Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir –
“Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.”
bölümü yer almaktadır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 11 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var. – Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir – Gençlik Rehberi Okumaları 9
SHORTS
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir
Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.
Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü âkıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara, zenginlerin mallarını helâl eder ki bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri, kahramanane davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini hem mesud hayatını hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve sû-i istimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’aniye ve Nur’un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse hem hayatına hem istikbaline hem vatanına hem milletine hem akrabasına büyük bir faydası olması gibi o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını başta Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.
Evet o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse hem ziyadeleşir hem bâkileşir hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına hem vatanına hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise farzını yapmak ve tövbe etmek şartıyla her bir saatleri yirmişer saat ibadet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir kātil, bir müntakim olarak değil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar.
Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktan ise on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar daha ziyade onları ıslah eder.”
Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor, kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’aniye ile gösterilmiş ve ehl-i dalalet ve sefahet hakkında göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir; bütün mahbubatından ve mevcudattan bir firak-ı lâyezalîdir.
Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki en bahtiyar odur ki sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde, imanına ve Kur’an’a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki:
Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musibetine düşen bîçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı; çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın, hapisten istifade ediniz. Nasıl bazen ağır şerait altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de sizin bu ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.
Uppståndelsen och livet efter detta – Det tionde ordet – av Bediüzzaman Said Nursî
Uppståndelsen och livet efter detta – Det tionde ordet – av Bediüzzaman Said Nursî
…
Det tionde ordet
UPPSTÅNDELSEN OCH LIVET EFTER DETTA
NOTERA
Anledningen till att jag skriver dessa metaforer och jämförelser i form av berättelser är att underlätta förståelsen och visa hur rationell, lämplig, välgrundad och sammanhängande islams sanning är. Berättelsernas betydelse återfinns i de sanningar som avslutar dem, där varje berättelse är en anspelning på den avslutande sanningen. Därför är de inte fiktiva berättelser utan verkliga sanningar.
NOTERA Anledningen till att jag skriver dessa metaforer och jämförelser i form av berättelser är att underlätta förståelsen och visa hur rationell, lämplig, välgrundad och sammanhängande islams sanning är.
“I Guds den Nåderikes, den Barmhärtiges namn!”
“Se där tecknen på Guds nåd – hur Han ger nytt liv åt jorden som varit död! Nytt liv skall Han [också] ge åt de döda! Han har allt i Sin makt.” Koranen, 30:50.
“I Guds den Nåderikes, den Barmhärtiges namn!” “Se där tecknen på Guds nåd – hur Han ger nytt liv åt jorden som varit död! Nytt liv skall Han [också] ge åt de döda! Han har allt i Sin makt.” Koranen, 30:50.
Broder, om du önskar en förklaring om uppståndelsen och livet efter detta på ett enkelt och lättförståeligt språk som är tydligt, lyssna då på följande jämförelse tillsammans med min själ.
En gång reste två män till ett land så vackert som paradiset (med detta land avser vi världen). Runt om sig såg de att alla hade lämnat dörren öppen till sina hem och butiker, de brydde sig inte om att vakta dem. Pengar och egendom var lättåtkomliga utan att någon gjorde anspråk på dem. En av de två resenärerna började roffa åt sig av allt han ville ha genom att stjäla och tillskanska sig. Han följde sin lust och gjorde all grymhet och liderlighet. Ingen av landets invånare försökte stoppa honom. Hans vän sade till honom:
“Vad gör du? Du kommer att straffas och jag kommer att dras in i trubbel tillsammans med dig. All denna egendom tillhör staten. Folket i detta land, även barn, är alla soldater eller statliga tjänstemän.
Anledningen till att de inte ingriper mot dig är att de för närvarande är civila. Men lagarna är strikta. Kungen har försett alla med en telefon och hans agenter finns överallt. Gå nu snabbt och försök ordna upp saken.”
Men den enfaldiga mannen sade i sin envishet: “Nej, det är inte statlig egendom utan tillhör allmänheten och har ingen uppenbar ägare. Alla kan utnyttja det som man finner lämpligt. Jag ser ingen anledning till att jag ska förnekas utnyttja dessa fina saker. Jag kommer inte att tro att detta tillhör någon förrän jag ser ägaren med mina egna ögon. “På detta sätt fortsatta han att genom filosofiska spetsfundigheter tala och de diskuterade alvarligt frågan. Den enfaldiga mannen sade först: “Vem är kung här? Jag känner inte honom”, och hans vän svarade:
“Varje by måste ha sin ledare, liksom varje nål måste ha sin hantverkare och ägare. Och varje bokstav skrivas av någon. Hur kan det då komma sig att ett så extremt välordnat kungarike inte kan ha någon härskare? Och hur kan så mycket rikedom inte ha en ägare, när det varje timme anländer ett tåg¹ fyllt med värdefulla och konstnärliga gåvor som om de kom från ett osynligt rike?
1- Indikerar en årscykel. I sanning, är varje vår en vagnlast fylld med proviant kommande från det osynliga riket.
“Varje by måste ha sin ledare, liksom varje nål måste ha sin hantverkare och ägare. Och varje bokstav skrivas av någon. Hur kan det då komma sig att ett så extremt välordnat kungarike inte kan ha någon härskare?
Och alla tillkännagivanden och kungörelser, alla sigiller och stämplar som finns på alla dessa varor, alla mynt och flaggor som viftar i varje hörn av riket – kan de vara utan ägare? Det verkar som om du har studerat en aning utländska språk men är oförmögen att läsa denna islamiska skrift. Dessutom vägrar du fråga dem som har kunskapen att läsa den. Kom nu. Låt mig läsa för dig kungens högsta dekret.”
Den enfaldiga mannen svarade då:
“Nå, låt oss anta att det finns en kung, vilken skada gör det om jag använder en liten del av all hans rikedom? Kommer hans skatt att minska på grund av det? Hur som helst kan jag inte se något som liknar ett fängelse eller en bestraffning.”
Hans vän svarade: “Detta land som du ser är en prövningsplats.. Det är dessutom en utställning i underbar kunglig konst. Det kan betraktas som ett tillfälligt härberge, som saknar grund. Ser du inte att det varje dag anländer en karavan samtidigt som en annan avgår och försvinner. Snart kommer hela landet att ha förändrats, dess invånare kommer att lämna till ett annat och mer varaktigt rike. Där kommer man antingen att belönas eller bestraffas i enlighet med vad man förtjänar.”
Denna förrädiska enfaldiga man invände envist: “Det tror jag inte alls på. Är det alls möjligt att det här landet skulle kunna försvinna och förflyttas till ett annat rike?”
Hans trogna vän svarade då: “Eftersom du är så envis och enveten, kom, låt mig visa dig med tolv av de otaliga bevis som finns att det finns en Högsta Instans, en värld av belöning och godhet ochen värld av straff och fängslande. Precis som denna värld delvis töms varje dag skall även en dag komma då den helt kommer att tömmas och förstöras.
Snart kommer hela landet att ha förändrats, dess invånare kommer att lämna till ett annat och mer varaktigt rike. Där kommer man antingen att belönas eller bestraffas i enlighet med vad man förtjänar.
o Första aspekten
Är det alls möjligt att det i varje rike, och särskilt ett sådant fantastiskt rike som detta, inte skulle finnas någon belöning för de som lydigt tjänar och inget straff för de som gör uppror? Belöning och straff är praktiskt taget obefintliga här och därför måste det någon annanstans finnas en Högsta Instans.
Belöning och straff är praktiskt taget obefintliga här och därför måste det någon annanstans finnas en Högsta Instans.
o Andra aspekten
Se på organisationen och administrationen av detta rike! Se hur alla, även de fattigaste och svagaste, förses med perfekt och fulländad näring. Den bästa vården ges till de sjuka utan anhöriga. Värdefull och läcker mat, tallrikar, juveltäckta dekorationer, broderade kläder, fantastiska fester allt återfinns här. Se hur alla ägnar vederbörlig uppmärksamhet åt sina plikter, med undantag för enfaldiga människor som du själv. Ingen överträder sina gränser. Den största av alla människor utövar blygsamt och lydigt sin tjänst med en inställning av rädsla och förundran.
