Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz İkinci Basamak.
Yer ve Gök Arasındaki İlişki ve Uzaya Çıkmak – Cumartesi Dersleri 15. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Beşinci Söz
İKİNCİ BASAMAK
Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor.
alâkadar: ilgili âlem-i cismâniyât: cismânî varlıkların bulunduğu âlem, varlıklar dünyası (bk. a-l-m) âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d) bahr: deniz bereket: bolluk (bk. b-r-k) cismânî: maddî vücutla alakalı ecnâs: cinsler, türler ecsâm-ı hayvaniye: hayvan cisimleri, bedenleri (bk. ḥ-y-y) ecsâm-ı seyyare: gezici cisimler emr-i Hak: Allah’ın emri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) envâ: çeşitler, türler ervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ) Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) hararet: ısı, sıcaklık haşmetli: ihtişamlı, görkemli hasse: duyu hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması (bk. ḥ-k-m) hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)
hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n) ibâdât: ibadetler (bk. a-b-d) ins: insanlar intizam-ı âlem: kâinatta var olan düzen (bk. n-ẓ-m; a-l-m) irtibat: bağ, ilişki işârât: işaretler izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h) kat’iyet: kesinlik katarât: damlalar kesafetli: yoğun, katı kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r) küdûretli: bulanık letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) melâike: melekler (bk. m-l-k) merâkib: binekler mu’cizât-ı fıtrat: yaratılış mu’cizesi (bk. a-c-z; f-ṭ-r) muamele: iş, işlem, alışveriş münasip: uygun (bk. n-s-b) müracaat etmek: başvurmak mütemadiyen: sürekli olarak mütenevvi: çeşitli nam: ad nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) nihayetsiz: sonsuz Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nûriye’de yer almaktadır nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
nuraniyetli: aydınlık, parlak (bk. n-v-r) rahmet: yağmur (bk. r-ḥ-m) risale: küçük çaplı kitap (bk. r-s-l) rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi ruhaniyat: ruhanî varlıklar (bk. r-v-ḥ) sema: gökyüzü (bk. s-m-v) seyran etmek: seyretmek, gezmek seyyarat: gezegenler taam: yiyecek tayyare: uçak temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmak tesmiye edilen: isimlendirilen (bk. s-m-v) tuyûrun hudrun: yeşil renkli kuşlar ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) vezaif: vazifeler, görevler vücut: varlık (bk. v-c-d) vüs’atli: geniş zemin: yer zevi’l-idrak: idrak sahipleri, düşünebilen varlıklar zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) ziya: ışık zulmet: koyu karanlık (bk. ẓ-l-m)
Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melâike ve ervah semâdan zemine geliyorlar.
Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki, sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) ahali: halk ahyar: hayırlılar, iyiler âsuman: gökyüzü, gökkubbe bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) beşer: insan cami’: kapsayıcı (bk. c-m-a) cemiyetli: kapsamlı (bk. c-m-a) cesed-i misalî: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden (bk. m-s̱-l) cüz’ü: kısım, parça (bk. c-z-e) edyân-ı semaviye: vahiyle gelen semavî dinler (bk. s-m-v) ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f) ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı emvat: ölülerin ruhları (bk. r-v-ḥ; m-v-t) ervâh-ı enbiya ve evliya: peygamberlerin ve velilerin ruhları (bk. r-v-ḥ; n-b-e; v-l-y) eşrar: şerliler, kötüler ezdad: zıtlar fıtrat: yaratılış, mizaç (bk. f-ṭ-r) hads-i kat’î: doğru ve kesin sezgi (bk. ḥ-d-s̱) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hiffet: hafiflik hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m) icap etmek: gerektirmek icmâ: görüş birliği (bk. c-m-a) içtima: toplanma, bir araya gelme (bk. c-m-a) ihtilâfat: ihtilaflar, farklılıklar imtihanat: imtihanlar intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) istinad eden: dayanan (bk. s-n-d) izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h) ıttırad: düzgünlük, aynı şekilde devamlılık ıztırabat: ıztıraplar, sıkıntılar karib: yakın lâtif: cismanî olmayan, ruhla ilgili (bk. l-ṭ-f) letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f) mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m) melâike: melekler (bk. m-l-k) mesken: ev, yer (bk. s-k-n) mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r) münakaşa: tartışma münakaşat: münakaşalar, tartışmalar müsabakat: müsabakalar, yarışmalar muti’: itaat eden, emre uyan
müzahame: zahmet verme, itişip kakışma nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b) nuraniyet: parlaklık, aydınlık (bk. n-v-r) safi: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y) sekene: sakinler, oturanlar (bk. s-k-n) sekene-i arz: dünyalılar, yer sakinleri (bk. s-k-n) sema: gök (bk. s-m-v) semere: meyve, netice semere-i âlem: kâinatın meyvesi (bk. a-l-m) şerece-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ) şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d) sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n) sükût: sessizlik tedenniyat: alçalmalar, gerilemeler teklif: görev yükleme terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber vahiy: Allah tarafından gelen emir ve yasaklar (bk. v-ḥ-y) vüs’at: genişlik zemin: yer
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, İkinci Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta uzayda yaşam olup olmadığı konusu işleniyor. Yani UFO ya da uçan daire gerçeği ele alınıyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Beşinci Söz’den Birinci Basamak.
UFO ya da Uçan Daire Gerçeği – Cumartesi Dersleri 15. 1.
EY KOZMOĞRAFYANIN ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız.
BİRİNCİ BASAMAK
Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi semâvâtın da kendine münasip sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde, o ecnâs-ı muhtelifeye “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.
Evet, hakikat öyle iktiza eder. Zira, zemin, küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahlûklardan doldurulması ve ara sıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen kasırlar hükmünde olan semâvât dahi zîşuur ve zevi’l-idrak mahlûklarla doludur. Onlar dahi, ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rububiyetin dellâllarıdırlar. Çünkü, kâinatı had ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehâsin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi, bilbedâhe, mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister.
Dipnot-1
“And olsun ki, dünya semasını Biz kandillerle süsledik ve şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.
âlem: kâinat (bk. a-l-m) azametli: büyük, yüce (bk. a-ẓ-m) bilbedâhe: ap açık bir şekilde burç: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi, gök kalesi dellâl: duyurucu, ilan edici ecnâs-ı muhtelife: değişik cinsler enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r) had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak hakaret: bayağılık, basitlik hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yaratılması (bk. ḥ-k-m) iktiza: gerektirme ins: insanlar istihsan edici: beğenen, güzel bulan (bk. ḥ-s-n)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kasır: saray, köşk kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi lisan-ı şer’î: dinî literatür (bk. ş-r-a) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mektep: okul (bk. k-t-b) melâike: melekler (bk. m-l-k) muhteşem: ihtişamlı, görkemli münasip: uygun (bk. n-s-b) mütalâacı: etraflıca inceleyip düşünen mütefekkir: düşünen (bk. f-k-r) mütehayyir: hayrete düşen müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n) nukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş) ruhaniyat: ruhânî varlıklar (bk. r-v-ḥ) Saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
sekene: sakinler, ikamet edenler (bk. s-k-n) sema: gök (bk. s-m-v) semavat: gökler (bk. s-m-v) tasrih etmek: açıkça ifade etmek tesmiye etmek: isimlendirmek (bk. s-m-v) tezyin etmek: süslemek (bk. z-y-n) tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n) zemin: yer zevi’l-idrak: düşünebilen varlıklar, idrak sahipleri zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y) zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
Evet, hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs’atli ubûdiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdâta, nihayetsiz melâike envâı ve ruhaniyat ecnâsı lâzımdır.
Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler.1 Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste “tuyûrun hudrun”2 tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler.
Elbette, kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki halk eden Hâlıkın, elbette ruha ve hayata münasip şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır. Melâike ve ruhaniyatın vücutlarına dair Nokta namında bir risalemde ve Yirmi Dokuzuncu Sözde iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.
alâkadar: ilgili âlem-i cismâniyât: cismânî varlıkların bulunduğu âlem, varlıklar dünyası (bk. a-l-m) âlem-i şehadet: görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d) bahr: deniz bereket: bolluk (bk. b-r-k) cismânî: maddî vücutla alakalı ecnâs: cinsler, türler ecsâm-ı hayvaniye: hayvan cisimleri, bedenleri (bk. ḥ-y-y) ecsâm-ı seyyare: gezici cisimler emr-i Hak: Allah’ın emri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) envâ: çeşitler, türler ervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ) Hâlık: yaratıcı, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) hararet: ısı, sıcaklık haşmetli: ihtişamlı, görkemli hasse: duyu hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması (bk. ḥ-k-m) hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)
hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n) ibâdât: ibadetler (bk. a-b-d) ins: insanlar intizam-ı âlem: kâinatta var olan düzen (bk. n-ẓ-m; a-l-m) irtibat: bağ, ilişki işârât: işaretler izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h) kat’iyet: kesinlik katarât: damlalar kesafetli: yoğun, katı kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r) küdûretli: bulanık letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) melâike: melekler (bk. m-l-k) merâkib: binekler mu’cizât-ı fıtrat: yaratılış mu’cizesi (bk. a-c-z; f-ṭ-r) muamele: iş, işlem, alışveriş münasip: uygun (bk. n-s-b) müracaat etmek: başvurmak mütemadiyen: sürekli olarak mütenevvi: çeşitli nam: ad nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) nihayetsiz: sonsuz Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nûriye’de yer almaktadır nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)
nuraniyetli: aydınlık, parlak (bk. n-v-r) rahmet: yağmur (bk. r-ḥ-m) risale: küçük çaplı kitap (bk. r-s-l) rivâyât: rivâyetler, Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi ruhaniyat: ruhanî varlıklar (bk. r-v-ḥ) sema: gökyüzü (bk. s-m-v) seyran etmek: seyretmek, gezmek seyyarat: gezegenler taam: yiyecek tayyare: uçak temâşâ etmek: seyretmek, hoşlanarak bakmak tesmiye edilen: isimlendirilen (bk. s-m-v) tuyûrun hudrun: yeşil renkli kuşlar ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) vezaif: vazifeler, görevler vücut: varlık (bk. v-c-d) vüs’atli: geniş zemin: yer zevi’l-idrak: idrak sahipleri, düşünebilen varlıklar zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) ziya: ışık zulmet: koyu karanlık (bk. ẓ-l-m)
Mülk Sûresi
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
Nüzûl
Mushaftaki sıralamada altmış yedinci, iniş sırasına göre yetmiş yedinci sûredir. Tûr sûresinden sonra, Hâkka sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur.
Adı/Ayet Sayısı
Sûre adını birinci âyette geçen ve “mâlik olma, hükümranlık” gibi mânalara gelen mülk kelimesinden almıştır; kaynaklarda yaygın olarak bu isimle anılmaktadır. İlk cümlesinden dolayı sûreye “Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-mülk” (Buhârî, “Tefsîr”, 67), “Tebâreke’l-mülk” (İbn Âşûr, XXIX, 5) isimleri de verilmiştir. Ayrıca sûre, kendisini okuyanları kabir azabından koruduğu yönündeki bir rivayete dayalı olarak “Vâkiye, Münciye, Mânia ve Mücâdile” isimleriyle de anılmıştır (krş. Zemahşerî, IV, 133; Râzî, XXX, 52; İbn Âşûr, XXIX, 5-7).
Konusu
Sûre genel olarak Allah Teâlâ’nın varlığı ve birliğini, azametini, evrendeki hükümranlığını, tek tanrı ve tek yaratıcı olduğunu, hayatın ve ölümün var ediliş amacını ve öldükten sonra dirilmeyi konu edinmektedir. Sûrede ayrıca insanlığın ilâhî vahyin uyarıcılığına muhtaç olduğuna işaret edilmekte, bunu kabul etmeyenlerin karşılaşacakları kötü sonuçla ilgili uyarılar yapılmaktadır.
Fazileti
Hz. Peygamber, Mülk sûresinin onu okuyanları kabir azabından koruyacağını ifade buyurmuşlar (Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 9; Şevkânî, V, 296), bu sebeple cenazelerin ardından bu sûrenin okunması âdet olmuştur. Bu hadisi, “sûreyi okuyup amel edenlerin, kabir azabını gerektiren günahlardan uzak duracağı ve böylece azaptan kurtulacağı” şeklinde anlamak da mümkündür.
Hükümranlık elinde olan Allah, yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir. ﴾1﴿
O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır. ﴾2﴿
O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? ﴾3﴿
Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin halde sana dönecektir. ﴾4﴿
Andolsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık. Onları şeytanlara atılan taşlar yaptık ve (ahirette de) onlara alevli ateş azabını hazırladık. ﴾5﴿
Tefsir
Sûrenin özeti mahiyetinde olan bu âyetlerin ilkinde Allah’ın yüceliği, kudreti, evrendeki hükümranlığı ve her şeyin kendisinin kudret elinde olduğu, evrende istediği gibi tasarrufta bulunabileceği ifade edilmiş, sonraki âyetlerde ise O’nun kudretinin eserlerinden örnekler verilmiştir (1. âyette “aşkındır, cömerttir” diye çevirdiğimiz tebâreke fiilinin diğer anlamları hakkında bilgi için bk. Furkān 25/1). 2. âyet yüce Allah’ın kudret ve tasarrufunu en açık bir şekilde gösteren delilleri içermekte; Allah’ın, dünyada insanların güzel işler yapma hususunda birbirleriyle rekabet etmelerini sağlamak, kimlerin kendi emir ve yasaklarına uyarak daha güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak için hayatı ve ölümü yarattığını bildirmektedir. Aynı âyette önce ölüm, sonra hayat geçtiği için burada “ölüm” kavramıyla, hayattan önceki cansızlık halinin mi yoksa dünya hayatının sona ermesi ve âhiret hayatına geçiş halinin mi kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Bir kısım müfessirler âyetteki sıralamayı dikkate alarak ölümden maksadın dünya hayatından âhiret hayatına geçiş hali, hayattan maksadın ise âhiret hayatı olduğunu söylemişlerdir (Râzî, XXX, 55; Elmalılı, VII, 5159). İkinci grup ise ölümle dünya hayatından âhiret hayatına geçiş halinin, hayatla da dünya hayatının kastedildiği kanaatindedir (Zemahşerî, IV, 134); bizim tercihimiz de budur. Zira hayat da ölüm de imtihan için yaratılmıştır; imtihan yeri ise âhiret değil dünyadır. Her ikisinin de bu dünyada olması amaca daha uygun görünmektedir. Hayat ölümden önce olduğu halde âyette sonra gelmesi ise çeşitli şekillerde yorumlanmıştır (bk. Râzî, XXX, 55; Ateş, IX, 526-527). Dikkat çekici bir yoruma göre eşyada aslolan yokluk olduğu, varlık ve hayat sonradan verildiği için âyette ölüm önce gelmiştir (Şevkânî, V, 297). Bizce de isabetli olan diğer bir yoruma göre ölüm insanlara hayatın sorumluluğunu hatırlattığı, onları iyi işler yapmaya teşvik ettiği ve bir uyarıcı olduğu, nihayet insanda “imtihan” sorumluluğunu daha canlı tuttuğu için âyette ölüm önce zikredilmiştir. Nitekim hayat bir hayırlı faaliyetler alanı, ölüm ise bu faaliyetlerin karşılığının verileceği ebedî varlık sahnesine geçişi sağlayan dönüm noktası, Hz. Peygamber’in de belirttiği gibi bir uyarıcıdır (bk. Râzî, XXX, 55). İfadenin akışına ve lafız güzelliğine daha uygun olduğu için “mevt” (ölüm) kelimesinin önce geldiği de düşünülebilir.
3-4. âyetlerde evrenin eksiksiz-kusursuz yaratılışına, mükemmel işleyişine ve düzenine dikkat çekilmekte, böylece bu muhteşem varlık düzeninin bir tesadüfle meydana gelmiş olamayacağı ve devam edemeyeceği; bunun ancak üstün bir ilim, irade ve kudret sahibinin yaratması ve yönetmesiyle mümkün olduğu belirtilmektedir (yedi göğün anlamı hakkında bk. Bakara 2/29).
Meâlde “Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak” diye tercüme ettiğimiz cümlenin lafzî karşılığı, “Sonra gözünü iki kez daha çevir de bak” şeklindedir. Ancak bu ibare çokluktan kinaye olup sayı olarak iki defayı değil, defalarca bakmayı ifade eder (bk. İbn Âşûr, XXIX, 19-20).
Yıldızlarla donatılmış gibi bir görüntü verdiği için gökyüzünün kandillerle süslenmesinden söz edilmiş, yıldızlar geceleyin kandil gibi ışık saçtıklarından onlara mecaz olarak “kandiller” (mesâbîh, tekili: misbâh) denilmiştir (Taberî, XXIX, 3). Yıldızlarla şeytanların taşlanmasından maksat ise göklerdeki meleklerin konuşmalarını dinleyip onlardan bilgi sızdırmak için kulak hırsızlığı yapmak isteyen şeytanların bu yıldızlardan çıkan parlak ışıklarla, bir tür ateş toplarıyla engellenmesidir. Bu ve benzeri âyetlerle ilgili olarak klasik tefsirlerde ayrıntılı yorumlar bulunmakla birlikte müteşâbihattan olan bu tür âyetlerin anlamları hakkında zamana, şartlara, bilimsel verilere göre farklı görüşler ileri sürmek mümkündür. Ayrıca gayb konularına giren âyetlerin yorumunda iddialı olmamak gerekir. Çünkü gayb âleminin mahiyetini Allah’tan başka kimse bilemez; biz gayb bilgilerine sadece inanırız (gökyüzünün yıldızlarla süslenmesi ve bunlarla şeytanların taşlanması konusunda bilgi için bk. Hicr 15/16-18; Sâffât 37/6-10).
“Taşlanma” şeklinde çevirdiğimiz rücûm kelimesi “sağlam bir bilgiye dayanmadan konuşmak, kafadan atmak” mânasına da geldiği için âyete, “insan ve cin şeytanlarının yıldızlara bakarak aslı faslı olmayan şeyler söylemeleri” mânası da verilmiştir (Şevkânî, V, 299).
Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 416-417
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Beşinci Söz, Birinci Basamak, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
UFO ya da Uçan Daire ile ilgili Türkçe Wikipedi’de yer alan madde:
UFO (İngilizce: “Unidentified Flying Object”/tanımlanamayan uçan nesne); bilimsel bir açıklaması olmadığı ve genellikle dünya dışı yaşam taşıdığı iddia edilen gizemli nesne.[1] Türkçede uçan daire kavramı da sıklıkla UFO anlamında kullanılır.[2] UFO fenomenleri bazen sadece gözlemcilerin iddiasından, bazen de çeşitli kayıt cihazlarıyla elde edilen görüntü ve/ya seslerden ibarettir. UFO’larla ilgili kayıt ve iddiaları inceleyen kişilere ufolog, bu uğraşa ise ufoloji adı verilir.
