Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A.
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
BİRİNCİ LEM’A:
…
Hem meselâ,
اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 1
da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-i İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rüyet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pek çok yerlerde, Kur’ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazf eder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte,
اَلْمُفْلِحُونَ
der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: “Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye nail olursun. Ey âşık, sen rüyete mazhar olursun.” Ve hâkezâ…
İşte, Kur’ân, câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan, herbirisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.
âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-ı evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü Allah bir ism-i câmi’ olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur.
“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Günahın için istiğfar et.” Muhammed Sûresi, 47:19.
Dipnot-3
Yani, Ondan başka Rezzâk yoktur. Ondan başka Hâlık yoktur. Ondan başka Rahmân yoktur.
âmm: genel ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) câmiiyet-i lafziye: sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması (bk. c-m-a) cezbe: çekim cihet: yön Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) felâh: kurtuluş feza: uzay gaye-i emel: emelinin gayesi, arzu edilen hedef gıda-yı mânevî: mânevî gıda (bk. a-n-y) hâkezâ: böylece, bunun gibi hazfetmek: kaldırmak, aradan çıkarmak huruf: harfler ıtlak: genelleştirme, sınırlamama (bk. ṭ-l-ḳ)
ism-i câmi’: bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim (bk. s-m-v; c-m-a) kelâm: kelime, ifade (bk. k-l-m) kıssat: kıssalar maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) mazhar: kavuşma, erişme (bk. ẓ-h-r) meczup: cezbeye kapılan, çekilen merâtib: mertebeler muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) müttakî: Allah’tan korkup emir ve yasaklarını titizlikle dinleyen nail olmak: erişmek nümune: örnek rıza-i İlahî: Allah’ın rızası (bk. e-l-h)
rica etmek: ummak, ümit etmek rüyet: Allah’ın cemâlini görme rüyet-i İlâhî: Allah’ın cemâlini görme (bk. e-l-h) saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n) sükût: sessiz kalma sülûk: mânevî yol alma tabakat-ı evliya: velilerin tabakaları, dereceleri (bk. v-l-y) tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) vücuh: yönler
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. Onun için sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksatları ifade ile beraber, yalnız birisi maksud-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.
Eğer desen: “Geçmiş misallerdeki bütün mânâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irade etmiş ve işaret ediyor?”
Elcevap: Madem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddit mânâları derc edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir.
Evet, İşârâtü’l-İ’câz’da, şuradaki mânâlar misillü kelimât-ı Kur’âniyenin müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâğatin kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usul-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâğatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulü’d-din ve ehl-i usulü’l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehadetiyle, Kur’ân’ın mânâlarındandırlar. O mânâlara, derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lâfziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare, o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler,1 Kur’ân’ın câmiiyet ve harikiyet-i lâfziyesine kat’î bir burhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu Sözde herbir mânâya delâlet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşârâtü’l-İ’câz’a havale ederiz.
Dipnot-1
bk. El-Kevserî, el-Makalât s. 473-474.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) Asâ-yı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu (bk. bilgiler) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar burhan-ı bâhir: açık delil câmiiyet ve harikiyet-i lâfziye: sözün harikalığı ve kapsamlılığı (bk. c-m-a) derc etmek: yerleştirmek delâlet: işaret etme, delil olma düstur: kâide, kural efhâm: anlayışlar ehl-i içtihad: müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d) ehl-i tefsir: müfessirler, Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar (bk. f-s-r) ehl-i usulü’d-din: kelâm âlimleri ehl-i usulü’l-fıkh: fıkıh âlimleri emare: belirti, işaret fenn-i belâğat: belâğat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesini inceleyen ilim (bk. b-l-ğ)
fenn-i maâni: mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim (bk. a-n-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l) icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a) ihtilâf: farklılık, uyuşmazlık ilm-i beyan: belâğat ilminin, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinâye kısımlarından bahseden kısmı (bk. a-l-m; b-y-n) ilm-i sarf ve nahv: Arapçada kelime ve cümle bilgisiirade: dileme, istek, kast etme (bk. r-v-d) kaide: kural, esas kasas-ı Kur’âniye: Kur’ân’daki kıssalar kat’î: kesin kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası küffar: kâfirler (bk. k-f-r) lâfziye: kelimenin söylenişine ve yapısına aitmaâni: mânâlar (bk. a-n-y)
makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d) makbul: kabul gören, geçerli maksud-u bizzat: asıl gaye (bk. ḳ-ṣ-d) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli münasip: uygun (bk. n-s-b) müstahsen: güzel karşılanan, beğenilen (bk. ḥ-s-n) müteaddit: çeşitli sahih: doğru siyak ve sibak-ı kelâm: sözün başıyla sonunun ahenk ve uyum içinde olması (bk. k-l-m) tâbi kalmak: uymak takbih: kötüleme tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-ṣ-r) teskin: sakinleştirme (bk. s-k-n) tevbih: azarlama ulûm-u Arabiye: Arapça ilimler (bk. a-l-m) usul-ü din: dinin esasları vaz etmek: koymak vücuh: vecihler, yönler
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 2.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Every village must have its headman; every needle must have its manufacturer and craftsman. And, as you know, every letter must be written by someone. How, then, can it be that so extremely well-ordered a kingdom should have no ruler – Readings from the Tenth Word Resurrection and the Hereafter – 1
SHORTS
The Tenth Word
Resurrection and the Hereafter
NOTE
The reasons for my writing these treatises in the form of metaphors, comparisons and stories are to facilitate comprehension and to show how rational, appropriate, well-founded and coherent are the truths of Islam. The meaning of the stories is contained in the truths that conclude them; each story is like an allusion pointing to its concluding truth. Therefore, they are not mere fictitious tales, but veritable truths.
In the Name of God, the Compassionate, the Merciful.
Look, then, to the signs of God’s mercy —how He restores life to the earth after its death— verily He it is Who quickens the dead, for He is powerful over all things. 1
“1. Qur’an, 30:50. NOTE: The main part of this translation of the Tenth Word is by Hamid Algar, Prof. of Middle East Studies in the Univ. of Califıornia, Berkeley, USA, and was first published in 1980. It has been slightly amended to fit the present work.”
Brother, if you wish for a discussion of resurrection and the hereafter in simple and common language, in a straightforward style, then listen to the following comparison, together with my own soul.
Once two men were travelling through a land as beautiful as Paradise (by that land, we intend the world). Looking around them, they saw that everyone had left open the door of his home and his shop and was not paying attention to guarding it. Money and property were readily accessible, without anyone to claim them. One of the two travellers grasped hold of all that he fancied, stealing it and usurping it. Following his inclinations, he committed every kind of injustice and abomination. None of the people of that land moved to stop him. But his friend said to him:
“What are you doing? You will be punished, and I will be dragged into misfortune along with you. All this property belongs to the state. The people of this land, including even the children, are all soldiers or government servants. It is because they are at present civilians that they are not interfering with you. But the laws here are strict. The king has installed telephones everywhere and his agents are everywhere. Go quickly, and try to settle the matter.”