Härskaren över detta rike måste då besitta stor generositet och allomfattande medkänsla liksom en enorm storslagenhet, värdighet och heder.
Men generositet kräver frikostighet och medkänsla kan inte vara utan välgörenhet. Storslagenhet kräver ansträngning. Värdighet och heder gör det absolut nödvändigt att uppfostra de ouppfostrade. Dock så kan man inte ens se en tusendel av vad denna generositet och värdighet kräver i detta rike. Förtryckaren behåller sin makt och de förtryckta sin förnedring när de båda avviker och migrerar från detta rike. Deras angelägenheter måste då göras upp i en Högsta Instans.
o Tredje aspekten
Se med vilken upphöjd visdom och ordning saker sköts och med vilken sann rättvisa och balans uppgörelser sker! Ett klokt styrelseskick kräver att de som söker skydd under statens trygga vingar tas emot med välvilja, och rättvisa kräver att undersåtarnas rättigheter bevaras så att statens glans inte besudlas. Men här i detta land uppfylls inte en tusendel av kraven hos en sådan visdom och rättvisa. Till exempel, brukar majoriteten av enfaldiga människor som du själv få lämna detta rike ostraffade.
Alltså skjuts ärenden upp för behandling hos den Högsta Instansen.
Ett klokt styrelseskick kräver att de som söker skydd under statens trygga vingar tas emot med välvilja, och rättvisa kräver att undersåtarnas rättigheter bevaras så att statens glans inte besudlas.
…
INTRODUKTION
Genom anvisningar hänvisar vi här till flera frågor som förklaras på andra ställen, det vill säga, i det Tjugoandra, Nittonde och Tjugosjätte ordet.
O FÖRSTA ANVISNINGEN
Den dåraktiga mannen i berättelsen och hans pålitliga följeslagare kan jämföras med följande tre par:
Den första: Hjärtat och den instinktiva själen;
Den andra: Filosofistudenterna och studenterna av den Allvise Koranen:
Den tredje: De otroende och det Islamska samfundet.
Den dåraktiga mannen i berättelsen och hans pålitliga följeslagare kan jämföras med följande tre par: Den första: Hjärtat och den instinktiva själen; Den andra: Filosofistudenterna och studenterna av den Allvise Koranen: Den tredje: De otroende och det Islamska samfundet.
Filosofistudentens, de otroendes och den instinktiva själens, värsta vilseledning ligger i att inte erkänna Gud. Precis som den pålitlige mannen sade i berättelsen, “Det kan inte finnas någon bokstav utan författare, ingen lag utan en lagstiftare”, säger vi också följande:
En bok, särskilt en där varje ord innehåller en annan hel bok inskriven med en liten penna, och där en smal penna i varje bokstav har avtecknat en dikt, kan inte vara utan en författare, det skulle vara helt omöjligt. Detsamma gäller även kosmos som inte kan …
…
FÖRSTA SANNINGEN
Herraväldets och suveränitetens port, manifestationen av namnet Herren
Är det alls möjligt att Guds herravälde och Hans gudomliga suveränitet skulle skapa ett kosmos som detta, för att visa Sin fullkomlighet, med sådana höga mål och upphöjda syften, utan att upprätta en belöning för de troende, som genom tro och tjänande svarar på dessa mål och syften och straff för de otroende som förolämpar dessa mål och syften?
ANDRA SANNINGEN Generositetens och barmhärtighetens port, manifestationen av namnen för Generositet och Barmhärtighet
ANDRA SANNINGEN
Generositetens och barmhärtighetens port, manifestationen av namnen för Generositet och Barmhärtighet
Är det alls möjligt att Herren över denna värld, som genom Sina verk visar oändlig generositet, oändlig barmhärtighet, oändlig prakt och oändlig ära, inte skulle belöna på ett sätt värdigt Hans generositet och barmhärtighet, och inte straffa på ett sätt värdigt Hans prakt och ära?
Om man betraktar denna värld ser man att alla levande varelser – från de svagaste och mest maktlösa till de mäktigaste – får den näring de är i behov av. 6
6- All laglig näring erhålls inte genom utnyttjande av styrka, utan genom förekomsten av behov. Det avgörande beviset på detta är …
…
Av ChatGPT
🌅 Sammanfattning av “Haşir Risalesi” (Uppståndelsens traktat) av Bediüzzaman Said Nursî
Ämne: Denna traktat handlar om att rationellt och andligt bevisa verkligheten av uppståndelsen efter döden (haşr). Bediüzzaman visar genom naturens ordning, Guds egenskaper och Koranens verser att återuppståndelsen inte bara är möjlig, utan nödvändig.
🕌 1. Symbolisk berättelse: “Kungen och gästpalatset”
Traktaten inleds med en liknelse:
En mäktig kung bygger ett praktfullt palats som fungerar som ett gästhus. Han dekorerar det med visdom, konst och nåd. Gästerna får uppgifter och meddelas att allt de gör registreras. En del följer detta budskap, andra förnekar det.
Tolkning:
Kungen → Gud (Allah)
Palatset → Världen
Gästerna → Människan
Systemet och ordningen → Naturens lagar
Räkenskapens dag → Uppståndelsen och domedagen
Slutsats:
En sådan vis och mäktig kung kan inte låta allt sluta utan mening. Ett nytt liv, en domstol, och en verklig rättvisa måste följa efter detta liv.
🌿 2. Exempel från naturen
🌸 Vårens återkomst:
Varje vår väcks miljontals växter och djur till liv på nytt – som en årlig demonstration av uppståndelsen.
🧠 Själ och minne:
Själen och medvetandet är immateriella men existerar. Om Gud kan skapa något osynligt, kan han också skapa livet efter döden.
💧 Från en droppe till en människa:
Om Gud kan skapa en människa från en liten droppe, är det ännu lättare att återuppliva henne efter döden.
⚖️ 3. Guds rättvisa kräver ett evigt liv
Gud är al-‘Adl (den Rättvise). I denna värld får många förtryckare ingen straff, och många oskyldiga får ingen belöning. För att rättvisa ska bli fullständig måste det finnas ett liv efter detta – ett evigt rike där alla får vad de förtjänar.
📖 4. Koranens vittnesmål
Koranen betonar uppståndelsen i många verser:
Yasin 78–79: “Han som skapade dig första gången, kan helt säkert återuppväcka dig.”
Al-Baqara 28: “Han lät er leva när ni var döda. Sedan ska Han låta er dö, och därefter återuppväcka er.”
Bediüzzaman säger: “Att förneka uppståndelsen innebär att förneka hela Koranens sanning.”
🔄 5. Nödvändighet: En rationell och andlig nödvändighet
Om det inte finns något liv efter detta, blir hela skapelsen meningslös.
Guds namn (som Al-Hakîm – den vise, och Al-‘Adl – den rättvise) skulle inte manifesteras fullt ut.
Haşir Risalesi bevisar uppståndelsen inte bara med tro, utan även med logik, observation och djup reflektion. Naturens cykler, människans själ, Guds egenskaper och Koranens klara budskap visar att uppståndelsen efter döden är verklig – inte bara möjlig, utan absolut nödvändig.
KÄLLOR
UPPSTANDELSEN OCH LIVET EFTER DETTA – HAŞİR RİSALESİ – İSVEÇCE, Författare: Bediüzzaman Said Nursi, Översättning: Thomas Keresturi, Redigering Erdoğan Nil, Redaktör: Hülya Altınkaya, Ansvarig vid bokförlag: Reyhan Publication, 2013 Augusti, Warszawa, Tryckort: IMAK OFSET, Distributör: SÖZLER NEŞRİYAT, İstanbul.
“Elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A.
Elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 1.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
BİRİNCİ LEM’A:
Lâfzındaki câmiiyettir. Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan âyetlerden, şu câmiiyet âşikâre görünüyor. Evet,
1: “Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (anlam çerçevesi) vardır. (Bu dört mânâ tabakasından her birinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.” rânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1:236. Bu kısmın açıklaması Üstadımız tarafından hemen devamında verilmiştir.
olan hadisin işaret ettiği gibi, elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.
Meselâ
وَالْجِبَالَ اَوْتاَداً 1
1: Nebe’ Sûresi, 78:7.
yani “Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.
Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.
Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.
Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.
Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaîde veya esirîde yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı
سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ شَانَكَ 2
2: Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın!
der.
Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır.
Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder.
Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, kemâl-i tazimle hamd ü senâ eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “Elhikmetü lillâh” der.
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 12.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 12.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
…
Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kur’âniye o kadar harikadır, o derece letafetli ve selâsetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikati onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan çok hakaik-i gàmızayı, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı taciz edip yormayacak bir surette, basitâne ve zahirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir. Öyle de,
Cenâb-ı Hakkın kullarının anlayış seviyesine göre konuşması.
âmi: cahil âyât: ayetler basitâne: basitçe beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cevher-i beyanî: beyâna dair cevher (bk. b-y-n) esbabperest: sebeplere tapan (bk. s-b-b) fikr-i avâm: halkın düşüncesi (bk. f-k-r) hakaik-i gàmıza: derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) herc ü merc: karışıklık, dağınıklık hilâf-ı akıl ve hikmet: akla ve hikmete aykırı (bk. ḥ-k-m) hiss-i âmme: genelin duygusu icmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l) ifham: (he ile) anlatma ilzam: susturma, mağlup etme insicam: düzgünlük, uyumluluk, pürüzsüz olma insicam-ı ecmel: çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama (bk. c-m-l)
intizam: düzen, tertip (bk. n-ẓ-m) intizam-ı ekmel: çok mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; k-m-l) istiğna: ihtiyaç duymama (bk. ğ-n-y) istimal: kullanma kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muâraza: sözle mücadele münâfi-i his ve bedâhet: duygu ve açıklığa zıt mütekellim: konuşan (bk. k-l-m) nazar-ı umumî: umumun bakışı (bk. n-ẓ-r) nevi: çeşit, tür nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)
rencide etmek: incitmek sanemperest: puta tapan selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) semâvat: gökler (bk. s-m-v) silsile-i hakaik: gerçekler zinciri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şirk: ortak tabirat: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r) taciz: rahatsız etme, sıkıntı verme tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) talim: öğretme (bk. a-l-m) tefehhüm etmek: anlamak tekzip: yalanlama tezkir: hatırlatma ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h) zahirâne: açıkça (bk. ẓ-h-r) zir ü zeber: darmadağınık, alt üst
derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esâlib-i Kur’âniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gàmıza-ı İlâhiye ve esrar-ı Rabbâniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilâtla en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ
اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى 1
bir temsil ile, rububiyet-i İlâhiyeyi saltanat misalinde; ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.
Evet, Kur’ân, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehim ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette, nihayet letafette kalarak, gayet suhuletli bir tarzda, sehl-i mümteni bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle, fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işbâ eden bir kitab-ı mu’ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem’a-i i’câz görülebilir.
Elhasıl: Nasıl Elhamdü lillâh gibi bir lâfz-ı Kur’ânî okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lafız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur’ân’ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem
Dipnot-1
“O Rahmân ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır.” Tâhâ Sûresi, 20:5.
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m) âmi: cahil Elhamdü lillâh: hamd ve övgü Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) elhasıl: özetle, sonuç olarak esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’ın üslûpları esrar-ı Rabbâniye: Rabbânî sırlar (bk. r-b-b) fehim: anlayış, kavrayış feyz: ilim, irfan (bk. f-y-ḍ) hakaik-i gàmıza-i İlâhiye: Allah’ın Kur’ân’da açıkladığı derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hükema: âlimler, filozoflar (bk. ḥ-k-m) icra-yı hükûmet: yönetmek, idare etmek (bk. ḥ-k-m) ifham: anlatma, öğretme ins ve cin: insanlar ve cinler irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) işbâ: doyurma kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) karn: asır, çağ
kelâm: söz (bk. k-l-m) kemâl-i şebâbet: mükemmel derecedeki gençlik (bk. k-m-l) kitab-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren kitap (bk. k-t-b; a-c-z) lâfız: söz, kelime lafz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın lafzı lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) letafet: güzellik, hoşluk (bk. l-ṭ-f) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mebzuliyet: bolluk mertebe-i âzam: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mertebe-i rububiyet: rububiyetin mertebesi (bk. r-b-b) muhtelif: çeşitli mütebahhir: ilmi derin olan mütebayin: ayrı ayrı müteşabihat: metnin kelimelerinden çıkartılan dış anlam değil de, başka mânâya gelen âyetler neşretmek: yaymak nihayet: son derece nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın terbiye ve idarece ediciliği (bk. r-b-b; e-l-h) sehl-i mümteni: imkânsız birşeyi kolayca ifade etme suhuletli: kolay tabaka: sınıf taht-ı saltanat: egemenlik tahtı (bk. s-l-ṭ) talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m) taravet: tazelik tatmin etmek: ikna etmek tedbir: idare etme (bk. d-b-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) temsilât: kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) teşbihat: benzetmeler umum: bütün ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen zayi etmek: kaybetmek zerre: atom, en küçük parça
umumuna imanın ulûmunu talim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’ânîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.
Şu makama misal istersen, bütün Kur’ân baştan nihayete kadar bu makamın misalleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddıkîn ve hükema-i İslâmiye ve muhakkıkîn ve ulema-i usulü’l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliya-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulema ve avâm-ı Müslimin gibi Kur’ân’ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, “Dersimizi güzelce anlıyoruz.” Elhasıl, sair makamlar gibi, ifham ve talim makamında dahi Kur’ân’ın lemeât-ı i’câzı parlıyor.
aktâb-ı âşıkin: Allah’a âşık tarikat şeyhleri, kutupları âşikâre: açıkça avâm: halk avâm-ı Müslimin: Müslüman halk kesimi (bk. s-l-m) câmiiyet: kapsamlılık, genişlik (bk. c-m-a) câmiiyet-i harikulâde: olağanüstü câmiiyet, mânâ ve özellikçe kapsamlılık (bk. c-m-a) ders-i Kur’âniye: Kur’ân dersi efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ehass: en seçkin, en bilgili elfâz-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın lâfızları elhasıl: özetle ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) evliya-i ârifin: Allah’ı hakkıyla bilen evliyâlar (bk. v-l-y; a-r-f) evvelki: önceki hadis: Peygamberimize ait veya onun onayladığı söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)
havass: seçkinler, okumuşlar, bilginler hükema-i İslâmiye: büyük İslâm filozofları (bk. ḥ-k-m; s-l-m) ifham: anlatma, öğretme istifade: faydalanma istikbal: gelecek zaman kelâm: ifade, söz (bk. k-l-m) kulûb: kalbler lâfz: ifade, söz lem’a: parıltı lemeât-ı i’câz: mu’cizelik parıltıları (bk. a-c-z) maide-i semaviye: semâvî sofra (bk. s-m-v) makam: mevki, derece muhakkıkîn: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) müçtehidîn: âyet ve hadislerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d) müdakkikîn-i ulema: gerçekleri inceden inceye araştıran âlimler (bk. a-l-m)
müştehiyât: hoşa giden lezzetli şeyler müttefikan: ittifakla, fikir birliğiyle nihayet: son sair: diğer sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sükût: sessiz kalma, susma şua: parıltı talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m) tarz: şekil, biçim tilmiz: öğrenci, talebe ukul: akıllar ulema-i usulü’l-fıkıh ve mütekellimîn: kelâm ve fıkıh usulü âlimleri (bk. a-l-m; k-l-m) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) umum: bütün, genel ümmî: okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş vaz edilmek: konulmak vücuh: vecihler, yönler zikrolunmak: belirtilmek, anılmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. Tûr Sûresi, 5242. Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar – Cumartesi Dersleri 25. 1. 11.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir.’ Tûr Sûresi, 52:42. Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar?”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. Tûr Sûresi, 5242. Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar – Cumartesi Dersleri 25. 1. 11.
İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyan-ı ifhâmiyeye misal için bir hakikatini beyan ederiz. Şöyle ki:
اَمْ ، اَمْ 2
lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşelerini kapatır. Ehl-i dalâlet için, içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalâlet bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada, bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedâhete havale eder, veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder.
âyetine remzeder. Daha sair fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki:
Başta diyor: Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakinîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehadet eder.
Dipnot-1
“Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. • Yoksa onlar “O bir şâirdir, biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar? • Sen “Bekleyedurun,” de. “Ben de sizinle beraber bekliyorum.” • Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? • Yahut Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların îmân etmeye niyetleri yoktur. • Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur’ân’ın benzeri bir söz getirsinler. • Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? • Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğru onların düşünüp îmân etmeye niyetleri yoktur. • Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi? • Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyle ise dinleyicileri, işittiklerine dair açık bir delil getirsin. • Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? • Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? • Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? • Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. • Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” Tûr Sûresi, 52:29-43.
Dipnot-2
Yoksa, yoksa…
Dipnot-3
“Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-4
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.
istifham-i inkârî-i taaccübî: “yoksa…?” diyerek şaşkınlığı ifade eder tarzda olumsuz yönde soru sorma (bk. n-k-r)kâhin: gelecekten haber veren kimsekemâl-i akl: aklın mükemmelliği (bk. k-m-l)lâfz: ifade, kelimemecnun: deli, akılsızmenşe: kaynakmücmelen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)perde-i dalâlet: inançsızlık perdesi (bk. ḍ-l-l)
اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ 1 Âyâ, acaba muhakemesiz, âmi kâfirler gibi, sana şair mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen de: “Bekleyiniz, ben de bekliyorum.” Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.
اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا 2 Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.
اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ 4Veyahut yalancı, vicdansız münafıklar gibi, “Kur’ân senin sözlerindir” diye seni itham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar Muhammedü’l-Emin diyerek, içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kur’ân’ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazirini bulsunlar.
اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ 5Veyahut, kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.
Dipnot-1
“Yoksa onlar “O bir şâirdir, biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar?” Tûr Sûresi, 52:30.
Dipnot-2
“Yoksa bunu onlara akılları mı söylüyor?” Tûr Sûresi, 52:32.
Dipnot-3
“Yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur?” Tûr Sûresi, 52:32.
Dipnot-4
“Yahut Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların iman etmeye niyetleri yoktur.” Tûr Sûresi, 52:33.
Dipnot-5
“Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar?” Tûr Sûresi, 52:35.
abes: boş ve faydasızakıbet: son, neticeâmi: cahilâsâr-ı beşeriye: insan eserleriâyâ: acabaevâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h)felâsife-i abesiyyun: içi kof olan faydasız felsefeyle uğraşan filozoflarfeylesof: felsefeciFiravun: (bk. bilgiler)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâlık: yaratıcı (bk. ḫ-l-ḳ)hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l)helâket: yok oluşhikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
istinkâf etmek: kabul etmemek, çekimser kalmakitham: suçlamaitikad etmek: inanmakittibâ: tabi olma, uymakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)makul: akla uygunmalûm: bilinen (bk. a-l-m)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muhakemesiz: akıl yürütüp doğru netice elde edemeyen (bk. ḥ-k-m)Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n)musahhar: boyun eğenmuvazzaf: vazifeli, görevlimünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
münezzeh: kusur ve eksiklikten yüce, temiz (bk. n-z-h)müsmir: meyvelimüstağnî: ihtiyaç duymayan (bk. ğ-n-y)mütecebbir: zorbamüzeyyen: süslü (bk. z-y-n)nazir: benzer (bk. n-ẓ-r)Nemrud: (bk. bilgiler)rüesa: reisler, başkanlarserfuru: baş eğmetâği: azgın (bk. t-ğ-y)tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)zerre: atom
اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ 1 Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, “kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar” mı tahayyül ediyorlar ki, imandan, ubûdiyetten istinkâf ederler? Demek kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, birtek şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemâdattan daha aşağıdırlar. Öyle ise bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.
اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيُوقِنُونَ 2 Veyahut, Hâlıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah’ı inkâr mı ediyorlar ki Kur’ân’ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semâvât ve arzın vücutlarını inkâr etsinler; veyahut “Biz halk ettik” desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünkü, semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitabını kâtipsiz zannediyorlar?
اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَۤائِنُ رَبِّكَ 3 Veyahut, Cenâb-ı Hakkın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükemâ-yı dâlle gibi ve Berahime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar, sana iman getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayâtı ve intizâmâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet
Dipnot-1
“Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar?” Tûr Sûresi, 52:35.
Dipnot-2
“Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman etmeye niyetleri yoktur.” Tûr Sûresi, 52:36.
Dipnot-3
“Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı?” Tûr Sûresi, 52:37.
âciz-i mutlak: son derece güçsüz (bk. a-c-z; ṭ-l-ḳ)arz: yer, dünyaâsâr-ı hikmet: hikmet eserleri (bk. ḥ-k-m)âsâr-ı rahmet: rahmet eserleri (bk. r-ḥ-m)asl-ı nübüvvet: peygamberliğin aslı, temeli (bk. n-b-e)Berahime: Berehmenler; bâtıl ve sapkın Hind ve Mecusî dinlerinin reisleriberâhin-i tevhid: tevhid delilleri (bk. v-ḥ-d)cemâdat: cansız varlıklarCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)divanelik: delilik, akılsızlıkfiravunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme
gayât: gayelerhak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Hâlık: yaratıcı; herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)hezeyan: saçmalamahükemâ-yı dâlle: hak yoldan sapmış felsefeciler (bk. ḥ-k-m; ḍ-l-l)ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)insaniyet: insanlıkintizâmât: intizamlar, düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)istinkâf etmek: kabul etmemek, çekimser kalmakkadîr-i mutlak: sınırsız güç sahibi (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kâtip: yazar (bk. k-t-b)maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlarmağlûp: yenilenmevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muattıla: Allah’ı veya Allah’ın sıfatlarını inkâr edenmuzır: zararlımüteessir olmak: üzülmeknefyetmek: inkâr etmeknevi: çeşitnihayet: sonsemâ: gök (bk. s-m-v)semâvat: gökler (bk. s-m-v)semerât: meyveler, neticelersukut etmek: düşmektahayyül etmek: hayal etmek (bk. ḫ-y-l)ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)vücut: varlık (bk. v-c-d)yakîn: şüphesiz, kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)zemin: yeryüzü
ve inâyâtı ve bütün enbiyanın bütün mu’cizatlarını inkâr etsinler. Veya “Mahlûkata verilen ihsânâtın hazineleri yanımızda ve elimizdedir” desinler, kabil-i hitap olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma; “Allah’ın akılsız hayvanları çoktur” de.
اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ 1 Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim Mutezile gibi, kendilerini Hâlıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.
اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ 2 Veyahut, cin ve şeytana uyup kehanetfuruşlar, ispritizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzip ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.
اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ 3 Veyahut, ukul-ü aşere ve erbâbü’l-envâ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllinler gibi, Zât-ı Ehad ve Samedin vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine,
Dipnot-1
“Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” Tûr Sûresi, 52:37.
Dipnot-2
“Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyle ise dinleyicileri, işittiklerine dair açık bir delil getirsin.” Tûr Sûresi, 52:38.
