Ahiretimizi ağlamaktan kurtaran tam bir teselli: KARDEŞ OLMAK – Cumartesi Dersleri 13. 7.

Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyat’ından Sözler isimli eserinen On Üçüncü Söz’de yer alan kısa bir mektup ele alınmaktadır. Hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli vermek ve KARDEŞ OLMAK konusu ele alınmaktadır.

Ahiretimizi ağlamaktan kurtaran tam bir teselli KARDEŞ OLMAK - Cumartesi Dersleri 13. 7.
Ahiretimizi ağlamaktan kurtaran tam bir teselli KARDEŞ OLMAK – Cumartesi Dersleri 13. 7.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

On Üçüncü Söz

İkinci Makam

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1    اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ     2

Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.

Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.

İşte, şimdi sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyete deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer ve revolver de verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.


Dipnot-1

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-2

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


adavet: düşmanlık
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)
bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız
biçare: çaresiz, zavallı
cihet: yön
Denizli: (bk. bilgiler)
eşedd-i istibdat: baskının en şiddetlisi
eşedd-i zulüm: zulmün en şiddetlisi (bk. ẓ-l-m)
fitrî: yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r)
galip: yenen, üstün gelen
gam: sıkıntı, üzüntü
güya: sanki
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ihtar: hatırlatma
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı, lütfu (bk. a-n-y; e-l-h)
irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)
kat’î: kesin
Leyle-i Kadir: Kadir gecesi
mağlup: yenilen
mahpus: hapsedilmiş olan
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
mavzer: bir cins tüfek
mesele-i mühimme: önemli mesele (bk. m-s̱-l)
meyusiyet: ümitsizlik
mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)
musibetzede: felakete uğramış
nev-i beşer: insanlık, insan türü
revolver: tabanca, küçük silah
sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ)
son Harb-i Umumî: İkinci Dünya Savaşı
tahribat: yıkımlar, bozmalar
tecavüz: saldırma, sataşma
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği (bk. s-l-m)
zayi: kayıp
zeyl: ilâve, ek

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.219

Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.

Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK - Cumartesi Dersleri 13. 6.
Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta: “Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK” konusu işleniyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de barışmak ile ilgili bir mektup ele alınmaktadır.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat: BARIŞMAK – Cumartesi Dersleri 13. 6.


بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1     وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَۤائِمًا     3

Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,

Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika


Dipnot-1

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-2

“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-3

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz
dahilde: içeride
defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n)
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hariçte: dışarıda
hususan: özellikle
ihtar: hatırlatma
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h)
kâfi: yeterli
lillâh: Allah için
mâdum: yok, ölü
mahpus: hapsedilmiş olan
mahrumiyet: yoksunluk
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
meyusiyet: ümitsizlik
mezkûr: sözü geçen
minnet: başa kakma
musibetzede: felâkete uğrayan
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y)
sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)
şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ)
şekva: şikayet
zarfında: içinde
ziyadeleşmek: fazlalaşmak

intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.1

Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez.2 O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş.

Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek”3 İslâmiyet emrediyor.

Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î musibet büyük olur, devam eder.

Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşaallah, bârekâllah” dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.

Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.


Dipnot-1

bk. Nisâ Sûresi, 4:128; Hucurât Sûresi, 49:9.

Dipnot-2

bk. Nahl Sûresi, 16:61; Münâfikûn Sûresi, 63:11.

Dipnot-3

bk. Müslim, Birr: 25.


adavet: düşmanlık
bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k)
bedel: karşılık
bilhassa: özellikle
cüz’î: küçük (bk. c-z-e)
Denizli: (bk. bilgiler)
ecel: ölüm vakti
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
elzem: çok gerekli
fitne: bozgunculuk, ara bozma
garaz: kötü kasıt
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iktiza: gerektirme
istirahat-i şahsiye ve umumiye: şahsın ve toplumun rahatı
kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
kàtil: öldüren
katl: öldürme
kazâ: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y)
kaza-i İlâhiye: Allah’ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi (bk. ḳ-ḍ-y; e-l-h)
mabeyn: ara
mahpus: hapsedilmiş olan
maktul: öldürülen
maşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yapmış
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
münafık: iki yüzlü, olduğundan farklı görünen
musalâha etmek: barışmak (bk. ṣ-l-ḥ)
sulh: barış (bk. ṣ-l-ḥ)
teneffüs: nefes alma, rahatlama
tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek
uhuvvet: kardeşlik
ziyade: fazla, çok

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.217

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/nisa-suresi-4/ayet-128/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/hucurat-suresi-49/ayet-9/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

Svenska – Turkiska – İsveççe – Türkçe – språk studie – dil çalışması – Människan och Universum 1 – İnsan ve Kainat – Första Kapitlet – Första Punkten

Svenska – Turkiska - İsveççe - Türkçe - språk studie - dil çalışması - Människan och Universum 1 - İnsan ve Kainat - Första Kapitlet - Birinci Mebhas - Första Punkten - Birinci Nokta

Svenska – Turkiska - İsveççe - Türkçe - språk studie - dil çalışması - Människan och Universum 1 - İnsan ve Kainat - Första Kapitlet - Birinci Mebhas - Första Punkten - Birinci Nokta
Svenska – Turkiska – İsveççe – Türkçe – språk studie – dil çalışması – Människan och Universum 1 – İnsan ve Kainat – Första Kapitlet – Birinci Mebhas – Första Punkten – Birinci Nokta

 

Svenska – Turkiska

İsveççe – Türkçe

Språk Studie –  Dil Çalışması

Människan och Universum 1

 İnsan ve Evren 1

Första Kapitlet – Första Punkten

 İlk Bölüm – Birinci Nokta

Det tjugotredje ordet från Master Bediuzzaman Said Nursis “Ord från Risale-i Nur Collection”.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirmi Üçüncü Söz.

Denna svenska – turkiska språk studie täcker första punkten i kapitel ett.

Bu İsveççe – Türkçe dil çalışması birinci bölümdeki ilk noktayı kapsamaktadır.

Vi hoppas att denna språkstudie kommer att vara användbar för dig som studerar svenska – turkiska eller turkiska – svenska.

Bu dil çalışmasının İsveççe – Türkçe veya Türkçe – İsveççe öğrenenler için faydalı olacağını umuyoruz.

Vi tror att denna språkstudie kommer att vara användbar även vid översättning från svenska till turkiska eller från turkiska till svenska.

Bu dil çalışmasının İsveççe’den Türkçe’ye veya Türkçe’den İsveççe’ye çeviri yaparken de faydalı olacağına inanıyoruz.

I denna del av boken, som har huvudtiteln människan och universum, nämns att människan är ett antikt konstverk.

İnsan ve kainat ana başlığını taşıyan kitabın bu bölümünde insanın antika bir sanat eseri olduğundan bahsedilmektedir.

NOTERA:

NOT:

Medan den här studien genomfördes inleddes den först med en svensk mening.

Bu çalışma yapılırken önce İsveççe bir cümle ile başladı.

Sedan översattes den från Google Translate.

Daha sonra Google Translate’den çevrildi.

Därför förekom det enstaka förkortningar av meningar och semantiska skiftningar i översättningar.

Bu nedenle, zaman zaman cümle kısaltmaları ve çevirilerde anlam kaymaları yaşandı.

Av denna anledning ingår originaltexten till det tjugotredje ordet, som översatts från turkiska till svenska med namnet Människan och universum.

Bu nedenle İnsan ve Kainat adıyla Türkçeden İsveççeye çevrilen Yirmi Üçüncü Söz’ün orijinal metnine yer verilmiştir.

Betydelsen av de ord vars betydelse är okänd från originaltexten anges precis under meningen.

Orijinal metinden anlamı bilinmeyen kelimelerin anlamı cümlenin hemen altında verilmiştir.

Meningar som översatts från Google Translas ges på den blå bakgrunden.

Google Çeviri’den çevrilen cümleler mavi arka planda verilmiştir.

De ursprungliga meningarna ges på den gula marken.

Orijinal cümleler sarı zeminde verilmiştir.

Dessutom översattes originaltexterna från turkiska till svenska med Google Translate.

Ayrıca orijinal metinler Google Translate ile Türkçeden İsveççeye çevrilmiştir.

Dessa översättningar ges på en grå bakgrund.

Bu çeviriler gri bir arka plan üzerinde verilmiştir.

Dessa översättningar från svenska till turkiska med Google Translate och andra översatta meningar ges också på grön bakgrund.

Google Translate ile İsveççe’den Türkçe’ye yapılan bu çeviriler ve diğer çevrilmiş cümleler de yeşil bir arka plan üzerinde verilmektedir.

Det tjugotredje ordet

Yirmi üçüncü kelime

Yirmi Üçüncü Söz

Detta Ord innehåller två kapitel.

Bu Söz iki bölümden oluşmaktadır.

Şu Sözün iki Mebhası vardır.

mebhas: bahis, konu

Detta ord har två satsningar.

Bu kelimenin iki bahsi var.

 لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ 

    ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ 

    اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ    

I GUDS, DEN NÅDERIKES, DEN BARMHÄRTIGES NAMN

RAHMAN, RAHİM OLAN ALLAH’IN ADINA

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

I Allahs namn, den Nådigaste och Barmhärtige.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

[95:4] Vi har sannerligen skapat människan i den bästa skepnad

Andolsun, biz insanı en güzel surette yarattık.

Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. ﴾4﴿

Vi har verkligen skapat människan i bästa form.

Biz insanı gerçekten en güzel şekilde yarattık.

[95:5] men därefter låtit henne sjunka lägre än de lägsta,

ama sonra en alttan daha aşağı batmasına izin verin,

Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. ﴾5﴿

Sedan tog vi ner honom nedanför.

Sonra onu aşağıya indirdik.

[95:6] utom dem som tror och lever ett rättskaffens liv; ja, deras lön skall vara utan ände!

Ancak iman edip salih bir hayat yaşayanlar; evet, mükafatları sonsuz olacak!

Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar başka; onlar için kesintisiz bir ödül vardır. ﴾6﴿

Utom för dem som tror och gör användbara gärningar för världen och livet efter detta; för dem finns en oavbruten belöning.

İnanıp dünya ve ahiret için faydalı işler yapanlar müstesna; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.

FÖRSTA KAPITLET

İLK BÖLÜM

Birinci Mebhas

mebhas: bahis, konu

Första satsningen

İlk bahis

Vi ska i fem punkter förklara endast fem av trons tusentals skönheter.

Biz beş maddede imanın binlerce güzelinden sadece beşini açıklayacağız.

İMANIN binler mehâsininden yalnız beşini, Beş Nokta içinde beyan ederiz.

mehâsin: güzellikler                                                                     beyan: açıklama 

Vi förklarar bara fem av TROENS tusentals välsignelser i de fem punkterna.