But the empty-headed man said in his obstinacy: “No, it is not state property; it belongs instead to some endowment, and has no clear or obvious owner. Everyone can make use of it as he sees fit. I see no reason to deny myself the use of these fine things. I will not believe they belong to anyone unless I see him with my own eyes.” He continued to speak in this way, with much philosophical sophistry, and an earnest discussion took place between them.
First the empty-headed man said: “Who is the king here? I can’t see him,” and then his friend replied:
“Every village must have its headman; every needle must have its manufacturer and craftsman. And, as you know, every letter must be written by someone. How, then, can it be that so extremely well-ordered a kingdom should have no ruler? And how can so much wealth have no owner, when every hour a train1 (1- Indicates the cycle of a year. Indeed, every spring is a carload of provisions coming from the realm of the unseen.) arrives filled with precious and artful gifts, as if coming from the realm of the unseen? And all the announcements and proclamations, all the seals and stamps, found on all those goods, all the coins and the flags waving in every corner of the kingdom — can they be without an owner? It seems you have studied foreign languages a little, and are unable to read this Islamic script. In addition, you refuse to ask those who are able to read it. Come now, let me read to you the king’s supreme decree.”
The empty-headed man then retorted: “Well, let us suppose there is a king; what harm can he suffer from the minute use I am making of all his wealth? Will his treasury decrease on account of it? In any event, I can see nothing here resembling prison or punishment.”
His friend replied: “This land that you see is a manoeuvering ground. It is, in addition, an exhibition of his wonderful royal arts. Then again it may be regarded as a temporary hospice, one devoid of foundations. Do you not see that every day one caravan arrives as another departs and vanishes? It is being constantly emptied and filled. Soon the whole land will be changed; its inhabitants will depart for another and more lasting realm. There everyone will be either rewarded or punished in accordance with his services.”
That treacherous empty-headed one retorted rebelliously: “I don’t believe it. Is it at all possible that a whole land should perish, and be transferred to another realm?”
His faithful friend then replied: “Since you are so obstinate and rebellious, come, let me demonstrate to you, with twelve out of the innumerable proofs available, that there is a Supreme Tribunal, a realm of reward and generosity and a realm of punishment and incarceration, and that just as this world is partially emptied every day, so too a day shall come when it will be totally emptied and destroyed.
• First Aspect: Is it at all possible that in any kingdom, and particularly so splendid a kingdom as this, there should be no reward for those who serve obediently and no punishment for those who rebel? Reward and punishment are virtually non-existent here; there must therefore be a Supreme Tribunal somewhere else.
“Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A.
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 2.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
kelimesi, tetkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifham eder ki: Semâ berrak, bulutsuz, zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken semâyı yağmurla, zemini hazravatla fethedip, bir nevi izdivaç ve telkih suretinde bütün zîhayatları o sudan halk etmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâlin işidir ki, rû-yi zemin Onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar Onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder.
Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız,
Dipnot-1
“Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.
âlûde: karışmış, bulaşmışarz: yer azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. ḳ-d-r) berrak: saydam, duru bidâyet-i hilkat: yaratılışın başlangıcı (bk. ḫ-l-ḳ) bostan: bahçe Elhikmetü lillâh: gerçek bilgi ve hikmet sadece Allah’ındır (bk. ḥ-k-m) fehmetmek: anlamak feylesof: felsefeci gayr-ı kabil: mümkün olmayan gazab: öfke gazat-ı muzırra: zararlı gazlar hakîm: hikmet sahibi, âlim (bk. ḥ-k-m) halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) hamd ü senâ: şükür, minnet ve övgü (bk. ḥ-m-d) hâmi: koruyucu hane-i hayat: hayat evi (bk. ḥ-y-y) hasıl: meydana gelme hazravat: yeşillikler hiddet: kızgınlık hikmet-i tabiiye: tabiatı konu alan fen ilmi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a) huruc: çıkma ifham etmek: anlatmak
ihtizâzât: sallanmalar imtizâcât: kaynaşmalar inkılâbat: büyük değişimler irticâc: sarsıntı istilâ: yayılma, kaplama izdivac: evlenme Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan ve sonsuz haşmet sahibi olan Allah (bk. ḳ-d-r; ẕü; c-l-l) kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) kemâl-i tazim: Allah’ın sonsuz büyüklüğünü mükemmel bir şekilde dile getirme (bk. k-m-l; a-z-m) küre-i zemin: yerküre levâzımât-ı hayat-ı insaniye: insan hayatına gerekli olan şeyler (bk. ḥ-y-y) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mahzen: depo maişet: geçim (bk. a-y-ş) medar: dayanak, eksen medar-ı senevî: güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi menâfiz: delikler mihver: eksen muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
netice: sonuç nevi: tür, çeşit rû-yi zemin: yeryüzü sair: diğer Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm: sonsuz haşmet ve ikram sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l; k-r-m) secde etmek: yere kapanmak semâ: gök (bk. s-m-v) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) sükûnet: sakinlik, durgunluk (bk. s-k-n) tasfiye: safileştirme, arındırma (bk. ṣ-f-y) telkih: aşılama teneffüs etmek: nefes almak tersip: durultma, tortulardan temizleme, süzme tetkikat-ı felsefe: felsefe araştırmaları tevellüd: doğum veled: evlat, çocuk zelzele: deprem zemin: yeryüzü zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y) zuhur: meydana çıkma (bk. ẓ-h-r)
toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlûkata menşe etmiştir anlar, vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur.
Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidâyette güneşle mümteziç olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “Âmentü Billâhi’l-Vâhidi’l-Ehad”der.
Meselâ,
وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 1
daki lâm, hem kendi mânâsını, hem fî mânâsını, hem ilâ mânâsını ifade eder. İşte,
لِمُسْتَقَرٍّ
in lâm’ı, avâm o lâm’ı ilâ mânâsında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette birgün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir suret alacaktır anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek, “Sübhânallah, Elhamdü lillâh” der.
Ve âlime dahi, o lâm’ı ilâ mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz destgâhında dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek, güneşin cereyan-ı surîsi, alâmet olduğu ve işaret ettiği intizâmât-ı âlemi düşündürerek Sâni-i Hakîmin san’atına “Mâşaallah” ve hikmetine “Bârekâllah” diyerek secdeye kapanır.