Dipnot-3
“Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi?” Tûr Sûresi, 52:39.
âlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)dâllin: hak yoldan sapanlar (bk. ḍ-l-l)enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)erbâbü’l-envâ: türlerin yöneticileri; bir felsefî iddiaya göre her türün bir tanrısı¬nın olması (bk. r-b-b)felâsife: felsefecilerfütur: usançhâkim: hükmeden, yargılayan (bk. ḥ-k-m)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)hodbin: bencil, kibirliihsanât: bağışlar, iyilikler (bk. ḥ-s-n)inâyât: ikramlar, yardımlar (bk. a-n-y)inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)
isnad: dayandırma (bk. s-n-d)ispritizmacı: ruh çağırarak onlarla ilişki kurduğu iddiasında bulunanitikad etmek: inanmakkabil-i hitap: muhatap alınabilen (bk. ḫ-ṭ-b)kehanetfuruş: kâhinlik, falcılık yapanmahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)melâike: melekler (bk. m-l-k)mes’ul: sorumlumu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)Mutezile: aklı temel kabul ederek Kur’ân ve sünneti kendi akıllarına uydurmaya çalışan ehl-i sünnet dışı bâtıl bir mezhepmüfettiş: teftiş edenmülhid: dinsiz, inkârcımüşrik: Allah’a ortak koşanmüteellim olmak: acı duymak, üzülmekmütehakkim: zorba (bk. ḥ-k-m)nam: adnevi: tür, çeşitnisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)rakîb: kontrol eden, gözetleyenSâbiiyyun: yıldızlara tapanlarsamediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması (bk. ṣ-m-d)
semâvat: gökler (bk. s-m-v)semâvî: vahiyle gelmiş olan (bk. s-m-v)şarlatan: yalancı, aldatıcışerik: ortaktahayyül etmek: hayal etmek (bk. ḫ-y-l)tekzip etmek: yalanlamakukul-ü aşere: bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah’ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllarulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)vahdet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)veled: evlat, çocukvücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)Zât-ı Ehad ve Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde O hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği herbir şeyde görünen Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)
istiğna-yı mutlakına zıt olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, fâni, bekà-yı nev’ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzî, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise muhtaç ve müştak mahlûklar için vasıta-i tekessür ve teâvün ve rabıta-i hayat ve bekà olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vacip ve daim, bekàsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti, tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzipleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divanenin hezeyanına kulak verilmez.
اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ 1 Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâği, bâği dünyaperestler gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah’tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin haset ve beddualarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır birşey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil!
Dipnot-1
“Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler?” Tûr Sûresi, 52:40.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z)acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)bâği: âsi, zâlimbekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)bekà-yı nev’: türün varlığını sürdürmesi (bk. b-ḳ-y)bihemtâ: benzersiz, eşsizCenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)cismanî: maddi vücuda sahipcismâniyet: maddî vücuda sahip olmadaim: devamlıdivanelik: delilik, akılsızlıkdünyaperest: dünyaya aşırı derecede düşkünebedî: sonsuz (bk. e-b-d)ecr: ücret, mükâfatemr-i zekât: zekât emrievlât: çocukezelî: başlangıcı olmama (bk. e-z-l)fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)hadsiz: sayısızhaset: kıskançlıkhezeyan: saçmalamahısset: cimrilik, tamahkârlıkinkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)
ismet: günahsızlıkisnad etmek: dayandırmak (bk. s-n-d)istiğna-yı mutlak: Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)izzet-i mağrurâne: gururluca izzet, şeref (bk. a-z-z)kabil: kabiliyetlikudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)mahiyet: asıl, esas, nitelikmahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)melâike: melekler (bk. m-l-k)muallâ: yüce, yüksekmukaddes: kutsal, her türlü kusur ve noksanlıktan uzak (bk. ḳ-d-s)müberrâ: arınmış, uzakmücerred: soyutlanmış, tekmümkin: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olan, Allah’ın var etmesine bağlı olan (bk. m-k-n)münafi: zıt, aykırımünezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h)müştak: düşkün, isteklimütecezzî: parça parça olma (bk. c-z-e)
nevi: çeşitnisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)rabıta-i hayat: hayat bağı (bk. ḥ-y-y)safsata: yalan, uydurmaşefaatçı: af için aracılık eden (bk. ş-f-a)tâbi olma: uymatâği: şımarık, azgın (bk. t-ğ-y)teâvün: yardımlaşmatecezzî: parçalara ayrılma (bk. c-z-e)tekâlüf: teklifler, yükümlülüklertekessür: çoğalma (bk. k-s̱-r)tekzip: yalanlamatenasül: üremeubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)ünûset: dişilikvâcip: zorunlu (bk. v-c-b)vâris: mirasçıvasıta-ı tekessür: çoğalma vasıtası (bk. k-s̱-r)veled: evlat, çocukvücud: varlık (bk. v-c-d)Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ 1 Veyahut, gayb-âşinâlık dâvâ eden Budeîler2 gibi ve umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfuruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfuruşların tekzipleri sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zir ü zeber edecek.
اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ 3 Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakiyetleri muvakkattir ve istidraçtır, bir mekr-i İlâhîdir.
اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ 4 Veyahut, hâlık-ı hayır ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayrı ayrı esbaba
Dipnot-1
“Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar?” Tûr Sûresi, 52:41.
Dipnot-2
Buda dinine mensup olanlar, Budistler.
Dipnot-3
“Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir.” Tûr Sûresi, 52:42.
Dipnot-4
“Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” Tûr Sûresi, 52:43.
akılfuruş: aklını beğendirmeye çalışanâlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)Budeî: Budistlerdâvâ: iddiadesise: hiledessas: hilekâr, aldatıcıesbab: sebepler (bk. s-b-b)fenalık: kötülük (bk. f-n-y)fıtrat: yaratılış, mizaç, karakter (bk. f-ṭ-r)fütur: usanç, gevşeklikgayb-âşinalık: gaybdan haber verme (bk. ğ-y-b)gaybî: görünmeyen âlemlerden gelen (bk. ğ-y-b)hadd: yetkihadsiz: sınırsızhakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâlık-ı hayır: iyiliğin yaratıcısı (bk. ḫ-l-ḳ; ḫ-y-r)hâlık-ı şer: kötülüğün yaratıcısı (bk. ḫ-l-ḳ)
hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y)hilebaz: hilekâr, aldatıcıhodfuruş: kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışanhülya: hayal (bk. ḫ-y-l)inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)istidraç: Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlüklerkâh: bazenkâhin: falcı, gelecekten haber veren kimsemağrur: gururlumalûmat: bilgiler (bk. a-l-m)mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)mecnun: deli, akılsızMecusî: ateşperest, ateşe tapanmekr-i İlâhî: Allah’ın hilesi, düzeni (bk. e-l-h)muvaffakiyet: başarımuvakkat: geçici
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünenmüteessir: etkilenmiş, üzüntülünefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)resul: peygamber (bk. r-s-l)sâhir: sihirbazşarlatan: yalancı, aldatıcıtahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)tecavüz: ileri gitme, sınırı aşmatekzip: yalanlamatevehhüm: vehimlenmek, sanmakumur-u gaybiye: gaybî, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b)vahy: Allah tarafından gönderilen ve bildirilen şey (bk. v-ḥ-y)yakîn: şüphesiz, kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)zındık: dinsizzir ü zeber: darmadağınık, alt üstziyade: çok, fazla
bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muâraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli, kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zir ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzipleri seni tezkirden vazgeçirmesin.
İşte, silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanîsini icmâlen beyan ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu âyetler tek başıyla bir mu’cizedir” sen dahi diyecektin.
Dipnot-1
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi.” Enbiya Sûresi, 21:22.