İNANÇ’ın binlerce nimetinden sadece beşini beş noktada açıklıyoruz.

FÖRSTA PUNKTEN

İLK NOKTA

BİRİNCİ NOKTA

FÖRSTA PUNKT

İLK NOKTA

Genom trons ljus stiger människan högre än de högsta och uppnår ett värde värdig Paradiset.

İnsan, imanın nuru ile en yüksekten yükselir ve Cennete lâyık bir değere kavuşur.

İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır.

nur-u iman: iman nuru      âlâ-yı illiyyîn: yücelerin en yücesi

Människan stiger upp till den högsta av höga höjder med sitt trosljus och får ett värde som är värdigt Paradiset.

İnsan, iman nuru ile yükseklerin en yükseğine çıkar ve Cennete layık bir değer kazanır.

Och genom förnekandets mörker sjunker hon lägre än de längsta och faller till en position som passar Helvetet.

Ve inkarın karanlığında en yüksekten daha aşağı batar ve cehenneme yakışır bir konuma düşer.

Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer.

zulmet-i küfür: inkâr karanlığı          esfel-i sâfilîn: aşağıların en aşağısı                              ehil: lâyık

Och med förnekelsens mörker faller han till det lägsta av det lägsta och går in i en situation som kommer att kvalificera sig för helvetet.

Ve inkar karanlığıyla, aşağıların en aşağısına düşer ve cehenneme lâyık olacak bir duruma girer.

För tron förenar människan med den Allhärliga Skaparen.

Çünkü iman insanı Yüce Yaratıcı ile birleştirir.

Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor.

Sâni-i Zülcelâl: yüceliği ve haşmeti sonsuz olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah            

nisbet etme: bağlama

Eftersom tron ​​tillskriver människan den Högste, Majestätiska Konstnären.

Çünkü iman insanı Yüce, Görkemli Sanatçıya nispet eder.

Tro är att ansluta sig.

İnanmak bağlanmaktır.

İman bir intisaptır.

intisap: bağlanma

Tro är en bindning.

İnanç bir bağdır.

Således får människan sitt värde i kraft av den Gudomliga Namn som uppenbaras henne genom tron.

Böylece insan, iman yoluyla kendisine indirilen İlâhi İsmi ile değerini alır.

Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır.

tezahür: ortaya çıkma, görünme      san’at-ı İlâhiye: Allah’ın san’atı        nukuş-u esmâ-i Rabbâniye: Allah’ın güzel isimlerinin nakışları

I så fall får en person ett värde i termer av den gudomliga konsten och nukuş-u esmâ-i Rabbâniye som manifesteras i människan genom tro.

O halde insan, ilâhî sanat açısından bir değer kazanır ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye, imanla insanda tecelli eder.

Förnekande bryter den anslutningen och på grund av detta brott döljs den Gudomliga konsten.

İnkar bu bağı koparır ve bu kopukluktan dolayı İlâhi sanat gizlenir.

Küfür o nisbeti kat’ eder. O kat’dan, san’at-ı Rabbâniye gizlenir.

küfür: inkâr, inançsızlık      nisbet etme: bağlama       kat’ etmek: kesmek           san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı

Förnekelse upphäver det förhållandet. I den frånkopplingen förblir Herrens konst dold.

İnkar, bu ilişkiyi iptal eder. Bu kopuklukta Rab’bin sanatı gizli kalır.

Hennes värde blir då endast det av en materia.

Onun değeri o zaman yalnızca bir maddenin değeri olur.

Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur.

Dess värde är endast i termer av materia.

Değeri sadece madde bakımındandır.

Och eftersom detta tillstånd endast är av ett flyktigt, övergående, tillfälligt djurliv är dess värde ingenting.

Ve bu koşul, yalnızca geçici, geçici, geçici bir hayvan yaşamına ait olduğundan, değeri hiçbir şey değildir.

Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

fâniye: gelip geçici             zâile: geçip giden               muvakkat: geçici               hayat-ı hayvanî: hayvanî hayat

Materia, å andra sidan, har inget värde, eftersom det är både ett dödligt, ett dött och ett tillfälligt djurliv.

Maddenin ise hiçbir değeri yoktur, çünkü hem ölümlü, hem ölü, hem de geçici bir hayvan yaşamıdır.

Vi ska förklara detta mysterium genom en jämförelse.

Bu gizemi bir karşılaştırma ile açıklayacağız.

Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz.

sır: gizem, gizli gerçek       temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji              beyan: açıklama

Vi kommer att förklara denna hemlighet med en representation.

Bu sırrı bir temsille açıklayacağız.

Till exempel: bland människans konst är värdet av det material som används och konstverket helt annorlunda.

Örneğin: İnsan sanatı arasında kullanılan malzeme ile sanat eserinin değeri birbirinden tamamen farklıdır.

Meselâ, insanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san’atın kıymeti ayrı ayrıdır.

Till exempel i människors konst, precis som materiens värde och konstens värde är åtskilda.

Örneğin insan sanatında, tıpkı maddenin değeri ile sanatın değeri birbirinden ayrı olduğu gibi.

Ibland är de jämlika, ibland är materialet mer värdefullt och ibland händer det att man i material värt fem kurush som järn finna konst värt fem lira.

Bazen eşittir, bazen malzeme daha değerlidir ve bazen de demir gibi beş kuruşluk bir malzemede beş liralık sanat bulursunuz.

Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. 

müsavi: eşit                                      kıymettar: değerli

Ibland är det lika, ibland är materia mer värdefullt; Ibland finns det en konst på fem lira i ett föremål som ett fem centsjärn.

Bazen eşittir, bazen madde daha değerlidir; Bazen beş kuruşluk demir gibi bir eşyada beş liralık bir sanat vardır.

Ibland kan också ett antikt konstverk vara värt en miljon medan materialet det består av inte ens är värt fem kurush.

Bazen bir antika eser de bir milyon değerinde olabilirken, yapıldığı malzeme beş kuruş bile değil.

Belki, bazan, antika olan bir san’at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor.

Ibland kanske en antik konst är värd en miljon, men föremålet är inte värt fem öre.

Bazen bir antika sanat bir milyon değerinde olabilir, ancak nesne beş kuruş değerinde değildir.

Om ett sådant konstverk tas till antikmarknaden och tillskrivs en briljant och skicklig konstnär från förr och presenteras med att nämna konstnären och konstverket, så kan det säljas för en miljon liras.

Böyle bir eser antikacıya götürülür ve geçmişin parlak ve maharetli bir sanatçısına atfedilir ve sanatçının adı ve eseriyle birlikte sunulursa bir milyon liraya satılabilir.

İşte, öyle antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san’atkârına nisbet ederek, o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır.

hârika-pîşe: olağanüstü işler yapan                              hünerver: becerikli            nisbet etmek: bağ kurmak

yad etmek: anmak             teşhir edilme: sergilenme

Här skulle en sådan antik konst säljas för ett miljonpris om man gick till antikhandlarens basar och ställdes ut med den konsten och tillskrev den en mycket gammal och begåvad hantverkare som gjorde extraordinära verk.

Burada antikacıların çarşısına gidip o sanatı sergileseniz ve onu olağanüstü işler yapan çok eski ve yetenekli bir ustaya atfetseniz, böyle bir antika sanat bir milyon fıyata satardı.

Om den däremot tas till skrothandlaren kommer det enda priset man får vara de fem kurush som järnet är värt.

Ancak hurdacıya götürülürse, alacağınız tek fiyat demirin beş kuruş değeri olacaktır.

Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

baha: kıymet, değer, fıyat

Går du på grovsmedsbasaren kan den köpas till priset av ett femcentsjärn.

Demirciler çarşısına giderseniz, beş kuruş demir fiyatına satın alınabilir.

Människan är således ett sådant antikt konstverk av Gud den Allsmäktige.

Dolayısıyla insan, Yüce Allah’ın çok eski bir sanat eseridir.

İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san’atıdır.

Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah

Människan är en sådan antik konst av Allah den Allsmäktige.

İnsan, Yüce Allah’ın çok eski bir sanatıdır.

Genom Hans makt är människan det mest subtila och eleganta mirakel som Han skapat för att manifestera alla Sina Namn och deras inskription i form av ett minityrexemplar av universum.

İnsan, O’nun kudretiyle, O’nun bütün isimlerini ve onların yazıtlarını evrenin minyatür bir örneği şeklinde tecelli etmek için yarattığı en ince ve zarif mucizedir.

Ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

nazik: ince, zarif    nâzenin: ince, nazik, nazlı     mu’cize-i kudret: Allah’ın sonsuz kudretiyle bir mu’cize eseri olarak yarattığı şey 

esmâ: isimler         cilve: yansıma                       mazhar: yansıma ve görünme yeri           medar: eksen, vesile     

kâinat: evren, yaratılmış herşey                          misal-i musağğar: küçültülmüş nümune, örnek

Och det är maktens mest eleganta och milda mirakel; Han skapade människan med reflektion av alla hennes namn och som ett medel att brodera och ett reducerat exempel för universum.

Ve bu, gücün en zarif ve nazik mucizesidir; İnsanı, tüm isimlerinin yansımasıyla, işleme aracı ve evren için küçültülmüş bir örnek olarak yarattı.

Om människans väsen fylls med trons ljus kan alla dessa betydelsfulla inskriptioner läsas av henne.

İnsanın varlığı iman nuru ile dolmuşsa, bütün bu önemli yazıtlar onun tarafından okunabilir.

Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur.

nur-u iman: iman nuru, aydınlığı                                                  mânidar: anlamlı

Om trons ljus kommer in i dig läses alla meningsfulla broderier på det med det ljuset.

İçine iman nuru girerse, üzerindeki bütün manalı nakışlar o nurla okunur.

Som en troende läser hon dem medvetet och genom denna anslutning får hon andra att läsa dem.

Bir mümin olarak bunları bilinçli olarak okur ve bu bağlantıyla başkalarının okumasını sağlar.

O mü’min, şuurla okur ve o intisapla okutur.

mü’min: iman etmiş, inanmış           şuur: bilinç, idrak, anlayış                 intisap: bağlanma

Den troende läser medvetet och får det att läsa med entusiasm.

Mümin bilinçli olarak okur ve şevkle okutur.

Människan som ett av Gud skapat konstverk blir därmed uppenbar genom uttryck som, “Jag är den Allhärlige Skaparens värk och skapelse. Jag manifesterar Hans barmhärtighet och frikostighet.”

İnsan, Allah’ın yarattığı bir sanat eseri olarak, “Ben, Yüce Yaratıcı’nın eseri ve eseriyim. Ben O’nun rahmetini ve lütfunu ortaya koyuyorum.

Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.

Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah                            

masnû: san’at eseri varlık                mahlûk: yaratık     rahmet: şefkat, merhamet              kerem: lütuf, ikram, iyilik          

mazhar: yansıma ve görünme yeri                               san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı                              tezahür: görünme, ortaya çıkma

Det vill säga med betydelser som “Jag är den Allsmäktiges konst, jag är hans skapelse, jag är mottagaren av hans barmhärtighet och nåd”, manifesterar Herrens konst i människan.

Yani “Ben Yüce Allah’ın sanatıyım, O’nun yarattıklarındanım, O’nun rahmet ve ihsanına sahibim” gibi anlamlarla Rabbin sanatı insanda tecelli eder.

Det är alltså tron, vilken består i att förena sig med Skaparen, som uppenbarar människan som ett konstverk.

Bu nedenle insanı bir sanat eseri olarak ortaya çıkaran, Yaradan ile birleşmeyi içeren inançtır.

Demek, Sâniine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder.

Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah             intisap: bağlanma          âsâr-ı san’at: san’at eserleri       izhar: gösterme

Det vill säga, tron, som består av intimitet med Skaparen, avslöjar alla konstverk i människan.

Yani Yaradan ile yakınlıktan oluşan iman, insandaki tüm sanat eserlerini ortaya çıkarır.

Människans värde består i att vara ett av Gud skapat konstverk och i kraft av att vara en spegling av den Ädla Enheten.

İnsanın değeri, Allah’ın yarattığı bir sanat eseri olması ve Yüce Birliğin bir yansıması olması nedeniyledir.

İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyeye göre olur; ve âyine-i Samedâniye itibarıyladır.

san’at-ı Rabbâniye: Allah’ın san’atı              

âyine-i Samedâniye: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkes Ona muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna

Människans värde är enligt den gudomliga konsten; och för att det är en spegel som visar Allah, vem behöver ingenting.

İnsanın değeri ilahi sanata göredir; ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’ı gösteren bir ayna olduğu için.

I detta avseende blir den obetydliga människan Guds adressat och Upprätthållarens gäst värdig Paradiset och överlägsen alla andra skapelser.

Bu bakımdan önemsiz insan, Allah’ın muhatabı ve Rabbinin misafiri olur, Cennete lâyık ve bütün mahlûkatlardan üstün olur.

O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.

misafir-i Rabbânî: Allah’ın misafiri                     muhatab-ı İlâhî: Allah’a muhatap olan

I så fall blir denna obetydliga person en gudomlig samtalspartner framför alla varelser och en gäst värdig Paradiset.

Bu durumda bu önemsiz kişi, tüm varlıkların önünde ilahi bir muhatap ve Cennete layık bir misafir olur.

Skulle emellertid förnekande, som är ett brott av anslutningen, drabba människans väsen försänks alla dessa betydelsefulla inskriptioner av Gudomliga Namn ner i mörker och blir oläsliga.

Ancak, bir bağın kopması olan inkar, insanın özüne isabet ederse, bütün bu önemli İlâhi İsimler kitabeleri karanlığa gömülür ve okunmaz hale gelir.

Eğer kat’-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz.

kat’-ı intisap: mensubiyet bağını kesme       küfür: inkâr, inançsızlık                     mânidar: anlamlı               

nukuş-u esmâ-i İlâhiye: Allah’ın güzel isimlerinin nakışları 

Om hädelsen, som består i att bryta hans band, kommer in i en person, då faller de meningsfulla broderierna av alla dessa namn på Allah i mörker och kan inte läsas.

Bağını koparmak olan küfür insana girerse, Allah’ın bütün bu isimlerinin manalı işlemeleri karanlığa düşer ve okunamaz.

För om Skaparen glöms bort kommer de andliga sidorna av Honom inte att begripas utan kommer att falla.

Çünkü Yaradan unutulursa, O’nun manevi yönleri anlaşılmaz, düşer.

Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer.

Sâni: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah             müteveccih: yönelik          cihet: yön

För om Konstnären glöms bort är de andliga aspekterna gentemot Konstnären också obegripliga och faller nästan upp och ner.

Çünkü Sanatçı unutulursa Sanatçıya yönelik manevi yönler de anlaşılmaz ve adeta alt üst olur.

De flesta av dessa betydelsefulla sublima konstverk och upphöjda inskriptioner kommer att döljas.

Bu önemli ulvi sanat eserlerinin ve kabartma kitabelerin çoğu gizlenecektir.

O mânidar âli san’atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. 

mânidar: anlamlı                âli: yüce

De flesta av dessa meningsfulla sublima konster och andligt sublima broderier kommer att döljas.

Bu manalı ulvi sanatların ve manevî ulvi nakışların çoğu gizlenecektir.

Återstoden, och en stor del av det som kan ses med ögat, kommer att tillskrivas obetydliga saker, som naturen och slumpen, och slutligen helt att förlora sitt värde.

Geri kalan ve gözle görülenlerin büyük bir kısmı tabiat ve tesadüf gibi önemsiz şeylere atfedilecek ve sonunda tamamen değerini kaybedecektir.

Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder.

bâki: kalan kısım                süflî: aşağı                       esbab: sebepler                 

tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem           sukut etme: düşme, alçalma

Den återstående och synliga delen, å andra sidan, ges till vidriga orsaker, natur och tillfälligheter, och sjunker så småningom.

Geriye kalan ve görünen kısım ise aşağılık sebeplere, tabiata ve tesadüflere verilir ve yavaş yavaş batar.

De briljantslipade diamanterna blir matta bitar av glas.

Zekice kesilmiş elmaslar donuk cam parçaları haline gelir.

Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar.

Medan var och en är en ljus diamant, blir de en tömd flaska.

Her biri parlak birer elmas iken, boş bir şişeye dönüşüyorlar.

Människans betydelse ses bara från hennes djuriska, fysiska existens.

İnsanın önemi, yalnızca hayvani, fiziksel varlığından anlaşılır.

Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. 

madde-i hayvaniye: hayvanî madde

Dess betydelse ser bara på djurets material.

Anlamı sadece hayvanın malzemesine bakar.

Som sagt är syftet och frukten av hennes fysiska existens endast att genomgå ett kort liv som det mest oförmögna, behövande och sörjande av djur.

Bununla birlikte, fiziksel varlığının amacı ve meyvesi, hayvanların en çaresiz, muhtaç ve kederlisi olarak kısa bir ömür geçirmekten başka bir şey değildir.

Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. 

cüz’î: az          hayvânât: hayvanlar     âciz: güçsüz

Ändamålet och frukten av materien är, som vi har sagt, att bara leva ett litet liv på ett kort liv, när det är det svagaste, mest behövande och sorgligaste av djuren.

Maddenin maksadı ve meyvesi, dediğimiz gibi, hayvanların en zayıfı, en muhtaçı, en hüzünlü olduğu kısacık ömürde azıcık bir hayat yaşamaktır.

För att sedan sönderfalla och förgås.

Daha sonra parçalanmak ve yok olmak.

Sonra tefessüh eder, gider. 

tefessüh: bozulma, kokuşma

Sedan andas han ut och går.

Sonra nefes verir ve gider.

Se hur förnekande förstör den mänskliga naturen och förvandlar diamant till kol.

İnkarın insan doğasını nasıl yok ettiğini ve elması nasıl kömüre çevirdiğini görün.

İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder.

mahiyet-i insaniye: insana ait temel özellikler, insanın içyapısı                      kalb etmek: dönüştürmek

Det är så otro förstör den mänskliga naturen och förvandlar den till kol från diamanter.

İşte inançsızlık insan doğasını böyle bozar ve elmastan karbona dönüştürür.

RESURSER

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

Människan och Universum, Det tjugotredje ordet, Bediuzzaman Said Nursi, Rejhan Publication, Översättning: Thomas Keresturi, Tryckort: Imak Ofset Yenibosna / Istanbul, Februari, 2013.

https://www.koranensbudskap.se/translations.aspx?chapterID=95&langID=1

https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf/kuran-meal-2/duha-suresi-93/ayet-4/diyanet-isleri-baskanligi-meali-1

http://www.erisale.com/#content.tr.1.417

https://www.sozler.com.tr/urun/23-soz-isvecce

Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli – On Üçüncü Söz İkinci Makam – Cumartesi Dersleri 13. 5.

Cumartesi Derslerinde bu hafta Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Sözün İkinci Makamı “Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli” konulu mektup işlenmektedir.

Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli - On Üçüncü Söz İkinci Makam - Cumartesi Dersleri 13. 5.
Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli – On Üçüncü Söz İkinci Makam – Cumartesi Dersleri 13. 5.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Cumartesi Dersleri 13. 5.

On Üçüncü Söz İkinci Makam

Hapis musibetine düşenlere ve onlara nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselli

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2     اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ     3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârâne, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyan edeceğim.

Birinci nokta:

Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.

İşte, ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

İkinci nokta: 

Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.

Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç


Dipnot-2

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-3

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)
bâki: ölümsüz, devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
bilâkis: aksine, tersine
cihet: yön
divanelik: delilik, akılsızlık
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
elem: acı, keder, sıkıntı
elem-i mânevî: mânevî elem, acı (bk. a-n-y)
elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur” (bk. ḥ-m-d; e-l-h)
erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)
fâni: ölümlü, gelip geçici (bk. f-n-y)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haps-i ebedî: sonsuz bir hapis (bk. e-b-d)
hariçten: dışarıdan
istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
kıymettar: kıymetli, değerli
mâdum: yok
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
musibet: belâ, felaket, dert
mütemadiyen: sürekli olarak
muvakkat: geçici
nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)
safa: zevk, keyif
şerâit: şartlar
sıddık: çok doğru (bk. ṣ-d-ḳ)
tahassür: özlem, hasret çekme
tahattur: hatırlama
teessüf: eseflenme, üzülme
teneffüs: nefes alma, nefeslenme
zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)
zevâl-i elem: acı ve kederin sona ermesi (bk. z-v-l)
zevâl-i lezzet: lezzetin sona ermesi (bk. z-v-l)

ve mâdum ve yok olmuşlar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir biçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.

Üçüncü nokta: 

Mahpuslara şefkatkârâne hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte çalışanların, bir sadaka hükmünde, defter-i hasenatına yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin sevabı çok ziyadeleşir.

İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz
dahilde: içeride
defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n)
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hariçte: dışarıda
hususan: özellikle
ihtar: hatırlatma
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h)
kâfi: yeterli
lillâh: Allah için
mâdum: yok, ölü
mahpus: hapsedilmiş olan
mahrumiyet: yoksunluk
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane
meyusiyet: ümitsizlik
mezkûr: sözü geçen
minnet: başa kakma
musibetzede: felâkete uğrayan
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y)
sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)
şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ)
şekva: şikayet
zarfında: içinde
ziyadeleşmek: fazlalaşmak

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.216

HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK – Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir – Cumartesi Dersleri 13. 4.

https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Cumartesi Derslerinde bu hafta hapis, mahpus ve gençlik ile ilgili Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden “Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir” bölümü işlenmektedir.

HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK - Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir - Cumartesi Dersleri 13. 4.
HAPİS, MAHPUS VE GENÇLİK – Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir – Cumartesi Dersleri 13. 4.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün
İkinci Makamının haşiyesidir

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 3

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.

Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.


Dipnot-1

bk. Kamer Sûresi, 54:48; Müddessir Sûresi, 74:26, 27, 42.

Dipnot-2

Şer’î bir kaidedir. “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.”

Dipnot-3

Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
âkıbet: netice, son
âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m)
âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)
bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız
batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü
bedbaht: talihsiz
berzah: kabir âlemi
cazibedar: cazibeli, çekici
dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü
ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r)
ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)
elem: acı, keder, sıkıntı
esef: üzüntü, acı
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
gam: üzüntü
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler, davranışlar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hissiyat: hisler, duygular
hususan: özellikle
katletmek: öldürmek
keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan
mizan: ölçü (bk. v-z-n)
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d)
müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mütemadiyen: sürekli
nev-i insan: insanlık, insan türü
saika: sevk
sakar: yedi Cehennemden birinin ismi
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
suiistimalât: kötü kullanımlar
tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)
teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma
teşkil eden: oluşturan
ziyade: çok, fazla

Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibâha eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.

Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.

Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
bâkileşmek: devamlı ve kalıcı hale gelmek (bk. b-ḳ-y)
beşer: insanlık
biçare: çaresiz
cihet: yön
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i namus: namus sahibi
ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
elem: acı, sıkıntı
elzem: çok gerekli
esef: üzüntü, acı
fâni: gelip geçici, yok olucu (bk. f-n-y)
fuhşiyat: çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler
gam: üzüntü
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hayat-ı bâkiye: kalıcı ve devamlı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)
hevesat: hevesler, arzu ve istekler
hissiyat: hisler, duygular
ibâha: serbest bırakma, helâl gösterme
istikamet: doğruluk
istikbal: gelecek
kahramanâne: kahramanca
kat’î: kesin
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
kütüb ve suhuf-u semaviye: Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen kitaplar ve sahifeler (bk. k-t-b; s-m-v)
mahvetmek: yok etmek
mâni: engel
mes’ut: mutlu
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
mukabele etmek: karşılık vermek
musibet: belâ, felaket, sıkıntı
muzır: zararlı
nevi: çeşit, tür
saadet: mutluluk
sair: diğer
sarf etmek: harcamak
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik
şimal: kuzey
suiistimal: kötü kullanım
taat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma
terbiye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın terbiyesi (bk. r-b-b)
varta: tehlike
zîhayat: canlı, hayat sahibi (bk. ḥ-y-y)
ziyadeleşmek: fazlalaşmak

Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.

Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”

Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudattan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.

Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakîn bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.

Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün,


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r
)aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)
bahtiyar: talihli
biçare: çaresiz
çilehane-i uzlet: yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer
Denizli: (bk. bilgiler)
ecel: ölüm vakti
ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapan, inançsız kimseler ve zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar (bk. ḍ-l-l)
ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)
elem: acı, sıkıntı
farz: Allah’ın kesin emirleri
fevkalâde: olağanüstü
firâk-ı lâyezâlî: sonu olmayan ayrılık (bk. f-r-ḳ; z-v-l)
hakikat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hariçteki: dışarıdaki
hayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)
hüccet: delil
hüsn-ü ahlâk: güzel ahlâk (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d)
istikamet: doğruluk
istirahathane: rahat edilecek, dinlenilecek yer
ıslah: iyileştirme, düzeltme
kafile: grup
kàtil: adam öldüren
keder: sıkıntı, üzüntü
mahbubât: sevilenler, sevgililer (bk. ḥ-b-b)
mahpus: hapsedilmiş olan
maruz: tesiri altında olma
menfaat: yarar, fayda
merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)
muhabbethane: sevgi yeri, muhabbet evi (bk. ḥ-b-b)
müntakim: intikam alan
münzevî: bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, vaktini ibadetle geçiren
müptelâ: düşkün, tutulmuş
müşevveş: düzensiz, karma karışık
musibet: belâ, felaket
müştak: düşkün, istekli
saadet: mutluluk
salih: dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu (bk. ṣ-l-ḥ)
terhis: göreve son verme
tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek
tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen
tezkere: belge
ziyade: çok, fazla

tatlılaşsın. Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir.1 Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.


Dipnot-1

bk. Buharî, Cihâd 5, 73; Müslim, İmâret 112-115, 163; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 26.


istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak

şerâit: şartlar


KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.213

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هَۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ فَلَمَّۤا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ 1 ﴾

Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

 Mukaddeme

Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden

 وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 

âyet-i kerimesinin hükmüne göre;


Dipnot-1

Bakara Sûresi, 2:31-33.

Dipnot-2

“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun
arz: yeryüzü, dünya
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
gayb: görünmeyen âlem
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)]
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama
ihsan: bağış, ikram, lütuf
ikrar: kabul etme, doğrulama
irfan: bilme, anlayış
izhar: gösterme, açığa çıkarma
Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim
lisan: dil
liyakat: lâyık olma
melâike: melekler
mevcut: var olan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş
nekais: eksiklikler, kusurlar
nev-i beşer: insanlar, insanlık
sadık: bağlı, doğru
semavat: gökler
sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi
tasrih etme: açık şekilde bildirme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma
vakta ki: ne zaman ki

Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.

Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:

1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.

2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.


Haşiye-1

Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:

كَأَنَّ الْكِرَامَ الْكٰاتِب۪ـينﭯ تَنَـزَّلُوا ﱬ قَلْبِه۪ وَحْيًا بِمَا ﯺﰍ صَح۪يفَةٍ

(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.

Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


bâtınen: içyüzünde
beşer: insan, insanlık
beyan: açıklama
binaen: -dayanarak
delâlet: delil olma, işaret etme
emsal: benzerler, örnekler
enbiya: nebiler, peygamberler
fehmetme: anlama
fünun: fenler, bilimler
Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme
hassa: nitelik, özellik
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
hikmet: amaç, fayda
İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler)
ihtar: hatırlatma, ikaz
ihtivâ: içine alma, kapsama
ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
işârât: işaretler, belirtiler
istikbal: gelecek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar
mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme
mâzi: geçmiş
mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müellif: telif eden, yazan
nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan, insanlar
nevi: çeşit, tür
nübüvvet: peygamberlik, elçilik
nümune: örnek, misal
remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek
sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama
tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor
terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
teşcî: cesaretlendirme
teşvik: şevklendirme, gayretlendirme
vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma
vücuda gelme: meydana gelme
zahiren: dış görünüş itibariyle

3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,

 وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.

4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer

 غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.

5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,

 اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.

6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.

Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.

Ve keza,

 يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 

âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.

7.

 لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 

âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.

Dipnot-3

“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-4

“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.

Dipnot-5

“Eğer Rabbinin delilini görmeseydi.” Yûsuf Sûresi, 12:24.


asâ: baston, değnek
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
beşer: insanlık
beyan: açıklama, anlatma
bilâtereddüt: tereddütsüz
burudet: soğukluk
delâlet: delil olma, işaret etme
Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)]
Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)]
Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)]
Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme
icad: var etme, yapma
ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
inkılâp: dönüşme
keza: bunun gibi
kıraç: çorak, verimsiz
mazhar: ayna; nail olan
me’haz: kaynak
medar: kaynak, dayanak
mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi
mikyas: ölçek
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi
muvafakat: uygunluk
nev-i beşer: insan türü, insanlar
nev-i insan: insan türü, insanlık
nümune: örnek, misal
santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet
sür’at: hız
tayyare: uçak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar
terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler
terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler

gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un

 اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 

yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden

 أَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ 

âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.

8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında

 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 

olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.

Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.

· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:

1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.

2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.

3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.

4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle


Dipnot-1

Yûsuf Sûresi, 12:94.

Dipnot-2

“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


âlât: aletler
arz: yeryüzü, dünya
avam: tahsil görmemiş sıradan halk
avdet: dönüş, dönme
Belkıs: (bk. bilgiler)
beşer: insanlık
celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme
dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası
emsal: benzerler, örnekler
fehm: anlama ve kavrama
hâkezâ: böylece, bunun gibi
havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)]
hilâfet: halifelik
hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik
hilkat: yaratılış
icâdât: buluşlar, keşifler
ifrit: korkunç ve zararlı cin
illet: asıl sebep
istikbal: gelecek
Kenan: (bk. bilgiler)
kervan: yolculuk kafilesi
keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar
mazhar: ayna; nail olma
me’haz: kaynak
melâike: melekler
Mısır: (bk. bilgiler)
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan türü, insanlık
nümûne: örnek
tafsilâtlı: ayrıntılı
tasrih: açık şekilde bildirme
tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma
timsal: görüntü; akis
umumî: genel, herkese ait
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
vesaire: ve diğer
Züleyha: (bk. bilgiler)

delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.

· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

cümlesi,

 اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 

cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.

Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.

Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     3

dedikten sonra,

 قَالُوا 

evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları


Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29

Dipnot-3

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
arz: yeryüzü, dünya
bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular
beşer: insanlık
bilhassa: özellikle
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
delâlet: delil olma, işaret etme
enaniyet: benlik
esmâ: isimler
halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan
halk etme: yaratma
havas: duygular
hikmet: amaç, gaye
hilâfet: halifelik
ibham: belirsiz, kapalı bırakma
İblis: şeytan
icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme
ihata: içine alma, kapsama
ikrar: kabul etme, doğrulama
iktiza: bir şeyin gereği
ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi
irtibat: ilişki, alâka
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri
istifade: faydalanma, yararlanma
istihkak: lâyık olma, hak etme
kabiliyet: yetenek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
kelâm: kelime, ifade
keza: bunun gibi
mâlik: sahip
mazhar: ayna, nail olma
mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ
melâike: melekler
muâraza: sözle mücadele, karşı gelme
mümtaz: seçkin, üstün
mütevakkıf: –e bağlı
namzet: aday
nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son
nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha
rüçhan: üstünlük
sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tahkik: kesinleştirme
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme
talim: öğretme
tatbik: uygulama
tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi
tefsir: açıklama, yorum
terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme
tesviye: düzeltme
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir (duygu): görünen dış duyular

istifsardan pişman olarak

 سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

dediler.

Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,

 قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 

hitabıyla Âdem’e ferman etti.

Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,

قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّىۤ اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ     3

Yani, “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”

Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.

· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:

﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿ 

Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-2

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.’” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-3

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.’” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-4

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama
âlî: yüce, yüksek
beyan: açıklama, anlatım
binaen: -dayanarak
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
cevab-ı icmâlî: kısa cevap
enaniyet: benlik
ferman: buyruk, emir
fıtrat: mizaç, karakter
halk etme: yaratma
heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı
hikmet: amaç, gaye
hitab: konuşma
İblis: şeytan
icap etmek: gerektirmek
ihata: içine alma, kapsama
iktidar: kudret, güç
iktiza: gerektirme
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet
istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma
kemâlât: mükemmellikler, faziletler
ketmetme: gizleme örtme
kibir: büyüklenme, kendini büyük görme
maâlî: şerefler, yükseklikler
mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
meziyet: üstün özellik
mezraa: tarla
muâraza: sözle mücadele
mükâleme: karşılıklı konuşma
mukavele: sözleşme
nükte: ince ve derin mânâ
sirayet etme: geçme, bulaşma
tafsilât: ayrıntılar
taife: grup, topluluk
tasvir: anlatım, ifade etme
tazammun: içerme, içine alma
tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma
teçhiz: cihazlandırma, donatma
ulvî: yüksek, yüce
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir: açık

 sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki

 وَ 

şu mukadder olan üç cümleye işarettir.

عَلَّمَ 

Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.

Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.

Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.

اٰدَمُ 

hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.

اَلْاَسْمَۤاءَ 

isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.

عَرَضَهُمْ 

Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.

كُلَّهَا 

Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep


Dipnot-1

Öğretti.

Dipnot-2

İsimler.

Dipnot-3

Onlara arzetti, sundu.

Dipnot-4

Hepsini, tamamını.


Âdem: [bk.
bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret
arz: sunma
ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi
cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı
Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat)
ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar
esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
felâsife: felsefeciler, filozoflar
hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri
hâsiyet: özellik, hususiyet
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği
ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme
kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak
keza: bunun gibi
küre-i arz: yer küre, dünya
lügat: konuşulan dil
melâike: melekler
mezhep: dinde tutulan yol
mihver: eksen
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket
muâraza: muhalefet etme, itiraz etme
mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz
münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış
müsemmeyat: isimlendirilenler
remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme
rücû: dönme, geri dönme
şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs
Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah
tasrih: açık şekilde bildirme
tayin: belirleme, belirli kılma
temyiz: ayırma, ayırd etme
teşhir: ilân etme, duyurma
tesmiye edilme: isimlendirilme
teşrif: şereflendirme
tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm
teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f

ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.

﴾ ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿ 1

ثُمَّ 

terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.

 هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ 

Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”

عَرَضَهُمْ 

Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.

  هُمْ 3

müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,

 هُمْ 

kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,

عَرَضَ 4

kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.


Dipnot-1

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).

Dipnot-3

Onlar.

Dipnot-4

Arzetti, sundu.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
ahzetme: alma
âkıl: akıl sahibi
âlim: ilim sahibi
arz: sunma
bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek
bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı
cemaat: topluluk, grup
cihet: tarz, yön
envâ: çeşitler, türler
envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri
enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri
esbab: sebepler
esmâ: Allah’ın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan
heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma
ircâ: döndürme
itibar: özellik
kerîm: cömertlik ve ikram sahibi
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı
kısm-ı âzam: büyük bir kısmı
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
müdrik: idrak eden, anlayan
müennes: (Ar. gr.) dişi kip
müstahak: hak etmiş, lâyık
müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme
temellük: sahiplenme
temessül: görünme, yansıma
terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma
teşmil: içine alma, genelleme

Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

عَلٰى

 arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

HAŞİYE-1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ     2


Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.

 Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

 Abdülmecid


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Haşiye-1

İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَٓا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).

Dipnot-2

“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’” Yûnus Sûresi, 10:10.


Abdülmecid: (bk. bilgiler)
âhir: son
âkil: akıl sahibi, akıllı
arz edilen: sunulan
avn ü inayet: yardım ve ikram
bahr: deniz
beyan: açıklama, anlatım
fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma
fevkinde: üstünde
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olmak: meydana gelmek
himmet: ciddi yardım ve gayret
hitam: son
hitam bulma: son bulma, sona erme
i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması
ihtiyar: irade, tercih, seçme
ikmâl: tamamlama
intihab: seçme, irade
ıslah: düzeltme, iyileştirme
levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı
malûm: bilinen, belli
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma
müzekker: erkek
nakşedilen: işlenen
nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi
nihayet: son
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
tefsir: açıklama, yorum
veciz: kısa, özlü söz

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352


Bu çalışmalarda “Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretim” ile ilgili ne verilmeye çalışıldı?

Bu çalışmalarda Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim - 1

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim - 1
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 1

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve Öğretim Kavramlarına Yakından Bakalım:

Bilgi

1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.

2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf:
      “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar

3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.

4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.

5. isim Bilim:
      Doğa bilgisi.

6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.

Bilim

1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim:
      “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar

2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.

3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.

Teknoloji

1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi:
      “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel

2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.

Peygamber

İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.

Mucize

1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.

2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.

3. isim İnsan aklının alamayacağı olay:
      “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin

4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı:
      “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra

Eğitim

1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye:
      “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet

2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.

Öğretim

1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.

2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

https://sozluk.gov.tr/


Önemli Not:

Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.

Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.

Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,


Yirminci Sözün İkinci Makamı

 Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân

(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ     1

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:


Dipnot-1

“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

Bu ifade 1957 senesine aittir.


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
düstur: prensip, kural
ezcümle: özetle, böylece
fen: bilim dalı
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)
garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler
hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hayat-ı maddiye: maddî hayat
ibhâmen: üstü kapalı olarak
icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma
iktizâ-yı makam: makamın gereği
istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d)
itimaden: güvenerek
izah: açıklama
kavl: söz
Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek
muhtelif: çeşitli
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
nev-i beşer: insanlık
nüve: çekirdek
remzen: işareten
sarahaten: açıkça
şimendifer: tren
sır: gizem, gizli gerçek
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tayyare: uçak
tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r)
terakkiyat: ilerlemeler
tevfik: yardımumum: bütün
vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ     اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ     اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ     وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ     وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ     1

HAŞİYE-1 

Kezâ

 فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ     وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ     2

gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ 

HAŞİYE-2

لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ     3

âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

Mukaddime

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye


Dipnot-1

“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.

Dipnot-2

“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.

Haşiye-1

Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.

Haşiye-2

يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ ﱬ نُورٍ

(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.

Dipnot-3

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.


âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
esrâr: sırlar, gizli hakikatler
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
iktifa: yetinme
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
pişdar: öncü
remz: işaret
şimendifer: tren
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)
zikretmek: bildirmek, belirtmek

suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.

İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…

Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden

 وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.


Dipnot-1

“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


ahval: durumlar
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âyine: ayna
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y)
dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z)
dest-i teşvik: teşvik eli
ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evvel: önce
fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a)
gayât: gayeler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hazret-i İdris: (bk. bilgiler)
Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler)
hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye
hudut: sınır
ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)
işmam: koklatma, hissettirme
ittibâ: uymak
ittifak etmek: birleşmek
ittihaz etmek: edinmek
kat’ etmek: aşmak
kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d)
mahzen: depo
mazi: geçmiş
menba: kaynak
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müstakbel: gelecek
müteaddit: çeşitli
mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nazire: benzer (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nihayet: son
pîr: önder
sefine: gemi
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n)
tayeran: uçma
tazammun etmek: içine almak
teshir-i hava: havaya hükmetme
vâsi: geniş
vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d)
zaman-ı mazi: geçmiş zaman
zaman-ı müstakbel: gelecek zaman
zikretmek: anmak, belirtmek

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden

 فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا 

ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ     2

Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.


Dipnot-1

“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-2

“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.


âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
abd: kul (bk. a-b-d)
ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
asâ: baston
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n
celb etmek: çekmek
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evvelki: önceki
feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ)
gâyât-ı hudud: en son sınırlar
halihazır: halen var olan
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler)
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s)
icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)
istinat: dayanma (bk. s-n-d)
ittibâ: uyma
kat etmek: aşmak, kesmek
kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lisan: dil
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz
musibetzede: felâkete uğramış
muvakkat: geçici
müzmin: iyice yerleşmiş, kronik
nihâyât: sonlar
nihayet: son
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
remzen: işareten
san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
tayyare: uçak
terakkiyat: ilerlemeler
tergib etmek: rağbet uyandırmak
tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b)
zemin tahtı: yer altı

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”

İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında

 وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1

وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında

  وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 

âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.

Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.

Dipnot-3

“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m)
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler
fasletmek: ayırmak
fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h)
nuhâs: bakır
nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y)
resul: peygamber (bk. r-s-l)
sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
terakkiyat: ilerlemeler
tergib: rağbet uyandırma

evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ     1

ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.

Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,


Dipnot-1

“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.


adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahvâl: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m)
beşer: insan
celb etmek: çekmek
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olma
ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ)
evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşmet: görkem, heybet
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihtar: uyarma, ikaz
ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
inâyet: yardım (bk. a-n-y)
izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi
kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kıtr: erimiş bakır
lisan-ı ismet: günahsızlık dili
lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mürur-u zaman: zamanın geçmesi
müşerref olmak: şereflenmek
muttali olmak: haberdar olmak
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nuhas: bakır
raiyet: halk
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs)
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak
umum: bütün, genel
vaki: olmuş
Yemen: (bk. bilgiler)

rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.

Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ     1

deki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.”

İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ     2


Dipnot-1

“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.

Dipnot-2

“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.


abd: kul (bk. a-b-d)
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahval: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar
ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)
hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hudut: sınır
iktiza: gerektirme
işmam: hissettirme
istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)
istihdam: çalıştırma
ıttıla: haberi olma
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
men: yasaklama
mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)
muttali olmak: haberdar olmak
nazik: zarif, ince
nev’en: tür olarak
nihayet: son
padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah
remzen: işareten
rû-yi zemin: yeryüzü
şer: kötülük
teshir: boyun eğdirme
umur-u nâfia: faydalı işler
vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar
zemin: yeryüzü

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ     1

ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.

Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem

 فَاَرْسَلْنَۤا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا 

misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve


Dipnot-1

“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.

Dipnot-2

“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
celb: çekme
celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
emvat: ölüler (bk. m-v-t)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
evâmir: emirler
fen: ilim
fevkalâde: olağanüstü
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi
ifrit: korkunç ve zararlı cin
ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
imtizac: bileşim, karışım
ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
maskara: gülünç
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhabere: haberleşme
Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)
münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek
musahhar: boyun eğen
nihayet: son
ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)
sekene: sâkinler (bk. s-k-n)
şer: kötülük
şerir: şerliler, kötüler
temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l)
temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ 1  

   يَا جِبَالُ اَوِّبىِ مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 2  

   عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     3

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir


Dipnot-1

“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.

