Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
Etiket: Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
“İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Yâsin Sûresi, 36:78-79.
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
İnsan der Çürümüş kemikleri kim diriltecek Sen de Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek. Yâsin Sûresi, 3678-79. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 9.
“Hikmetli Kur’ân’a kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kur’ân var. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’câz var.”
Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’câzlı misallerinden, şu:
Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten
Dipnot-5
Yâsin Sûresi, 36:1-3.
Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.
acip: hayret verici, şaşırtıcı beyan: açıklama (bk. b-y-n) bidayeten: başlangıçta ferman etmek: buyurmak Hak: doğru, gerçek; her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüccet: delil i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü (bk. v-c-z) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkar: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) kasem: yemin kat’î: kesin kelâm: söz (bk. k-l-m) keyfe: “nasıl?” keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lâfz: ifade, kelime
inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i
كُنْ فَيَكُونُ 1
ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.
Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu
ilâ âhir. Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasinde ispat ve izah edildiği gibi, Benî İsrail’e der: “Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ aleyhisselâmın bütün mu’cizâtına karşı lâkayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-2
“Sonra, bütün bunların ardından, kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston Benî İsrail: İsrailoğulları beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) divane: akılsız, deli eblehçe: ahmakça ecza-yı asliye: asıl parçalar (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) envâ: türler, çeşitler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inşa etmek: yaratmak, vücuda getirmek (bk. n-ş-e) istib’âd: inkâr, akıldan uzak görme istirahat: dinlenme izah: açıklama
karn: asır, çağ, devir kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) lâkayt: ilgisiz letaif: latifeler, duyular (bk. l-ṭ-f) makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı makam-ı irşad: doğru yolu gösterme makamı (bk. r-ş-d) mânâ-yı irşadî: doğru yolu gösterici mânâ (bk. r-ş-d) mebhas: bahis, kısım mizan-ı hikmet: hikmet terazisi (bk. v-z-n; ḥ-k-m) mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) mûnis: sevimli, dost Mûsâ: (bk. bilgiler) müessir: tesirli, etkili nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) ordu-misal: ordu gibi (bk. m-s̱-l) rakik: ince, nazik rû-yi zemin: yeryüzü sair: diğer
sayha: sesleniş Sûr-u İsrâfil: Allah’ın emri ile Hz. İsrafil’in kıyamet kopacağı zaman üfleyeceği boru (bk. bilgiler-İsrafil) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şefik: çok şefkatli (bk. ş-f-ḳ) tabur-misal: tabur gibi (bk. m-s̱-l) taife: topluluk tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) teşkil etmek: meydana getirmek Zât-ı Kadîr-i Alîm: herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m) zerrât: zerreler zerrât-ı esasiya: temel zerreler zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 7.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
DÖRDÜNCÜ NOKTA:
Lâfzındaki fesahat-i harikasıdır. Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maânînin dâhi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bâhirdir.
Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kur’ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir
bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) burhan-ı bâhir: çok açık, güçlü delil cihet: yön devâ: şifa, ilâç dimağ: beyin esbap: sebepler (bk. s-b-b) etbâ: halk, yönetilenler fenn-i beyan ve maânî: beyan ve mânâ ilimleri; belâğat ilminin üç ana dalından ikisi (bk. b-y-n; a-n-y) fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ) fesahat-i harika: sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı (bk. f-ṣ-ḥ)