âmi: cahilâyât: ayetlerbasitâne: basitçebeyan: açıklama (bk. b-y-n)beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)cevher-i beyanî: beyâna dair cevher (bk. b-y-n)esbabperest: sebeplere tapan (bk. s-b-b)fikr-i avâm: halkın düşüncesi (bk. f-k-r)hakaik-i gàmıza: derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)herc ü merc: karışıklık, dağınıklıkhilâf-ı akıl ve hikmet: akla ve hikmete aykırı (bk. ḥ-k-m)hiss-i âmme: genelin duygusuicmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l)ifham: (he ile) anlatmailzam: susturma, mağlup etmeinsicam: düzgünlük, uyumluluk, pürüzsüz olmainsicam-ı ecmel: çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama (bk. c-m-l)
intizam: düzen, tertip (bk. n-ẓ-m)intizam-ı ekmel: çok mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; k-m-l)istiğna: ihtiyaç duymama (bk. ğ-n-y)istimal: kullanmakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)muâraza: sözle mücadelemünâfi-i his ve bedâhet: duygu ve açıklığa zıtmütekellim: konuşan (bk. k-l-m)nazar-ı umumî: umumun bakışı (bk. n-ẓ-r)nevi: çeşit, türnokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)
rencide etmek: incitmeksanemperest: puta tapanselâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)semâvat: gökler (bk. s-m-v)silsile-i hakaik: gerçekler zinciri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)şirk: ortaktabirat: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)taciz: rahatsız etme, sıkıntı vermetahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)talim: öğretme (bk. a-l-m)tefehhüm etmek: anlamaktekzip: yalanlamatezkir: hatırlatmaulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)zahirâne: açıkça (bk. ẓ-h-r)zir ü zeber: darmadağınık, alt üst
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
İnsan der Çürümüş kemikleri kim diriltecek Sen de Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek. Yâsin Sûresi, 3678-79. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 9.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 10.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
…
Makam-ı ifham ve ilzamda binler misallerinden yalnız şu iki misale bak.
Yani, “Eğer bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazire yapınız.” İşârâtü’l-İ’câz’da izah ve ispat edildiği için, burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan diyor:
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin2 dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.
Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edip, bir âlim olsun.
Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ân’a bir nazire yapınız.
Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit olmayan hakaik-i Kur’âniyeden ve mânevî çok mu’cizâtından kat’-ı nazar, yalnız nazmındaki belâğatine nazire olarak bir eser yapınız.
فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ 3
ilzamıyla der: Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur’ân kadar olmasın, yalnız
بِعَشْرِ سُوَرٍ
on sûresine nazire getiriniz.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire getiriniz.
Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire ibraz ediniz.
bâtıl: yalan, gerçek dışı belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) beşer: insan bülega: belâğatçiler, edebiyatçılar (bk. b-l-ğ) edip: edebiyatçı hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) himmet: yardım hutebâ: hatipler (bk. ḫ-ṭ-b)
ibraz etmek: ortaya koymak, göstermek icmâl: özet (bk. c-m-l) ilzam: susturma, mağlup etme ins: insan izah: açıklama kabil-i taklit: taklidi mümkün kat-ı nazar: dikkate almama (bk. n-ẓ-r) kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâm-ı İlâhî: Allah kelâmı (bk. k-l-m; e-l-h) kıraat: okuma kitabet: yazma (bk. k-t-b) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı meşhur: tanınmış mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n) müftereyat: uydurmalar nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen
Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde—çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette
işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.
Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’ân dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de:
لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَياَنٌ
Evet, beyan-ı Kur’ân’dan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.
Dipnot-1
“Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) asabiyet: ırkçılık, kendi akraba ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
haps-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d) haysiyet: itibar, şeref, değer helâket: yok oluş ilzam: susturma, mağlup etme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham: delille susturma makamı mertebe: kat, derece misal: örnek (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) sanem: put zillet: alçaklık, aşağılık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Yâsin Sûresi, 36:78-79.
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
İnsan der Çürümüş kemikleri kim diriltecek Sen de Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek. Yâsin Sûresi, 3678-79. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 9.
“Hikmetli Kur’ân’a kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kur’ân var. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’câz var.”
Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’câzlı misallerinden, şu:
Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten
Dipnot-5
Yâsin Sûresi, 36:1-3.
Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.
acip: hayret verici, şaşırtıcı beyan: açıklama (bk. b-y-n) bidayeten: başlangıçta ferman etmek: buyurmak Hak: doğru, gerçek; her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüccet: delil i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü (bk. v-c-z) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkar: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) kasem: yemin kat’î: kesin kelâm: söz (bk. k-l-m) keyfe: “nasıl?” keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lâfz: ifade, kelime
inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i
كُنْ فَيَكُونُ 1
ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.
Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu
ilâ âhir. Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasinde ispat ve izah edildiği gibi, Benî İsrail’e der: “Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ aleyhisselâmın bütün mu’cizâtına karşı lâkayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-2
“Sonra, bütün bunların ardından, kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston Benî İsrail: İsrailoğulları beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) divane: akılsız, deli eblehçe: ahmakça ecza-yı asliye: asıl parçalar (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) envâ: türler, çeşitler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inşa etmek: yaratmak, vücuda getirmek (bk. n-ş-e) istib’âd: inkâr, akıldan uzak görme istirahat: dinlenme izah: açıklama
karn: asır, çağ, devir kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) lâkayt: ilgisiz letaif: latifeler, duyular (bk. l-ṭ-f) makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı makam-ı irşad: doğru yolu gösterme makamı (bk. r-ş-d) mânâ-yı irşadî: doğru yolu gösterici mânâ (bk. r-ş-d) mebhas: bahis, kısım mizan-ı hikmet: hikmet terazisi (bk. v-z-n; ḥ-k-m) mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) mûnis: sevimli, dost Mûsâ: (bk. bilgiler) müessir: tesirli, etkili nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) ordu-misal: ordu gibi (bk. m-s̱-l) rakik: ince, nazik rû-yi zemin: yeryüzü sair: diğer
sayha: sesleniş Sûr-u İsrâfil: Allah’ın emri ile Hz. İsrafil’in kıyamet kopacağı zaman üfleyeceği boru (bk. bilgiler-İsrafil) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şefik: çok şefkatli (bk. ş-f-ḳ) tabur-misal: tabur gibi (bk. m-s̱-l) taife: topluluk tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) teşkil etmek: meydana getirmek Zât-ı Kadîr-i Alîm: herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m) zerrât: zerreler zerrât-ı esasiya: temel zerreler zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir. Nasıl ki nazmında cezalet, lâfzında fesahat, mânâsında belâğat, üslûbunda bedâat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. Meselâ:
Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misallerinden, meselâ Sûre-i
هَلْ اَتٰى عَلَى اْلاِنْسَانِ 1
de beyanatı, HAŞİYE-1 âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.
Makam-ı terhib ve tehditte pek çok misallerinden, meselâ
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m) bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) beraat: üstünlük, harika güzellik beşer: insan beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dakik: ince ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) envar: nurlar (bk. n-v-r) esrar: sırlar, gizemler faik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ) hadsiz: sınırsız, sayısız harikulâde: olağanüstü haşiye: dipnot, açıklayıcı not haşmet: büyüklük, görkem hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m) huri: Cennet kızı huruf/hurufat: harfler ifham: (he ile) anlatma ifhâm: (ha ile) delille susturma insicam: düzgünlük, uyumluluk intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) lâfz: ifade, kelime libas: elbise makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış meâl: mânâ, açıklama
medar: dayanak, eksen medih: övgü mertebe: derece metanet: sağlamlık muhal: imkânsız münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b) nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b) tefevvuk: üstünlük tergib: isteklendirme, teşvik terhib: korkutma tesadüf: rastlantı üslûb: ifade tarzı üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m) zem: kınama, kötüleme
simahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve
تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 1
söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.
Makam-ı medhin binler misallerinden, başında Elhamdü lillâh olan beş sûrede2 beyanat-ı Kur’âniye güneş gibi parlak, HAŞİYE-1 yıldız gibi ziynetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.
