösteren gerçek ilim, bilgi (bk. ḥ-k-m; ḥ-ḳ-ḳ) hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniye: kusur ve aczden yüce olan Allah’ın ezelî konuşmaları (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l; s-b-ḥ) ibraz etmek: meydana koymak
iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi Allah’ın teveccühleri (bk. e-b-d; r-ḥ-m) insaniyet-i kübrâ: en büyük insanlık (bk. k-b-r) kavl-i şârih: açıklayıcı söz kitab-ı dua: dua kitabı (bk. k-t-b; d-a-v) kitab-ı emir ve davet: davet ve emir kitabı (bk. k-t-b) kitab-ı fikir: fikir kitabı (bk. k-t-b; f-k-r) kitab-ı hikmet: hikmet kitabı (bk. k-t-b; ḥ-k-m) kitab-ı mukaddes: her türlü kusur ve noksandan yüce kutsal kitap (bk. k-t-b; ḳ-d-s) kitab-ı semâvî: Allah’ın gönderdiği kitap (bk. k-t-b; s-m-v) kitab-ı şeriat: şeriat kitabı (bk. k-t-b; ş-r-a) kitab-ı ubûdiyet: kulluk kitabı (bk. k-t-b; a-b-d) kitab-ı zikir: zikir kitabı (bk. k-t-b) lisan: dil mâ: su merci: kaynak mesâk: maksat meslek: yol, usül meşreb: manevi haz ve feyiz alınan yol mezâk: zevk muhakkikîn: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhtelif: çeşitli mukaddes: kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzak (bk. ḳ-d-s) muvafık: uygun mürebbî: terbiye edici (bk. r-b-b) mürşid: doğru yolu gösterici (bk. r-ş-d) nev-i beşer: insanlık risale: kitap (bk. r-s-l) saadet: mutluluk sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f) şuûn-u İlâhiye: İlâhî fiiller, işler (bk. ş-e-n; e-l-h) tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r) tazammun etmek: içine almak tefsir-i vâzıh: açık yorum (bk. f-s-r) tenvir etmek: nurlandırmak (bk. n-v-r) tercüman-ı satı: parlak tercüman urefâ: ârifler, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla hakkıyla tanıyanlar (bk. a-r-f) ziya: ışık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mukaddime – BİRİNCİ CÜZ, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
İnsan, eğer kesrete dalıp, kâinat içinde boğulup, dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini idam eder. Eğer lisan-ı Kur’ân’dan kalb kulağıyla iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyetin miracıyla arş-ı kemâlâta çıkabilir, bâki bir insan olur. – Cumartesi Dersleri 25. 5. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.