fevkalâde: olağanüstü gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halâvet: tatlılık hıfz etmek: ezberlemek (bk. ḥ-f-ẓ) hidayet: doğru yolu gösterme (bk. h-d-y) izah: açıklama kâhin: gelecekten haber veren kimse kat’î: kesin kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m) kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kulûb: kalpler Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kureyş: (bk. bilgiler) kut: gıda lâfz: ifade, kelime leziz: lezzetli, tatlı mâ: su mâ-i zemzem: zemzem suyu muannid: inatçı
muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) müdakkik: dikkatli müşrik: Allah’a ortak koşan müteezzî: incinen nâhoş: hoşa gitmeyen nüfus: nefisler (bk. n-f-s)nümune: örnek rüesa: reisler, önde gelenler secde: yere kapanma sekerat: ölüm ânı selis: düzgün ve akıcı (bk. s-l-s) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) sırr-ı hikmet: hikmetin sırrı (bk. ḥ-k-m) taravet: tazelik ukûl: akıllar ulema: âlimler (bk. a-l-m) üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vücud: varlık (bk. v-c-d) zemzeme-i Kur’ân: Kur’ân sesi ziya: ışık
âyetteki huruf-u hecâiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selâset ve fesahat-i lâfziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’câzı göstereceğiz. İşte,
ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde selâsetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, huruf-u hecâdan ى ile ا en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. م ile ن HAŞİYE-1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için, herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ص , س, ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç def’a ع , غ kardeş oldukları halde, ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط , ظ, ذ, ز mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ل ve ا ile beraber ikisi لا suretinde ittihad ettikleri ve ا لا , suretinde hissesi ل ‘ın yarısıdır; onun için ل kırk iki defa, ا onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ﻫ , ء ile mahreççe kardeş oldukları için ء HAŞİYE-2 on üç, ﻫ bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ق , ف, ك kardeş oldukları için, ق ‘ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت on iki— ت ‘nin derecesi üç olduğu için on iki—defa zikredilmiştir. ل , ر ‘ın kardeşidir; fakat ebced hesabıyla ر iki yüz, ل otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telâffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ , ح, ث, ض sıkletleri ve bazı cihât-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. ح , و ‘dan ve ء ‘den daha hafif ve ى ‘den ve ا ‘ten daha sakil olduğu için on yedi defa, sakil ء ‘den dört derece yukarı, hafif ا ‘ten dört derece aşağı zikredilmiştir.
Dipnot-1
“Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden bir topluluğu o uyku sarıverdi.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:154.
Haşiye-1
Tenvin dahi nun’dur.
Haşiye-2
Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve hemze’nin sakin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.
aksâm-ı huruf: harflerin kısımları cihât-ı münasebet: münasebet yönleri (bk. n-s-b) ebced hesabı: eski Sami alfabesindeki sıralanışa göre Arapça harflere sayı değeri vererek tarih düşürme fesahat-ı lâfziye: sözün lâfız yönünden sağlam ve akıcı olması (bk. f-ṣ-ḥ) gayr-ı melfuze: okunmayan hareke: Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler hasıl olmak: meydana gelmek haşiye: dipnot, açıklayıcı not huruf-u hecâiye: alfabedeki harflerin hepsi
ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) ittihad etmek: birleşmek kalb olmak: dönüşmek lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahreç: harflerin ağızdaki çıkış yerleri melfuze: okunan mevcut: var olma (bk. v-c-d) muhtelif: çeşitli mütenasip: birbirine uygun (bk. n-s-b) mütesanit: birbirini destekleyen nağme-i fesahat: kusursuz derecede düzgün, açık ve akıcı nağme (bk. f-ṣ-ḥ) revnak: süs, güzellik sakil: okunuşu ağır
sakin: harekesiz savt: ses selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) sıfat: özellik (bk. v-ṣ-f) sıklet: ağırlık suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tekerrür: tekrarlanma telâffuz: söyleyiş tenvin: kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret (iki üstün, iki esre, iki ötre) vaziyet: durum zikredilmek: anılmak, belirtilmek
İşte şu hurufun bu zikrinde harikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazım ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acip ve nizam-ı garip, selâset ve fesahat-i lâfziyeye medar olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse “Maşaallah,” akıl anlasa “Bârekâllah” diyecek.