Makam-ı zem ve zecirde binler misallerinden, meselâ
âyetinde zemmi altı derece zemmeder, gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer.
İşte, birinci hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?
İkincisi: يُحِبُّ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” Hucurât Sûresi, 49:12.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) amel: davranış, iş âyâ: acaba beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cemaat: topluluk (bk. c-m-a) darî: acı ve dikenli bir ağaç dimağ: beyin Elhamdü lillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) gayz: öfke gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme (bk. ğ-y-b)
haşmetli: büyük, ihtişamlı hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) insaniyet: insanlık kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) lâfz: ifade, kelime mahal: yer makam-ı medh: övgü makamı makam-ı zem ve zecir: kötüleme ve yasaklama makamı malûm: bilinen (bk. a-l-m) menfur: nefret edilen rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?
Demek, zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak, nasıl ki şu âyet îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’câzkârâne altı derece o cürümden zecreder.
asabiyeten: milliyet ve soy açısından âzâ: organlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cihet: yön cürüm: suç, günah divane: deli, akılsız envâ: türler, çeşitler fevkinde: üstünde fıtrat: mizaç, karakter (bk. f-ṭ-r) fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşmak, çekiştirmek (bk. ğ-y-b) girif: iç içe girmiş, karışık gurub: batış haşir: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) i’câzkârâne: benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde (bk. a-c-z)
îcazkârâne: az sözle çok mânâlar anlatarak (bk. v-c-z) ihyâ-yı arz: yeryüzünün diriltilmesi (bk. ḥ-y-y) insafsızca: vicdansızca intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) istib’âd: akıldan uzak görme izale: giderme kalem-i kudret: kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kat’î: kesin kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) makam-ı ispat: ispat makamı mazlum: zulme uğrayan (bk. ẓ-l-m) mezmum: kötü muhterem: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m) müstekreh: çirkin, tiksinilen, iğrenç nazar-ı beşer: insanın bakışı, dikkati (bk. n-ẓ-r)
nümune: örnek rikkat-i cinsiye: kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissi sıla-i rahm: akrabayla ilişki halinde olma (bk. r-ḥ-m) sikke: mühür, damga şahs-ı mânevi: mânevî kişilik (bk. a-n-y) tarz: şekil, biçim temyiz: ayırma tulû: doğuş vahdâniyet: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı (bk. v-ḥ-d) Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı görülen Allah (bk. v-ḥ-d) zecretmek: sakındırmak, yasaklamak zem: kötüleme, kınama zemin: yer zemmetmek: kötülemek
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 7.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 7.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
DÖRDÜNCÜ NOKTA:
Lâfzındaki fesahat-i harikasıdır. Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maânînin dâhi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bâhirdir.
Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kur’ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir
bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) burhan-ı bâhir: çok açık, güçlü delil cihet: yön devâ: şifa, ilâç dimağ: beyin esbap: sebepler (bk. s-b-b) etbâ: halk, yönetilenler fenn-i beyan ve maânî: beyan ve mânâ ilimleri; belâğat ilminin üç ana dalından ikisi (bk. b-y-n; a-n-y) fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ) fesahat-i harika: sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı (bk. f-ṣ-ḥ)
fevkalâde: olağanüstü gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halâvet: tatlılık hıfz etmek: ezberlemek (bk. ḥ-f-ẓ) hidayet: doğru yolu gösterme (bk. h-d-y) izah: açıklama kâhin: gelecekten haber veren kimse kat’î: kesin kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m) kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kulûb: kalpler Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kureyş: (bk. bilgiler) kut: gıda lâfz: ifade, kelime leziz: lezzetli, tatlı mâ: su mâ-i zemzem: zemzem suyu muannid: inatçı
muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) müdakkik: dikkatli müşrik: Allah’a ortak koşan müteezzî: incinen nâhoş: hoşa gitmeyen nüfus: nefisler (bk. n-f-s)nümune: örnek rüesa: reisler, önde gelenler secde: yere kapanma sekerat: ölüm ânı selis: düzgün ve akıcı (bk. s-l-s) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) sırr-ı hikmet: hikmetin sırrı (bk. ḥ-k-m) taravet: tazelik ukûl: akıllar ulema: âlimler (bk. a-l-m) üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vücud: varlık (bk. v-c-d) zemzeme-i Kur’ân: Kur’ân sesi ziya: ışık
âyetteki huruf-u hecâiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selâset ve fesahat-i lâfziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’câzı göstereceğiz. İşte,
ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde selâsetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, huruf-u hecâdan ى ile ا en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. م ile ن HAŞİYE-1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için, herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ص , س, ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç def’a ع , غ kardeş oldukları halde, ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط , ظ, ذ, ز mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ل ve ا ile beraber ikisi لا suretinde ittihad ettikleri ve ا لا , suretinde hissesi ل ‘ın yarısıdır; onun için ل kırk iki defa, ا onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ﻫ , ء ile mahreççe kardeş oldukları için ء HAŞİYE-2 on üç, ﻫ bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ق , ف, ك kardeş oldukları için, ق ‘ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت on iki— ت ‘nin derecesi üç olduğu için on iki—defa zikredilmiştir. ل , ر ‘ın kardeşidir; fakat ebced hesabıyla ر iki yüz, ل otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telâffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ , ح, ث, ض sıkletleri ve bazı cihât-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. ح , و ‘dan ve ء ‘den daha hafif ve ى ‘den ve ا ‘ten daha sakil olduğu için on yedi defa, sakil ء ‘den dört derece yukarı, hafif ا ‘ten dört derece aşağı zikredilmiştir.
Dipnot-1
“Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden bir topluluğu o uyku sarıverdi.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:154.
Haşiye-1
Tenvin dahi nun’dur.
Haşiye-2
Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve hemze’nin sakin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.
aksâm-ı huruf: harflerin kısımları cihât-ı münasebet: münasebet yönleri (bk. n-s-b) ebced hesabı: eski Sami alfabesindeki sıralanışa göre Arapça harflere sayı değeri vererek tarih düşürme fesahat-ı lâfziye: sözün lâfız yönünden sağlam ve akıcı olması (bk. f-ṣ-ḥ) gayr-ı melfuze: okunmayan hareke: Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler hasıl olmak: meydana gelmek haşiye: dipnot, açıklayıcı not huruf-u hecâiye: alfabedeki harflerin hepsi
ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) ittihad etmek: birleşmek kalb olmak: dönüşmek lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahreç: harflerin ağızdaki çıkış yerleri melfuze: okunan mevcut: var olma (bk. v-c-d) muhtelif: çeşitli mütenasip: birbirine uygun (bk. n-s-b) mütesanit: birbirini destekleyen nağme-i fesahat: kusursuz derecede düzgün, açık ve akıcı nağme (bk. f-ṣ-ḥ) revnak: süs, güzellik sakil: okunuşu ağır
sakin: harekesiz savt: ses selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) sıfat: özellik (bk. v-ṣ-f) sıklet: ağırlık suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tekerrür: tekrarlanma telâffuz: söyleyiş tenvin: kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret (iki üstün, iki esre, iki ötre) vaziyet: durum zikredilmek: anılmak, belirtilmek
İşte şu hurufun bu zikrinde harikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazım ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acip ve nizam-ı garip, selâset ve fesahat-i lâfziyeye medar olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse “Maşaallah,” akıl anlasa “Bârekâllah” diyecek.