Daha öncesinde de UFO gözlemleri yapılmış olmakla birlikte, gözlem raporları 1950’li yıllardan itibaren, özellikle ABD’de büyük bir artış göstermiştir. Bu yıllardan itibaren günümüze kadar on binlerce UFO iddiası kaydedilmiştir.[3]
Etimoloji [değiştir | kaynağı değiştir]
UFO’lar İngilizcede “flying saucer” (uçan çay tabağı) olarak da bilinir.[4] Bunun nedeni ilk ünlü UFO vakası olarak kayıtlara geçen ve 1947’de ABD’de meydana gelen bir olaydır. İş insanı Kenneth Arnold hususî, küçük uçağı ile Washington’daki Rainier Dağı civarında uçarken, 9 tane, “hilal şeklinde” uçan nesne gördüğünü ve “nesnelerin suda sektirilen çay tabakları gibi hareket ettiğini” iddia etti. Haberi yayımlayan gazete hatalı olarak “nesnelerin çay tabağı (saucer) şeklinde olduğunu” yazdı ve “flying saucer” adı yerleşti.[4]
Tarihçe [değiştir | kaynağı değiştir]
Tarih öncesi ve antikçağ [değiştir | kaynağı değiştir]
UFO iddiaları çok eski zamanlardan beri yapılmaktadır. Kimi ufologlara göre, İspanya’daki Altamira Mağarası’ndakiler veya Cougnac’taki (Fransa) Lot (Pech-Merle) Mağarası’ndaki[5] tuhaf tasvirler UFO tasvirleri olabilir.[6] Ayrıca Cezayir’deki Tassili freskleri[7] gibi bazı resim ya da heykelcikler ilginç biçimde 20. yüzyıldaki raporlarda betimlenen uzaylı tasvirleriyle benzerlik göstermektedir.[8] Bu durum bazı ufologlar göre, UFO fenomeninin insanoğlu hava araçlarını icat etmeden önce de mevcut olduğunun bir kanıtıdır.
Fakat eski zamanlarda gözlemlenen bu tuhaf fenomenlerin kuyrukluyıldızlar, parlak meteorlar ya da atmosferdeki optik fenomenler olduğu sanılmaktadır. Eski zamanlardaki bu tür olguların incelenmesi retro-ufoloji olarak adlandırılmaktadır. Geçmişteki bu tür gözlemlere şunlar örnek olarak gösterilebilir:
MÖ 1450’ye doğru, firavun III. Tutmosis’in tahtta olduğu döneme ait bir betimlemede, gökte “güneşten daha parlak ateşten halkalar”ın gözlemlendikleri, eni 5 m.’yi bulan bu nesnelerin birkaç gün boyunca belirdikleri ve sonunda gökte yükselerek kayboldukları anlatılır.[9]
Romalı yazar Julius Obsequens MÖ 99 yılında “Tarquinia’da güneşin batışı sırasında küre gibi bir yuvarlak nesne gökte batıdan doğuya doğru yol aldı” diye yazmıştır.[10]
Ortaçağ ve Rönesans’ta [değiştir | kaynağı değiştir]
Ünlü okültistlerin yaşadığı bu dönemlerde, dinin etkisiyle göksel fenomenler ilahî mesajlar olarak veya büyücülerin sorumlu tutulduğu uğursuz işaretler olarak yorumlanmıştır.
14 Nisan 1561’de Nürnberg (Almanya) göklerinde görüldüğü kaydedilen, silindir ve daire biçimli UFO’ları temsilen, Hans Glaser tarafından tahta üzerine yapılmış gravür.
Japonya’da 24 Eylül 1235’te general Yoritsume ve ordusu Kyoto yakınlarında sabit olmayan hareketlerde bulunan tanımlanamayan “ışık küreleri” gözlemlediler. Danışmanları kendisine “telaşlanmaması gerektiğini, zira bunların yalnızca rüzgârın salladığı yıldızlar olduğunu” açıkladılar.[11]
14 Nisan 1561’de Almanya semalarında sanki bir hava savaşı yapılıyormuşçasına hareketlerde bulunan pek çok nesne gözlemlendi. Bu olay Hans Glaser (1566) tarafından tahta üzerine işlenmiş gravürle tasvir edilmiştir. Silindir biçimli büyük nesnelerden[12] küre ve daire biçimli küçük nesnelerin çıktığı gözlemlenmişti.
Bu fenomenler o dönemde doğaüstü mucizeler, melekler ve gelecek hakkında haber verici alametler olarak yorumlanmıştı.[11] Bu dönemlerde yapılan UFO gözlemlerinin sanat eserlerine de yansımış olması mümkündür.[13] UFO gözlemlerinin yansıtıldığı ileri sürülen sanat eserlerinden bazıları şunlardır:
Kosova’daki Detjani Manastırı (1350) fresklerindeki kozmonot benzeri tasvirler. Fakat bunların dönemin Bizans dinî sanatında görüldüğü gibi Güneş ve Ay tasvirleri de olabileceği ileri sürülür.[14]
Mainardi’nin “Madonna col Bambino e San Giovannimo” adlı tablosu.[15] Tabloda tasvir edildiği ileri sürülen UFO’nun aslında gökleri aşan Cebrâîl’in sembolik temsili olduğu düşünülür.[kaynak belirtilmeli]
Paolo Uccello’nun “la Tébaïde” adlı tablosunda olduğu ileri sürülen uçan daire biçimli nesnenin aslında kardinalin şapkası olduğu düşünülür.[kaynak belirtilmeli]
Modern raporlar [değiştir | kaynağı değiştir]
1870’te New Hampshire’da gözlemlenen “esrarengiz hava gemisi” (mystery airship)[16] olarak belirtilen UFO’nun fotoğrafı. Silindir ya da puro biçimli UFO’lar, ufologlarca, içinden uçan dairelerin çıktığı “ana gemi” olarak nitelendirilmektedir.
UFO ve uçan daire terimlerinin ortaya çıkmasından önce belirli sayıda, tanımlanamayan tuhaf hava fenomenleri raporları tutulmuştu. Bu raporlar 19. yüzyıl ortalarından 1940’lı yılların sonuna kadarki zaman diliminde tutulmuştu.
Bunlardan bazıları şöyle özetlenebilir:
Fenomeni araştıran ilgililere göre, ilk modern raporlu gözlem, 1868 Temmuz’unda Şili’nin Copiapó kentinde gerçekleşti.[17]
25 Ocak 1878’te, ABD’deki Denison adlı günlük gazete John Martin adındaki çiftçinin UFO gözlemini yazdı. Çiftçinin ifadesine göre, bu, müthiş bir hızla havada yer değiştiren küre biçimindeki karanlık, büyük bir nesne idi.[18]
17 Kasım 1882’de Greenwich Kraliyet Gözlemevi’nden astronom E.W. Maunder, raporunda daire ya da elips biçiminde tuhaf bir gök cismine tanık olduğunu belirtti. Maunder birkaç yıl sonra yeni icat edilmiş zeplini gördüğünde, gördüğü tuhaf nesnenin zepline son derece benzediğini açıkladı. söz konusu nesne yalnız onun tarafından değil, Avrupalı birçok astronomca da görülmüştü.[19]
28 Şubat 1904’te Amerikan Donanması’na ait bir levazım gemisinin ekibinden üç kişi San Francisco’nun yaklaşık 500 km batısında bir UFO gözleminde bulundular (Bu üç kişiden Frank Schofield sonradan Pasifik Donanması başkomutanı olmuştur.) Schofield gözlemledikleri üç UFO’nun daire biçimli, oval, parlak kırmızı renkte olduklarını ve kademeli bir tarzda uçtuklarını bildirmiştir. İfadesine göre, UFO’lar bulut tabakasının altından kendilerine yaklaşmışlar, iki üç dakika sonra yön değiştirip, yeryüzünü tümüyle terk etmek üzere bulutların üzerine çıkmışlardı. En büyüğü gökte 6 güneş büyüklüğünde bir yer kaplıyordu.[20]
Fatima Olayı ya da “güneş mucizesi”: Ünlü olay 13 Ekim 1917’de Fátima’da (Portekiz) onbinlerce kişi tarafından gözlemlenmiş olup, kimilerine göre bir UFO olayıdır.[21][22]
II. Dünya Savaşı sırasında gerek Müttefik Devletler’in gerekse Mihver Devletleri’nin pilotları uçuşlar sırasında sıkça UFO gözlemleri yapmışlardır.[23] Öyle ki, bu gözlemler “foo fighters” (uçakları takip eden ışık küreleri)[24] teriminin doğmasına neden olmuştur.
25 Şubat 1942’de Los Angeles (Kaliforniya) üzerinde kimliği teşhis edilemeyen bir hava taşıtı saptanmıştır. Nesne ABD Hava Savunma bataryaları (uçaksavarlar vs.) ateşi altında tutulmasına rağmen 20 dakika kayıtsızca havada kalmayı başarmıştır. Olay, sonradan Los Angeles Savaşı olarak adlandırılmıştır.[25]
1946’da İskandinav ülkelerinin yanı sıra, Fransa’da, Portekiz’de, İtalya’da ve Yunanistan’da 2.000’i aşkın kimliği teşhis edilememiş hava taşıtı gözlem raporları oluşmuştur: Bunlar önce “Rus dolusu”, daha sonra “hayalet füzeler” (İng. ghost rockets) olarak adlandırılmıştır. Böyle adlandırılmalarının nedeni bu esrarengiz nesnelerin Almanlar’dan ele geçirilmiş Rus füzeleri (V1, V2) olduğu inancıydı.[26] Bu inancın yanlış olduğu sonradan anlaşılmışsa da, bu nesnelerin mahiyeti açıklanamamıştır. İsveç askerî kuvvetleri radarlarla saptanan iki yüzden fazla UFO vakasında söz konusu nesnelerin “gerçek fiziksel nesneler” olduklarını açıklamıştır. Bununla birlikte, bu vakaların belirli bir kısmı da meteor gibi doğal olayların hatalı teşhisine bağlanmaktadır.
Uçan daire fenomeninin popüler oluşu [değiştir | kaynağı değiştir]
Kenneth Arnold’un UFO gözlemi hakkında 1947’de hazırlanan rapor.
UFO fenomeni II. Dünya Savaşı’nın ardından, özellikle Kenneth Arnold adlı bir Amerikalı iş insanının 24 Haziran 1947’deki tanıklığından sonra kamuya yansıdı. Kenneth Arnold UFO’ları Washington eyaletinde, Mont Rainier yakınlarında özel uçağıyla seyretmekteyken gözlemlemişti. İfadesine göre, ters çevrili fincan tabağı gibi hareket eden, hilal biçiminde çok parlak 9 nesne görmüştü. Mont Rainier’dan Mont Adams’a doğru uçan bu nesneler çok hızlıydı. Arnold uzunluklarının 12–15 m arasında olduklarını ve hızlarının en azından saatte 1800 km olduklarını iddia etti. Beyanatında Arnold “kazlar gibi, diyagonal bir zincir oluşturarak, sanki birbirlerine bağlıymışçasına uçuyorlardı; hareketleri su üzerinde sekerek kayan bir fincan tabağını andırıyordu” demiştir.[27] Bu olayı özellikle ABD’de binlerce tanıklık izledi. Önemli bir tanıklık da 4 Temmuz’da, dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan, Amerikalı havayolu şirketlerinden United Airlines’in bir uçuş ekibinden gelmişti. Ekip, 4 Temmuz akşamı Idaho üzerinde daire biçimli 9 nesnenin uçaklarına eşlik etmiş olduklarını açıklamıştı. Bu tanıklık medyada daha büyük yankı buldu ve Arnold’unkinden daha inanılır, güvenilir bulundu. Müteakip günlerde gazetelerin çoğu uçan daire olaylarını baş sayfada yayımlamaya başladılar.
Roswell Olayı [değiştir | kaynağı değiştir]
4 Temmuz 1947’de tüm dünyada büyük yankı uyandırmış Roswell Olayı meydana geldi. O gün Roswell yakınlarındaki bir çiftliğin sahibi Mac Brazel ve komşuları yerde bir enkaz olduğunu fark etti ve Mac Brazel bunu en yakın askerî üsse haber verdi. Roswell Army Air Field (RAAF) üssünden [28] genç bir subay (teğmen Walter Haut)[29] o zaman basınla ilk teması gerçekleştirerek ordunun Roswell’deki bir çiftlik civarında bir uçan daire enkazı ele geçirdiğini açıkladı.[30] Bu açıklama medyada güçlü bir ilgi uyandırdı. Kenneth Arnold’un gözlemi basında bu olaydan bir ay önce yer almış ve öyle güçlü bir yankı bulmuştu ki, artık askeriye de dahil herkes konuyla ilgilenir halde bulunuyordu. Roswell Olayına ilişkin ilk açıklamanın ertesi günü üssün sorumlu komutanı olan, 8. Hava Kuvvetleri Komutanı general Roger Ramey, genç subayın açıklamasını tashih edici bir açıklama yayımladı ve uçan daire sanılanın yalnızca bir meteoroloji balonu olduğunu açıkladı.[31]. Bir basın konferansı düzenlendi ve gazetecilere meteoroloji balonu tezini doğrulayıcı mahiyette bazı kalıntılar gösterildi. Olay gündemden düştü ve yaklaşık otuz yıl boyunca, ABD’deki ilk büyük UFO akınının sonuna kadar unutulmuş olarak kaldı.
1978’de binbaşı Jesse Marcel 1947’deki Roswell enkazı parçalarını toparlamaya çalıştı ve televizyonda bunların kesinlikle Dünya-dışı kökenli olduklarını ve vaktiyle üssün sorumlu komutanı olan general Ramey’in gazetecilere gösterdiği parçaların Roswell olayından kalan gerçek parçalar olmadığını açıkladı. Sonradan ufolog olan nükleer fizikçi Stanton T. Friedman gibi o da, ordunun, uzay gemisini ele geçirişini kamudan saklamış olduğu kanısındaydı. Bundan sonra bu olgu ya da bu hikâye UFO amatörlerine ve ufoloji dergilerine konu olmuştur.[32] Şubat 1980’de National Enquirer Gazetesi’nin binbaşı Jesse Marcel’in görüşlerini yayımlamasıyla Roswell olayı yeniden gündeme geldi. Bunun üzerine yeni tanıklıklar da birer birer ortaya çıkmaya başladı ve Roswell olayı ek bilgilerle daha ayrıntılı bir konum kazanmaya başladı. Örneğin bu tanıklıklara göre, o dönemde Dünya-dışı enkazın parçalarını yeniden birleştirmeye ve hatta uzaylıların kadavrası üzerinde otopsi yapmaya yönelik bir askerî operasyon yapılmıştı.[32] Vaktiyle Roswell Hava Üssü’ne morg hizmeti veren ve Ballard Cenazeevi’nde çalışan, cenaze işleriyle meşgul emekli bir müteşebbis Glenn Dennis, 1989’da, vaktiyle Roswell Üssü’nde uzaylıların cesetleri üzerinde otopsi yapılmış olduğunu doğruladı.[33].
Vaktiyle, 1947’deki Roswell Olayı’nda gazetecilere açıklama yapmış olan general Ramey’in amiri ve Forth Worth Üssü Kurmay Başkanı olan general Thomas J. Du Bose 1991’de, Roswell olayından üsse aktarılan enkaz parçalarının yerine meteoroloji balonu parçalarının gösterilmiş olduğunu doğruladı. Bu yeni gelişmeler karşısında ve ABD Kongresi’nin bir soruşturması sonrasında, Kongre’ye ait, kısa adı GAO (Government Accountability Office)[34] olan Devlet Denetleme Kurulu, A.B.D. Hava Kuvvetleri’nden bir iç soruşturma açılmasını istedi. Bu soruşturmanın sonucu iki rapor hâlinde özetlenmiştir: Hava Kuvvetleri, UFO’lar konusunda uzun yıllar süren bir suskunluktan sonra ilk defa 1994 Eylül’ünde, kamuya bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı; hazırlanan raporda, Hava Kuvvetleri, söz konusu olayda gerçekten bir meteoroloji balonunun söz konusu olmadığını itiraf ediyordu. 1995’te yayımlanan ilk rapor 1947’de keşfedilen parçaların devletin Mogul Projesi [35] adlı gizli bir programına ait olduğu sonucuna varmıştı. Ayrıca raporda, o dönemde Roswell Ordu Hava Üssü’nden gönderilen tüm yazılı belgelerin gerekli izin alınmaksızın yok edildiği bildirilmekteydi. 1997’de ise ikinci bir rapor oluşturuldu. Bu rapor, uzaylıların cesetleriyle ilgili tanıklıkları doğrular gibi görünüyordu; rapora göre ölüm ve yaralanmalara neden olan bir askerî kaza söz konusuydu, raporda 1950 yılları sırasında sürdürülen High Dive operasyonunda olduğu gibi, insansı maketlerin üzerindeki çalışmalardan söz ediliyordu.
Bu rapor, en azından, söz konusu üssün o döneme ait tüm resmî evraklarının (Mart 1945-Aralık 1949) ve tüm radyo mesajlarının (Kasım 1946-Şubat 1949) yok edilmiş olduğunu ortaya koyarak, Roswell Olayı’nda kapandı sanılan tartışmanın hâlen kapanmamış olduğunu ortaya koyuyordu. Belgelerin ne zaman, kim tarafından ve kimin emriyle yok edildiğinden de söz edilmemekteydi.
Bu raporları, uzaylıların Dünya’yı ziyaret ettiği tezini benimsemiş taraftarlar devletlerin “yanlış bilgi verme” (dezenformasyon) politikasının örneklerinden biri olarak yorumlarken, kimi ufologlar ise olayda gerçekten Dünya-dışı bir uzay gemisinin söz konusu olma olasılığını azaltan belgeler olarak yorumlamışlardır.[36][37][38].
(27 Mayıs 1995’te) Londra Müzesi’nde bir basın toplantısı yapan İngiliz televizyon yapımcısı Ray Santilli (İngiliz video prodüksiyon şirketi Merlin Group’un başkanı) ABD ordu istihbarat birimlerine ait olduğunu açıkladığı bazı filmleri kamuya sundu. 1947’deki Roswell UFO kazası sonrasında çekildiği ileri sürülen, 16 mm.’lik 14 bobinden oluşan ve 90 dakikadan fazla süren bu filmler, bazı insansılara yapılan otopsi sahnelerini içeriyordu. Santilli filmleri, ordu için çektiği filmlerin bir kopyasını da kendisine saklayan 82 yaşındaki ordu fotoğrafçısı Jack Barnett’ten elde etmişti.[39] Film önce BBC aracılığıyla dünyaya tanıtıldı; daha sonra çeşitli televizyon kanallarında yayınlanıp, çeşitli dergilere kapak oldu.[40] Ortaya çıkan otopsi görüntüleri üzerinde ordu kaynakları otopsideki görüntülerin sadece maketlerden ibaret olduğunu gerçeklikle ilgisi olmadığını söylemişlerdir, fakat ortaya çıkan tanıkların ifadelerine göre bu canlılar enkazdan çıkarılıp askeri koruma eşliğinde otopsi odasına getirildiklerini açıklamışlardır. Medyaya ardı ardına çıkan tanıkların bir anda açıklama yapmaları ise Amerikan hükûmetinin olayı bilen bilimadamlarına koyduğu susma yasağının delinmesi üzerine diğerlerinin sesinin kesilme olasılığına karşı kendilerini korumak için ifşa oldukları böylece başlarına bir şey gelme olasılığını bertaraf ettikleri düşünülüyor.