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m) bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a )belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) beraat: üstünlük, harika güzellik beşer: insan beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dakik: ince ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) envar: nurlar (bk. n-v-r) esrar: sırlar, gizemler faik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ) hadsiz: sınırsız, sayısız harikulâde: olağanüstü haşiye: dipnot, açıklayıcı not haşmet: büyüklük, görkem hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m) huri: Cennet kızı huruf/hurufat: harfler ifham: (he ile) anlatma ifhâm: (ha ile) delille susturma insicam: düzgünlük, uyumluluk intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) lâfz: ifade, kelime libas: elbise makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış meâl: mânâ, açıklama
medar: dayanak, eksen medih: övgü mertebe: derece metanet: sağlamlık muhal: imkânsız münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b) nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b) tefevvuk: üstünlük tergib: isteklendirme, teşvik terhib: korkutma tesadüf: rastlantı üslûb: ifade tarzı üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m) zem: kınama, kötüleme
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal
الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ
gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:
Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren
acip: hayret verici âciz: güçsüz (bk. a-c-z) adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r) aksâm: kısımlar, bölümler aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m) arz: dünya âyât: ayetler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a) bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) cünud: askerler emirber nefer: emre hazır asker ezcümle: meselâ faraza: varsayalım ki farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme garâbet: şaşırtıcılık Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler mehmûse: gizli okunan harfler mezkûr: sözü geçen misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler mukni: ikna edici mutî: itaat eden, emre uyan mübareze: karşı koyma mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan nısf-ı ekall: yarıdan az nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r) nısfı: yarısı rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali recmetmek: taşlamak sair: diğer sakîl: ağır ve kalın okunan harfler sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l) şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması tansif etmek: ikiye bölmek tarâvet: tazelik tazammun etmek: içine almak tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y) ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)
bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.
İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.
Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”
İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahvâl: haller ahvâl-i uhreviye: âhiretteki haller (bk. e-ḫ-r) âsâr-ı Rabbâniye: Rabbâni eserler (bk. r-b-b) âyât: âyetler beyan: açıklama (bk. b-y-n) define: hazine ef’âl-i İlâhiye: İlâhî fiiller (bk. f-a-l; e-l-h) ehil: yetkili, bilen erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ) esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait üsluplar, anlatım tarzları esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) fikr-i beşer: insan düşüncesi (bk. f-k-r) hâb-ı rahat: rahat uykusu hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hane: ev haşr: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
huruf: harfler icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d) iktifa etmek: yetinmek ilm-i esrar-ı huruf: harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim (bk. a-l-m) istihraç etmek: çıkarmak izah: açıklama kabil: mümkün kelâm: söz (bk. k-l-m) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lem’a-i i’câziye: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı (bk. a-y-ş) muhakkik: hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler
semâvât: gökler (bk. s-m-v) sevk-i kelâm etmek: söz ileri sürmek (bk. k-l-m) Sûre-i Amme: Amme Sûresi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre (bk. e-l-h) tansif etmek: ikiye bölmek tesadüf: rastlantı ulema: âlimler (bk. a-l-m) umum: bütün; genel, herkes ünsiyet: dostluk, canayakınlık üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı yevm-i fasl: iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün zemin: yeryüzü
başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.
İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.
ilâ âhir. Öyle bir üslûb-u âlide, benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.
Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âli bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:
“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine
Dipnot-1
“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
Dipnot-2
“Gök yarıldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. Yer düm düz edildiğinde, içinde ne varsa atıp boşaldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde—ki ona lâyık olan da budur.” İnşikak Sûresi, 84:1-5.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahz-ı asker: asker alımı âli: yüce, yüksek benî beşer: insanoğlu beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) derece-i inkıyad: boyun eğme derecesi deveran: dönüş ehl-i dikkat: dikkat sahibi insanlar hademe: hizmetçi hadika: bahçe haşir ve neşr-i dünyeviye: dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları (bk. ḥ-ş-r)
icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah’ın icrâatları, fiilleri (bk. r-b-b) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) istimal etmek: kullanmak kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kumandan-ı âzam: çok büyük kumandan (bk. a-ẓ-m) lisan: dil manevra: eğitim ve deneme memat: ölüm (bk. m-v-t) muamele: işlem mücahede: savaş (bk. c-h-d) mühlet: zaman, vakit müteveccih: yönelmiş nutka gelmek: konuşmak sair: diğer
şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları (bk. ş-e-n; e-l-h) tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve tasarrufları (bk. ṣ-r-f; r-b-b) tebdil etmek: değiştirmek tecelliyât-ı İlâhiye: İlâhi tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; e-l-h) teshir etmek: boyun eğdirmek teşkil etmek: oluşturmak teşrif etmek: şeref vermek, şereflendirmek ulvî: yüce, yüksek üslûb-u âli: yüksek ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zemin: yeryüzü
hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”
Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”
İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.
İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden bir katreye işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.
Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.
İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç
Dipnot-1
“Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.
arz: yer, dünya âyine: ayna bahr-i belâğat: belâğat denizi (bk. b-l-ğ) bertaraf etmek: bir tarafa atmak daire-i teklif: sorumluluk ve imtihan yeri emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) esfelü’s-sâfilîn: aşağıların en aşağısı ferman: emir, buyruk hadise-i umumiye: geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harb-i umumî: dünya savaşı haşmet: büyüklük, görkem hiddet: öfke, gazap istihdam etmek: çalıştırmak, kullanmak istilâ etmek: ele geçirmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) katre: damla kavm-i Nuh: Nuh kavmi mahv: yok olma maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) memur-u İlâhî: Allah’ın memuru (bk. e-l-h) muti’: itaat eden münkad: boyun eğen netâic: sonuçlar
Padişah-ı Bîmisal: eşsiz ve benzeriz Padişah Allah (bk. m-s̱-l) semâ: gök (bk. s-m-v) semâvat: gökler (bk. s-m-v) tecrübe: deneme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tufan: büyük su baskını ulviyet: yücelik üslûb: ifade tarzı Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b) zecr: sakındırma zemin: yer
cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ,
kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:
Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.
Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi,
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 3
deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 4
Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş
Dipnot-1
“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-2
“Kurumuş hurma dalının ince yaya benzer şekli gibi.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-3
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.
Dipnot-4
“Güneşi de bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cemâlli: güzel (bk. c-m-l) deveran: dönüş eşya: şeyler, varlıklar güya: sanki Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: İlâhî gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m) hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ) i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde, mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatan, özlü sözlü (bk. v-c-z)
icmalli: özet şekilde (bk. c-m-l) ifham: anlatma, bildirme ihtar: hatırlatma ihzar etmek: hazırlamak ilâm etmek: duyurmak (bk. a-l-m) kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kamer: ay katre: damla lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş) mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menzil: yer, durak (bk. n-z-l) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) mühim: önemli münasip: uygun (bk. n-s-b)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) sahrânişîn: çölde yaşayan sair: diğer Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) semâ: gök (bk. s-m-v) Süreyya: Ülker yıldızı tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; e-l-h) tecrî: “döner, akıp gider” teşbih: benzetme ulvî: yüce, büyük üslûb-u âliye: yüksek ifade tarzı üslûb-u ifade: ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”
Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.
Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.
Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1
kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”
Dipnot-1
“Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.
azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) azamet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b) bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insan câmid: cansız celb etmek: çekmek cereyan-ı tecrî: “döner, akar gider” ifadesi cihet: yön ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) hâdisât: hadiseler, olaylar Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haşmet: görkem hilkat-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; r-b-b) ifham: anlatma, bildirme ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek ihtar: hatırlatma ilâm etmek: duyurmak insicam: uyumluluk, düzgünlük intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kamer: ay kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)
kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kerem: cömertlik (bk. k-r-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mat’ûmat: yiyecekler meftun olmak: tutulmak mekik: dokuma âleti melûf: alışılmış mumdar: ışık veren musahhar: emre uyan mühim: önemli münferid: tek başına (bk. f-r-d) müşrik: Allah’a ortak koşan müzeyyenat: süslü şeyler (bk. z-y-n) Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, ezelî nakşedici olan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l) nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer san’at-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b) Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) sirac: lamba, kandil sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lamba şems: güneş tabir: ifâde (bk. a-b-r) tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar (bk. ṣ-r-f; n-ẓ-m) secde: yere kapanma tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) ulvî: yüce, büyük üslûb-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek olup ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d) vüs’at: genişlik zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
İKİNCİ NOKTA:
Mânâsındaki belâğat-i harikadır. On Üçüncü Sözde beyan olunan şu misale bak. Meselâ,
âyetindeki belâğat-i mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur’ân’dan evvel asr-ı cahiliyette, sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet
Dipnot-4
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder. O azîz ve hakîmdir.” Hadîd Sûresi, 57:1.
gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem, سَبَّحَ , تُسَبِّحُ sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla, işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ ve birer nur-u hakikat-edâ; ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder.
Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misale bak:
Diyor ki: “Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle
Dipnot-1
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Hadîd Sûresi, 57:1.