Dipnot-1
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.
alâmet: işaret Âmentü Billâhi’l-Vahidi’l-Ehad: Allah’ın birliğine ve tekliğine iman ettim (bk. e-m-n; v-ḥ-d) avâm: halktan ilmi az olan kimse Bârekâllah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bast: genişletme bidâyet: başlangıç canib: taraf cereyân-ı surî: görünüşteki akım, dönüş Elhamdü lillâh: Allah’a hamd olsun (bk. ḥ-m-d) Fâtır-ı Hakîm: her şeyi hikmetle ve harika üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m) fehmetmek: anlamak fetih: açma feylesof: felsefeci Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hokka: mürekkeb kabı ifham etmek: anlatmak intizâmât-ı âlem: alemdeki düzenlilikler (bk. n-ẓ-m; a-l-m) Kadîr-i Kayyûm: sonsuz kudret sahibi olan, herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan ve dilediği gibi onları idare eden Allah (bk. ḳ-d-r; ḳ-v-m) kesretli: çok sayıda (bk. k-s̱-r) küre: dünya Mâaşallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış mahall-i karar: karar yeri manzume-i şemsiye: güneş sistemi (bk. n-ẓ-m) mekik: dokuma âleti mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menfaattar: faydalı, yararlı mensucat-ı Rabbâniye: Allah’ın adeta nakış nakış dokuduğu san’at eseri varlıklar (bk. r-b-b)
menşe: kaynak, esas mümteziç: birleşik, karışık müteharrik: hareketli nisbeten: bir dereceye kadar (bk. n-s-b) sair: diğer Sâni-i Hakîm: herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m) secde: yere kapanma semâ: gök (bk. s-m-v) seyir: gezme seyyare: gezegen suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ) tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a) tasavvur: düşünme, zihinde tasarlama (bk. ṣ-v-r) teşkil etmek: meydana getirmek vüs’at-i hikmet: hikmet genişliği (bk. ḥ-k-m) ziya: ışık ziynetli: süslü (bk. z-y-n)
Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa, lâm’ı fî mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zemberekvâri bir cereyanla manzumesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâyı halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline karşı kemâl-i hayret ve istihsanla “El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh” der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’âniyeye girer.
Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm’ı, hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyareleri güneşle bağlamış; ve o cazibeyle muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o cazibeyi tevlit için, güneşin kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebep etmiş. Demek,
yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlit eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kur’ân’ın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdü lillâh, Kur’ân’dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam” der.
Ve şairâne bir fikir ve kalb sahibine, şu lâm’dan ve istikrar’dan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nuranî bir ağaçtır, seyyareler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczup bir serzâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risalede şu mânâya dair şöyle demiştim:
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.
Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.
âdet-i İlâhiye: İlâhî kanun (bk. e-l-h) cazibe: çekim cazibe-i umumiye: genel çekim cereyan: hareket, akım cezbe: çekim cezbeli: Allah sevgisiyle kendinden geçer bir hale gelme daire-i hikmet: hikmet dairesi (bk. ḥ-k-m) El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh: büyüklük ve kudret Allah’ındır (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) Elhamdü lillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) emr-i İlâhi: Allah’ın emri (bk. e-l-h) esbab-ı zahiriye: görünürdeki sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r) fehm: anlayış feylesof: felsefeci feza: uzay hakîm: hikmet sahibi, âlim (bk. ḥ-k-m) halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ) halka-i zikr: zikir halkası hararet: sıcaklık hikmet: ilim, yüksek bilgi, fen bilgisi (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i Kur’âniye: Kur’ân’ın yüksek bilgisi (bk. ḥ-k-m) hilâf: ters, zıt ifham etmek: anlatmak illet: esas sebep, maksat istikrar: yerleşme, karar kılma kanun-u İlâhî: İlâhî kanun (bk. e-l-h) kanun-u Rabbânî: Allah’ın koyduğu kanun (bk. r-b-b) kemâl-i hayret ve istihsan: tam bir hayret ve beğenme (bk. k-m-l; ḥ-s-n) kozmoğrafya: astronomi, gök bilimi manzume: sistem (bk. n-ẓ-m) meczup: kendinden geçmiş, cezbeye kapılan, çekilen meyvedar: meyveli mihver: eksen muhtelif: çeşitli muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) müstekar: karar kılınan yer müteharrik: hareketli nam: ad nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) nuranî: nurlu, aydınlık, parlak (bk. n-v-r) saat-i kübrâ: çok büyük saat (bk. k-b-r)
Sâni-i Hakîm: herşeyi san’at ve hikmetle yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m) Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atla yapan haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l) serzâkir: zikredenlerin başı seyyar: gezen, dolaşan seyyare: gezegen sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n) sükût: sessiz kalma şairâne: şair gibi şems: güneş tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) tahrik etmek: harekete geçirmek tanzim etmek: düzenlemek (bk. n-ẓ-m) tevlit: doğurma zahiren: görünürde (bk. ẓ-h-r) zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r) zarfiyet: kelimenin zarf olması, mekan ve zaman bildirmesi hâli zemberekvâri: bir mekanizmanın güç merkezi gibi
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 1.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir –
“Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.”
bölümü yer almaktadır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 11 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var. – Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir – Gençlik Rehberi Okumaları 9
SHORTS
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir
Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.
Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü âkıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara, zenginlerin mallarını helâl eder ki bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri, kahramanane davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini hem mesud hayatını hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve sû-i istimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’aniye ve Nur’un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse hem hayatına hem istikbaline hem vatanına hem milletine hem akrabasına büyük bir faydası olması gibi o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını başta Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.
Evet o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse hem ziyadeleşir hem bâkileşir hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına hem vatanına hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise farzını yapmak ve tövbe etmek şartıyla her bir saatleri yirmişer saat ibadet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir kātil, bir müntakim olarak değil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar.
Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktan ise on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar daha ziyade onları ıslah eder.”
Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor, kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’aniye ile gösterilmiş ve ehl-i dalalet ve sefahet hakkında göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir; bütün mahbubatından ve mevcudattan bir firak-ı lâyezalîdir.
Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki en bahtiyar odur ki sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde, imanına ve Kur’an’a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki:
Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musibetine düşen bîçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı; çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın, hapisten istifade ediniz. Nasıl bazen ağır şerait altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de sizin bu ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.
“Elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A.
Elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 1.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
BİRİNCİ LEM’A:
Lâfzındaki câmiiyettir. Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan âyetlerden, şu câmiiyet âşikâre görünüyor. Evet,
1: “Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala’ı (anlam çerçevesi) vardır. (Bu dört mânâ tabakasından her birinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır.” rânî, el-Mu’cemü’l-evsat 1:236. Bu kısmın açıklaması Üstadımız tarafından hemen devamında verilmiştir.
olan hadisin işaret ettiği gibi, elfâz-ı Kur’âniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.
Meselâ
وَالْجِبَالَ اَوْتاَداً 1
1: Nebe’ Sûresi, 78:7.
yani “Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.
Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.
Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.
Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.
Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaîde veya esirîde yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı
سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ شَانَكَ 2
2: Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın!
der.
Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır.
Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder.
Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, kemâl-i tazimle hamd ü senâ eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “Elhikmetü lillâh” der.
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 12.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 12.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
…
Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kur’âniye o kadar harikadır, o derece letafetli ve selâsetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikati onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan çok hakaik-i gàmızayı, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı taciz edip yormayacak bir surette, basitâne ve zahirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir. Öyle de,
Cenâb-ı Hakkın kullarının anlayış seviyesine göre konuşması.