Popüler kültürde UFO’lar [değiştir | kaynağı değiştir]
1942’de Çin’de çekilen bir uçan daire fotoğrafı
UFO’lar ve uzaylılar (Dünya-dışı canlılar) konusu 1950’li yıllardan beri uluslararası bir kültürel olgu durumuna gelmiştir. Konuya ilişkin olarak halkbilimci Thomas E. Bullard şöyle der: “UFO’lar modern bilinci dayanılmaz bir güçle istila ettiler ve bu konuda durmaksızın yayımlanan kitaplar, makaleler, gazete başlıkları, filmler, televizyon yayınları, çizgi filmler, ilanlar vs. dalgası bu olguyu doğrulamaktadır.” 1977 yılında yapılan bir istatistikî araştırmaya (Gallup Poll) göre, ABD eski başkanı Gerald Ford’un Beyaz Saray’dan ayrılmasının üzerinden 9 ay geçmiş olmasına rağmen, insanların yalnızca % 92’si onun adından söz edildiğini duymuşken, insanların % 95’i UFO’lardan söz edildiğini duyduğunu belirtmiştir (Bullard, 141). Yine Gallup Poll tarafından 1996’da yapılan bir başka istatistikî araştırmaya göre, A.B.D.’deki insanların %71’i devletin UFO’larla ilgili enformasyonları gizlediğine inanmaktadır; 2002’de Sci Fi televizyon kanalı için Roper Poll tarafından aynı konuda yapılan istatistikî araştırma da benzer sonucu vermiş ve bunun yanı sıra, gitgide daha fazla insanın UFO’ların Dünya-dışı kökenli olduğuna inandığı sonucunu ortaya koymuştur.
1990’lı yıllardan beri, UFO fenomeninin bir tür aldatmaca olmadığı yönünde gelişmeler olmaktadır. Aslında “Güneş-sistemi dışı gezegenler”in varlığının keşfinden itibaren bilim insanları topluluğunda ve kamuoyunda evrende yalnız olmadığımız fikri giderek ağır basmaktadır ki, bu da Dünya’nın uzaylılar tarafından ziyaret edilmesi hipotezinin pek mantıksız olmadığı yönündeki görüşü gitgide desteklemektedir. Uçan dairelerin Dünya-dışı zeki yaratıklara ait olmalarına ilişkin hipotez (Fr.HET- İng.ETH) [41] lehindeki kitapların bilim insanları ve ufologlar tarafından yayımlanması, GEIPAN[42] gibi resmî kurumların arşivlerinin kamuya sunulması ve televizyon programlarında konunun enine boyuna tartışılması UFO fenomeninin Dünya-dışı ziyaretlerle ilgili olabileceğinin kabulü yönünde gelişme göstermektedir. Örneğin Fransa’daki son istastikî yoklamalar, insanların % 48’inin Dünya’nın uzaylılarca ziyaret edildiği görüşünden yana olduklarını ortaya koymuştur.[43]
Sanatta ve folklorda UFO’lar [değiştir | kaynağı değiştir]
Olası uzaylı uydularını öngören Sovyet pulu.
UFO’lar ya da Dünya-dışı canlılar konusu edebiyatta ilk kez H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşı” adlı romanıyla gündeme gelmiştir. Bilimkurgu romanları içinde ilklerden biri olan bu roman sonradan iki kez sinemaya uyarlanmıştır; biri 1953’te Byron Haskin tarafından, diğeri Üçüncü Türden Yakınlaşmalar ve E.T. the Extra-Terrestrial filmlerinin de yapımcısı olan Steven Spielberg tarafından 2005’te gerçekleştirilmiştir.
20.yy. başlarında uzaylıların varlığı konusuyla dalga geçmek üzere, “küçük yeşil adamlar” ya da “Merihliler” teriminin kullanıldığı görülür. Rengin yeşil seçilmesi, muhtemelen Edgar Rice Burroughs’un Merihli türlerinden söz ettiği “A Princess of Mars” (1912) adlı romanında bir türün deri renginin yeşil olmasından kaynaklanıyordu. Bu renk daha sonra Harold Sherman (The Green Man,1946) ve Damon Knight (The Third Little Green Man, 1947) gibi birçok yazar tarafından da benzer anlamda kullanılmıştır.
Fakat UFO konusu halkbilimsel açıdan en önemli dönemeci Erich von Däniken’in “Tanrıların Arabaları” (Chariots of the Gods) kitabının 1970’te yayımlanmasıyla almıştır. Yazar, kitabında Dünya-dışı zeki varlıkların Dünya’yı binlerce yıldır ziyaret ettiğini ileri sürüyor ve bu iddiasını çeşitli arkeolojik örneklerle ve çözülememiş sırlarla desteklemeye çalışıyordu.[44] Aslında bu tür fikirler yeni sayılmazdı. Örneğin astronom Carl Sagan 1966’da yayımlanan “Evrende Zeki Yaşam” (Intelligent Life in the Universe) adlı kitabında Dünya-dışı canlıların sporlar[45] düzeyinde de olsa milyonlarca yıldan beri Dünya’yı ziyaret etmekte olduğunu yazmıştı. Bu hipotezler aynı yoldan gidecek birçok yazara öncülük işlevi gördüler ve birçok izleyiciye ilham kaynağı oldular ki, bunlardan bazıları Kitab-ı Mukaddes’teki bazı pasajları Dünya-dışı temasların olabileceği fikriden[46] hareket ederek ele aldılar.[47] Bu tür yorumlardan çoğu biyolojideki insanın evrimini Dünya-dışı müdahalelerle[48] açıklamaya eğilimliydi. Bu tür bir fikir, 2001: Bir Uzay Destanı filminde işlendi.
UFO fenomeni 1980’li yıllarda, özellikle A.B.D.’de, Whitley Strieber’ın (Communion) ve Jacques Vallée’nin (Passeport pour Magonia) kitaplarının yayımlanmasıyla, yeni bir dönemece girdi. Korku romanları yazarı Strieber’ın[49] etkisiyle artık daha çok “uzaylıların Dünyalıları kaçırması” gibi tedirgin edici konular işlenmeye başladı ve “Gizli Dosyalar” gibi televizyon dizileri ortaya çıktı. Bununla birlikte bu edebiyatta da uzaylılara genellikle iyi roller veriliyordu. David Jacobs ve Budd Hopkins gibi yazarlar insanlığın Dünya-dışı canlılarca genetik olarak etkilenmesini de işlediler. Psikiyatr John Mack (1929-2004) Dünya-dışı “istilacılar”ı insanlığa bilgelik getirmeye çalışan sert, fakat iyi rehberler rolü verdi. Son on yıl UFO’lar ve uzaylılar konusundan esinlenen filmler açısından çok zengin bir şekilde geçmiştir. Son zamanlardaki filmler arasından özellikle Roland Emmerich’in Kurtuluş Günü (1996), Robert Zemeckis’in “ Mesaj ” (1997) ve M. Night Shyamalan’ın “İşaretler” filmi ilgi çekmiştir.
Temas grupları ve New Age akımı [değiştir | kaynağı değiştir]
1950’li yıllardan itibaren UFO fenomeniyle ilgili, “temas grupları” adı da verilen mistik tarikatlerin ortaya çıktığı görülmüştür. Bu tür gruplar genellikle semavi varlıklarla ya da uzaylılarla doğrudan ya da dolaylı (telepatik) olarak temas hâlinde olduğunu iddia eden bir guru ya da bir lider çevresine toplanmış müritlerden oluşmaktadır. Bu tür liderlerin en eskilerinden biri, nükleer silahların artışı tehlikesi karşısında Dünya insanlığını uyarmak isteyen bir Venüs’lüyle doğrudan temasta bulunduğunu iddia eden Georges Adamski’dir.[50] Adamski büyük ölçüde gözden düşmüş ve saygınlığını yitirmiş olmakla birlikte, Fondation Adamski adıyla kurulan bir kurum, yazılarını yayımlamıştır. İngiliz mistik George King tarafından 1955-1956’da Londra’da kurulan The Aetherius Society[51] ve Ernest L. ve Ruth Norman tarafından 1954’te kurulan Fondation Unarius bu tür oluşumların eskilerine örnek olarak gösterilebilir.
Bu tür grupların Dünya-dışı kaynaklardan aldıklarını ileri sürdükleri mesajların ana konusu nükleer silahlardaki artış tehlikesi karşısında insanlığın uyarılmasıdır. Dünya-dışı temasta olduklarını ileri süren yeni gruplara örnek olarak Heaven Gate[52], Raëlism[53],Ashtar Galactic Command[54] grupları gösterilebilir.
Günümüzde, bu tür “temas tarikatları”nın gerek eskileri gerekse yenileri, Hristiyanlık unsurlarının ve Doğu dinleri unsurlarının “uzaylıların Dünyalılar’a karşı ‘iyi dilekli’ oluşu”ndan yola çıkan fikirlerle bağdaştırıldığı bir dünya görüşüne sahiptir.
1970 yıllarında, New Age akımının UFO’lar ve uzaylılardan söz eden kitaplarının yayımlanmasıyla, konuya daha geniş açıdan bakılmaya başlanmış ve UFO’ları doğaüstü ve okült konulara da bağlayan bir yenilik hareketinin oluştuğu görülmüştür. Her ne kadar UFO’ları okült ve dinsel kavramlarla bağdaştırma hareketleri 1950’li yıllardaki temas gruplarında da az çok görülmüşse de 1970’lerde bu bağdaştırma hareketleri son derece geniş bir skala içine yayılmıştır. New Age akımı mensuplarının çoğu Dünya-dışı canlılara inanmış ve onlarla temas kurma girişimlerinde bulunmuştur. Bu akımın ünlü sözcülerinden biri sinema oyuncusu Shirley MacLaine’dir.
Siyah giysili adamlar [değiştir | kaynağı değiştir]
“Siyah giysili adamlar” (İng. Men in black, MIB) ya da “siyah giyen adamlar” Amerikan folklorunun bir ürünü olan, hayalî kişileri belirten genel bir terimdir. Sözde var olan bu kara giysili, son derece tehlikeli kişilerin amacının Dünya-dışı canlılara ilişkin bilgilerin insanlığa ulaşmasını engellemek olduğu varsayılır. Kendilerini genellikle Amerikan federal hükûmeti adına çalışan ajanlar olarak takdim ederler. Dünya-dışı bir fenomene tanık olanın evine ertesi gün ya da azami birkaç aylık bir süre sonra bir ya da birkaç kişi (genellikle üç kişi) olarak gelirler, bazen içlerinden biri kadın da olabilir. Tanık onları genellikle olayı örtbas edip gizlemekle görevli hükûmet ajanları olarak, bazen de esrarengiz amaçları olan Dünya-dışı canlılar (uzaylılar ya da insansılar) olarak görür. Genellikle II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllardaki stilde, siyah, koyu renkli ya gri giysiler giyinirler, varsa, arabaları da bu döneme ait bir araba olur.
“Siyah giyen adamlar” konusunu Gray Barker ufolojinin klasiklerinden biri sayılan, makalelerini bir araya getirerek oluşturduğu “Onlar uçan daireler hakkında çok şey bildiler” (They knew too much about flying saucers) adlı kitabıyla gündeme getirmiştir. Bu kitabın yayımlanmasından on yıl kadar sonra John C. Sherwood, Gray Barker’in ufolojik fanzinindeki metinlerin (makalelerindeki metinlerin) aslında bilimkurgu hikâyelerinin metinleri olduğunu açıkladı. Yani John C. Sherwood’a bakılırsa, “siyah giyen adamlar” Amerikan folkloruna geçmeden önce piyesler hâlinde yaratılmış bir efsane idi. Senaristler bu konudan yararlanmakta gecikmediler ve “siyah giyen adamlar”ı konu alan televizyon dizileri yaptılar. Ayrıca bu konuyu işleyen bir çizgi romanlar(Men in Black, Martin Mystere) ve iki film (Men in Black ve Men in Black 2) üretildi.
Olaylar ve tanıklıklar [değiştir | kaynağı değiştir]
UFO gözlemlerinin çoğu, gözlemlerinin gerçekliği hakkında elle tutulur bir kanıt veremeyen bir veya birkaç kişinin az çok kesin bir tanıklığı üzerine kuruludur. Yalnızca tanıklıklar üzerine kurulu olaylardan başka, nadir olmakla birlikte, doğrudan veya dolaylı fiziksel unsurlarla desteklenen olaylar da vardır. Olayların bir kısmı devletlerin çeşitli bilimsel ve askerî otoritelerince yapılan soruşturmalarla araştırılmıştır. Bu olaylardaki doğrudan fiziksel veriler genellikle radarlarla veya fotoğrafik cihazlarla yapılan saptamalar, dolaylı fiziksel veriler ise toprak üzerinde UFO’larca oluşturulduğu varsayılan izler, ancak elektromanyetik etkiyle oluşabilecek izler ve çevrede yaratılan bir karışıklık izleridir.
Tanıklıklar [değiştir | kaynağı değiştir]
İsveç’te görülmüş bir UFO.
UFO olaylarının çoğu, gökte veya yerde bir ya da birçok kişi tarafından birtakım nesnelerin ya da ışıkların gözlemlenmesinden ibaret olan “tanıklıklar kategorisi”nde yer alır. Bu tanıklıkların çoğundan “doğrudan kanıtlar”ın (örneğin bir fotoğraf) ya da “dolaylı kanıtlar”ın (örneğin yerde bırakılan izler) yokluğu nedeniyle soruşturmacılar pek yararlanamazlar.
Geniş kitlelerce (toplu olarak) yapılan UFO gözlemlerinin sayısı çoktur. Belçika UFO Akını (Dalgası)[55],Mexico UFO Akını ve Los Angeles Savaşı[56] kitlesel UFO gözlemlerine örnek olarak gösterilebilir. Fransa’daki bazı UFO olayları da GEIPAN[42] tarafından listelenmektedir ki, bu listedeki kitlesel UFO gözlemlerinden biri Aldudes Olayı olarak bilinen, Aquitaine’de 2 Şubat 1985’te yapılan UFO gözlemidir. Kalabalık bir insan topluluğu tarafından görülen bu UFO, ışıklı olup beyaz, kırmızı ve yeşil renklerde ışıklar saçıyordu. UFO daha sonra Ardennes’de (Fransa) ve İspanya’da da gözlemlendi.[57] Fransa’daki bir başka kitlesel gözlem Vaucluse Olayı[58] ya da Hautes-Pyrénées Olayı[59] olarak bilinir.
Çekilen fotoğraflar ve video kamera filmleri [değiştir | kaynağı değiştir]
Belçika’da çekilen üçgen biçimli nadir UFO fotoğraflarından biri (1990)
Meersburg’da (Almanya) çekilen bir fotoğraf
UFO fenomeninin incelenmesi için yararlanılabilen başlıca öğeler fotoğraflar ve video kameralarıyla çekilen filmlerdir. UFO fotoğrafları üzerine yapılan bir analiz bu fotoğrafları üç kategoride sınıflandırmıştır:[60]
Minimal fotoğraflar: Bu sınıftaki fotoğraflarda UFO beyaz renktedir, genellikle tek biçimlidir, görüntüsü ayrıntılardan yoksundur, arka plan siyah ya da karanlıktır; bu tür fotoğraflar bazen çevrenin bir kısmını da içerirler. Bu fotoğraflardaki görüntünün enformasyon değeri çok düşüktür. Los Angeles Savaşı denilen UFO olayında 25 Şubat 1942’de çekilen, Los Angeles Times gazetesinde yayımlanan fotoğraf bu sınıftaki fotoğraflara örnek olarak gösterilebilir.
Fincan tabağı (uçan daire) biçimli UFO fotoğrafları: Bu sınıfa giren fotoğraflarda nesne, dairesel biçimli olup, üst kısmı bombeli olur ya da kubbe tarzında bir şişkinlik gösterir.[61]
Egzotik UFO fotoğrafları: Azınlıkta kalan UFO fotoğraflarıdır; çünkü günümüze dek çekilmiş UFO fotoğraflarının ancak % 4’ünü oluştururlar ve tipik olmama özellikleriyle diğer iki sınıftaki UFO fotoğraflarından ayırt edilirler. Yani bu tür fotoğraflardaki UFO’lar ne minimal fotoğraflardaki UFO özellikleri gösterirler, ne de ikinci sınıftaki tipik uçan daire (fincan tabağı) biçimi gösterirler. Burada bir veri ya da görünürlük hatası söz konusu olmayıp, farklı ya da özel türlerin varlığı söz konusudur. Dolayısıyla bu tür fotoğrafların enformasyon değeri, diğer sınıftakilere kıyasla daha fazladır. Bu sınıftaki UFO görüntüleri, gerçeklikleri şüpheli bulunmadıkları ya da reddedilmedikleri takdirde, özel dergilerde ya da basında yayımlanan nadir fotoğraflar olurlar.
Fotoğrafik aygıtlarla kaydedilmiş, tanınmış UFO olaylarından bazıları şunlardır:
Ocak 1958’de Brezilya Deniz Kuvvetleri’ne ait Almirante Saldanha adlı “okul gemisi”nin fotoğrafçısı Karayipler’in güneyindeki Trinidad (Trinité) Adası üzerinde uçan bir metalik diskin 6 fotoğrafını çekti. Bu fotoğraflar birçok laboratuvarda incelenmiş ve gerçek oldukları onaylanmıştır.[62]
Haziran 1976’da Kanarya Adaları Gözlemi[63] adıyla tanınan ünlü UFO olayında pek çok tanık tarafından gözlemlenen UFO’nun fotoğrafı da çekildi. Çok ışıklı bir UFO söz konusuydu. Hiçbir hile olmadığı ve bilinen herhangi bir fenomenle ilgili hiçbir karıştırma söz konusu olmadığı ortaya kondu.[64]
1990’daki Belçika UFO Akını[55] sırasında çekilen, “Photo de Petit-Rechain” adıyla bilinen ünlü üçgen biçimli UFO fotoğrafı. Fotoğraf Brüksel Kraliyet Askerî Okulu’nda Prof. Dr. Marc Acheroy yönetimindeki bir öğrenci tarafından analiz edildi. Ardından Belçika Uzay Fenomenleri İnceleme Kurumu[65] da fotoğrafta hiçbir hilenin olmadığını ve fotoğrafı çekilen nesnenin maddi olduğunu doğruladı. Fotoğraf daha sonra Prof. Auguste Meessen[66][67] tarafından da incelendi, Meessen de fotoğrafta hiçbir hilenin söz konusu olmadığını doğruladı. Bununla birlikte, astrofizikçilerden Pierre Magain ve Marc Rémy bunun üçgen biçimli bir maket ve ışıklar kullanılarak kolayca üretilebilecek bir fotoğraf olduğunu ileri sürdüler. Dolayısıyla fotoğrafın gerçekliği kesinleşmiş olmakla birlikte, fotoğrafı çekilen nesnenin tabiatı, mahiyeti ve kökeni konusunda belirsizlik sürmektedir.