Dipnot-2
“Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Dipnot-3
“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi, 55:33-36.
Dipnot-4
“And olsun ki, dünya semâsını Biz kandillerle süsledik ve onları şeytanlar için birer gülle (mermi) yaptık.” Mülk Sûresi, 67:5.
acz: acizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) arz-ı didar: güzelliğini arzedip gösterme ateşpare: ateş parçası bahir: deniz berr: kara câmid: cansız fakr: fakirlik, muhtaçlık (bk. f-ḳ-r) hakaret: küçüklük, değersizlik hudud-u mülk: memleket sınırı (bk. m-l-k) huşyar: uyanık ins ve cin: insanlar ve cinler kelime-i hikmetnümâ: hikmet gösteren kelime (bk. k-l-m; ḥ-k-m)
bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünudundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük, âciz mahlûklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler.”
Daha sair âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâğati ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.
acip: hayret verici âciz: güçsüz (bk. a-c-z) adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r) aksâm: kısımlar, bölümler aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m) arz: dünya âyât: ayetler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a) bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) cünud: askerler emirber nefer: emre hazır asker ezcümle: meselâ faraza: varsayalım ki farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme garâbet: şaşırtıcılık Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler mehmûse: gizli okunan harfler mezkûr: sözü geçen misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler mukni: ikna edici mutî: itaat eden, emre uyan mübareze: karşı koyma mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan nısf-ı ekall: yarıdan az nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r) nısfı: yarısı rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali recmetmek: taşlamak sair: diğer sakîl: ağır ve kalın okunan harfler sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l) şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması tansif etmek: ikiye bölmek tarâvet: tazelik tazammun etmek: içine almak tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y) ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar. Bakara Sûresi, 23. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, … – Cumartesi Dersleri 25. 1. 4.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“”Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, …”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar. Bakara Sûresi, 23. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, … – Cumartesi Dersleri 25. 1. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
Belâğatindeki i’câz-ı Kur’ânînin hikmetini Beş Noktada beyan edeceğiz.
BİRİNCİ NOKTA:
Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey’âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebâtındaki intizamı öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’câz’da âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâküllihal: ister istemez, her halde (bk. k-l-l) âmi: câhil Arabî: Arapça battal: bâtıl, hükümsüz belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insanlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) celb etmek: çekmek cezalet: güzel ve güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i harika: hayranlık verici güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i nazmiye: Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık (bk. c-z-l) çendan: gerçi fevkinde: üstünde fıkra: kısa yazı, bent hadsiz: sonsuz hey’ât: kısımlar, parçalar
hezeyan: saçmalama hırs-ı muâraza: karşı koymak için aşırı istek hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü cemâl: maddî manevî güzellik (bk. ḥ-s-n; c-m-l) i’câz: mu’cizelik (bk. a-c-z) i’câz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) iştihar bulmak: meşhur olmak ittifak: birleşme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) kesretli: çok, fazla (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mâlik: sahip (bk. m-l-k) metanet: sağlamlık mevcut: var (bk. v-c-d)
muannit: inatçı muâraza: sözle mücadele muarız: karşı gelen muhal: imkansız münasebât: münasebetler, bağlantılar (bk. n-s-b) Müseylime-i Kezzâb: (bk. bilgiler) nazar-ı istiğrab: garip ve hayretli bakış (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nisbet etmek: kıyaslamak (bk. n-s-b) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) sâik-i şedid: şiddetli sevk edici gerekçe suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şenî: fena, kötü şevk-i taklidi: benzerini yapma arzusu ve isteği tanzir: benzerini yapma (bk. n-ẓ-r) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) teşebbüs etmek: başvurmak, girişmek umum: bütün vukuat: vâkıalar, olaylar
ve bu nazımdaki cezalet-i harikayı bu surette görebilir. Yalnız bir iki misal, bir cümlenin hey’âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. مِنْ lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder. عَذَابِ lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle
kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafız ve maksada bakar.
İkinci misal:
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 2
Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder.
Birinci şart:
Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lâfzındaki مِنْ i teb’îz ile o şartı ifade eder.
Dipnot-1
“And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa…” Enbiyâ Sûresi, 21:46.