âmi: cahil âyât: ayetler basitâne: basitçe beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cevher-i beyanî: beyâna dair cevher (bk. b-y-n) esbabperest: sebeplere tapan (bk. s-b-b) fikr-i avâm: halkın düşüncesi (bk. f-k-r) hakaik-i gàmıza: derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) herc ü merc: karışıklık, dağınıklık hilâf-ı akıl ve hikmet: akla ve hikmete aykırı (bk. ḥ-k-m) hiss-i âmme: genelin duygusu icmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l) ifham: (he ile) anlatma ilzam: susturma, mağlup etme insicam: düzgünlük, uyumluluk, pürüzsüz olma insicam-ı ecmel: çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama (bk. c-m-l)
intizam: düzen, tertip (bk. n-ẓ-m) intizam-ı ekmel: çok mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; k-m-l) istiğna: ihtiyaç duymama (bk. ğ-n-y) istimal: kullanma kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muâraza: sözle mücadele münâfi-i his ve bedâhet: duygu ve açıklığa zıt mütekellim: konuşan (bk. k-l-m) nazar-ı umumî: umumun bakışı (bk. n-ẓ-r) nevi: çeşit, tür nokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)
rencide etmek: incitmek sanemperest: puta tapan selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) semâvat: gökler (bk. s-m-v) silsile-i hakaik: gerçekler zinciri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şirk: ortak tabirat: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r) taciz: rahatsız etme, sıkıntı verme tahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l) talim: öğretme (bk. a-l-m) tefehhüm etmek: anlamak tekzip: yalanlama tezkir: hatırlatma ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h) zahirâne: açıkça (bk. ẓ-h-r) zir ü zeber: darmadağınık, alt üst
derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esâlib-i Kur’âniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gàmıza-ı İlâhiye ve esrar-ı Rabbâniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilâtla en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ
اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى 1
bir temsil ile, rububiyet-i İlâhiyeyi saltanat misalinde; ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.
Evet, Kur’ân, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rububiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehim ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette, nihayet letafette kalarak, gayet suhuletli bir tarzda, sehl-i mümteni bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle, fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işbâ eden bir kitab-ı mu’ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem’a-i i’câz görülebilir.
Elhasıl: Nasıl Elhamdü lillâh gibi bir lâfz-ı Kur’ânî okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lafız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur’ân’ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem
Dipnot-1
“O Rahmân ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır.” Tâhâ Sûresi, 20:5.
âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m) âmi: cahil Elhamdü lillâh: hamd ve övgü Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) elhasıl: özetle, sonuç olarak esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’ın üslûpları esrar-ı Rabbâniye: Rabbânî sırlar (bk. r-b-b) fehim: anlayış, kavrayış feyz: ilim, irfan (bk. f-y-ḍ) hakaik-i gàmıza-i İlâhiye: Allah’ın Kur’ân’da açıkladığı derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hükema: âlimler, filozoflar (bk. ḥ-k-m) icra-yı hükûmet: yönetmek, idare etmek (bk. ḥ-k-m) ifham: anlatma, öğretme ins ve cin: insanlar ve cinler irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) işbâ: doyurma kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) karn: asır, çağ
kelâm: söz (bk. k-l-m) kemâl-i şebâbet: mükemmel derecedeki gençlik (bk. k-m-l) kitab-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren kitap (bk. k-t-b; a-c-z) lâfız: söz, kelime lafz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın lafzı lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) letafet: güzellik, hoşluk (bk. l-ṭ-f) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mebzuliyet: bolluk mertebe-i âzam: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m) mertebe-i rububiyet: rububiyetin mertebesi (bk. r-b-b) muhtelif: çeşitli mütebahhir: ilmi derin olan mütebayin: ayrı ayrı müteşabihat: metnin kelimelerinden çıkartılan dış anlam değil de, başka mânâya gelen âyetler neşretmek: yaymak nihayet: son derece nüzul etmek: inmek (bk. n-z-l) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
rububiyet-i İlâhiye: Allah’ın terbiye ve idarece ediciliği (bk. r-b-b; e-l-h) sehl-i mümteni: imkânsız birşeyi kolayca ifade etme suhuletli: kolay tabaka: sınıf taht-ı saltanat: egemenlik tahtı (bk. s-l-ṭ) talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m) taravet: tazelik tatmin etmek: ikna etmek tedbir: idare etme (bk. d-b-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) temsilât: kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji (bk. m-s̱-l) tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r) teşbihat: benzetmeler umum: bütün ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen zayi etmek: kaybetmek zerre: atom, en küçük parça
umumuna imanın ulûmunu talim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’ânîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.
Şu makama misal istersen, bütün Kur’ân baştan nihayete kadar bu makamın misalleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddıkîn ve hükema-i İslâmiye ve muhakkıkîn ve ulema-i usulü’l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliya-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulema ve avâm-ı Müslimin gibi Kur’ân’ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, “Dersimizi güzelce anlıyoruz.” Elhasıl, sair makamlar gibi, ifham ve talim makamında dahi Kur’ân’ın lemeât-ı i’câzı parlıyor.
aktâb-ı âşıkin: Allah’a âşık tarikat şeyhleri, kutupları âşikâre: açıkça avâm: halk avâm-ı Müslimin: Müslüman halk kesimi (bk. s-l-m) câmiiyet: kapsamlılık, genişlik (bk. c-m-a) câmiiyet-i harikulâde: olağanüstü câmiiyet, mânâ ve özellikçe kapsamlılık (bk. c-m-a) ders-i Kur’âniye: Kur’ân dersi efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r) ehass: en seçkin, en bilgili elfâz-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın lâfızları elhasıl: özetle ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) evliya-i ârifin: Allah’ı hakkıyla bilen evliyâlar (bk. v-l-y; a-r-f) evvelki: önceki hadis: Peygamberimize ait veya onun onayladığı söz, emir veya davranış (bk. ḥ-d-s̱)
havass: seçkinler, okumuşlar, bilginler hükema-i İslâmiye: büyük İslâm filozofları (bk. ḥ-k-m; s-l-m) ifham: anlatma, öğretme istifade: faydalanma istikbal: gelecek zaman kelâm: ifade, söz (bk. k-l-m) kulûb: kalbler lâfz: ifade, söz lem’a: parıltı lemeât-ı i’câz: mu’cizelik parıltıları (bk. a-c-z) maide-i semaviye: semâvî sofra (bk. s-m-v) makam: mevki, derece muhakkıkîn: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) müçtehidîn: âyet ve hadislerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d) müdakkikîn-i ulema: gerçekleri inceden inceye araştıran âlimler (bk. a-l-m)
müştehiyât: hoşa giden lezzetli şeyler müttefikan: ittifakla, fikir birliğiyle nihayet: son sair: diğer sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ) sükût: sessiz kalma, susma şua: parıltı talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m) tarz: şekil, biçim tilmiz: öğrenci, talebe ukul: akıllar ulema-i usulü’l-fıkıh ve mütekellimîn: kelâm ve fıkıh usulü âlimleri (bk. a-l-m; k-l-m) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) umum: bütün, genel ümmî: okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş vaz edilmek: konulmak vücuh: vecihler, yönler zikrolunmak: belirtilmek, anılmak
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. Tûr Sûresi, 5242. Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar – Cumartesi Dersleri 25. 1. 11.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir.’ Tûr Sûresi, 52:42. Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar?”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. Tûr Sûresi, 5242. Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar – Cumartesi Dersleri 25. 1. 11.
İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyan-ı ifhâmiyeye misal için bir hakikatini beyan ederiz. Şöyle ki:
اَمْ ، اَمْ 2
lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşelerini kapatır. Ehl-i dalâlet için, içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalâlet bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada, bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedâhete havale eder, veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder.
âyetine remzeder. Daha sair fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki:
Başta diyor: Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakinîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehadet eder.
Dipnot-1
“Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. • Yoksa onlar “O bir şâirdir, biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar? • Sen “Bekleyedurun,” de. “Ben de sizinle beraber bekliyorum.” • Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? • Yahut Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların îmân etmeye niyetleri yoktur. • Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur’ân’ın benzeri bir söz getirsinler. • Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? • Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğru onların düşünüp îmân etmeye niyetleri yoktur. • Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi? • Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyle ise dinleyicileri, işittiklerine dair açık bir delil getirsin. • Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? • Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? • Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? • Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. • Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” Tûr Sûresi, 52:29-43.
Dipnot-2
Yoksa, yoksa…
Dipnot-3
“Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.
Dipnot-4
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harap olup giderdi.” Enbiyâ Sûresi, 21:22.
istifham-i inkârî-i taaccübî: “yoksa…?” diyerek şaşkınlığı ifade eder tarzda olumsuz yönde soru sorma (bk. n-k-r)kâhin: gelecekten haber veren kimsekemâl-i akl: aklın mükemmelliği (bk. k-m-l)lâfz: ifade, kelimemecnun: deli, akılsızmenşe: kaynakmücmelen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)perde-i dalâlet: inançsızlık perdesi (bk. ḍ-l-l)
اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ 1 Âyâ, acaba muhakemesiz, âmi kâfirler gibi, sana şair mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen de: “Bekleyiniz, ben de bekliyorum.” Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.
اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا 2 Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.
اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ 4Veyahut yalancı, vicdansız münafıklar gibi, “Kur’ân senin sözlerindir” diye seni itham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar Muhammedü’l-Emin diyerek, içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kur’ân’ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazirini bulsunlar.
اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ 5Veyahut, kâinatı abes ve gayesiz itikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.
Dipnot-1
“Yoksa onlar “O bir şâirdir, biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar?” Tûr Sûresi, 52:30.
Dipnot-2
“Yoksa bunu onlara akılları mı söylüyor?” Tûr Sûresi, 52:32.
Dipnot-3
“Yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur?” Tûr Sûresi, 52:32.
Dipnot-4
“Yahut Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların iman etmeye niyetleri yoktur.” Tûr Sûresi, 52:33.
Dipnot-5
“Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar?” Tûr Sûresi, 52:35.
abes: boş ve faydasızakıbet: son, neticeâmi: cahilâsâr-ı beşeriye: insan eserleriâyâ: acabaevâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h)felâsife-i abesiyyun: içi kof olan faydasız felsefeyle uğraşan filozoflarfeylesof: felsefeciFiravun: (bk. bilgiler)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâlık: yaratıcı (bk. ḫ-l-ḳ)hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l)helâket: yok oluşhikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
istinkâf etmek: kabul etmemek, çekimser kalmakitham: suçlamaitikad etmek: inanmakittibâ: tabi olma, uymakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)makul: akla uygunmalûm: bilinen (bk. a-l-m)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muhakemesiz: akıl yürütüp doğru netice elde edemeyen (bk. ḥ-k-m)Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n)musahhar: boyun eğenmuvazzaf: vazifeli, görevlimünafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
münezzeh: kusur ve eksiklikten yüce, temiz (bk. n-z-h)müsmir: meyvelimüstağnî: ihtiyaç duymayan (bk. ğ-n-y)mütecebbir: zorbamüzeyyen: süslü (bk. z-y-n)nazir: benzer (bk. n-ẓ-r)Nemrud: (bk. bilgiler)rüesa: reisler, başkanlarserfuru: baş eğmetâği: azgın (bk. t-ğ-y)tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)zerre: atom
اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ 1 Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, “kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar” mı tahayyül ediyorlar ki, imandan, ubûdiyetten istinkâf ederler? Demek kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, birtek şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemâdattan daha aşağıdırlar. Öyle ise bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.
اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيُوقِنُونَ 2 Veyahut, Hâlıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah’ı inkâr mı ediyorlar ki Kur’ân’ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semâvât ve arzın vücutlarını inkâr etsinler; veyahut “Biz halk ettik” desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünkü, semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitabını kâtipsiz zannediyorlar?
اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَۤائِنُ رَبِّكَ 3 Veyahut, Cenâb-ı Hakkın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükemâ-yı dâlle gibi ve Berahime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar, sana iman getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gayâtı ve intizâmâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet
Dipnot-1
“Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar?” Tûr Sûresi, 52:35.
Dipnot-2
“Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp iman etmeye niyetleri yoktur.” Tûr Sûresi, 52:36.
Dipnot-3
“Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı?” Tûr Sûresi, 52:37.
âciz-i mutlak: son derece güçsüz (bk. a-c-z; ṭ-l-ḳ)arz: yer, dünyaâsâr-ı hikmet: hikmet eserleri (bk. ḥ-k-m)âsâr-ı rahmet: rahmet eserleri (bk. r-ḥ-m)asl-ı nübüvvet: peygamberliğin aslı, temeli (bk. n-b-e)Berahime: Berehmenler; bâtıl ve sapkın Hind ve Mecusî dinlerinin reisleriberâhin-i tevhid: tevhid delilleri (bk. v-ḥ-d)cemâdat: cansız varlıklarCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)divanelik: delilik, akılsızlıkfiravunlaşmak: kendisini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme
gayât: gayelerhak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Hâlık: yaratıcı; herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)hezeyan: saçmalamahükemâ-yı dâlle: hak yoldan sapmış felsefeciler (bk. ḥ-k-m; ḍ-l-l)ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)insaniyet: insanlıkintizâmât: intizamlar, düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)istinkâf etmek: kabul etmemek, çekimser kalmakkadîr-i mutlak: sınırsız güç sahibi (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kâtip: yazar (bk. k-t-b)maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlarmağlûp: yenilenmevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muattıla: Allah’ı veya Allah’ın sıfatlarını inkâr edenmuzır: zararlımüteessir olmak: üzülmeknefyetmek: inkâr etmeknevi: çeşitnihayet: sonsemâ: gök (bk. s-m-v)semâvat: gökler (bk. s-m-v)semerât: meyveler, neticelersukut etmek: düşmektahayyül etmek: hayal etmek (bk. ḫ-y-l)ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)vücut: varlık (bk. v-c-d)yakîn: şüphesiz, kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)zemin: yeryüzü
ve inâyâtı ve bütün enbiyanın bütün mu’cizatlarını inkâr etsinler. Veya “Mahlûkata verilen ihsânâtın hazineleri yanımızda ve elimizdedir” desinler, kabil-i hitap olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma; “Allah’ın akılsız hayvanları çoktur” de.
اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ 1 Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim Mutezile gibi, kendilerini Hâlıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.
اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ 2 Veyahut, cin ve şeytana uyup kehanetfuruşlar, ispritizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzip ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.
اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ 3 Veyahut, ukul-ü aşere ve erbâbü’l-envâ namıyla şerikleri itikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllinler gibi, Zât-ı Ehad ve Samedin vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine,
Dipnot-1
“Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?” Tûr Sûresi, 52:37.
Dipnot-2
“Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyle ise dinleyicileri, işittiklerine dair açık bir delil getirsin.” Tûr Sûresi, 52:38.
Dipnot-3
“Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi?” Tûr Sûresi, 52:39.
âlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)dâllin: hak yoldan sapanlar (bk. ḍ-l-l)enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)erbâbü’l-envâ: türlerin yöneticileri; bir felsefî iddiaya göre her türün bir tanrısı¬nın olması (bk. r-b-b)felâsife: felsefecilerfütur: usançhâkim: hükmeden, yargılayan (bk. ḥ-k-m)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)hodbin: bencil, kibirliihsanât: bağışlar, iyilikler (bk. ḥ-s-n)inâyât: ikramlar, yardımlar (bk. a-n-y)inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)
isnad: dayandırma (bk. s-n-d)ispritizmacı: ruh çağırarak onlarla ilişki kurduğu iddiasında bulunanitikad etmek: inanmakkabil-i hitap: muhatap alınabilen (bk. ḫ-ṭ-b)kehanetfuruş: kâhinlik, falcılık yapanmahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)melâike: melekler (bk. m-l-k)mes’ul: sorumlumu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)Mutezile: aklı temel kabul ederek Kur’ân ve sünneti kendi akıllarına uydurmaya çalışan ehl-i sünnet dışı bâtıl bir mezhepmüfettiş: teftiş edenmülhid: dinsiz, inkârcımüşrik: Allah’a ortak koşanmüteellim olmak: acı duymak, üzülmekmütehakkim: zorba (bk. ḥ-k-m)nam: adnevi: tür, çeşitnisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)rakîb: kontrol eden, gözetleyenSâbiiyyun: yıldızlara tapanlarsamediyet: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması (bk. ṣ-m-d)
semâvat: gökler (bk. s-m-v)semâvî: vahiyle gelmiş olan (bk. s-m-v)şarlatan: yalancı, aldatıcışerik: ortaktahayyül etmek: hayal etmek (bk. ḫ-y-l)tekzip etmek: yalanlamakukul-ü aşere: bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah’ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllarulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)vahdet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)veled: evlat, çocukvücub-u vücud: varlığının zorunlu oluşu (bk. v-c-b; v-c-d)Zât-ı Ehad ve Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde O hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği herbir şeyde görünen Allah (bk. v-ḥ-d; ṣ-m-d)
istiğna-yı mutlakına zıt olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, fâni, bekà-yı nev’ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzî, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise muhtaç ve müştak mahlûklar için vasıta-i tekessür ve teâvün ve rabıta-i hayat ve bekà olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vacip ve daim, bekàsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti, tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzipleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divanenin hezeyanına kulak verilmez.
اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ 1 Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâği, bâği dünyaperestler gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah’tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin haset ve beddualarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır birşey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil!
Dipnot-1
“Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler?” Tûr Sûresi, 52:40.
âciz: güçsüz (bk. a-c-z)acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)bâği: âsi, zâlimbekà: süreklilik, devamlılık (bk. b-ḳ-y)bekà-yı nev’: türün varlığını sürdürmesi (bk. b-ḳ-y)bihemtâ: benzersiz, eşsizCenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)cismanî: maddi vücuda sahipcismâniyet: maddî vücuda sahip olmadaim: devamlıdivanelik: delilik, akılsızlıkdünyaperest: dünyaya aşırı derecede düşkünebedî: sonsuz (bk. e-b-d)ecr: ücret, mükâfatemr-i zekât: zekât emrievlât: çocukezelî: başlangıcı olmama (bk. e-z-l)fâni: gelip geçici, ölümlü (bk. f-n-y)hadsiz: sayısızhaset: kıskançlıkhezeyan: saçmalamahısset: cimrilik, tamahkârlıkinkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)
ismet: günahsızlıkisnad etmek: dayandırmak (bk. s-n-d)istiğna-yı mutlak: Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)izzet-i mağrurâne: gururluca izzet, şeref (bk. a-z-z)kabil: kabiliyetlikudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)mahiyet: asıl, esas, nitelikmahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)melâike: melekler (bk. m-l-k)muallâ: yüce, yüksekmukaddes: kutsal, her türlü kusur ve noksanlıktan uzak (bk. ḳ-d-s)müberrâ: arınmış, uzakmücerred: soyutlanmış, tekmümkin: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olan, Allah’ın var etmesine bağlı olan (bk. m-k-n)münafi: zıt, aykırımünezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h)müştak: düşkün, isteklimütecezzî: parça parça olma (bk. c-z-e)
nevi: çeşitnisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)rabıta-i hayat: hayat bağı (bk. ḥ-y-y)safsata: yalan, uydurmaşefaatçı: af için aracılık eden (bk. ş-f-a)tâbi olma: uymatâği: şımarık, azgın (bk. t-ğ-y)teâvün: yardımlaşmatecezzî: parçalara ayrılma (bk. c-z-e)tekâlüf: teklifler, yükümlülüklertekessür: çoğalma (bk. k-s̱-r)tekzip: yalanlamatenasül: üremeubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)ünûset: dişilikvâcip: zorunlu (bk. v-c-b)vâris: mirasçıvasıta-ı tekessür: çoğalma vasıtası (bk. k-s̱-r)veled: evlat, çocukvücud: varlık (bk. v-c-d)Zât-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)
اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ 1 Veyahut, gayb-âşinâlık dâvâ eden Budeîler2 gibi ve umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfuruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfuruşların tekzipleri sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zir ü zeber edecek.
اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ 3 Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakiyetleri muvakkattir ve istidraçtır, bir mekr-i İlâhîdir.
اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ 4 Veyahut, hâlık-ı hayır ve hâlık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayrı ayrı esbaba
Dipnot-1
“Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar?” Tûr Sûresi, 52:41.