Mart 1997’de ışıklı bir oluşum Phoenix kenti (Arizona) üzerinde uçtu.[68] 200’den fazla kişi mahalli idare merkezi binalarının çevresinde toplandılar ve 9 amatör, video kameralarıyla UFO’yu filme almayı başardı. Böylece herhangi bir yanılma iddiasına imkân vermeyeceği gibi, kameramandan kaynaklanan pozisyon değişikliğine bağlanan hatalara ilişkin bir iddianın ortaya atılmasına da imkân vermeyecek kesinlikte bir kanıt elde edilmiş oluyordu. Bu olay ufoloji literatürüne “Phoenix Işıkları” [69] olarak geçmiştir.[70]
“Campeche gözlemi”[71] adıyla bilinen gözlem 2004 yılında Meksika’da gerçekleşti. Meksika Hava Kuvvetleri’ne ait bir uçağın radar operatörü teğmen Germán Marín Ramírez radarla Meksika hava sahasında bulunan 11 UFO saptadı. Yeri saptanan nesnelerin kaynağına yaklaşarak kızılötesi kamerayla 11 UFO’yu filme aldı. Kızılötesi film kayıtları hâlen muhafaza edilmektedir.[72]. Bunların uçan daire olmadığı görüşündekiler, söz konusu nesnelerin bir petrol ya da doğalgaz kuyusundan sızan alevler olabileceği yönünde görüş bildirdiler.[73]
Çevrede bırakılan izler [değiştir | kaynağı değiştir]
“Ekin çemberi” denilen tuhaf oluşumlardan biri
Bu veriler UFO’ların yere konmasıyla meydana geldiği ileri sürülen yanık veya kurumuş yer, yanık veya zarar görmüş bitki örtüsü, manyetik gariplikler, ışınım seviyesindeki artışlar ve bazı madenî izler gibi fiziksel izlere dayalıdır.
Yöntembilimsel açıdan bakılırsa, tüm ileri sürülen fiziksel izler veya “ekin çemberi” (İng. Crop-circle) denilen nedeni açıklanamayan garip oluşumlar[74] ile UFO’lar arasında kesin bir ilişki kurmak imkânsızdır.
Çevredeki değişiklikler ve bozulmalar UFO’lardan başka nedenlere de bağlı olabilir. Bununla birlikte UFO olaylarının bazılarında, bir UFO’nun konduğu gözlemlenen yerlerde birtakım izlere rastlanılmıştır; bu olaylarda izler ve gözlem birbirini desteklemektedir. Gözlem ve izlerin birbirini desteklediği ünlü UFO olaylarına “Rendelsham Olayı”[75](Birleşik Krallık) ve Trans-en-Provence Olayı[76](Fransa) örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca, yerde bilinmeyen bir nedenle beliren, “ekin çemberi” denilen garip oluşumları inceleyen grupların en titizlerinden biri sayılan BLT Araştırma Ekibi’nin araştırmacıları bu tür oluşumlarda nadir radyoaktif izotoplar keşfetmişler ve bu oluşumların çevresindeki bazı bitkilerin çekirdeklerinde derin yapısal değişikliklerin oluştuğunu saptamışlardır.[77]
1982 yılında, Nancy (Fransa) yakınlarında, bir UFO’nun indiği gözlemlenmiş alana yerleştirilen bitkilerde önemli ölçüde su kaybı (Fr. déshydratation) ve pigment düzeyinde önemli bir değişim olduğu gözlemlenmiştir. Bu saptamalar birçok bağımsız laboratuvarda doğrulanmıştır.[78]
4 Eylül 1989’da saat 4.30’a doğru Tuiles’de (Tarn, Fransa) 72 yaşındaki bir tanık, geceleyin açık penceresinden bir ışıltının sızdığını fark etti. Kalkıp baktığında tarlada her kenarı yaklaşık 10 m. olan kare biçimde bir ışıklı alan olduğunu gördü. Işık, damının üzerinde duran, fasetaları olan topaç biçimli bir cisimden geliyordu. Yaklaşık 30 saniye sonra cisim, aniden, gürültü yapmadan ve koku bırakmadan kayboldu. Tanık ertesi gün dam oluklarının UFO’nun konduğu yerde kahverengiye çalar bir renk almış olduklarını ve büyük bir kanal oluşturacak şekilde yer değiştirmiş olduklarını fark etti[79] Damı tamir eden tamirci ise, 3 ilâ 5 m. uzunluktaki dam oluklarının bir saatin akrebinin izlediği yönde spiraller çizecek şekilde düzenlenmiş olduğunu fark etti. Evinin damının bozulmasıyla mağdur olan tanık ancak birkaç yıl sonra tazminat alabildi. Damı bozan UFO tarafından bırakılan maddi izlere rağmen ve Jandarma Kuvvetleri’nin tüm araştırma ve soruşturmalarına rağmen, SEPRA[80] soruşturması bu olaya bir açıklama getirememiştir.[81][82]
Tanıklar üzerindeki fiziksel etkiler [değiştir | kaynağı değiştir]
Falcon Lake Olayının temsili resmi
UFO gözlemine tanık olanlardan bazıları UFO gözlemleri sırasında ya da UFO geçip gittikten sonra baş ağrıları, ses kaynağı olmadığı halde birtakım sesler duyma (İng. tinnitus), mide bulanması, deri ve kornea yanıkları (örneğin Falcon Lake Olayı’nda[83]) ve “geçici felç” gibi birtakım fiziksel etkilere maruz kaldıklarını beyan etmişlerdir. Ayrıca radyoaktif zehirlenme geçirenler de olmuştur (örneğin Cash-Landrum Olayı’nda). Bununla birlikte UFO olaylarının çoğunda bu fiziksel etkiler veya yanıklar birer tıbbi kanıt olarak göz önüne alınamamaktadır; bu tutumda bunların sıradan yanıklar olması ve dalga geçme amaçlı olma olasılığının etkisi büyüktür.
Bu tür fiziksel etkilere maruz kalınmış UFO olaylarına Fransa’dan şu iki olay örnek olarak gösterilebilir:
GEIPAN [42] dosyalarına kayıtlı birinci olay 1 Aralık 1979’da Annot’da yaşanmıştır. Mal teslimi nakliyatı sırasında bir kasap, saatte 81 km. hızla giderken tiz bir ses çıkaran sarı bir küre tarafından 2 km. boyunca takip edilmiştir. Tanık sinirsel bir şok ve aynı zamanda bağırsak tıkanması geçirmiştir. Yapılan soruşturma gözlemlenen nesnenin teşhisini sağlayamamıştır.[84]
Bir başka olay 10 Mart 1980’de Authon du Perche’de yaşanmıştır. Işıklı rampaları olan dikdörtgen biçimli bir UFO, tanığın telefonu üzerine gelen jandarmalarca gözlemlenmiş ve ardından bu jandarmalardan bazıları kırıklık hissetmiş ve uykusuzluk çekmişlerdir.[85]
Radarlarla saptananlar ve izlenenler [değiştir | kaynağı değiştir]
Görsel gözleme paralel olarak, UFO’ların kontrol kulelerindeki sivil veya askerî kalifiye operatörler ve personel tarafından radarlarla da saptandığı ve izlendiği UFO olayları, genellikle en verimli UFO olayları olarak kabul edilirler. Bu tür UFO olaylarından bazıları şunlardır:
Ocak 1948’de Kentucky’deki Mantell Olayı[86] sırasında bir UFO’nun birçok sivil ve askerî tanık tarafından gözlemlenmesinin ardından üç avcı uçağı ile UFO arasında bir kovalama yarışı başladı; bu kovalama yarışı küçük filonun komutanı Thomas F. Mantell’ın kaza sonucunda ölümüyle sonuçlandı.
Haziran 1952’de “Washington Atlıkarıncası” denilen Washington Gözlemi’nde[87] UFO gözlemi birçok sivil ve askerî radarlar tarafından da doğrulandı.
Ağustos 1956’da Lakenheath Olayı[88] sırasında Bentwaters ve Lakenheath (Birleşik Krallık) askerî üslerinin radarları saatte 6400 km. süratle yer değiştiren 15 cisim saptadı. Olayın incelendiği Condon Raporu’nda bu saptamaya hiçbir açıklama getirilememiştir.
Eylül 1976’da İran radarları ünlü Tahran Olayı[89] sırasında UFO’lar saptadılar.
Mart 1990’da Belçika Hava Kuvvetleri yerdeki tanıklarca görülen ve radarlarca da saptanan bir UFO’yu avlamak üzere iki F-16 uçağı kaldırdı. Av yaklaşık bir saat sürdü. Belçika Hava Kuvvetleri’nden General Brouwer’nin yaptığı açıklamaya göre, uçan cisim “konvansiyonel araçlarla ele geçirilemeyecek ve kıyaslanamayacak derecede, çok büyük hızlarla hareket ediyordu.” F-16’ların radar kayıtları, kimliği tanımlanamayan bu aracın ya da cismin “bir ‘insan pilot’ için teorik olarak ölümcül olan manevralar” (birkaç saniye içinde 700 feet’ten 10.000 fit’e çıkma ve ardından saatte 1500 km. hızla 5 saniyede 500 fit’e inme, çok yüksek hızlarla havada zikzaklar çizme vs.) yapmış olduğunu ortaya koydu.[90][91]
15 Ekim 2004’te Fransa’da bir Mirage 2000 keşif uçağı meçhul bir hava taşıtı tarafından takip edildi. Uçak ekibinin başkanı kendilerini izleyen hava taşıtının oval biçimli olduğunu görünce önce bunun avcı tipi bir hava taşıtı olduğu sonucuna vardı; fakat “yer kontrol”deki görevlilerle temasa geçtiğinde, “yer kontrol”den o bölgede başka bir taşıta ilişkin hiçbir işaret saptanamadığını öğrendi. GEIPAN [42] soruşturmasından sonra olay, açıklanamamış olaylar listesine dahil edildi.[92]
Elektromanyetik girişimler [değiştir | kaynağı değiştir]
UFO’ların neden olduğu ileri sürülen elektromanyetik girişimler genellikle otomobillerin arıza yapmasıyla, elektrik kesilmeleriyle, radyo ve televizyon yayınlarıyla, iletişimle ve hava ulaşımıyla ilgili elektromanyetik girişimlerdir.
NASA’daki bilim insanı Dr. Richard F. Haines tarafından bu konuda uçak kazalarıyla ilgili olarak derlenen liste otuzdan fazla uçak kazası olayını içermektedir. 1976’da Tahran’da 18 Eylül’ü 19 Eylül’e bağlayan gecede meydana gelen “Tahran Olayı”[89] bu tür olaylar içinde en tanınmış olanıdır.
3 Eylül 1985 gecesi Lyon’da (Fransa), saat 22.00 sularında pek çok tanık futbol topu iriliğinde bir küre gözlemledi. Küre şehir merkezindeki Edouard Herriot nehir limanındaki sulara dikine inerek, sessizce düştü. Işıklı küre yeşil renkte bir floresan halesiyle çevriliydi. O an devriye görevindeki polis arabasının tüm ışıkları herkesin gözü önünde yanıp sönmeye başladı. Daha sonra bir dakika boyunca, civarda bulunanlar suyun dibinde yaklaşık 30 m. çapında beyazımsı-sarı renkte bir ışık gördüler. Bu düşüş Lyon kentinin dışında kalan, civardaki yerleşim birimlerinde yaşayanlarca da gözlemlenmişti. Yüzeyde yapılan ilk incelemelerde çok güçlü olmamakla birlikte bir radyoaktivitenin varlığı saptandı. Jandarma Kuvvetleri’nce açıklanamayan bu fenomen kimliği tanımlanamayan fenomenler listesine eklendi.[93]
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlemiş olduğumuz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Deprem İlahi İkazdır” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Sözün Zeyli.
Deprem İlahi İkazdır – On Dördüncü Sözün Zeyli – Cumartesi Dersleri 14. 7.
ŞU SÛRE kat’iyen ifade ediyor ki, küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bazan da titriyor.
Mânevî ve ehemmiyetli bir canipten, şimdiki zelzele münasebetiyle, altı yedi cüz’î suale karşı, yine mânevî ihtar yardımıyla cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi. Yalnız icmalen kısacık yazılacak.
Birinci sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, mânevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet, ekser halkın ekser memlekette gece istirahatini selb ederek dehşetli bir azap vermesi nedendir?
Yine mânevî cevap: Şöyle denildi ki, Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde kemâl-i neş’e ve sürurla, sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bazan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedârâne işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.
İkinci sual: Niçin gâvurların memleketlerinde bu semâvî tokat başlarına gelmiyor, bu biçare Müslümanlara iniyor?
Elcevap: Büyük hatalar ve cinayetler tehirle büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler tâcille küçük merkezlerde verildiği gibi, mühim bir hikmete binaen,
Dipnot-1
“Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. Ve insan ‘Ne oluyor buna?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” Zilzal Sûresi, 99:1-5.
biçare: çaresiz binaen: –dayanarak canip: yön, taraf cazibedârâne: çekici, baştan çıkarıcı bir şekilde cüz’î: küçük (bk. c-z-e) ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) elîm: acı veren, üzücü emir tahtında: emir altında heveskârâne: hevesli bir şekilde, nefsin arzu ve isteklerine uyarak hikmet: sebep, gaye, fayda (bk. ḥ-k-m) icmalen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma kat’iyen: kesinlikle kemâl-i neş’e ve sürur: tam bir neşe ve sevinç (bk. k-m-l) küre-i arz: yerküre, dünya mazhar: yansıma ve görünme yeri (bk. ẓ-h-r) merkez-i İslâmiyet: İslâm merkezi (bk. s-l-m) meyusiyet: ümitsizlik mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k) mühim: önemli musibet: felaket, belâ selb etme: ortadan kaldırma
semavî: vahiyle gelen (bk. s-m-v) tâcil: çabuklaştırma tafsilen: ayrıntılı olarak tehir: erteleme, sonraya bırakma vahiy/ilham: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu; yaratılışa ait kalbe doğuş (bk. v-ḥ-y) zelzele: deprem, sarsıntı zeyl: ilâve, ek
ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı âzamı Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşre tehir edilerek, ehl-i imanın hataları kısmen bu dünyada cezası verilir. HAŞİYE-1
Üçüncü sual: Bazı eşhâsın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevap: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.
Dördüncü sual: Madem bu zelzele musibeti hataların neticesi ve keffâretü’z-zünubdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Âdaletullah nasıl müsaade eder?
Yine mânevî canipten elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risale-i Kadere havale edip, yalnız burada bu kadar denildi:
Yani, “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”
Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil’ler, aynen Ebu Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.
Madem mazlum zalim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhiyece lâzım geliyor. Acaba o biçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?
Haşiye-1
Hem Rus gibi olanlar (Bu tâbir SSCB dönemi Rusya’sına aittir), mensuh ve tahrif edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmadığından, zemin şimdilik onları bırakıp bunlara hiddet ediyor.
Dipnot-1
Enfâl Sûresi, 8:25.
adaletullah: Allah’ın adaleti (bk. a-d-l) âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi biçare: çaresiz canip: taraf, yön cihet: yön, taraf dar-ı teklif ve mücahede: sorumluluk ve mücadele yeri (bk. c-h-d) ebedî: sonsuz (bk. e-b-d) Ebu Bekir: (bk. bilgiler) Ebu Cehil: (bk. bilgiler) ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) ehl-i küfür: küfür ehli, inanmayanlar (bk. k-f-r) ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) esfel-i sâfilin: aşağıların en aşağısı eşhâs: şahıslar, kişiler fiilen: davranışla (bk. f-a-l) gayretullah: Allah’ın hak dinini koruma sıfatı (bk. ğ-y-r) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harekât: hareketler, davranışlar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not hikmet-i İlâhî: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h) iktiza: gerektirme iltihaken: katılarak iltizamen: taraftar olarak iştirak: ortak olma, katılma kabil-i nesh olmayan: hükmü kaldırılamayan keffâretü’z-zünub: günahlara keffaret, günahların bağışlanmasına vesile kısm-ı âzam: büyük kısım (bk. a-ẓ-m) Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşr: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r; ḥ-ş-r) mazlum: zulme uğrayan (bk. ẓ-l-m) mensuh: hükmü yürürlükten kalkmış olan meydan-ı tecrübe ve imtihan: deneme ve imtihan meydanı
mücahede: nefisle mücadele, cihad (bk. c-h-d) müsabaka: yarışma musibet-i âmme: büyük ve genel musibet nâs: insanlar rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) Risale-i Kader: Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz) (bk. r-s-l; ḳ-d-r) sır: gizli gerçek, gizem sırr-ı kader: kader sırrı (bk. ḳ-d-r) sırr-ı teklif: kulluk sırrı, insanların Allah tarafından görevlendirilerek dünyaya gönderilmesinin anlamı taallûk etmek: ilgili olmak tahrif edilmek: değiştirilmek, bozulmak tehir: erteleme, sonraya bırakma teklif: görev yükleme, sorumluluk terakki: ilerleme zelzele: deprem, sarsıntı
Bu suale karşı, cevaben denildi ki: O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazap içinde bir rahmettir.
Beşinci sual: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümul-u kudretine nasıl muvafık düşer?
Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl herbir unsura çok vazifeler vermiş ve herbir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun birtek vazifesinde bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur o vazifeden men edilse, o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir; ve lüzumlu bir hayrı yapmamak şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır—ta birtek şer gelmesin gibi, gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat, kusurdan münezzehtirler. Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette, o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde, “Onları terbiye et” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
Altıncı sual: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip, adeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hadise nazarıyla bakarlar. Bu hadisenin mânevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?
Âdil: adaletle iş gören, sonsuz adalet sahibi Allah (bk. a-d-l) arz: yer, dünya ayn-ı gazap: hiddetin, öfkenin kendisi ayn-ı hikmet ve adalet: hikmet ve adaletin tâ kendisi (bk. ḥ-k-m; a-d-l) ayn-ı rahmet: rahmetin tâ kendisi (bk. r-ḥ-m) bâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y) cemâl-i rahmet: rahmetin güzelliği (bk. c-m-l; r-ḥ-m) cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y) ehl-i gaflet: âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ğ-f-l) esbab: sebepler (bk. s-b-b) fâni: geçici, yok olucu (bk. f-n-y) fevkalâde: olağanüstü gazap: öfke, kızgınlık hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
haysiyet: itibar hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hilâf-ı hikmet: yaratılıştaki hikmete, İlâhî gayeye zıt (bk. ḥ-k-m) inkılâbât-ı madeniye: madenlerin alt üst olması, değişmesi intibah: uyanış işâa etme: yayma, duyurma istinad: dayanma (bk. s-n-d) Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r) Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l) kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) küllî: büyük, çok (bk. k-l-l) küre-i arz: yerküre, dünya mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) mazlum: zulme uğramış (bk. ẓ-l-m)
men edilme: yasaklanma meşakkat: zahmet, sıkıntı münezzeh: kusur ve eksiklikten uzak, temiz (bk. n-z-h) musallat: sataşma muvafık: uygun muvakkat: geçici nazarıyla: gözüyle, bakışıyla nevi: çeşit, tür nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b) Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) sadaka: Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım sair: diğer şer: kötülük şümul: kapsam şümul-u kudret: kudretin herşeyi kaplaması (bk. ḳ-d-r) tabiî: tabiat gereği, kendiliğinden (bk. ṭ-b-a) tahkir: hakaret, aşağılama tecavüz: haddi aşma, ileri gitme tesadüfî: rastgele, tesadüfen vücud: varlık (bk. v-c-d) zelzele: deprem, sarsıntı
Elcevap: Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâın birtek nev’i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından birtek ferdin yüzer âzâsından birtek uzvu olan kanadının kast ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayt kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef’al ve ahvali, belki hiçbir şeyi—cüz’î olsun küllî olsun—irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlâhî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezasıyla, zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip ateşlendiriyor.