Dipnot-2

“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


aksisada: yankı
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade
Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)
fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı
fünun-u hafiye: gizli ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihsas etmek: hissettirmek
iktida: uyma
inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)
mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin
nefer: asker
nevi: çeşit, tür
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ)
şakirt: talebe
saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)
serzâkir: zikredenlerin başı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
takarrüp etmek: yaklaşmak
tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
ufkî: daire şeklinde
vecd: coşku
vesâil-i irtibat: iletişim araçları
vesâit-i muhabere: haberleşme araçları

kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً     2 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     1

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

Dipnot-1

“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


Dipnot-2

“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.


aksisada: yankı
Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
câmidât: cansız varlıklar
cebel: dağ
elsine-i mahsusa: özel lisanlar
envâ: çeşitler, türler
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
harekât: hareketler
haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
istihdam etmek: çalıştırmak
lisan: dil
mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son
musahhar: boyun eğmiş
nevi: tür, çeşit
rû-yi zemin: yeryüzü
şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sair: diğer
sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m)
taife: topluluk
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tuyur: kuşlar
velvele: gürültü

İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.

“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”

Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan

 قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ 

âyetinde üç işaret-i lâtife var.

Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.


Dipnot-1

bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-2

“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.


abd: kul (bk. a-b-d)
acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
belki: aslında, gerçekte
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cünûd: askerler
Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi
eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
emir tahtında: emir altında
esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a)
eşcar: ağaçlar
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme
hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş
iktiza etmek: gerektirmek
işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret
ismet: günahsızlık, masumluk
istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
lehviyat: eğlenceler, oyunlar
lisan-ı remz: işaret dili
mahiyet: özellik, nitelik
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k)
mûnis: dost, canayakın
musahhar etmek: boyun eğdirmek
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
mutî: itaat eden
nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri
nebatat: bitkiler
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
râm olmak: boyun eğmek
sair: diğer
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şevk: şiddetli arzu ve istek
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a)
tel-i musikî: musiki teli
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
tevdi etmek: emanet etmek
ulvî: yüce

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1

 سَلاَمًا 

lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.

İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”

İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.


Haşiye-1

Bir tefsir diyor:

سَلَامًا

demeseydi, burûdetiyle ihrak edecekti.

Dipnot-1

bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:67, 95; Nisâ Sûresi, 4:125; En’âm Sûresi, 6:161; Nahl Sûresi, 16:120.


berd: soğuk
beşer: insan
burûdet: soğukluk
cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m)
derecât: dereceler
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n)
envâ: çeşitler, türler
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
halet: hal, vaziyet
Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık
haşiye: dipnot; açıklayıcı not
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a)
hulle: elbise
İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi
ihrak etmek: yakmak
ihzar etmek: hazırlamak
iktiza: gerektirme
incimad ettirmek: dondurmak
keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f)
lâfz: söz
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
madde-i maddiye: maddî madde
madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mâyi: sıvı
men etmek: yasaklamak
millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mukabil: karşılık
mukavemet: karşı gelme, direnç
nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş
neşretmek: yaymak
remz: işaret
selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m)
şer: kötülük
tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
ulvî: yüce
umum: bütün
zarurî: zorunlu, gerekli
zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk
zemin: yeryüzü

Hem meselâ

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.

Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”


Dipnot-1

“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r)
divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b)
fâtiha: başlangıç
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harika-i beşeriye: insanlık harikası
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f)
hüccet: delil
hususî: özel
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
liyakat: layık olma
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
makamât: makamlar
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
menba: kaynak
mertebe-i âliye: yüce mertebe
mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
musahhar olmak: boyun eğmek
muvakkaten: geçici olarak
nihayet: son
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek
rû-yi zemin: yeryüzü
rüçhaniyet: üstünlük
sair: diğer
sarahat: açıklık
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
sukut etmek: düşmek
taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
umum: bütün
uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c)
vakit be vakit: zaman zaman
vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d)
zemin: yeryüzü

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem

Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.

İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri


âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet
âyine: ayna
beşer: insan
câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d)
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
cihet: yön
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r)
edviye: devâlar, ilaçlar
eşya: şeyler, varlıklar
felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)
fen: bilim dalı
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d)
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)
haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hendese: geometri
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m)
hurafât: hurafeler, batıl inanışlar
inkılâb etmek: dönüşmek
ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l)
ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m)
ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
mâlâyâniyât: anlamsız şeyler
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r)
muhtelif: çeşitli
Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r)
mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b)
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
mütenevvi: çeşitli
nâkıs: eksik
nihayet: son
nokta-i müntehâ: son nokta
nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ
Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
remz-i ulvî: yüce işaret
rû-yi zemin: yeryüzü
Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e)
sair: diğer
sırr-ı ehem: çok önemli sır
tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)
tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler

kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا     3

gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem


Dipnot-1

bk. Buharî, Tefsîru Sûre (54) 1, Menâkıb 27; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre (54) 5.

Dipnot-2

bk. Buharî, Vudû’ 32, Menâkıb 25, Eşribe 31, Meğâzî 35; Müslim, Zühd 74; Fezâil 5, 6.

Dipnot-3

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.


Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
arş: haydi!
âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a)
celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l)
dest-i teşvik: teşvik eli
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halâvet: tatlılık, hoşluk
hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e)
hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
iktifa: yetinme
ins: insanlar
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kevser: Cennette bulunan bir havuz
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
maânî: mânâlar (bk. a-n-y)
mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen
mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
merâtib: mertebeler, dereceler
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış
musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ)
nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r)
nihayet: son
şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
server: reis, baş
şevk: şiddetli arzu ve istek
tafsilen: ayrıntılı olarak
tahrik: harekete geçirme
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r)
terğib: rağbet uyandırma
ulviyet: yücelik
vech: yön
vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)
zahir: açık (bk. ẓ-h-r)

öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.

Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.

Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”

Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”

Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve


âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ)
belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ)
beşer: insan
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n)
dünyevî: dünyaya ait
ekser: çok (bk. k-s̱-r)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâ: çeşitler, türler
esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a)
fünûn: fenler, ilimler
gaye-i aksâ: en son gaye
gaye-i yegâne: tek gaye
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık: harikalar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icra ettirmek: yaptırmak
ittihaz etmek: edinmek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d)
mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r)
merğub: rağbet edilen
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d)
mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez
mükerreren: tekrarla, defalarca
nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r)
netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ)
nev-i beşer: insanlık
remzen: işareten
saâdât: mutluluklar
sair: diğer
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
teşvikat: teşvikler
tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l)
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
vâzıhan: açıkça

birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.

Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

İki mühim suale karşı iki mühim cevap

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.

Meselâ, tayyare-i beşer HAŞİYE-2 Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver,


Haşiye-1

Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.

Haşiye-2

Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.


ahvâl: haller, durumlar
âyât: âyetler
bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi
belki: aslında, gerçekte
beşer: insan
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m)
delâlet: delil olma, işaret etme
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ)
hafî: gizli
hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n)
hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
halel: zarar, eksiklik
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları
ihtar: hatırlatma
ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r)
iktidâ etmek: uymak
iktifâ etmek: yetinmek
ima: işaret
işarî: işaret yoluyla
ittibâ etmek: uymak
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f)
maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
miftah: anahtar
muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteaddit: bir çok, çeşitli
müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak
netice: sonuç
nevi: çeşit
nücum: yıldızlar
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
remiz: işaret
sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y)
san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a)
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tarz-ı ifade: ifade tarzı
tasrih: açık şekilde bildirme
tayyare-i beşer: uçak
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
üslub: ifade tarzı
vazife-i asliyesi: esas vazifesi
vezâif: görevler
ziya: ışık

âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”

Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”

Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ     1

ilh. âyeti sizi susturur.”

Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:

“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.


Dipnot-1

“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
arz: dünya
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri
bahr-i muhit-i havâî: hava denizi
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cirm: büyüklük
cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a)
dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk
ehem: en önemli
ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde
fâni: gelip geçici (bk. f-n-y)
gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
kamer: ay
kesb etmek: kazanmak
levâzımât: gerekli olan şeyler
makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer
misbah: lâmba
müesses olmak: kurulmak
mükellef: yükümlü
nazenin: ince, duyarlı
nazik: ince, zarif
nisbet: oran (bk. n-s-b)
nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)
şahap: meteor, göktaşı
seyyârât: gezegenler
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahtelbahir: denizaltı
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tayyare: uçak
tedarik etmek: elde etmek
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l)
zemin: yer, dünya
ziynet: süs (bk. z-y-n)

“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”

İkinci suale cevap:

Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.

Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.


Haşiye-1

Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…


bedâhet: açıklık
beşer: insan
cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler
dâr-ı imtihan: imtihan yeri
dünyevî: dünyaya ait
Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler)
Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler)
ekalliyet: azınlık
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fevt: kaybolma
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hüccet: delil
iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri
istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f)
kıymettar: değerli
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h)
medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti
menâfi-i umumiye: genel yararlar
menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d)
mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muannit: inatçı, dikkafalı
muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
mülhem: ilham olunmuş
müsabaka: yarış
müsavi: eşit
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
nisbet: oran (bk. n-s-b)
remiz: işaret
sa’y: çalışma
saadet-i beşer: insanın mutluluğu
sair: diğer
sarahat: açıklık
sarahaten: açıkça
sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ)
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h)
teşkil: oluşturma
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b)
vâfi: yeterli
vâzıhan: açıkça
zâyi olmak: kaybolmak
zikretmek: bildirmek

Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَۤا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَۤا لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ     1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     2

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ     اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَاٰيَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَۤا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ     وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ     4


Dipnot-1

Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.

Dipnot-2

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-3

“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

Dipnot-4

Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.


elhasıl: özetle, sonuç olarak
eşya: şeyler, varlıklar
gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)
hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
istikbal: gelecek
kelâm: söz (bk. k-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
müstetir: gizli, örtülü
nisbet: oran (bk. n-s-b)
semerat: meyveler, neticeler
terakkiyât-ı insaniye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352

13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır – Cumartesi Dersleri 13. 3.

Bu derste Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz’de yer alan “Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır” bölümü işlenmektedir.

Bu derste iki video yer almaktadır. Birinci video kısa videoda, sadece düz bir şekilde okunmakta herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. İkinci video uzun videoda, cümlelerin ve kelimelerin üzerinde durulmakta ve çeşitli örnekler verilerek açıklamalar yapılmaya çalışılmaktadır.