Dipnot-2
Buda dinine mensup olanlar, Budistler.
Dipnot-3
“Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir.” Tûr Sûresi, 52:42.
Dipnot-4
“Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” Tûr Sûresi, 52:43.
akılfuruş: aklını beğendirmeye çalışanâlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)Budeî: Budistlerdâvâ: iddiadesise: hiledessas: hilekâr, aldatıcıesbab: sebepler (bk. s-b-b)fenalık: kötülük (bk. f-n-y)fıtrat: yaratılış, mizaç, karakter (bk. f-ṭ-r)fütur: usanç, gevşeklikgayb-âşinalık: gaybdan haber verme (bk. ğ-y-b)gaybî: görünmeyen âlemlerden gelen (bk. ğ-y-b)hadd: yetkihadsiz: sınırsızhakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâlık-ı hayır: iyiliğin yaratıcısı (bk. ḫ-l-ḳ; ḫ-y-r)hâlık-ı şer: kötülüğün yaratıcısı (bk. ḫ-l-ḳ)
hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y)hilebaz: hilekâr, aldatıcıhodfuruş: kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışanhülya: hayal (bk. ḫ-y-l)inkâr: kabul etmeme, yok sayma (bk. n-k-r)istidraç: Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlüklerkâh: bazenkâhin: falcı, gelecekten haber veren kimsemağrur: gururlumalûmat: bilgiler (bk. a-l-m)mazhar: erişme, nail olma (bk. ẓ-h-r)mecnun: deli, akılsızMecusî: ateşperest, ateşe tapanmekr-i İlâhî: Allah’ın hilesi, düzeni (bk. e-l-h)muvaffakiyet: başarımuvakkat: geçici
münafık: iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünenmüteessir: etkilenmiş, üzüntülünefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)resul: peygamber (bk. r-s-l)sâhir: sihirbazşarlatan: yalancı, aldatıcıtahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)tecavüz: ileri gitme, sınırı aşmatekzip: yalanlamatevehhüm: vehimlenmek, sanmakumur-u gaybiye: gaybî, bilinmeyen şeyler (bk. ğ-y-b)vahy: Allah tarafından gönderilen ve bildirilen şey (bk. v-ḥ-y)yakîn: şüphesiz, kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)zındık: dinsizzir ü zeber: darmadağınık, alt üstziyade: çok, fazla
bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muâraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli, kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zir ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzipleri seni tezkirden vazgeçirmesin.
İşte, silsile-i hakaik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanîsini icmâlen beyan ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu âyetler tek başıyla bir mu’cizedir” sen dahi diyecektin.
Dipnot-1
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi.” Enbiya Sûresi, 21:22.
âmi: cahilâyât: ayetlerbasitâne: basitçebeyan: açıklama (bk. b-y-n)beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)cevher-i beyanî: beyâna dair cevher (bk. b-y-n)esbabperest: sebeplere tapan (bk. s-b-b)fikr-i avâm: halkın düşüncesi (bk. f-k-r)hakaik-i gàmıza: derin hakikatler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)herc ü merc: karışıklık, dağınıklıkhilâf-ı akıl ve hikmet: akla ve hikmete aykırı (bk. ḥ-k-m)hiss-i âmme: genelin duygusuicmâlen: özetle, kısaca (bk. c-m-l)ifham: (he ile) anlatmailzam: susturma, mağlup etmeinsicam: düzgünlük, uyumluluk, pürüzsüz olmainsicam-ı ecmel: çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama (bk. c-m-l)
intizam: düzen, tertip (bk. n-ẓ-m)intizam-ı ekmel: çok mükemmel düzenlilik (bk. n-ẓ-m; k-m-l)istiğna: ihtiyaç duymama (bk. ğ-n-y)istimal: kullanmakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)letafetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)muâraza: sözle mücadelemünâfi-i his ve bedâhet: duygu ve açıklığa zıtmütekellim: konuşan (bk. k-l-m)nazar-ı umumî: umumun bakışı (bk. n-ẓ-r)nevi: çeşit, türnokta-i istinad: dayanak noktası (bk. s-n-d)
rencide etmek: incitmeksanemperest: puta tapanselâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s)semâvat: gökler (bk. s-m-v)silsile-i hakaik: gerçekler zinciri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)şirk: ortaktabirat: tabirler, ifadeler (bk. a-b-r)taciz: rahatsız etme, sıkıntı vermetahayyül: hayal etme (bk. ḫ-y-l)talim: öğretme (bk. a-l-m)tefehhüm etmek: anlamaktekzip: yalanlamatezkir: hatırlatmaulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)zahirâne: açıkça (bk. ẓ-h-r)zir ü zeber: darmadağınık, alt üst
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
İnsan der Çürümüş kemikleri kim diriltecek Sen de Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek. Yâsin Sûresi, 3678-79. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 9.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 10.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
…
Makam-ı ifham ve ilzamda binler misallerinden yalnız şu iki misale bak.
Yani, “Eğer bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazire yapınız.” İşârâtü’l-İ’câz’da izah ve ispat edildiği için, burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan diyor:
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin2 dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.
Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edip, bir âlim olsun.
Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ân’a bir nazire yapınız.
Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit olmayan hakaik-i Kur’âniyeden ve mânevî çok mu’cizâtından kat’-ı nazar, yalnız nazmındaki belâğatine nazire olarak bir eser yapınız.
فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ 3
ilzamıyla der: Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur’ân kadar olmasın, yalnız
بِعَشْرِ سُوَرٍ
on sûresine nazire getiriniz.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire getiriniz.
Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire ibraz ediniz.
bâtıl: yalan, gerçek dışı belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) beşer: insan bülega: belâğatçiler, edebiyatçılar (bk. b-l-ğ) edip: edebiyatçı hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) himmet: yardım hutebâ: hatipler (bk. ḫ-ṭ-b)
ibraz etmek: ortaya koymak, göstermek icmâl: özet (bk. c-m-l) ilzam: susturma, mağlup etme ins: insan izah: açıklama kabil-i taklit: taklidi mümkün kat-ı nazar: dikkate almama (bk. n-ẓ-r) kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâm-ı İlâhî: Allah kelâmı (bk. k-l-m; e-l-h) kıraat: okuma kitabet: yazma (bk. k-t-b) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı meşhur: tanınmış mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n) müftereyat: uydurmalar nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen
Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde—çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette
işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.
Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’ân dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de:
لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَياَنٌ
Evet, beyan-ı Kur’ân’dan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.
Dipnot-1
“Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) asabiyet: ırkçılık, kendi akraba ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
haps-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d) haysiyet: itibar, şeref, değer helâket: yok oluş ilzam: susturma, mağlup etme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham: delille susturma makamı mertebe: kat, derece misal: örnek (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) sanem: put zillet: alçaklık, aşağılık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Yâsin Sûresi, 36:78-79.