Haydi, madenî inkılâbat dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur, başka olamaz. Meselâ bir adam bir tüfekle birisini vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına hasr-ı nazar edip biçare maktulün büs bütün hukukunu zayi etmek ne derece belâhet ve divaneliktir. Aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin musahhar bir memuru, belki bir gemisi, bir tayyaresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irade ile iddihar edilen bir bombayı, “Ehl-i gaflet ve tuğyanı uyandırmak için ateşlendir” diye olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamâkatin en eşneidir.
Altıncı sualin tetimmesi ve haşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına mukabele ve mümanaat etmek için, o derece garip bir temerrüd ve acip bir hamâkat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder. Meselâ, bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından; ve Hâlık-ı Arz ve Semâvât
âhir: son (bk. e-ḫ-r) ahval: haller, vaziyetler anâsır-ı külliye: büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş (bk. k-l-l) âzâ: organlar belâhet: aptallık beşer: insan biçare: çaresiz cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) divanelik: delilik, akılsızlık ef’al: fiiller, işler (bk. f-a-l) efrad: fertler, bireyler (bk. f-r-d) ehl-i dalâlet ve ilhad: sapıklık ve inkâr ehli, dinsizler (bk. ḍ-l-l) ehl-i gaflet ve tuğyan: gaflete dalanlar ve zulüm ve taşkınlıkta çok ileri gidenler (bk. ğ-f-l; ṭ-ğ-y) ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) emr-i Rabbânî: herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın emri (bk. r-b-b) envâ: çeşitler, türler esbab: sebepler (bk. s-b-b) eşne: en çirkin ve fena, iğrenç hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Arz ve Semavat: gökleri ve yeri yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; s-m-v) hamâkat: ahmaklık hâmi: koruyucu hariç: dış hâşiye: dipnot, açıklayıcı not hasr-ı nazar etmek: bakışı tek bir yere yöneltmek (bk. n-ẓ-r) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmet-i İlâhî: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h) iddihar edilmek: biriktirilmek, depolanmak ihtiyar: irade, istek, tercih (bk. ḫ-y-r) inkılâbat: inkılaplar, büyük değişimler intibah: uyanış irade: istek, tercih, dileme (bk. r-v-d) Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi, herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve herşeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kasd-ı İlâhî: Allah’ın kasdı, isteği, hedefi (bk. ḳ-ṣ-d; e-l-h) küllî: çok, büyük (bk. k-l-l) küre-i arz: yerküre, dünya lâkayt: duyarsız, ilgisiz maktul: öldürülen mazhariyet: sahip olma, üzerinde gösterme (bk. ẓ-h-r) merci: başvurulacak, sığınılacak yer meşiet: dileme, irade, istek meslek: gidilen yol, usul mukabele: karşılık mukteza: gerektirme mümanaat etmek: engel olmak münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musahhar: emir altına girmiş, boyun eğmiş nev’: çeşit, tür taife: topluluk, grup tasarrufat: faaliyetler, uygulamalar (bk. ṣ-r-f) temerrüd: inat etme tetimme: ek, tamamlayıcı not umumiyet: genellik uzuv: organ zahir: görünen (bk. ẓ-h-r) zayi: ziyan, kayıp zelzele: deprem, sarsıntı zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r) ziyade: fazla, çok zulümatlı: karanlıklı (bk. ẓ-l-m)
dahi, değil hususî bir Rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecellî ile, kâinatın heyet-i mecmuasında ve Rububiyetin daire-i külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için, emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten, zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye ve terbiye-i İlâhiyeye karşı eblehâne bir temerrüdle mukabele edip diyorlar ki, “Tabiattır, bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika’da beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında semâyı kızartmış, yangın suretini vermiş” diye, mânâsız hezeyanlar ediyorlar.
Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!
âdileşmek: basitleşmek, sıradanlaşmak âfât: afetler, musibetler âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m) Amerika: (bk. bilgiler) cehalet: cahillik cevv: hava, gökyüzü cihazat: organlar, donanım cihet: yön, taraf daire-i külliye: geniş, kapsamlı, herşeyi içine alan daire (bk. k-l-l) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) destgâh: tezgâh, işyeri eblehâne: ahmakçasına emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l) esbab: sebepler (bk. s-b-b) fennî: bilimsel fiil-i rububiyet: Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili (bk. f-a-l; r-b-b) hadsiz: sınırsız hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâkim: herşeyi hükmü altında tutan, herşeye galip olan Allah (bk. ḥ-k-m) hâkimiyet: egemenlik (bk. ḥ-k-m) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hararet: sıcaklık, ısı harb-i umumî: dünya savaşı haysiyetiyle: özelliğiyle
heyet-i mecmua: genel yapı, bütün (bk. c-m-a) hezeyan: saçmalama hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r) inkâr: kabul etmeme, reddetme (bk. n-k-r) irade: dileme, tercih ve seçim yapma gücü (bk. r-v-d) irâe etmek: göstermek işârât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın işaretleri (bk. r-b-b) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) Kastamonu: (bk. bilgiler) kayyumiyet: Allah’ın daimî mevcudiyeti ve herşeyi her an ayakta tutması (bk. ḳ-v-m) kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) küllî: genel, kapsamlı (bk. k-l-l) mahiyet: esas, nitelik, özellik mânâ: anlam (bk. a-n-y) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) mukabele: karşılıknam: ad neş’et eden: doğan, meydana gelen
nev-i insan: insanlık Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b) Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) sema: gök (bk. s-m-v) suret: şekil, biçim, görüntü (bk. ṣ-v-r) tecelli: yansıma, görünme (bk. c-l-y) temerrüd: inat etme terbiye-i İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın terbiyesi (bk. r-b-b; e-l-h) tuğyan: azgınlık, taşkınlık, zulüm ve küfürde çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y) umumî: genel zahir: açık, görünür (bk. ẓ-h-r) zahirî: görünürdeki (bk. ẓ-h-r) zındıka: dinsizlik
İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, “Bu budur” der. Meselâ, “Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.”
Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve “âdetullah” namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil’den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip kumandanından, padişahından, hükûmetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü, âsi bir divane olur.
Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar bir odun parçasından, çok mucizatlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa, bir adam o odun parçasını gösterip dese, “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş”; o ustanın harika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamâkattir. Aynen öyle de…
Yedinci sual: Bu hadise-i arziye, bu memleketin ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları hedef etmesi neyle anlaşılıyor? Ve neden Erzincan ve İzmir taraflarına daha ziyade ilişiyor?
Elcevap: Bu hadise hem şiddetli kışta, hem karanlıklı gecede, hem dehşetli soğukta, hem Ramazan’ın hürmetini tutmayan bu memlekete mahsus olması, hem tahribatından intibaha gelmediklerinden, hafifçe gafilleri uyandırmak için o zelzelenin devam etmesi gibi çok emarelerin delâletiyle, bu hadise ehl-i imanı hedef edip, onlara bakıp, namaza ve niyaza uyandırmak için sarsıyor ve kendisi de titriyor.
Biçare Erzincan gibi yerlerde daha ziyade sarsmasının iki vechi var:
âdetullah: Allah’ın tabiatta yürürlükte olan kanun ve kuralları ahali-i İslâmiye: Müslüman halk (bk. s-l-m) arşın: yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi âsi: isyan eden, başkaldıran belâhet: aptallık beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n) biçare: çaresiz delâlet: delil olma, işaret etme divane: deli, akılsız Ebu Cehil: (bk. bilgiler) echeliyet: son derece cahillik ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) emare: belirti, işaret Erzincan: (bk. bilgiler) fıtrî: yaratılıştan gelen, doğal (bk. f-ṭ-r) gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l) hadise-i arziye: yerle ilgili olay hadise-i Rububiyet: herşeyi terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın gerçekleştirdiği hadise (bk. r-b-b)
hakikat-i meçhule: bilinmeyen gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkimiyet-i nev’iye: bir sınıfın üstün olduğu egemenlik (bk. ḥ-k-m) hamâkat: ahmaklık harb: savaş harekât: hareketler hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ihtiyar-ı âmm: Allah’ın herşeyi kuşatan iradesi, seçme ve tercih gücü (bk. ḫ-y-r) intibah: uyanış irade-i ihtiyariye: hür tercih, hür seçim (bk. r-v-d; ḫ-y-r) irade-i külliye: Allah’ın herşeyi kaplayan iradesi (bk. r-v-d; k-l-l) irca: döndürme, yönlendirme isnad: dayandırma (bk. s-n-d )İzmir: (bk. bilgiler) kanun-u askeriye: askerlik kanunu (bk. ḳ-n-n)
kasdî: isteyerek (bk. ḳ-ṣ-d) mahsus: özel mâlum: bilinen (bk. a-l-m) meyvedar: meyveli misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mu’cizatlı: mu’cizeler gösteren (bk. a-c-z) muhtelif: çeşitli muzaaf: kat kat nam: ad nefer: asker, er nihayetsiz: sonsuz nisbet: bağ (bk. n-s-b) niyaz: dua, yalvarma nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) okka: 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü taam: yiyecek tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) tabiî: tabiat gereği, kendiliğinden (bk. ṭ-b-a) tahribat: yıkımlar, bozulmalar vecih: yön, taraf ziyade: fazla, çok
Biri: Hataları az olmak cihetiyle, temizlemek için tâcil edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet hâmileri az veya tam mağlûp olmak fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle, en evvel oraları tokatladı ihtimali var. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Sensin.” Bakara Sûresi, 2:32.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir – Kafayı kuma sokmak – Deprem” konusu işlenmektedir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz Hatime bölümüdür.
Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir – Kafayı kuma sokmak – Deprem – Hatime – Cumartesi Dersleri 14. 6.
EY GAFLETE DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Devekuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.
Ey nefis! Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla’da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, “Oraya git”; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbab ın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.
Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
Dipnot-1
“Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.
acz-i beşerî: insanın acizliği (bk. a-c-z) ahbap: dostlar, sevilenler (bk. ḥ-b-b) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âlâm-ı firak: ayrılık elemleri, acıları (bk. f-r-ḳ) aziz: izzetli, yüce, değerli (bk. a-z-z) Barla: (bk. bilgiler) bedbaht: talihsiz bedel: karşılık bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y) beşer: insan biçare: çaresiz derd-i maişet: geçim derdi (bk. a-y-ş) ders-i ibret: ibret dersi elem: acı, keder, üzüntü
elîm: üzücü, acı veren fakr-ı insanî: insanın fakirliği (bk. f-ḳ-r) firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ) gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l) gaflet: duyarsızlık, sorumsuzluk, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) Habibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-b-b) hasr-ı nazar: sadece bir şeye yönelme (bk. n-ẓ-r)
hâtime: sonuç, son bölüm İstanbul: (bk. bilgiler) kalb etmek: dönüştürmek karye: köy mahvolmak: yok olmak merdâne: mertçe müştak: arzulu, çok istekli, aşık nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s) perestiş: taparcasına bağlanmak sür’at peyda etmek: hız kazanmak talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) ünsiyet: dostluk, yakınlık ziyadeleşmek: artmak, fazlalaşmak
Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.
Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller. Meselâ, zemine nebatat ve hayvanat envâından giydirilen, birbiri üstünde, birbiri içinde gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler, baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âli gayeler içinde kemâl-i intizamla meczup mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi HAŞİYE-1 mevtâlûd hadisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek, bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz, hebâen mensur gösterip müthiş bir ye’se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hadiseler, bir Hakîm-i Rahîmin emriyle, ehl-i imanın fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkà etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara kefarettir.
Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlıkın emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehenneme döker; ehl-i şükre “Haydi, Cennete buyurun” der.
Haşiye-1
İzmir’in zelzelesi münasebetiyle yazılmıştır.
âli: yüce âsâr-ı beşeriye: insanların eserleri bahusus: özellikle benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n) ehl-i şirk: Allah’a ortak koşanlar ehl-i şükür: şükür ehli, Allah’a şükredenler (bk. ş-k-r) elîm: acıklı, üzücü envâ: çeşitler, türler etvâr-ı gaflet: gaflet davranışları (bk. ğ-f-l) fâni: gelip geçici, yok olucu (bk. f-n-y) hadisat-ı hayatiye: hayata ait olaylar (bk. ḥ-y-y) hadisat-ı kevniye: kâinat ve yaratılışla ilgili olaylar (bk. k-v-n) Hakîm-i Rahîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve çok şefkatli ve merhametli olan Allah (bk. ḥ-k-m; r-ḥ-m)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hebâen mensur: boşu boşuna hikmet: gaye, fayda (bk. ḥ-k-m) ibkà etmek: devamlı ve kalıcı hale getirmek (bk. b-ḳ-y) kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) küfran-ı nimet: nimete karşı nankörlük (bk. k-f-r; n-a-m) küre-i arz: yerküre, dünya meczup: cezbeye kapılmış, kendinden geçmiş mevlevî: Mevlevîlik tarikatına mensup kimse mevtâlûd: ölümcül (bk. m-v-t) misafirhane-i dünya: dünya misafirhanesi mücehhez: cihazlanmış, donanmış mülhid: dinsiz münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)
münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) musahhar: boyun eğen, itaat eden musibetzede: felâkete uğrayan müzeyyen: süslenmiş (bk. ẓ-y-n) nazar-ı hikmet: hikmet bakışı (bk. n-ẓ-r; ḥ-k-m) nebatat: bitkiler neşretmek: yaymak nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) şirk-âlûd: şirk karışmış sıklet-i mâneviye: mânevî ağırlık (bk. a-n-y) tesadüf: rastlantı tesadüfî: rastlantı vakıa: olay ye’s: ümitsizlik zayiat: kayıplar zelzele: deprem, sarsıntı zemin: yer ziynet: süs (bk. z-y-n)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Hâtime, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak devam ettiğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Kur’an’da insanın şiddetli şikayet edilmesi, büyük tehditler edilmesi ve müthiş korkutulması hangi hikmete dayanmaktadır, hangi yönden bağdaştırılabilir ve ne şekilde uygun düşer?” sorusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Beşinci Meselesi’dir.
Kur’an’da insanın şiddetli şikayet edilmesi, büyük tehditler edilmesi ve müthiş korkutulması hangi hikmete dayanmaktadır, hangi yönden bağdaştırılabilir ve ne şekilde uygun düşer? – Cumartesi Dersleri 14. 5.
“Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.
ya kadar hudud-u azamet-i Rububiyeti ve kibriyâ-i Ulûhiyeti tutmuş olan Ezel, Ebed Sultanı, şu âciz ve nihayetsiz zayıf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz’î bir ihtiyarla, icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kisble mücehhez benî Âdeme karşı şedid şikâyât-ı Kur’âniyesi ve azîm tehdidatı ve müthiş vaidleri ne hikmete binaendir ve ne vech ile tevfik edilir, ne suretle münasip düşer, demek olan derin ve yüksek hakikate kanaat getirmek için, şu gelecek iki temsile bak.
Birinci temsil:
Meselâ, şahane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçektar masnular, içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrâsındaki deliğin kapağını açmaktır. Ve şu hizmetkâr ise tenbellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit, Hâlıkın san’at-ı Rabbâniyesinden ve sultanın nezaret-i şahanesinden ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka, bütün hademelerin o sersemden şekvâya hakları vardır. Zira hizmetlerini akim bıraktı veya zarar verdi.
Dipnot-1
“Bilin ki, Allah, kişinin kalbine ondan daha yakındır.” Enfâl Sûresi, 8:24.
Dipnot-2
“Allah herşeyin yaratıcısıdır. O herşey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir.” Zümer Sûresi, 39:62.
Dipnot-3
“Allah onların gizlediklerini de bilir, açığa vurduklarını da.” Bakara Sûresi, 2:77.
Dipnot-4
“Gökleri ve yeri O yarattı.” A’râf Sûresi, 7:54.
Dipnot-5
“Sizi de, sizin yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” Sâffât Sûresi, 37:96.
Dipnot-6
“Maşaallah, Allah dilemiş de yaratmış! Kuvvet ve kudret ancak Allah’ındır.” Kehf Sûresi, 18:39.
Dipnot-7
“Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz.” İnsan Sûresi, 76:30.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z) akim: sonuçsuz, verimsiz azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar binâen: –dayanarak, dolayı çiçektar: çiçekli cüz’î: küçük (bk. c-z-e) Ezel Ebed Sultanı: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ) hademe: hizmetçi hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halel: eksiklik, zarar Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hikmet: sebep, gaye (bk. ḥ-k-m) hizmet-i bendegâne: kölecesine hizmet etmek hizmetkâr: hizmetçi hudud-u azamet-i Rububiyet: Allah’ın varlıklar üzerindeki terbiye ve idare ediciliğinin ve egemenliğinin geniş sınırları (bk. a-ẓ-m; r-b-b)
ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḥ-y-r) kanaat: inanma, razı olma kibriyâ-i Ulûhiyet: Allah’ın ortak kabul etmeyen ilâhlığının büyüklüğü (bk. k-b-r; e-l-h) kisb: çalışma masnu: sanat eseri varlık (bk. ṣ-n-a) mecrâ: kaynak meyvedar: meyveli mücehhez: cihazlanmış, donanmış münasip: uygun (bk. n-s-b) nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r) nezaret-i şahane: son derece güzel bakım ve gözetim (bk. n-ẓ-r) nihayetsiz: sonsuz san’at-ı Rabbâniye: herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sanatı (bk. ṣ-n-a; r-b-b)
şedid: şiddetli şekvâ: şikayet şikâyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın şikâyetleri suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tayin edilmek: görevlendirilmek tehdidat: tehditler tekemmül: olgunlaşma (bk. k-m-l) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tevfik edilmek: bağdaştırılmak vaid: korkutma (bk. v-a-d) vecih: yön ziya: ışık
İkinci temsil:
Meselâ, cesîm bir sefine-i sultaniyede, âdi bir adam cüz’î vazifesini terk etmesiyle, bütün gemideki vazifedarların netâic-i hidematına halel getirdiğinden ve bazı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedit şikâyet eder. Kusur sahibi ise diyemez ki, “Ben bir âdi adamım; ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstehak değilim.” Çünkü, tek bir adem, hadsiz ademleri intaç eder. Fakat vücut kendine göre semere verir. Çünkü birşeyin vücudu bütün şerâit ve esbabın vücuduna mütevakkıf olduğu halde, o şeyin ademi ve intıfâsı, tek bir şartın intıfâsıyla ve tek bir cüz’ün ademiyle, netice itibarıyla mün’adim olur. Bundandır ki, “tahrip, tamirden pek çok defa eshel olduğu” bir düstur-u müteârife hükmüne geçmiştir.
Madem küfür ve dalâlet, tuğyan ve mâsiyet, esasları inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücutlu görünse de, hakikatte intıfâdır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netâic-i amellerine halel verdiği gibi, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i cemâllerine perde çeker.
İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudat namına, o mevcudatın Sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder. Ve etmesi ayn-ı hikmettir. Ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaidlere, bilâşüphe sezâdır.
adem: yokluk adem-i kabul: kabul etmeme âdi: basit, sıradan âsi: isyan eden ayn-ı hikmet: hikmetin kendisi (bk. ḥ-k-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) beşer: insan bilâşüphe: şüphesiz cesîm: büyük cilve-i cemâl: güzelliğin görüntüsü (bk. c-l-y; c-m-l) cinayet-i sâriye: bulaşıcı, salgın cinayet cüz’î: küçük (bk. c-z-e) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) düstur-u müteârife: bilinen bir kural (bk. a-r-f) ehemmiyetsiz: önemsiz esbab: sebepler (bk. s-b-b)
eshel: daha kolay esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h) hadsiz: sayısız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halel: eksiklik, zarar icad: var etme, yoktan yaratma (bk. v-c-d) intaç: netice verme intifâ: yok olma, bitme mahvetmek: yok etmek mâsiyet: günah, isyan mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mün’adim: yok olma müsbet: olumlu, pozitif müstehak: layık, hak etmiş (bk. ḥ-ḳ-ḳ) mütevakkıf: bağlı netâic-i amel: yapılan işin neticeleri netâic-i hidemat: hizmetlerin neticesi
sair: diğer sefine-i sultaniye: hükümdarlık gemisi (bk. s-l-ṭ) semere: meyve, netice şerâit: şartlar sezâ: layık suret-i zahiriye: dış görünüş (bk. ṣ-v-r; ẓ-h-r) tahrip: yıkma, yok etme tehdidat: tehditler temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tuğyan: azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme (bk. ṭ-ğ-y) vaid: korkutma, tehdit etme (bk. v-a-d) vazifedar: görevli vücut: varlık (bk. v-c-d)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Beşinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık – Yakınlık; Büyüklük – Küçüklük; Aracısız – Temassız Yaratma” konusu ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Dördüncü Meselesi’dir.
Güneş ve Nur Temsili ile Uzaklık – Yakınlık; Büyüklük – Küçüklük; Aracısız – Temassız Yaratma – Cumartesi Dersleri 14. 4.
“Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-3
“Kıyametin gerçekleşmesi göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan da yakındır.” Nahl Sûresi, 16:77.
Dipnot-4
“Biz ona şahdamarından daha yakınız.” Kaf Sûresi, 50:16.
Dipnot-5
“Melekler ve Cebrail, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan kıyamet gününde, Allah’ın emrini almak üzere Arşa yükselirler.” Meâric Sûresi, 70:4.
gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-i ulviyesine ki, Kàdir-i Mutlak o derece suhulet ve sür’atle ve muâlecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halk eder ki, yalnız sırf bir emir ile îcad eder gibi görünüyor, fehmediliyor.
Hem o Sâni-i Kadîr nihayet derecede masnuata karîb olduğu halde, masnuat nihayet derecede Ondan baîddir.
Hem nihayetsiz kibriyâsıyla beraber, gayet cüz’î ve hakir umuru dahi ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hariç bırakmıyor.
İşte bu hakikat-i Kur’âniyenin vücuduna, mevcudatta meşhud suhulet-i mutlaka içinde intizam-ı ekmel şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi onun sırr-ı hikmetini gösterir. Meselâ,
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1
Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin emr-i Rabbânî ve teshir-i İlâhî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikati fehme takrib eder. Şöyle ki:
Güneş, ulviyetiyle beraber, bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zatlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde, o şeffaf şeyler ise binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vech ile müteessir edemezler, kurbiyet dâvâ edemezler.
Hem o güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmişse orada hazır ve nazır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır.
Hem güneşin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük, ufak şeyler ondan gizlenip kaçamazlar.
akis: yansıma âyine: ayna azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) azamet-i nuraniyet: ışığın, parlaklığın büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; n-v-r) baîd: uzak cihet: yön cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: küçük (bk. c-z-e) emr-i Rabbânî: bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın emri (bk. r-b-b) Esmâ-i Hüsnâ: Cenab-ı Hakkın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) eşya: varlıklar fehm: anlayış fehmedilmek: anlaşılmak hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın hakikati (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i ulviye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakir: hor ve değersiz halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) hüsn-ü san’at: sanatın güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a) ihata: kuşatma, içine alma intizam-ı ekmel: en mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ḳ-m-l)
Kâdir-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) karîb: yakın kesif: yoğun, katı, saydam olmayan kibriyâ: büyüklük, azamet (bk. k-b-r) kurbiyet: yakınlık masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a) mazhar olmak: sahip olmak, erişmek (bk. ẓ-h-r) meşhud: görünen (bk. ş-h-d) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) muâlecesiz: doğrudan doğruya mübaşeretsiz: temas etmeden müteessir: etkileme, tesiri altında bırakma nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r) nevi: çeşit nihayet: son nüfuz: etki Nur: bütün varlığı aydınlatan, bütün nurlar kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) nuraniyet: nurluluk, parlaklık (bk. n-v-r) Sâni-i Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḳ-d-r)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) sırr-ı hikmet: hikmet sırrı (bk. ḥ-k-m) suhulet: kolaylık suhulet-i mutlak: tam kolaylık (bk. ṭ-l-ḳ) takrib etme: yaklaştırma tanzim: düzenleme, düzene koyma (bk. n-ẓ-m) tasarruf: kullanma (bk. ṣ-r-f) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) teshir-i İlâhî: Allah’ın boyun eğdirmesi, itaat ettirmesi (bk. e-l-h) timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l) ulviyet: yükseklik umur: işler vecih: yön, şekil vücud: varlık (bk. v-c-d) zât: kendisi zerre: atom ziya: ışık ziyadeleşmek: artmak, fazlalaşmak
Demek azamet-i kibriyâsı, cüz’î ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil, bilâkis daire-i ihatasına alıyor.
Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde, farz-ı muhal olarak, fail-i muhtar farz etsek, o derece suhulet ve sür’at ve vüs’at içinde, zerreden, katreden, deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i İlâhî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azimeyi yalnız bir mahz-ı emirle yapar tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemâl-i intizamla verir.
İşte, semâ denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlakın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatin üç esasının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette, güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, Nuru’n-Nur, Münevviru’n-Nur, Mukaddiru’n-Nur olan Zât-ı Zülcelâl, herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nazır; ve eşya Ondan gayet uzak olduğuna; hem o derece külfetsiz, muâlecesiz, suhuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve suhuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î küllî, küçük büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyâsı ihata ettiğine, şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.
âyinecik: küçük ayna azamet-i kibriyâ: büyüklüğün varlıkları kuşatması (bk. a-ẓ-m; k-b-r) bilâkis: aksine, tersine bilmüşahede: görüldüğü gibi (bk. ş-h-d) cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e) daire-i ihata: kuşatıcı daire, kapsama alanı daire-i kudret: Allah’ın sonsuz güç ve iktidarının hâkim olduğu daire (bk. ḳ-d-r) fail-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l) farz etmek: varsaymak farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme, varsayım feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hararet: sıcaklık, ısı hariç: dışarı icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ihata: kuşatma, içine alma izn-i İlâhî: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
Kadîr-i Mutlak: hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın herşeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ) katre: damla kemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kesif: yoğun, katı, şeffaf olmayan kibriyâ: Cenab-ı Allah’ın her cihetle büyüklüğü (bk. k-b-r) kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r) külfetsiz: zahmetsiz, zorlanmadan küllî: büyük, çok (bk. k-l-l) mahz-ı emir: sadece ve yalnız emir mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r) muâlecesiz: doğrudan doğruya Mukaddiru’n-Nur: bütün nurların miktarlarını takdir eden Nurların Mukaddiri, Allah (bk. ḳ-d-r; n-v-r) Münevviru’n-Nur: bütün nurlar ve nurlu varlıklar Kendisinden feyiz alan Nurların Nurlandırıcısı, Allah (bk. n-v-r)
müsavi: eşit nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r) nihayetsiz: sonsuz nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b) nümune: örnek Nur: bütün varlığı aydınlatan, her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r) Nuru’n-Nur: bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan Nurların Nuru, Allah (bk. n-v-r) sema: gök (bk. s-m-v) seyyarat: gezegenler seyyare: gezegen şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d) suhulet: kolaylık sür’at: hız tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) tasarrufat-ı azime: büyük tasarruflar, kullanımlar (bk. ṣ-r-f; a-ẓ-m) vüs’at: genişlik yakin-i imanî: kesin ve şüphesiz iman (bk. y-ḳ-n; e-m-n) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zerre: atom ziyadar: ışıklı
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Dördüncü Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Dersleri – Bu haftanın konusu Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz Üçüncü Mesele “Kırk binler başlı melek – melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat’ konusu ele alınmaktadır.
Kırk binler başlı melek – melekler, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat – Cumartesi Dersleri 14. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
On Dördüncü Söz
Üçüncü Mesele
ÜÇÜNCÜSÜ: Meselâ, Hamele-i Arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadıkın tasvir ettiği, meselâ kırk binler başlı, her başında kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini (1) ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki, Zât-ı Zülcelâl,
gibi âyetlerle tasrih ediyor ki, mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.
Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semâvâtın kelimat-ı tesbihiyesi güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmidiyesi hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve ber ve bahrinin de ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır.
“Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-3
“Biz dağları Dâvud’un emrine verdik ki, onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.
Dipnot-4
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.” Ahzâb Sûresi, 33:72.
azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m) bahr: deniz bahr-i müsebbih: Allah’ı tesbih eden deniz (bk. s-b-ḥ) ber: kara, yer burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l) elfâz-ı tahmidiye: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d) eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ: “yer nerede, Ülker yıldızı nerede”, birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir fail: işi yapan, özne (bk. f-a-l) felek: gök katı hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hamele-i Arş ve yer ve gök: Arş’ın, yerin ve göğün taşıyıcısı (bk. a-r-ş)
intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyet: kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği (bk. n-ẓ-m; k-l-l; a-b-d) kelimat-ı tesbihiye: Allah’ı tesbih eden kelimeler (bk. k-l-m; s-b-ḥ) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) külliyet: büyüklük, kapsamlılık (bk. k-l-l) lisan: dil masdar: kaynak melâike-i müekkel: görevli melekler (bk. m-l-k; v-k-l) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mistar-ı hikmet: hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon (bk. ḥ-k-m) Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ) münasip: uygun (bk. n-s-b) münfail: fiilden etkilenen (bk. f-a-l) nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nebat: bitki sair: diğer semavat: gökler (bk. s-m-v) tabiat-ı müessire: tesir sahibi, yaratıcı tabiat (bk. ṭ-b-a) tarz: şekil, biçim tasrih etme: açıkça ifade etme tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r) tayr-ı müsebbih ve hâmid: Allah’ı tesbih eden ve şükreden kuş (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d) telâkki: kabul etme tesbih-i küllî: büyük ve kapsamlı tesbih (bk. s-b-ḥ; k-l-l) tesbihat: Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zemin: yer
Şu binler başları olan zeminin her başında yüz binler lisanlar bulunan ve her lisanda yüz bin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.
Evet, müteaddit eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı mânevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, bir nevi ruh-u mânevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.
İşte, bak: Misal olarak, bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan, bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör. Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var. Ve her dilde, bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var. Ve her meyvede, dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i
كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘e
mâlik Sâni-i Zülcelâline ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi, ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i mânâda müteaddit dillerle tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
âlem-i ervah: ruhânî varlıkların bulunduğu âlem (bk. a-l-m; r-v-ḥ) âlem-i mânâ: mânâ âlemi (bk. a-l-m; a-n-y) âlem-i misal: dünyadaki işlerin görüntülendiği ve gözlendiği madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l) Barla: (bk. bilgiler) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) cemiyet: topluluk (bk. c-m-a) fasih: güzel, açık ve düzgün konuşan (bk. f-ṣ-ḥ) hikmeten: hikmet gereği; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması gereği (bk. ḥ-k-m)
imtizaç: kaynaşıp karışma ittihad: birlik lisan: dil mâlik: sahip (bk. m-l-k) medih: övgü melek-i müekkel: görevli, vekil melek (bk. m-l-k; v-k-l) mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli (bk. v-k-l) muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müteaddit: çeşitli, birden fazla nevi: çeşit, tür ruh-u mânevî: mânevî ruh (bk. r-v-ḥ; a-n-y) şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik (bk. a-n-y)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) tahmidat: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d) tesbihat: Cenab-ı Hakkın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ) vazife-i tesbihiye: Allah’ı övme ve şanına layık ifadelerle anma görevi (bk. s-b-ḥ) zemin: yer
Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır. ﴾44﴿
Tefsir
“Yedi gök” ile onlarda bulunan varlıkların hepsi hal lisanıyla Allah’ı tesbih eder, O’na ibadet eder, fakat insanlar onların tesbihlerini anlayamazlar (“yedi gök” hakkında açıklama için bk. Bakara 2/29).
Tefsirlerde âyetteki tesbih kavramı açıklanırken tesbihin iki şeklinin bulunduğu belirtilir: Dil ile tesbih, hal ile tesbih. Birincisi, kulun Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederek zâtı, sıfatları ve fiilleriyle insan zihninin düşünebileceği bütün mükemmellik özelliklerine sahip olduğunu dile getirmesi, Allah’ı hep böyle bilip böyle anmasıdır. Hal ile tesbih ise insanın imanı, ibadeti, ahlâkı, genel olarak her türlü tutum ve davranışlarıyla Allah’ın birliğine, eksiksiz ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi, yasalarına boyun eğmesi, amelinin imanına şahitlik etmesidir. Bu belirtilenler, Râgıb el-İsfahânî’nin iradî dediği tesbih olup şuurlu ve iradeli varlıklara mahsustur (el-Müfredât, “sbh”, “scd” md.leri).
Bir de konumuz olan âyetin üzerinde durduğu, bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmesi vardır. Müfessirlere göre bu da iki çeşittir: 1. Dil ile tesbih. Her şey kendi diliyle Hakk’ı tesbih eder ama âyette belirtildiği gibi insanlar bunu anlayamazlar; 2. Hal ile tesbih. Evrendeki varlık ve olayların var oluş ve işleyişini gerçekleştiren ilâhî yasalara bütün kâinat mutlak bir zorunlulukla boyun eğmekte, bu suretle yaratanı tesbih etmektedir. Bu anlamda müminiyle münkiriyle bütün insanlar da Allah’ı tesbih ederler, varlığına tanıklık ederler. Özetle zerreden küreye, galaksilerden hidrojen çekirdeğinin etrafında saniyede 2000 km. hızla dönen elektrona kadar evrendeki her şey Allah’ın mutlak düzeni içinde işlemekte, O’nu tesbih etmekte, O’nun varlığına, birliğine kudret ve hikmetine tanıklık etmektedir.
Putperestlerin inancındaki saçmalığı dile getiren 42. âyetin ardından evrenin düzenine işaret eden âyetin gelmesi son derece anlamlıdır, engin hikmetler taşımaktadır.
Âyette evrendeki her varlığın Allah’ı övgü ile tesbih ettiği belirtildikten sonra “Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız” buyurulmaktadır. Fahreddin er-Râzî bu ifadeyi şöyle açıklıyor: Bir elma düşünelim; bu elma çeşitli atomlardan (cüz’-eczâ’) oluşmaktadır ve bu parçacıklardan her biri Allah Teâlâ’nın varlığına tam ve başlı başına bir delildir. Bu atomlardan her birinin kendine özgü doğal yapısı (tab‘), tadı, rengi, kokusu, hacmi gibi nitelikleri vardır. Atomun bu özel sıfatlarla belirlilik kazanması imkân dahilindedir ve bu belirliliği ona ancak kudretli ve hakîm olan bir belirleyici kazandırabilir. Şu halde elmanın her bir parçası yüce Tanrı’nın varlığına eksiksiz bir delildir (XX, 210-211). Eşyanın kendilerine mahsus dil ile yaptığı tesbihi insanlar anlayamazlar; öte yandan atomların sayılarını, niteliklerini, mahiyetlerini de bütünüyle bilmek mümkün değildir. Bu sebeple âyette, “…bilmezsiniz, anlayamazsınız” buyurulmuştur. Kuşkusuz bilimsel keşifler ilerledikçe insanoğlunun evren hakkındaki bilgileri de artacaktır. Nitekim genetikçilerin çözmeye çalıştıkları genlerin şifresi de bir çeşit dildir. Ayrıca bu çalışmalar ilerledikçe evrenin sırlarla dolu olduğu, bilinenlere göre bilinmeyenlerin ne kadar çok olduğu ortaya çıkacaktır.
Âyette Allah’ın sıfatı olarak geçen halîm kelimesi, “sabırlı, akıllı, ağır başlı ve temkinli” demektir. Özellikle Allah için kullanıldığında “kullarının günah ve isyanları karşısında sabırlı, onları cezalandırmakta acele etmeyen” anlamına gelir. Allah’ın halîm ismiyle “günahları bağışlayan, tövbeleri kabul eden” anlamındaki afüv, gafûr, tevvâb; “her şeyin iç yüzünden haberdar olup bütün ayrıntıları bilen” anlamındaki habîr, muhsî, vâsi‘; “her şeye gücü yeten, kudretli” anlamındaki kadîr, kavî, metîn, muktedir” ve “çok sabırlı” anlamındaki sabûr isimleri arasında anlam yakınlığı bulunduğu kabul edilir.
Kendisiyle birlikte sabah akşam tesbih etsinler diye biz, dağları ve toplanıp gelen kuşları Dâvûd’un emrine verdik. Onların her biri Allah’a yönelmişlerdi. ﴾18-19﴿
Tefsir
Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler, Hz. Dâvûd Allah’ı tesbih ederken dağların ve kuşların da dile gelerek onun tesbihine katıldıkları şeklindeki mûcizevî bir olayı anlatmaktadır. Ancak bu âyetleri mecazi anlamda yorumlayanlar da vardır. Buna göre Dâvûd Zebûr okuyarak Allah’ı tesbih ettiği gibi kuşlar ve dağlar da kendi varlık yapılarıyla Allah’ın kudretini ve yüceliğini yansıtmakta, böylece lisân-ı halleriyle Allah’ı tesbih etmektedirler (ayrıca bk. Enbiyâ 21/79). Bu mânaya göre cansız tabiatın Allah’ı tesbih etmesine dağlar, canlı varlıkların tesbihine de kuşlar örnek olarak zikredilmiştir; özellikle inanmış insanların bilinçli tesbihine örnek de Hz. Dâvûd’un tesbihidir.
“Hepsi de Allah’a yönelmişlerdi” diye çevirdiğimiz 19. âyetin son cümlesi, “Gerek dağlar gerekse kuşlar Dâvûd’un etrafında toplanıp ona itaat ederlerdi” veya “Dâvûd tesbihe başlayınca onlar da kendisine katılırlardı” şeklinde de açıklanmıştır (Taberî, XXIII, 138; Râzî, XXVI, 186; İbn Âşûr, XXIII, 228-229).
Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir. ﴾72﴿ Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve Allah’a ortak koşan kadınlara azap etmek; mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul etmek için insana emaneti yüklemiştir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ﴾73﴿
Tefsir
Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Emanet kelimesinin sözlük anlamı “korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması”dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız, “tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe’deki anlamıyla emanet”tir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126). Bunların da tamamını, “insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü” kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan– insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aynı âyetteki ifadeyle insan zalûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkını verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız insanları arasında, Allah’ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.
Âyette geçen “emanet” Türkçe’deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel olan yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi mânevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.
Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen âkıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insanın bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına işaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.
Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 405-407
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Üçüncü Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.
Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta “Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” başlığı altında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz İkinci Mesele ele alınmaktadır.
“Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” – On Dördüncü Söz – İkinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 2.
gibi âyetlerin ifade ettikleri ki, “Bütün eşya, bütün ahvâliyle, vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor” demek olan hakikat-i âliyesine kanaat getirmek için, Nakkâş-ı Zülcelâl, rû-yi zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlûkatın fihriste-i vücutlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde, mânevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini; ve zevâlden sonra, semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda, basit tohumcuklarında yazdığını; hattâ her geçici baharda, yaş kuru ne varsa, mahdut zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda kemâl-i intizamla muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya herbir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemîl ve Celîlin eliyle takılıp koparılıyor, konup kaldırılıyor.
Hakikat böyleyken, beşerin en acip bir dalâleti budur ki, kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuzun yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbâniye olup ehl-i gafletin lisanında “tabiat” denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu
Dipnot-1
“Yaş ve kuru ne varsa, hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.
Dipnot-2
“Biz herşeyi İmam-ı Mübînde tek tek saydık.” Yâsin Sûresi, 36:12.
Dipnot-3
“Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar birşey Ondan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” Sebe’ Sûresi, 34:3.
acip: ilginç, hayret verici ahvâl: haller, vaziyetler bahusus: özellikle beşer: insan Celîl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. c-l-l) Cemîl: sonsuz ve kusursuz güzellik sahibi Allah (bk. c-m-l) cilve-i akis: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) derc: yerleştirme desatir-i hareket: hareket düsturları ehl-i gaflet: dünyaya daldığından dolayı âhiretin farkında olmayan (bk. ğ-f-l) eşya: varlıklar fihriste-i san’at-ı Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların fihristesi (bk. ṣ-n-a; r-b-b) fihriste-i vücut: varlık fihristesi (bk. v-c-d)
hakikat: doğru gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-ı âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) kader kalemi: Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r) kalem-i kader: kader kalemi, Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip yazması (bk. ḳ-d-r) kanaat getirmek: razı olmak, inanmak kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kitabet-i fıtriye: yaratılışa ait yazılar, doğal yazı (bk. k-t-b; f-ṭ-r) Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı mânevî kader levhası (bk. ḥ-f-ẓ) mahdut: sınırlı mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) mevzun: ölçülü (bk. v-z-n) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) Nakkaş-ı Zülcelâl: herşeyi nakışlı ve süslü bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. n-ḳ-ş; ẕü; c-l-l) nazar-ı şuhud: şahitlerin bakışı; görüş (bk. n-ẓ-r; ş-h-d) nihayetsiz: sonsuz rû-yi zemin: yeryüzü semere: meyve suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a) tarihçe-i hayat: hayat hikâyesi, biyografi (bk. ḥ-y-y) vücuda gelmek: var olmak (bk. v-c-d) zemin: yer zerrecik: atom, en küçük madde parçası zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)
nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, “tabiat-ı müessire” diyerek masdar ve fail telâkki etmesidir. Eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ? Hakikat nerede, ehl-i gafletin telâkkileri nerede?
azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m) bahr: deniz bahr-i müsebbih: Allah’ı tesbih eden deniz (bk. s-b-ḥ) ber: kara, yer burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e) ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar (bk. ğ-f-l) elfâz-ı tahmidiye: Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler (bk. ḥ-m-d) eyne’s-serâ mine’s-süreyyâ: “yer nerede, Ülker yıldızı nerede”, birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir fail: işi yapan, özne (bk. f-a-l) felek: gök katı hakikat: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hamele-i Arş ve yer ve gök: Arş’ın, yerin ve göğün taşıyıcısı (bk. a-r-ş)
intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyet: kulluğun düzenliliği, çokluğu ve genişliği (bk. n-ẓ-m; k-l-l; a-b-d) kelimat-ı tesbihiye: Allah’ı tesbih eden kelimeler (bk. k-l-m; s-b-ḥ) küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) külliyet: büyüklük, kapsamlılık (bk. k-l-l) lisan: dil masdar: kaynak melâike-i müekkel: görevli melekler (bk. m-l-k; v-k-l) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) mistar-ı hikmet: hikmetin gerçekleşmesi için kullanılan vasıta, şablon (bk. ḥ-k-m) Muhbir-i Sadık: doğru sözlü haber verici, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ) münasip: uygun (bk. n-s-b)münfail: fiilden etkilenen (bk. f-a-l) nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nebat: bitki sair: diğer semavat: gökler (bk. s-m-v) tabiat-ı müessire: tesir sahibi, yaratıcı tabiat (bk. ṭ-b-a) tarz: şekil, biçim tasrih etme: açıkça ifade etme tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r) tayr-ı müsebbih ve hâmid: Allah’ı tesbih eden ve şükreden kuş (bk. s-b-ḥ; ḥ-m-d) telâkki: kabul etme tesbih-i küllî: büyük ve kapsamlı tesbih (bk. s-b-ḥ; k-l-l) tesbihat: Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak ve bütün kemâl sıfatlara sahip olduğunu ifade eden sözler (bk. s-b-ḥ) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zemin: yer
De ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge üzereyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz azap benim elimde değil. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” ﴾57﴿ De ki: “Sizin acele istediğiniz azap şayet benim elimde olsaydı benimle sizin aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu.” Allah zalimleri daha iyi bilir. ﴾58﴿ Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın. ﴾59﴿
Tefsir
İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.
59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara 2/3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin, ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).
Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bir bir kaydetmişizdir. ﴾12﴿
Tefsir
Müşriklerin ağır baskıları altında büyük sıkıntılar çeken Hz. Peygamber ve müminler için teselli ve moral kaynağı özelliği taşıyan bu âyet kümesi, yüce Allah’ın eşsiz kudret ve ilmine, ölüleri diriltmeye kadir olanın da, herkesin yapıp ettiklerini bilenin de yalnız O olduğuna özel bir vurgu yapılarak bitirilmektedir. Bazı ilk dönem müfessirleri bu âyetteki “ölüleri diriltme” ifadesinden maksadın şirkten çıkarıp imana eriştirmek olduğunu belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 281).
Bir taraftan kişinin bütün yapıp ettiklerinin kayda geçirildiğinin, diğer taraftan da olup bitecek her şeyin zaten Allah Teâlâ’nın ezelî ilminde mâlûm olduğunun belirtilmesinden şöyle bir anlam çıkarılabilir: İnsanın bütün eylemlerinin kayda geçirilmesine yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur; bu, insanın bu bilgiyi her zaman göz önünde bulundurup dünya hayatındaki varlığını anlamlandırabilmesi ve her adımını varlık sebebine uygun bir bilinç içinde atması içindir. Bu sayede insan soyut bir ahlâkî görev telakkisiyle baş başa kalmamış olur; yaşanan hayat gibi canlı, her anını kuşatan ve her davranışına yön veren somut bir tasavvurdan güç alır. Yine bu inanç kişiye, insanın metafizik âlemle ilişkisinin sırf Tanrı’ya yalvarılan ve belirli dinî vecîbelerin ifa edildiği zaman dilimlerine hapsedilemeyeceği şuurunu kazandırır, fizik âlemde olup bitenlerle fizik ötesi gerçekler arasındaki sıkı bağı kavramasını kolaylaştırır.
Tefsirlerde âyetin “gelecek için yaptıkları her şey ve bıraktıkları her iz” şeklinde tercüme edilen kısmı açıklanırken, bir yandan iyi olsun kötü olsun insanların bütün işlediklerinin tesbit edildiği belirtilir; diğer yandan da kişinin öbür dünyada karşısına çıkacak amel defterinin ölümle kapanmadığı, yararlı bir bilgiyi öğretme veya kaleme alma, bir imkânını vakfedip kalıcı hayır yapma, insanların faydalanacakları hizmet binası, cami, misafirhane, köprü vb. iyi eserler bırakmanın yahut bazı zalim yöneticilerin yaptığı gibi insanların eziyet çekmesine, zarara girmesine veya Allah yolundan sapmasına sebep olacak usuller ihdas etmek suretiyle geride kötü izler bırakmanın –bu iz ve eserler varlığını koruduğu sürece– insanın sorumluluk hanesine olumlu veya olumsuz puanlar halinde kaydedildiği üzerinde durulur (Zemahşerî, III, 281; Şevkânî, IV, 414). Bu bakımdan âyeti “ölmeden yapıp tükettikleri, bitirdikleri ile izi ve eseri devam eden bütün işlerini (amellerini) …” şeklinde çevirmek de mümkündür. Hz. Peygamber’in şu meâldeki hadisi insanların yararı devam ettiği sürece sevabı da yenilenen hayır faaliyetlerine yoğun biçimde yönelmelerinde ve özellikle vakıf kurumunun gelişmesinde çok etkili olmuştur: “İnsan öldükten sonra amel (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât” (Müslim, “Vasiyet”, 14; Tirmizî, “Ahkâm”, 36). Fakat bu hadiste amel defterinin kapanması sevapların yazılması açısındandır. Birçok müfessirin konumuz olan âyetin yorumu sırasında belirttiği üzere, başkalarının kötülük işlemesine sebebiyet verecek kötü bir yol açanlar da bu âyetin kapsamındadırlar ve etkileri öldükten sonra devam eden bu kötülüklerden ötürü veballeri de artmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz şu hadisinde başkalarını etkileyecek çığır açmanın iki şeklini de ayrı ayrı ifade etmiştir: “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir” (Müslim, “İlim”, 15, “Zekât”, 44, 69; Müsned, IV, 362).
“Ana kitap” diye çevrilen imâm kelimesi, “delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan kitap”, “levh-i mahfûz” ve “amel defterleri” gibi mânalarla açıklanmıştır (İbn Atıyye, IV, 448). Yüce Allah’ın kendi ilmini sözlükte “öncü, kendisine uyulan” anlamlarına gelen bu kelimeyle nitelemesi, rabbânî irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun biçimde cereyan ettiğini belirtmek içindir (İbn Âşûr, XXII, 357; bu hususun insanın mesuliyeti ile ilişkisi hakkında bk. Fâtır 35/11; irade ve kader konusunda bilgi için bk. Bakara 2/7; Enfâl 8/17-23).
Ensardan Selemeoğulları’nın yerlerini yurtlarını terkedip Mescid-i Nebevî çevresine yerleşmek istemeleri üzerine Resûlullah bunu uygun görmemiş ve onlara “Kendi bulunduğunuz yerde de yaptıklarınızın izleri kayda geçirilir” buyurmuştu. Bazıları bu olayı delil göstererek bu âyetin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki Hz. Peygamber’in bu âyetteki ifadeyi Medine’de geçen olayda kullanmış olması onun Medine’de indiğini göstermez (İbn Atıyye, IV, 445, 448).
Allah, yere gireni, yerden çıkanı; gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O, çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır. ﴾2﴿ İnkar edenler, “Kıyamet bize gelmeyecektir” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbime andolsun ki, Kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” ﴾3﴿
Tefsir
İlk âyette yüce Allah’ın ilmiyle ilgili bir tasvire yer verilmiştir. Bu tasvire göre insanın yakın çevresinde mevcut bulunan veya olup biten maddî ve mânevî, açık ve gizli bütün varlık ve olaylar Allah Teâlâ’nın bilgisi dahilindedir (Taberî, XXII, 59; İbn Atıyye, IV, 404). Şu halde O’ndan başkasına kulluk etmek insana yaraşmaz. “Ona yükselen” anlamına gelen cümlede “ilâ” değil “fî” edatının kullanılmasındaki incelik şöyle açıklanır: İlâ “sona ulaşma”yı, fî ise “içine girip nüfuz etme”yi ifade eder. 3. âyette Allah’ın –insanın kendi imkânlarıyla bilgisine ulaşamayacağı bir alan olan– gaybı da bildiği, evrendeki bütün varlık ve olayların en küçük ayrıntısına kadar açık bir kitapta kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Müfessirlerin çoğuna göre bu kitaptan maksat levh-i mahfûzdur. Bunu şöyle anlamak da mümkündür: Gerek duyular âlemine dahil gerekse bunun ötesindeki her şey bütün ayrıntılarıyla Allah tarafından bilinmektedir (ayrıca bk. En‘âm 6/59).
İnkârcıların insanların yapıp ettiklerinden hesaba çekilecekleri bir günün gelmeyeceği yönündeki iddiası, evrenin sonsuz olduğu, sadece değişebileceği ama asla yok olmayacağı fikrini içerir ki bu iddia aynı zamanda insanın varlığını anlamsız ve değersiz kabul etme mânasına gelir. Bazı tefsirlerde, âyette genel bir ifadeyle inkârcılara atfedilen bu sözün Ebû Süfyân tarafından söylendiğine dair bir rivayete yer verilir. Bu rivayete göre bir gün Ebû Süfyân, “Ne gelecek bir son saat var, ne kıyamet var, ne de haşir var” diyerek –en büyük putlardan– Lât ve Uzzâ’nın adı üzerine yemin etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah peygamberine, onun da aksi yönde yemin etmesini buyurdu (İbn Atıyye, IV, 405).
Gayb, Allah’ın, yarattıklarından gizli tuttuğu hususlar demektir (bilgi için bk. Bakara 2/3; Mâide 5/94-96). Burada Cenâb-ı Allah’ın kendisini “gaybı bilen” şeklinde nitelemesi, kıyametin mutlaka kopacağını fakat zamanını sadece kendisinin bildiğini vurgulama amacı taşımaktadır (Taberî, XXII, 61). Elmalılı, bunun yanı sıra burada, bedenleri çürüyüp darmadağın olmuş insanların yeniden diriltilmesini imkânsız görenlere cevap verme tarzında bir mâna inceliğinin de bulunduğunu belirtir (VI, 3943).
Kur’an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 411-412
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, İkinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Dördüncü Söz’ün Birinci Mesele’si; Kuran Araf Suresi 7/54. ayetinde geçen “Altı günde gökleri ve yeri yarattık” konusu işlenmektedir.
Kuran Araf Suresi 7 . 54 – Altı günde gökleri ve yeri yarattık – On Dördüncü Söz Birinci Mesele – Cumartesi Dersleri 14. 1.
KUR’ÂN-I HAKÎMİN ve Kur’ân’ın müfessir-i hakikîsi olan Hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyâdı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde, o hakikatlerin bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz. Ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet beyan edilecek. O hakikatlerden haşir ve kıyametin nazireleri Onuncu Sözde, bilhassa Dokuzuncu Hakikatinde zikredildiği için, tekrara lüzum yoktur. Yalnız, sair hakikatlerden nümune olarak Beş Mesele zikrederiz.
“Altı günde gökleri ve yeri yarattık” demek olan; hem, belki bin (3) ve elli bin (4) sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyâm-ı Kur’âniye ile, insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakikat-i ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâlin halk ettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâlin emriyle âlem dolar, boşalır.
Dipnot-1
“Elif lâm râ. Bu öyle bir kitaptır ki, hikmeti herşeyi kuşatan ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Allah tarafından, âyetleri sağlam şekilde tanzim edilmiş, sonra da tafsilâtıyla açıklanmıştır.” Hûd Sûresi, 11:1.
Dipnot-2
A’râf Sûresi, 7:54.
Dipnot-3
Hac Sûresi, 22:47; Secde Sûresi, 32:5.
Dipnot-4
Meâric Sûresi, 70:4.
âlem: dünya (bk. a-l-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) bilhassa: özellikle ders-i ibret: ibret dersi eyyâm-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın tarif ettiği ölçülere uyan günler Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve benzeri olmayan şeyleri üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l) güya: sanki Hadîs: Peygamberimize ait söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱) hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i ulviye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hâtime: sonuç, son bölüm inkıyâd: boyun eğme, itaat etme kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kanaat getirmek: razı olmak, inanmak kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) müfessir-i hakikî: gerçek müfessir; Kur’ân-ı Kerimi tam ve doğru olarak açıklayan hadis (bk. f-s-r; ḥ-ḳ-ḳ)
nazar-ı şuhud: şahitlerin bakışı (bk. ş-h-d; n-ẓ-r) nazire: örnek, benzer (bk. n-ẓ-r) nümune: örnek sair: diğer seyyal: akıcı seyyar: gezici sırr-ı inayet: inayet sırrı; bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y) ulvî: yüce Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zikretmek: anmak, belirtmek
Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir. ﴾54﴿
Tefsir
Kur’an-ı Kerîm’de Allah’ın fiilleri için kullanılan yevm (gün) kavramını yirmi dört saatlik zaman süresi şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim başka âyetlerde O’nun fiilleri hakkında yevm kelimesi “an” mânasında kullanıldığı gibi (Rahmân 55/29), Allah’ın katındaki bir günün insanların hesaplarına göre 1000 yıl tuttuğu da ifade edilmiştir (Hac 22/47; Secde 32/5; ayrıca bk. Meâric 70/4). Her ne kadar âyetteki altı günü, dünya günüyle altı gün diye anlayanlar olmuşsa da, gökler ve yer yaratılmadan önce günden söz edilemeyeceği için, bilhassa bazı çağdaş tefsirlerde –kâinatın yaratılışıyla ilgili yeni teoriler dikkate alınarak– bu altı günü, her birinin ne kadar süre devam ettiğini ancak Allah’ın bildiği “altı devir” diye anlamanın daha münasip olduğu belirtilir. Esasen an, nokta gibi boyutsuz bir zamandır; aynı şekilde sonsuzluk da boyutsuzdur. Böylece sonsuz varlık için an da sonsuzluk da birdir. Buna göre sonlu ve sınırlı varlıklar için düşünebildiğimiz boyutlu ve sınırlı zaman dilimlerini Allah ve O’nun fiilleri hakkında düşünmemiz mümkün değildir. Bu sebeple yaratıcı-yaratılan ilişkisinin söz konusu olduğu konumlarda zaman kavramlarını daima yaratılan açısından dikkate almak gerekir.
Fahreddin er-Râzî, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını bildiren ifadelerden özetle şu sonuçları çıkarmıştır:
a) Evrenin altıdan daha az veya daha çok zaman diliminde yaratılması aklen mümkün olduğuna göre, onun bu zaman dilimi içinde yaratılmasını tercih eden özgür bir belirleyici vardır ki o Allah’tır. Evrendeki bütün varlıkların var oluşlarını, diğer nitelik ve işlevlerini belirleyen de aynı güçtür.
b) Allah Teâlâ her ne kadar eşyanın tamamını bir defada yaratmaya kadirse de, bu takdirde bütünüyle oluşun tesadüfen vuku bulduğu düşünülebilirdi. Halbuki eşyanın, maslahat ve hikmete uygun olarak peş peşe ve birbiriyle ilişki halinde yaratılması ezelî, hikmetli, kudretli ve merhametli yaratıcının yaratma fiiline daha güçlü bir şekilde delâlet eder.
c) Âyetteki “gökler ve yer” ifadesi, onlardaki öteki varlıkları da kapsar. Nitekim başka âyetlerde bu hususa işaret edilmiştir (meselâ bk. Furkan 25/59; Rûm 30/8; Duhân 44/38).
d) Her ne kadar başka bir âyette “Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya kadar olup biter” (Kamer 54/50) buyurulmuşsa da bu, evrenin altı devirlik bir yaratılış sürecinden geçtiği ifadesine ters düşmez. Çünkü bu âyetteki bir tek kelimelik buyruk, tek tek varlıkların oluş veya yok oluşuyla ilgilidir; ayrıca bu, emrin mutlaka gerçekleşeceğine de işaret eden bir ifade tarzıdır.
e) Âyette düşünen kimseler için şöyle bir uyarı vardır: “Şüphesiz ki rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan … Allah’tır.” Yani sizi terbiye eden, bedenen ve zihnen geliştiren, sizi iyilik ve faydalara ulaştıran, kötülüklerden koruyan O’dur; O’nun güç ve bilgisinin, hikmet ve rahmetinin mükemmelliği bu muazzam varlıklar ve olaylar âlemini yaratacak, o âleme her türlü fayda ve iyilikleri yerleştirecek kadar üstündür. Buna rağmen insan nasıl olur da O’nu bırakıp da sıradan varlıklardan iyilikler bekler ve mutluluğu başkasına yönelerek aramaya kalkışır!