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m) bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a )belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) beraat: üstünlük, harika güzellik beşer: insan beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dakik: ince ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) envar: nurlar (bk. n-v-r) esrar: sırlar, gizemler faik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ) hadsiz: sınırsız, sayısız harikulâde: olağanüstü haşiye: dipnot, açıklayıcı not haşmet: büyüklük, görkem hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m) huri: Cennet kızı huruf/hurufat: harfler ifham: (he ile) anlatma ifhâm: (ha ile) delille susturma insicam: düzgünlük, uyumluluk intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) lâfz: ifade, kelime libas: elbise makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış meâl: mânâ, açıklama
medar: dayanak, eksen medih: övgü mertebe: derece metanet: sağlamlık muhal: imkânsız münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b) nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b) tefevvuk: üstünlük tergib: isteklendirme, teşvik terhib: korkutma tesadüf: rastlantı üslûb: ifade tarzı üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m) zem: kınama, kötüleme
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal
الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ
gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:
Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren
acip: hayret verici âciz: güçsüz (bk. a-c-z) adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r) aksâm: kısımlar, bölümler aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m) arz: dünya âyât: ayetler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a) bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) cünud: askerler emirber nefer: emre hazır asker ezcümle: meselâ faraza: varsayalım ki farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme garâbet: şaşırtıcılık Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler mehmûse: gizli okunan harfler mezkûr: sözü geçen misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler mukni: ikna edici mutî: itaat eden, emre uyan mübareze: karşı koyma mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan nısf-ı ekall: yarıdan az nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r) nısfı: yarısı rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali recmetmek: taşlamak sair: diğer sakîl: ağır ve kalın okunan harfler sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l) şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması tansif etmek: ikiye bölmek tarâvet: tazelik tazammun etmek: içine almak tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y) ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)
bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.
İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.
Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”
İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahvâl: haller ahvâl-i uhreviye: âhiretteki haller (bk. e-ḫ-r) âsâr-ı Rabbâniye: Rabbâni eserler (bk. r-b-b) âyât: âyetler beyan: açıklama (bk. b-y-n) define: hazine ef’âl-i İlâhiye: İlâhî fiiller (bk. f-a-l; e-l-h) ehil: yetkili, bilen erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ) esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait üsluplar, anlatım tarzları esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) fikr-i beşer: insan düşüncesi (bk. f-k-r) hâb-ı rahat: rahat uykusu hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hane: ev haşr: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
huruf: harfler icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d) iktifa etmek: yetinmek ilm-i esrar-ı huruf: harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim (bk. a-l-m) istihraç etmek: çıkarmak izah: açıklama kabil: mümkün kelâm: söz (bk. k-l-m) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lem’a-i i’câziye: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı (bk. a-y-ş) muhakkik: hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler
semâvât: gökler (bk. s-m-v) sevk-i kelâm etmek: söz ileri sürmek (bk. k-l-m) Sûre-i Amme: Amme Sûresi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre (bk. e-l-h) tansif etmek: ikiye bölmek tesadüf: rastlantı ulema: âlimler (bk. a-l-m) umum: bütün; genel, herkes ünsiyet: dostluk, canayakınlık üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı yevm-i fasl: iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün zemin: yeryüzü
başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.
İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.
ilâ âhir. Öyle bir üslûb-u âlide, benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.
Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âli bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:
“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine
Dipnot-1
“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
Dipnot-2
“Gök yarıldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. Yer düm düz edildiğinde, içinde ne varsa atıp boşaldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde—ki ona lâyık olan da budur.” İnşikak Sûresi, 84:1-5.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahz-ı asker: asker alımı âli: yüce, yüksek benî beşer: insanoğlu beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) derece-i inkıyad: boyun eğme derecesi deveran: dönüş ehl-i dikkat: dikkat sahibi insanlar hademe: hizmetçi hadika: bahçe haşir ve neşr-i dünyeviye: dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları (bk. ḥ-ş-r)
icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah’ın icrâatları, fiilleri (bk. r-b-b) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) istimal etmek: kullanmak kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kumandan-ı âzam: çok büyük kumandan (bk. a-ẓ-m) lisan: dil manevra: eğitim ve deneme memat: ölüm (bk. m-v-t) muamele: işlem mücahede: savaş (bk. c-h-d) mühlet: zaman, vakit müteveccih: yönelmiş nutka gelmek: konuşmak sair: diğer
şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları (bk. ş-e-n; e-l-h) tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve tasarrufları (bk. ṣ-r-f; r-b-b) tebdil etmek: değiştirmek tecelliyât-ı İlâhiye: İlâhi tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; e-l-h) teshir etmek: boyun eğdirmek teşkil etmek: oluşturmak teşrif etmek: şeref vermek, şereflendirmek ulvî: yüce, yüksek üslûb-u âli: yüksek ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zemin: yeryüzü
hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”
Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”
İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.
İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden bir katreye işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.
Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.
İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç
Dipnot-1
“Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.
arz: yer, dünya âyine: ayna bahr-i belâğat: belâğat denizi (bk. b-l-ğ) bertaraf etmek: bir tarafa atmak daire-i teklif: sorumluluk ve imtihan yeri emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) esfelü’s-sâfilîn: aşağıların en aşağısı ferman: emir, buyruk hadise-i umumiye: geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harb-i umumî: dünya savaşı haşmet: büyüklük, görkem hiddet: öfke, gazap istihdam etmek: çalıştırmak, kullanmak istilâ etmek: ele geçirmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) katre: damla kavm-i Nuh: Nuh kavmi mahv: yok olma maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) memur-u İlâhî: Allah’ın memuru (bk. e-l-h) muti’: itaat eden münkad: boyun eğen netâic: sonuçlar
Padişah-ı Bîmisal: eşsiz ve benzeriz Padişah Allah (bk. m-s̱-l) semâ: gök (bk. s-m-v) semâvat: gökler (bk. s-m-v) tecrübe: deneme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tufan: büyük su baskını ulviyet: yücelik üslûb: ifade tarzı Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b) zecr: sakındırma zemin: yer
cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ,
kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:
Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.
Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi,
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 3
deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 4
Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş
Dipnot-1
“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-2
“Kurumuş hurma dalının ince yaya benzer şekli gibi.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-3
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.
Dipnot-4
“Güneşi de bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cemâlli: güzel (bk. c-m-l) deveran: dönüş eşya: şeyler, varlıklar güya: sanki Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: İlâhî gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m) hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ) i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde, mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatan, özlü sözlü (bk. v-c-z)
icmalli: özet şekilde (bk. c-m-l) ifham: anlatma, bildirme ihtar: hatırlatma ihzar etmek: hazırlamak ilâm etmek: duyurmak (bk. a-l-m) kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kamer: ay katre: damla lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş) mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menzil: yer, durak (bk. n-z-l) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) mühim: önemli münasip: uygun (bk. n-s-b)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) sahrânişîn: çölde yaşayan sair: diğer Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) semâ: gök (bk. s-m-v) Süreyya: Ülker yıldızı tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; e-l-h) tecrî: “döner, akıp gider” teşbih: benzetme ulvî: yüce, büyük üslûb-u âliye: yüksek ifade tarzı üslûb-u ifade: ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”
Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.
Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.
Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1
kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”
Dipnot-1
“Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.
azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) azamet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b) bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insan câmid: cansız celb etmek: çekmek cereyan-ı tecrî: “döner, akar gider” ifadesi cihet: yön ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) hâdisât: hadiseler, olaylar Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haşmet: görkem hilkat-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; r-b-b) ifham: anlatma, bildirme ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek ihtar: hatırlatma ilâm etmek: duyurmak insicam: uyumluluk, düzgünlük intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kamer: ay kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)
kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kerem: cömertlik (bk. k-r-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mat’ûmat: yiyecekler meftun olmak: tutulmak mekik: dokuma âleti melûf: alışılmış mumdar: ışık veren musahhar: emre uyan mühim: önemli münferid: tek başına (bk. f-r-d) müşrik: Allah’a ortak koşan müzeyyenat: süslü şeyler (bk. z-y-n) Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, ezelî nakşedici olan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l) nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer san’at-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b) Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) sirac: lamba, kandil sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lamba şems: güneş tabir: ifâde (bk. a-b-r) tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar (bk. ṣ-r-f; n-ẓ-m) secde: yere kapanma tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) ulvî: yüce, büyük üslûb-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek olup ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d) vüs’at: genişlik zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.