Dipnot-2
“Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3.
Cebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına dilediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r) cezalet-i harika: hayranlık verici düzgün ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l) dehşetli: korkunç, ürkütücü delâlet: işaret etme, delil olma hey’ât: parçalar, kısımlar heyet: kısım, parça ihsas etmek: hissettirmek ikab: âhiret azabı ikab-ı İlâhî: Allah’ın azabı (bk. e-l-h) Kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve boyun eğdiren Allah (bk. ḳ-h-r)
kıllet: azlık lâfız: ifade, kelime lisan: dil maksad: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) maksad-ı küllî: bütünündeki maksat (bk. ḳ-ṣ-d; k-l-l) masdar-ı merre: fiilin bir defa yapıldığını belirten masdar Müntakim: suç işleyene cezasını veren Allah nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nekâl: şiddetli azap nevi: tür, çeşit nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) sadaka: Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım sîga: kip suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şek: şüphe, tereddüt şerâit-i kabul: kabul şartları tabir-i sarfiye: gramerle ilgili ifade (bk. a-b-r) taklîl: az gösterme, azaltma takviye etmek: kuvvetlendirmek teb’îz: parçalara bölme, ayırma tenvin-i tenkirî: kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz (“el” takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime teşkik: şüphede bırakma zikretmek: belirtmek, anmak
İkinci şart:
Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.
Üçüncü şart:
Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lâfzı işaret eder. Yani, “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”
Dördüncü şart:
Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.
Beşinci şart:
Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”
Şu şartlarla beraber, tevsî de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّا lâfzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.
İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şartla beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor, heyetiyle ihsas ediyor.
İşte, heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi, birbirine karşı aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ
قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ 1
‘de altı cümle var: üçü müsbet, üçü menfi. Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı envâını reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek, Sûre-i İhlâsta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep sûreler vardır. Meselâ,
De ki: O Allah’tır. Çünkü O birdir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü Ona denk olacak hiçbir şey yoktur.
abd: kul (bk. a-b-d) aksâm: kısımlar, bölümler daire-i nazmiye: nazım, diziliş dairesi (bk. n-ẓ-m) envâ: çeşitler heyet: kısım, parça ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek kavl: söz kelâm: söz (bk. k-l-m) kelimât: kelimeler (bk. k-l-m) lâfz: ifade, kelime
makbul: kabul olunma menfi: olumsuz mertebe-i tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu anlatan mertebe, seviye (bk. v-ḥ-d) minnet: başa kakma muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) mürekkep: oluşmuş
müsbet: olumlu nafaka: geçim vasıtası nam: ad nasihat: öğüt nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) netice: sonuç sarf etmek: harcamak sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, budalalık şirk: Allah’a ortak koşma tevsî: genişletme umum: genel
Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir; diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i’câzî hasıl olur. İşârâtü’l-İ’câz’da öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i’câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı i’câzî nescediyor. İşte, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.
Dipnot-1
Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü O doğurmaktan münezzehtir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah’tır.
Dipnot-2
O Allah’tır. Öyle ise O birdir. Öyle ise O Sameddir. Öyle ise O doğurmamıştır. Öyle ise O doğurulmamıştır. Öyle ise Onun hiçbir dengi yoktur.
Dipnot-3
“Elif lâm mim. Şu kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir.” Bakara Sûresi, 2:1.
evvel: öncefarz etmek: varsaymakhasıl olmak: meydana gelmekhutut-u mâneviye: manevi hatlar, çizgiler (bk. a-n-y)mânâ: anlam (bk. a-n-y)münasebât: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)nakş-ı i’câzî: mu’cizelik nakşı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z)nakş-ı nazmî-i i’câzî: bir mu’cize olan tertip ve dizilişindeki örgü (bk. n-ḳ-ş; n-ẓ-m; a-c-z)
nâzır: bakan (bk. n-ẓ-r)nescetmek: dokumaknetice: sonuçnur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru (bk. n-v-r)sahrâ-yı bedeviyet: bedevîlik çölüşerh etmek: açıklamaktarz: şekil, biçimteşkil etmek: oluşturmakzulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve gaflet karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Bakara Sûresi, 223. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 3.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.