Bir de senden acele azap istiyorlar. Halbuki Allah asla va’dinden caymaz. Şüphesiz Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir. ﴾47﴿
Zalim oldukları halde, mühlet verdiğim, sonra da kendilerini azabımla yakaladığım nice memleket halkları vardır. Dönüş yalnız banadır. ﴾48﴿
Tefsir
Dünya menfaati ve arzuları uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarını sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflâh olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur’an’ın birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah’ın takdirinde olduğuna, ayrıca inkârcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça’da hem “düşmüş” hem de “boş kalmış” anlamına geldiği için “hâviyetün alâ urûşihâ” ifadesine “çatıları çöküp duvarları onların üzerine düşmüş” veya “çatıları ayakta olmakla beraber bomboş kalmış” şeklinde mâna vermek mümkündür (Râzî, XXIII, 43-44). Meâlinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı, “evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır” şeklinde çevirmeyi tercih ettik. 46. âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkârcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına ibret gözüyle bakmadıkları ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıkları anlatılmak istenmiştir (İbn Âşûr, XVII, 287-288). 47. âyette geçen “Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir” ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki “gün”den maksadın, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır (bk. Taberî, XVII, 183-184). Bu ifade ile azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî’nin zikrettiği yorumlardan ikisi şöyledir: a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalarını vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada saydıklarıyla bin yıl gibi olduğunu açıklamıştır. b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O’na uzak değildir, size ise uzakta görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184). Bu konuda Zeccâc’ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ’nın kudreti açısından bir gün ile 1000 yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini istedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lutufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar: Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) 1000 yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen 1000 yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir (Şevkânî, III, 518-519). Râzî’nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim’e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara 1000 yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini istemezlerdi. b) Allah’a nisbetle bir gün ile 1000 yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O’nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde 1000 yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46). Esed’in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın “zaman” ya da “süre”den anladığı şeyin Allah’a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için –insanların hesaplamalarına göre– ha bir gün ha 1000 yıl aynı şeydir (II, 680; krş. Meâric 70/4).
Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için ondan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? ﴾4﴿ Gökten yere kadar bütün işleri Allah yürütür. Sonra bu işler, süresi sizin hesabınızla bin yıl olan bir günde ona yükselir. ﴾5﴿ İşte Allah gaybı da görünen âlemi de bilendir, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. ﴾6﴿ O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. ﴾7﴿ Sonra onun neslini bir öz sudan, değersiz bir sudan yarattı. ﴾8﴿ Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz! ﴾9﴿
Tefsir
Düşünenler için gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, kısaca bütün evreni yaratanın Allah olduğunu, O’ndan başka gerçek dost ve hâmi bulunmadığını farketmenin zor olmayacağı ve insanların kendileri bakımından göreceli de olsa bir önemi bulunan zaman kavramını, gerek duyular âleminde gerekse onun ötesinde olup biten her şeyi hakkıyla bilen Allah için düşünmelerinin yanlış olacağı hatırlatılmakta; görebilen gözlerin O’nun yarattıklarındaki eşsiz estetiği kolayca yakalayabileceğine, basit bir maddeden yaratılmış olan insanın asıl değerini âlemlerin rabbinin ona değer vermesinden ve onu duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren melekelerle donatmasından kaynaklandığına dikkat çekilmektedir (“Allah’ın evreni altı günde yaratması”, “arş ve arşa istivâ” hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/54; “Allah katındaki bir günün insanların hesabına göre bin yıl olduğu” ifadesi hakkında açıklama için bk. Hac 22/47; “yüce Allah’ın insana kendi ruhundan üflemesi”nin açıklaması için bk. Hicr 15/29).
Soran birisi, yükselme yollarının sahibi Allah tarafından kâfirlere kesinlikle inecek olan ve hiç kimsenin uzaklaştıramayacağı azabı sordu. ﴾1-3﴿ Melekler ve Ruh (Cebrail) ona süresi elli bin yıl olan bir günde yükselir. ﴾4﴿
Tefsir
“Huzuruna yükselmenin birçok yolu” diye çevirdiğimiz meâric (tekili: mi‘rec, mi‘râc) “yükselme vasıtaları” demektir. Bazı müfessirler bu kelimeye, “meleklerin yükseldiği gökler, Allah’ın mahlûkata lutfettiği nimetlerin mertebeleri, cennetteki dereceler, mânevî ve ruhanî mertebeler” gibi açıklamalar getirmişlerdir (Elmalılı, XIII, 5352). Bir kısım müfessirler ise meârici mecaz olarak insanı Allah’ın varlığını kavramaya ve O’nunla mânevî yakınlık kurmaya götüren yollar olarak yorumlamışlardır (bk. Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXIX, 56; Esed, III, 1186). Bizim “istedi” diye çevirdiğimiz sûrenin ilk kelimesi “sormak” mânasına da geldiği için bunu “Birisi … sordu” şeklinde çeviren ve anlayanlar da olmuştur. Rivayete göre müşriklerin ileri gelenleri, Hz. Peygamber’e, alaylı bir üslûpla, haber verdiği azabın gelip gelmeyeceğini, gelecekse bunun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlardı. Bir rivayete göre bu soruları soran Nadr b. Hâris idi (bk. İbn Âşûr, XXIX, 153). 2. âyet bizim tercih ettiğimiz mânayı desteklemektedir. Buna göre inkârcılar Hz. Peygamber’in getirdiği kitap doğru ise Allah tarafından başlarına taş yağdırılmasını veya büyük bir ceza ile cezalandırılmalarını istemişlerdi. Müşriklerin, aslında alay ve inkâr yollu ortaya koydukları bu tür sorularına ve isteklerine cevap olmak üzere 2. âyette, onlar ihtimal vermese de, vakti geldiğinde Hz. Peygamber’in haber verdiği azabın mutlaka gerçekleşeceği, bunu hiç kimsenin önleyemeyeceği bildirilmiştir.
Müfessirlere göre 4. âyette geçen “ruh”tan maksat Cebrâil’dir. “Miktarı elli bin yıl olan gün”den ne kastedildiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler buradaki elli bin yılı dünyanın ömrü, bazıları kıyametin oluş süresi, kimileri de âhirette kulların hesap vereceği süre olarak açıklamışlardır. Bir görüşe göre kıyametin müddeti inkârcılar için elli bin sene, müminler için sadece bir günün muayyen bölümü kadar sürecektir. Elli bin senenin, âhiret hayatının toplam süresi olduğunu ileri sürenler de vardır. Ancak bize göre bu yorumların hiçbirinin kabul edilebilir bir mesnedi ve gerçekliği yoktur. Bir önceki âyette geçen “huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan” şeklindeki ifadenin ardından burada da “Melekler, miktarı elli bin sene olan bir gün içinde O’na yükselmektedirler” buyurulmuştur. Görüldüğü gibi bu ifadenin kıyamet ve uhrevî hesapla, dünya veya âhiretin süresiyle bir ilgisi yoktur; sadece meleklerin Allah’a yükselmesinden söz edilmektedir. Şevkânî’nin naklettiği bir yorumda da belirtildiği gibi bu âyetteki elli bin sayısı bu mertebelerin ne kadar yüce olduğunu zihinlerde canlandırmayı amaçlayan temsilî bir anlatımdır (V, 332; krş. Hac 22/47).
Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 453-454
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Dördüncü Söz, Birinci Mesele, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Cumartesi Derslerinde bu hafta “Hava ve O” konusu yani “Hüve Nüktesi” ele alınmaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’ün son bölümünde yer almaktadır.
Hava ve O – Hüve Nüktesi – Hava – Zerre – Atom – Tabiat – Doğa ve O – Hû – Hüve – Cumartesi Dersleri 13. 10.
deki ( هُو ) “Hû” lâfzında, yalnız maddî cihette bir seyahat-i hayaliye-i fikriyede, hava sahifesinin mütalâasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde, meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.
Evet, nasıl ki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında, eğer tabiata, esbaba havale edilse, lâzım gelir ki, ya o kapta küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince mânevî makineler, fabrikalar bulunsun; veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin, adeta bir ilâh gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı bulunsun. Aynen öyle de, emir ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın herbir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan ( هُو ) “Hû” lâfzındaki havada, küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o ( هُو ) “Hû” daki havanın, belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar
Dipnot-1
Onun adıyla. O her kusurdan münezzehtir. “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-2
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.
Dipnot-3
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2.
Dipnot-4
“De ki: O Allah’tır.” İhlâs Sûresi, 112:1.
âhize: alıcı âni: birden bire arş: taht; emir ve egemenliğin icra yeri (bk. a-r-ş) aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cihazat: organlar, donanım dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) emir ve irade: Allah’ın yaratılışa dair emir ve dilemeleri (bk. r-v-d) esbab: sebepler (bk. s-b-b) hadsiz: sınırsız hasiyet: özellik hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)
Hüve: O, Allah iktidar: güç, kuvvet (bk. ḳ-d-r) lâfz: ifade, kelime maddî cihet: maddeye bakan yön meslek-i imaniye: iman yolu (bk. e-m-n) mevcut: var olan (bk. v-c-d) mikyas: ölçek muhal: imkansız muhtelif: çeşitli mümteni: imkansız müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluk mütalâa: inceleme nâkile: iletici nihayetsiz: sonsuz nükte: ince ve derin mânâ nükte-i tevhid: Allah’ın birliğine dair ince bir mânâ (bk. v-ḥ-d)
seyahat-i hayaliye-i fikriye: hayalde ve düşüncede yapılan yolculuk (bk. f-k-r; ḫ-y-l) şirk: Allah’a ortak koşma sıddık: çok doğru ve bağlı (bk. ṣ-d-ḳ) suhulet: kolaylık suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğa, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) umum: bütün unsur-u hava: hava maddesi vücub: kesinlik, zorunluluk (bk. v-c-b) zarif: güzel, ince zerre: atom
mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar âşikâre görünüyor.
Eğer Sâni-i Zülcelâle verilse, hava bütün zerratıyla O’nun emirber neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisap ve istinad ile ve Sâniinin cilve-i kudretiyle ve bir anda, şimşek sür’atinde ve ( هُو ) “Hû” telâffuzu ve havanın temevvücü suhuletinde yapar. Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve harika ve muntazam yazılarına bir sahife olur. Ve zerreleri, o kalemin uçları; ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.
İşte, ben
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1
ve
قُلْ هُوَ اللهُ 2
deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temâşâ ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken, bu mücmel hakikati tam vazıh ve mufassal, aynelyakîn müşahede ettim. Ve ( هُو ) “Hû” nun lâfzında, havasında böyle parlak bir burhan ve bir lem’a-i Vâhidiyet bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nuranî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve ( هُو ) “Hû” zamirinin mutlak ve müphem işareti hangi Zâta bakıyor?” işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem
Dipnot-1
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2; Haşir Sûresi, 59:22.
Hüve: O, Allah imtinâ: imkansızlık intisap: bağlanma (bk. n-s-b) istinad: dayanma (bk. s-n-d) kalem-i kader: kader kalemi (bk. ḳ-d-r) kalem-i kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak vücuda gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r) karine-i taayyün: belirtme işareti, “O” zamirinin Allah’a işaret etmesi küllî: kapsamlı, büyük (bk. k-l-l) lâfz: ifade, kelime lem’a-i Vâhidiyet: Allah’ın birliğini gösteren parıltı (bk. v-ḥ-d) maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar meslek: gidilen yol, usül mücmel: özetlenmiş (bk. c-m-l) mufassal: ayrıntılı muhal: imkansızlık muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) müphem: belirsiz
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) müşkilât: zorluklar mütalâa: etraflıca düşünme mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) neşretmek: yaymak nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r) Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) Sânii: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) suhulet: kolaylık sür’at: hız tabiiyyun: tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler (bk. ṭ-b-a) telâffuz: söyleyiş, ifade etme temâşâ: seyretme temevvüc: dalgalanma umum: bütün vazıh: açık, âşikar zerrat: zerreler, atomlar zerre: atom, maddenin en küçük parçası
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hem ehl-i zikir, makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye, ilmelyakîn ile bildim.
Evet, meselâ bir nokta beyaz kâğıtta iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı; ve bir küçük zîhayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; ve bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi, intizamını bozup karışacağı halde, aynelyakîn gördüm ki, ( هُو ) “Hüve”nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, herbir parçası, hattâ herbir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak intizamla taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisanlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acip vazifeleri görmekle beraber, kemâl-i serbestiyetle, cezbedârâne, hal diliyle ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisanıyla
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1
ve
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2
deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mâni olmuyor; ben aynelyakîn müşahede ettim.
Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrâta hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyle ise, bu sahife-i hava, hakkalyakin, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz, gayr-ı mütenâhi ilmi ve hikmetle çalıştırdığı
Dipnot-1
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2.
Dipnot-2
“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.
aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) bâtıl: doğru olmayan, yalan, yanlış bedahet: açıklık berk: şimşek cezbedârâne: kendinden geçerek ehl-i zikir: Allah’ı sürekli olarak zikredenler, ananlar gayr-ı mütenâhi: sonsuz hadsiz: sınırsız hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâkim-i mutlak: herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) hakkalyakin: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n) hassa: özellik hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
Hüve: O, Allah ilmelyakin: ilmî bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irade: isteme, dileme, tercih (bk. r-v-d) kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kemâl-i serbestiyet: tam serbestlik (bk. k-m-l) kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) kudsî: kutsal, kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklaması mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lisan: dil makam-ı tevhid: tevhid makamı, kalben Allah’ın birliğinin hissedildiği hal (bk. v-ḥ-d)
medar: eksen, dayanak mezkûr: sözü geçen muhal: imkansız muhtelif: çeşitli müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) müteaddit: çeşitli, birden fazla sahife-i hava: hava sayfası şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l) zerrât: zerreler, atomlar zerre: atom, en küçük madde parçası zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir Levh-i Mahfuzun âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir Levh-i Mahv, İsbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.
İşte, hava unsuru yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdâniyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi; unsur-u havanın sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, câzibe, dâfia, ziya gibi sair letâifin naklinde şaşırmadan, muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkih gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemâl-i intizamla yetiştiriyor. Emir ve irade-i İlâhiyenin bir arşı olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, câmid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakin derecesinde ispat ettiğini kat’î kanaat getirdim. Ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hâl ile
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1
ve
قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 2
dediklerini bildim. Ve bu ( هُو ) “Hüve” anahtarıyla havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir ( هُو ) “Hû” olarak âlem-i misal ve âlem-i mânâya bir anahtar oldu.
Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyâtın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temâşâgâhlarda ve Cennette
Dipnot-1
“Ondan başka hiçbir ilâh yoktur.” Bakara Sûresi, 2:163; Âl-i İmran Sûresi, 3:2; Haşir Sûresi, 59:22.
Dipnot-2
“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.
acaip: şaşırtıcı ve hayret verici şey âciz: güçsüz, zayıf (bk. a-c-z) âlem-i mânâ: mânâ âlemi, mânen anlaşılan ve bilinen âlem (bk. a-l-m; a-n-y) âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l) âlem-i tagayyür: değişken âlem (bk. a-l-m) asvat: sesler aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n) câmid: cansız câzibe: çekim gücü cihet: yön, taraf cilve-i vahdâniyet: Cenab-ı Allah’ın birlik görüntüsü (bk. c-l-y; v-ḥ-d) dâfia: itme gücü dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) ehemmiyetli: önemli emir ve irade-i İlâhiyenin arşı: Allah’ın emir ve iradesinin tahtı (bk. r-v-d; e-l-h; a-r-ş) esbab: sebepler (bk. s-b-b)
fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y) fâniyat: fâni, geçici şeyler (bk. f-n-y) hâdisât-ı dünyeviye: dünyaya ait olaylar hadsiz: sınırsız hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) Hüve: O, Allah izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r) kalem-i kudret ve kader: varlıkların ve olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r) kat’î: kesin kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m) kitabet: yazım (bk. k-t-b) letâif: maddi olmayan, çok ince şeyler (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı mânevî kader levhası (bk. ḥ-f-ẓ) Levh-i Mahv, İsbat: bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren mânevî levha, yaz boz tahtası
lisan-ı hâl: hal ve beden dili mezkûr: sözü geçen muhaliyet: imkansızlık muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m) mütebeddil: değişken nakl-i asvat: seslerin nakli, iletimi nebatat: bitkiler nihayetsiz: sınırsız, sonsuz sahife-i havaiye: hava sahifesi sair: diğer sermedî: sürekli, kalıcı sinema-i uhreviye: âhirete ait sinema (bk. e-ḫ-r) suret: şekil (bk. ṣ-v-r) şuûnat: işler, fiiller ve tasarruflar (bk. ş-e-n) tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) telkih: aşılama temâşâgâh: seyir yeri teneffüs: soluklanma, nefes alma unsur-u hava: hava maddesi zâil: yok olup gidici, geçici (bk. z-v-l) zerre: atom, en küçük madde parçası ziya: ışık
saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hâtıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.
Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misâlin iki hücceti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla içlerinde bir büyük kütüphane kadar malumatın yazılması kat’î ispat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve âzamları olan âlem-i misal, hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vech ile mümkün olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin kalem-i kader ve hikmetinin sayfası olduğu, ilmelyakîn ile kat’î bilindi.
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem (bk. a-l-m; m-s̱-l)ashab: sahiplercâmid: cansızcihet: yön, şekilesbab: sebepler (bk. s-b-b)fekvinde: üstündeHakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)hâtırat: hâtıralar, anılarhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hususan: özellikle
ilmelyakin: kesin delile dayanarak, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde edinilen bilginin kesinliği (bk. a-l-m; y-ḳ-n)irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)kalem-i kader ve kudret: varlıkların ve olayların düzenli olarak meydana gelişinde bir kalem gibi eserini gösteren İlâhî güç (bk. ḳ-d-r)kat’î: kesinkemâl-i intizam: mükemmel derecede düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)kuvve: duyukuvve-i hâfıza: hafıza duyusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ)kuvve-i hayaliye: hayal duyusu (bk. ḫ-y-l)
Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı (bk. ḥ-f-ẓ)muhal: imkansızmütebaki: geri kalan kısım (bk. b-ḳ-y)nümune: örneknümune-i ekber ve âzam: çok büyük örnek (bk. k-b-r; a-ẓ-m)nutfe: memelilerin yaratıldığı su, menisaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)tabiat: doğa, maddî âlem, canlı cansız bütün varlıklar (bk. ṭ-b-a)vecih: yönziyade: fazla, çok
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Hüve Nüktesi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.