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
İnsan der Çürümüş kemikleri kim diriltecek Sen de Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek. Yâsin Sûresi, 3678-79. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 9.
“Hikmetli Kur’ân’a kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kur’ân var. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’câz var.”
Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’câzlı misallerinden, şu:
Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten
Dipnot-5
Yâsin Sûresi, 36:1-3.
Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.
acip: hayret verici, şaşırtıcı beyan: açıklama (bk. b-y-n) bidayeten: başlangıçta ferman etmek: buyurmak Hak: doğru, gerçek; her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüccet: delil i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü (bk. v-c-z) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkar: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) kasem: yemin kat’î: kesin kelâm: söz (bk. k-l-m) keyfe: “nasıl?” keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lâfz: ifade, kelime
inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i
كُنْ فَيَكُونُ 1
ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.
Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu
ilâ âhir. Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasinde ispat ve izah edildiği gibi, Benî İsrail’e der: “Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ aleyhisselâmın bütün mu’cizâtına karşı lâkayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-2
“Sonra, bütün bunların ardından, kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston Benî İsrail: İsrailoğulları beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) divane: akılsız, deli eblehçe: ahmakça ecza-yı asliye: asıl parçalar (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) envâ: türler, çeşitler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inşa etmek: yaratmak, vücuda getirmek (bk. n-ş-e) istib’âd: inkâr, akıldan uzak görme istirahat: dinlenme izah: açıklama
karn: asır, çağ, devir kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) lâkayt: ilgisiz letaif: latifeler, duyular (bk. l-ṭ-f) makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı makam-ı irşad: doğru yolu gösterme makamı (bk. r-ş-d) mânâ-yı irşadî: doğru yolu gösterici mânâ (bk. r-ş-d) mebhas: bahis, kısım mizan-ı hikmet: hikmet terazisi (bk. v-z-n; ḥ-k-m) mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) mûnis: sevimli, dost Mûsâ: (bk. bilgiler) müessir: tesirli, etkili nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) ordu-misal: ordu gibi (bk. m-s̱-l) rakik: ince, nazik rû-yi zemin: yeryüzü sair: diğer
sayha: sesleniş Sûr-u İsrâfil: Allah’ın emri ile Hz. İsrafil’in kıyamet kopacağı zaman üfleyeceği boru (bk. bilgiler-İsrafil) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şefik: çok şefkatli (bk. ş-f-ḳ) tabur-misal: tabur gibi (bk. m-s̱-l) taife: topluluk tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) teşkil etmek: meydana getirmek Zât-ı Kadîr-i Alîm: herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m) zerrât: zerreler zerrât-ı esasiya: temel zerreler zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir. Nasıl ki nazmında cezalet, lâfzında fesahat, mânâsında belâğat, üslûbunda bedâat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. Meselâ:
Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misallerinden, meselâ Sûre-i
هَلْ اَتٰى عَلَى اْلاِنْسَانِ 1
de beyanatı, HAŞİYE-1 âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.
Makam-ı terhib ve tehditte pek çok misallerinden, meselâ
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m) bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) beraat: üstünlük, harika güzellik beşer: insan beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dakik: ince ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) envar: nurlar (bk. n-v-r) esrar: sırlar, gizemler faik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ) hadsiz: sınırsız, sayısız harikulâde: olağanüstü haşiye: dipnot, açıklayıcı not haşmet: büyüklük, görkem hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m) huri: Cennet kızı huruf/hurufat: harfler ifham: (he ile) anlatma ifhâm: (ha ile) delille susturma insicam: düzgünlük, uyumluluk intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) lâfz: ifade, kelime libas: elbise makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış meâl: mânâ, açıklama
medar: dayanak, eksen medih: övgü mertebe: derece metanet: sağlamlık muhal: imkânsız münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b) nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b) tefevvuk: üstünlük tergib: isteklendirme, teşvik terhib: korkutma tesadüf: rastlantı üslûb: ifade tarzı üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m) zem: kınama, kötüleme
simahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve
تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 1
söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.
Makam-ı medhin binler misallerinden, başında Elhamdü lillâh olan beş sûrede2 beyanat-ı Kur’âniye güneş gibi parlak, HAŞİYE-1 yıldız gibi ziynetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.
Makam-ı zem ve zecirde binler misallerinden, meselâ
âyetinde zemmi altı derece zemmeder, gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer.
İşte, birinci hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?
İkincisi: يُحِبُّ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
“Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” Hucurât Sûresi, 49:12.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) amel: davranış, iş âyâ: acaba beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cemaat: topluluk (bk. c-m-a) darî: acı ve dikenli bir ağaç dimağ: beyin Elhamdü lillâh: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) gayz: öfke gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme (bk. ğ-y-b)
haşmetli: büyük, ihtişamlı hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) insaniyet: insanlık kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) lâfz: ifade, kelime mahal: yer makam-ı medh: övgü makamı makam-ı zem ve zecir: kötüleme ve yasaklama makamı malûm: bilinen (bk. a-l-m) menfur: nefret edilen rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?
Demek, zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak, nasıl ki şu âyet îcazkârâne altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’câzkârâne altı derece o cürümden zecreder.
asabiyeten: milliyet ve soy açısından âzâ: organlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cihet: yön cürüm: suç, günah divane: deli, akılsız envâ: türler, çeşitler fevkinde: üstünde fıtrat: mizaç, karakter (bk. f-ṭ-r) fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) gıybet: başkalarının arkasından hoşlanmayacağı şekilde konuşmak, çekiştirmek (bk. ğ-y-b) girif: iç içe girmiş, karışık gurub: batış haşir: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) i’câzkârâne: benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde (bk. a-c-z)
îcazkârâne: az sözle çok mânâlar anlatarak (bk. v-c-z) ihyâ-yı arz: yeryüzünün diriltilmesi (bk. ḥ-y-y) insafsızca: vicdansızca intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) istib’âd: akıldan uzak görme izale: giderme kalem-i kudret: kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kat’î: kesin kelâm: söz, ifade (bk. k-l-m) keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) makam-ı ispat: ispat makamı mazlum: zulme uğrayan (bk. ẓ-l-m) mezmum: kötü muhterem: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m) müstekreh: çirkin, tiksinilen, iğrenç nazar-ı beşer: insanın bakışı, dikkati (bk. n-ẓ-r)
nümune: örnek rikkat-i cinsiye: kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissi sıla-i rahm: akrabayla ilişki halinde olma (bk. r-ḥ-m) sikke: mühür, damga şahs-ı mânevi: mânevî kişilik (bk. a-n-y) tarz: şekil, biçim temyiz: ayırma tulû: doğuş vahdâniyet: Allah’ın birliği, ortağının ve benzerinin olmayışı (bk. v-ḥ-d) Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı görülen Allah (bk. v-ḥ-d) zecretmek: sakındırmak, yasaklamak zem: kötüleme, kınama zemin: yer zemmetmek: kötülemek
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 7.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.