Faydalı olması dileğiyle.

dersdunyasi.net

Bu derste Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatı'ndan Sözler isimli eserinden On Üçüncü Söz'de yer alan "Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır" bölümü işlenmektedir.
13. 3. On Üçüncü Söz – Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır – Cumartesi Dersleri 13. 3.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:

Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r)
ahval: haller, vaziyetler
bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz, zavallı
cihet: yön
daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a)
ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler
elem: acı, keder, üzüntü
endişe-i istikbal: gelecek endişesi
gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hadisat: hadiseler, olaylar
halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular
iffet: namus
ihtar: hatırlatma
iktifa: yetinme
istikbal: gelecek
kâfi: yeterli
kat’iyen: kesinlikle
kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l)
mazi: geçmiş
medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı
medet: yardım
meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)
müptelâ: düşkün, tutulmuş
nefrin/nefret etmek: tiksinmek
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
saadet: mutluluk
sabık: geçen
sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ)
sürur: sevinç, mutluluk
taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma
tenbih: ikaz, uyarı
terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b)
terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m)
terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d)
usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri
zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)
zayi: kaybolup gitme
ziyade: çok, fazla

ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyan ediyorum.

Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim.


adem: yokluk, hiçlik
alâkadarlık: ilgili olma
alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihet: yön
cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
darağacı: idam sehpası
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i dalâlet ve gaflet: doğru ve hak yoldan sapmış, inançsız ve âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ḍ-l-l; ğ-f-l)
elem: acı, sıkıntı
envâr-ı vücudiye: varlığa ait olan nurlar (bk. n-v-r; v-c-d)
ezvâk: zevkler, lezzetler
ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri
firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)
gaflet: vurdumduymazlık, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l)
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hakikat-ı mevt: ölüm gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-v-t)
hasıl olan: ortaya çıkan
hazır zaman: içinde bulunulan şimdiki zaman
hususan: özellikle
itikad: inanç
izah: açıklama
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
lezzet-i hayat: hayatın zevk ve lezzeti (bk. ḥ-y-y)
mâdum: yok
muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)
mütemadiyen: sürekli olarak
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tılsım: sır, gizem
ulvî: yüksek, yüce
vefiyat: vefatlar, ölümler
vücud: varlık (bk. v-c-d)
zahiren: görünüşte (bk. ẓ-h-r)
zaman-ı hazır: şimdiki zaman
zinetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)
ziyade: çok, fazla
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)

Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.

Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur’ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.

Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi,


Dipnot-1

Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652.


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âsâr: eserler
aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)
çendan: gerçi, her ne kadar
darağacı: idam sehpası
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: veli kullar, Allah dostları (bk. v-l-y)
ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)
elem: acı, keder, üzüntü
elhasıl: özetle, sonuç olarak
emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enin: inilti
evhamlı: kuşkulu, vehimli, kuruntulu
ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri
fevkalâde: olağanüstü
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)
hevesat-ı gayr-ı meşrua: dinin izin vermediği arzu ve istekler (bk. ş-r-a)
israfat: israflar, savurganlıklar
kat’î: kesin
lisan-ı hâl: hal ve beden dili
mukadderat-ı beşer: insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar (bk. ḳ-d-r)
müttefikan: ittifakla, birleşerek
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
saadet-i sermediye: sürekli mutluluk
saika: sebep, sevk etme
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık
sefalethane: aşağılık ve çirkin işlerin yapıldığı yer
şek: tereddüt, şüphe
suiistimal: kötüye kullanma
tılsım-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri
zahiren: görünüş itibariyle (bk. ẓ-h-r)
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı hava, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar1 belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde,

 اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ 

sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.


âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)
âkıbet: netice, son
âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m)
âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)
bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız
batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü
bedbaht: talihsiz
berzah: kabir âlemi
cazibedar: cazibeli, çekici
dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü
ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)
ekser: daha çok (bk. k-s̱-r)
ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)
ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)
elem: acı, keder, sıkıntı
esef: üzüntü, acı
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
gam: üzüntü
gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harekât: hareketler, davranışlar
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hissiyat: hisler, duygular
hususan: özellikle
katletmek: öldürmek
keder: sıkıntı
mahpus: hapsedilmiş olan
mizan: ölçü (bk. v-z-n)
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d)
müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
mütemadiyen: sürekli
nev-i insan: insanlık, insan türü
saika: sevk
sakar: yedi Cehennemden birinin ismi
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
suiistimalât: kötü kullanımlar
tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)
teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma
teşkil eden: oluşturan
ziyade: çok, fazla

KAYNAK

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.210

Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.

Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.

Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.

Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve Öğretim Kavramlarına Yakından Bakalım:

Bilgi

1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.

2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf:
      “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar

3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.

4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.

5. isim Bilim:
      Doğa bilgisi.

6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.

Bilim

1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim:
      “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar

2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.

3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.

Teknoloji

1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi:
      “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel

2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.

Peygamber

İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.

Mucize

1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.

2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.

3. isim İnsan aklının alamayacağı olay:
      “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin

4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı:
      “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra

Eğitim

1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye:
      “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet

2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.

Öğretim

1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.

2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

https://sozluk.gov.tr/


Önemli Not:

Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.

Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.

Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,


Yirminci Sözün İkinci Makamı

 Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân

(Âhirdeki iki sual ve iki cevaba dikkat et.)

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ     1

ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:

Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:

Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.

Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.

İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:


Dipnot-1

“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.

Dipnot-2

Bu ifade 1957 senesine aittir.


âhir: son (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
düstur: prensip, kural
ezcümle: özetle, böylece
fen: bilim dalı
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)
garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler
hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hayat-ı maddiye: maddî hayat
ibhâmen: üstü kapalı olarak
icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma
iktizâ-yı makam: makamın gereği
istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d)
itimaden: güvenerek
izah: açıklama
kavl: söz
Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek
muhtelif: çeşitli
münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
nev-i beşer: insanlık
nüve: çekirdek
remzen: işareten
sarahaten: açıkça
şimendifer: tren
sır: gizem, gizli gerçek
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tayyare: uçak
tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r)
terakkiyat: ilerlemeler
tevfik: yardımumum: bütün
vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)

قُتِلَ اَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ     اَلنَّارِذَاتِ الْوَقُودِ     اِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ     وَهُمْ عَلٰى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ     وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلاَّۤ اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ     1

HAŞİYE-1 

Kezâ

 فِى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ     وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ     2

gibi âyetlerle şimendifere işaret ettiği gibi,

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ 

HAŞİYE-2

لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ     3

âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.

Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.

Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.

Mukaddime

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye


Dipnot-1

“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.

Dipnot-2

“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.

Haşiye-1

Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.

Haşiye-2

يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓئُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ ﱬ نُورٍ

(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.

Dipnot-3

“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.


âlem-i İslâm: İslâm dünyası (bk. a-l-m; s-l-m)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâr: nurlar (bk. n-v-r)
esrâr: sırlar, gizli hakikatler
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
iktifa: yetinme
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
pişdar: öncü
remz: işaret
şimendifer: tren
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y)
zikretmek: bildirmek, belirtmek

suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.

İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…

Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.

Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden

 وَلِسُلَيْمٰنَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.


Dipnot-1

“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


ahval: durumlar
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âyine: ayna
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y)
dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z)
dest-i teşvik: teşvik eli
ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evvel: önce
fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a)
gayât: gayeler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hazret-i İdris: (bk. bilgiler)
Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler)
hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye
hudut: sınır
ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ)
işmam: koklatma, hissettirme
ittibâ: uymak
ittifak etmek: birleşmek
ittihaz etmek: edinmek
kat’ etmek: aşmak
kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d)
mahzen: depo
mazi: geçmiş
menba: kaynak
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müstakbel: gelecek
müteaddit: çeşitli
mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nazire: benzer (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nihayet: son
pîr: önder
sefine: gemi
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n)
tayeran: uçma
tazammun etmek: içine almak
teshir-i hava: havaya hükmetme
vâsi: geniş
vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d)
zaman-ı mazi: geçmiş zaman
zaman-ı müstakbel: gelecek zaman
zikretmek: anmak, belirtmek

İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”

Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden

 فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا 

ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”

İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.

Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:

وَ اُبْرِئُ اْلاَكْمَهَ وَاْلاَبْرَصَ وَاُحْيِى الْمَوْتٰى بِاِذْنِ اللهِ     2

Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.


Dipnot-1

“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-2

“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.


âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
abd: kul (bk. a-b-d)
ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
asâ: baston
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n
celb etmek: çekmek
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evvelki: önceki
feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ)
gâyât-ı hudud: en son sınırlar
halihazır: halen var olan
Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler)
Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s)
icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d)
istinat: dayanma (bk. s-n-d)
ittibâ: uyma
kat etmek: aşmak, kesmek
kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lisan: dil
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz
musibetzede: felâkete uğramış
muvakkat: geçici
müzmin: iyice yerleşmiş, kronik
nihâyât: sonlar
nihayet: son
rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)
remzen: işareten
san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
tayyare: uçak
terakkiyat: ilerlemeler
tergib etmek: rağbet uyandırmak
tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b)
zemin tahtı: yer altı

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”

İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.

Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında

 وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1

وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 

Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında

  وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 

âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.

Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.

Dipnot-3

“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m)
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler
fasletmek: ayırmak
fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h)
nuhâs: bakır
nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y)
resul: peygamber (bk. r-s-l)
sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a)
sarihan: açık şekilde
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
terakkiyat: ilerlemeler
tergib: rağbet uyandırma

evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”

İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.

Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:

قَالَ الَّذِى عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ اَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَاٰهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ     1

ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.

Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.

İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,


Dipnot-1

“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.


adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahvâl: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m)
beşer: insan
celb etmek: çekmek
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olma
ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ)
evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşmet: görkem, heybet
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihtar: uyarma, ikaz
ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
inâyet: yardım (bk. a-n-y)
izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi
kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n)
kıtr: erimiş bakır
lisan-ı ismet: günahsızlık dili
lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mürur-u zaman: zamanın geçmesi
müşerref olmak: şereflenmek
muttali olmak: haberdar olmak
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nev-i beşer: insanlık
nuhas: bakır
raiyet: halk
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs)
telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması
tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak
umum: bütün, genel
vaki: olmuş
Yemen: (bk. bilgiler)

rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.

Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ     1

deki ferman-ı Rahmânîyi dinleyiniz.”

İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.

Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,

مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ     2


Dipnot-1

“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.

Dipnot-2

“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.


abd: kul (bk. a-b-d)
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l)
ahval: haller, durumlar
aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
beşer: insan
celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar
ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)
hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l)
halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hudut: sınır
iktiza: gerektirme
işmam: hissettirme
istidad: kabiliyet (bk. a-d-d)
istihdam: çalıştırma
ıttıla: haberi olma
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
men: yasaklama
mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)
muttali olmak: haberdar olmak
nazik: zarif, ince
nev’en: tür olarak
nihayet: son
padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah
remzen: işareten
rû-yi zemin: yeryüzü
şer: kötülük
teshir: boyun eğdirme
umur-u nâfia: faydalı işler
vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar
zemin: yeryüzü

وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلاً دُونَ ذٰلِكَ     1

ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.

Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”

İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.

Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem

 فَاَرْسَلْنَۤا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا 

misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve


Dipnot-1

“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.

Dipnot-2

“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.


abd: kul (bk. a-b-d)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
beşer: insan
celb: çekme
celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
emvat: ölüler (bk. m-v-t)
ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
evâmir: emirler
fen: ilim
fevkalâde: olağanüstü
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi
ifrit: korkunç ve zararlı cin
ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r)
imtizac: bileşim, karışım
ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler
lisan-ı remz: işaret dili
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
maskara: gülünç
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muhabere: haberleşme
Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler)
münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek
musahhar: boyun eğen
nihayet: son
ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ)
sekene: sâkinler (bk. s-k-n)
şer: kötülük
şerir: şerliler, kötüler
temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l)
temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)
tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler
zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)

onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِىِّ وَاْلاِشْرَاقِ 1  

   يَا جِبَالُ اَوِّبىِ مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 2  

   عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     3

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir


Dipnot-1

“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.

Dipnot-2

“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


aksisada: yankı
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade
Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d)
fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı
fünun-u hafiye: gizli ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f)
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ihsas etmek: hissettirmek
iktida: uyma
inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m)
mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin
nefer: asker
nevi: çeşit, tür
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ)
şakirt: talebe
saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)
serzâkir: zikredenlerin başı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
takarrüp etmek: yaklaşmak
tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
ufkî: daire şeklinde
vecd: coşku
vesâil-i irtibat: iletişim araçları
vesâit-i muhabere: haberleşme araçları

kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.

Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.

وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً     2 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ     1

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

Dipnot-1

“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


Dipnot-2

“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.


aksisada: yankı
Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
câmidât: cansız varlıklar
cebel: dağ
elsine-i mahsusa: özel lisanlar
envâ: çeşitler, türler
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
harekât: hareketler
haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler)
Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)
ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h)
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
istihdam etmek: çalıştırmak
lisan: dil
mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son
musahhar: boyun eğmiş
nevi: tür, çeşit
rû-yi zemin: yeryüzü
şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sair: diğer
sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m)
taife: topluluk
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
teshir: boyun eğdirme
tuyur: kuşlar
velvele: gürültü

İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.

“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”

Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan

 قُلْنَا يَا نَارُ كوُنِى بَرْداً وَسَلاَماً عَلٰۤى اِبْرهِيمَ 

âyetinde üç işaret-i lâtife var.

Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.


Dipnot-1

bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.

Dipnot-2

“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.


abd: kul (bk. a-b-d)
acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
belki: aslında, gerçekte
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
cünûd: askerler
Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi
eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence
ekser: pek çok (bk. k-s̱-r)
emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
emir tahtında: emir altında
esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a)
eşcar: ağaçlar
fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme
hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hizmetkâr: hizmetçi
hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş
iktiza etmek: gerektirmek
işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret
ismet: günahsızlık, masumluk
istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
lehviyat: eğlenceler, oyunlar
lisan-ı remz: işaret dili
mahiyet: özellik, nitelik
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k)
mûnis: dost, canayakın
musahhar etmek: boyun eğdirmek
müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d)
mutî: itaat eden
nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri
nebatat: bitkiler
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
râm olmak: boyun eğmek
sair: diğer
saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şevk: şiddetli arzu ve istek
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a)
tel-i musikî: musiki teli
tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ)
tevdi etmek: emanet etmek
ulvî: yüce

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1

 سَلاَمًا 

lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.

Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.

İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”

İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.


Haşiye-1

Bir tefsir diyor:

سَلَامًا

demeseydi, burûdetiyle ihrak edecekti.

Dipnot-1

bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:67, 95; Nisâ Sûresi, 4:125; En’âm Sûresi, 6:161; Nahl Sûresi, 16:120.


berd: soğuk
beşer: insan
burûdet: soğukluk
cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)
celb etmek: çekmek
dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m)
derecât: dereceler
ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d)
eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n)
envâ: çeşitler, türler
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
halet: hal, vaziyet
Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık
haşiye: dipnot; açıklayıcı not
Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler)
hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a)
hulle: elbise
İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi
ihrak etmek: yakmak
ihzar etmek: hazırlamak
iktiza: gerektirme
incimad ettirmek: dondurmak
keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f)
lâfz: söz
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
madde-i maddiye: maddî madde
madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y)
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mâyi: sıvı
men etmek: yasaklamak
millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
mukabil: karşılık
mukavemet: karşı gelme, direnç
nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş
neşretmek: yaymak
remz: işaret
selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m)
şer: kötülük
tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
ulvî: yüce
umum: bütün
zarurî: zorunlu, gerekli
zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk
zemin: yeryüzü

Hem meselâ

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.

Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.

“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”


Dipnot-1

“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r)
divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)
esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b)
fâtiha: başlangıç
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harika-i beşeriye: insanlık harikası
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f)
hüccet: delil
hususî: özel
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l)
lisan-ı işaret: işaret dili
liyakat: layık olma
mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ)
makamât: makamlar
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
melâike: melekler (bk. m-l-k)
menba: kaynak
mertebe-i âliye: yüce mertebe
mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
musahhar olmak: boyun eğmek
muvakkaten: geçici olarak
nihayet: son
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek
rû-yi zemin: yeryüzü
rüçhaniyet: üstünlük
sair: diğer
sarahat: açıklık
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
sukut etmek: düşmek
taallüm: öğrenme (bk. a-l-m)
tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
umum: bütün
uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c)
vakit be vakit: zaman zaman
vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d)
zemin: yeryüzü

Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem

Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:

Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.

Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.

İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri


âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet
âyine: ayna
beşer: insan
câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d)
celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir
cihet: yön
cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r)
edviye: devâlar, ilaçlar
eşya: şeyler, varlıklar
felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)
fen: bilim dalı
fünun: fenler, ilimler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d)
Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)
hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m)
haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hendese: geometri
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m)
hurafât: hurafeler, batıl inanışlar
inkılâb etmek: dönüşmek
ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l)
ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m)
ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h)
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
mâlâyâniyât: anlamsız şeyler
maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)
mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r)
muhtelif: çeşitli
Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r)
mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b)
müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
mütenevvi: çeşitli
nâkıs: eksik
nihayet: son
nokta-i müntehâ: son nokta
nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ
Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)
remz-i ulvî: yüce işaret
rû-yi zemin: yeryüzü
Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e)
sair: diğer
sırr-ı ehem: çok önemli sır
tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y)
tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r)
terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler
terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler

kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.

Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا     3

gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem


Dipnot-1

bk. Buharî, Tefsîru Sûre (54) 1, Menâkıb 27; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre (54) 5.

Dipnot-2

bk. Buharî, Vudû’ 32, Menâkıb 25, Eşribe 31, Meğâzî 35; Müslim, Zühd 74; Fezâil 5, 6.

Dipnot-3

“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.


Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)
arş: haydi!
âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a)
celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l)
dest-i teşvik: teşvik eli
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halâvet: tatlılık, hoşluk
hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e)
hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l)
iktifa: yetinme
ins: insanlar
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kelâm: söz (bk. k-l-m)
kevser: Cennette bulunan bir havuz
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
maânî: mânâlar (bk. a-n-y)
mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen
mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
merâtib: mertebeler, dereceler
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d)
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)
müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış
musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ)
nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r)
nihayet: son
şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
server: reis, baş
şevk: şiddetli arzu ve istek
tafsilen: ayrıntılı olarak
tahrik: harekete geçirme
talim: öğretme (bk. a-l-m)
tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r)
terğib: rağbet uyandırma
ulviyet: yücelik
vech: yön
vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)
zahir: açık (bk. ẓ-h-r)

öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.

Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.

Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”

Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”

Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”

Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve


âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m)
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ)
belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ)
belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ)
beşer: insan
cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l)
cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n)
dünyevî: dünyaya ait
ekser: çok (bk. k-s̱-r)
elhasıl: özetle, sonuç olarak
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
envâ: çeşitler, türler
esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a)
fünûn: fenler, ilimler
gaye-i aksâ: en son gaye
gaye-i yegâne: tek gaye
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık: harikalar
havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a)
hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l)
Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler)
icra ettirmek: yaptırmak
ittihaz etmek: edinmek
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d)
mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r)
merğub: rağbet edilen
mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d)
mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez
mükerreren: tekrarla, defalarca
nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r)
netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ)
nev-i beşer: insanlık
remzen: işareten
saâdât: mutluluklar
sair: diğer
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)
suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l)
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v)
teşvikat: teşvikler
tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l)
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
vâzıhan: açıkça

birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.

Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.

İki mühim suale karşı iki mühim cevap

Birincisi:

Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.

Meselâ, tayyare-i beşer HAŞİYE-2 Kur’ân’a dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver,


Haşiye-1

Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.

Haşiye-2

Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.


ahvâl: haller, durumlar
âyât: âyetler
bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi
belki: aslında, gerçekte
beşer: insan
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m)
delâlet: delil olma, işaret etme
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ)
hafî: gizli
hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n)
hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
halel: zarar, eksiklik
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları
ihtar: hatırlatma
ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r)
iktidâ etmek: uymak
iktifâ etmek: yetinmek
ima: işaret
işarî: işaret yoluyla
ittibâ etmek: uymak
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)
lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f)
maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y)
medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti
miftah: anahtar
muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
müteaddit: bir çok, çeşitli
müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak
netice: sonuç
nevi: çeşit
nücum: yıldızlar
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
remiz: işaret
sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y)
san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a)
semâvât: yücelikler (bk. s-m-v)
şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n)
talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m)
tarz-ı ifade: ifade tarzı
tasrih: açık şekilde bildirme
tayyare-i beşer: uçak
terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
üslub: ifade tarzı
vazife-i asliyesi: esas vazifesi
vezâif: görevler
ziya: ışık

âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”

Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”

Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.

اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِاجْتَمَعُوا لَهُ     1

ilh. âyeti sizi susturur.”

Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:

“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.


Dipnot-1

“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
arz: dünya
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri
bahr-i muhit-i havâî: hava denizi
beşer: insan
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
cirm: büyüklük
cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r)
daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b)
daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d)
dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a)
dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk
ehem: en önemli
ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r)
elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde
fâni: gelip geçici (bk. f-n-y)
gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l)
hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m)
hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d)
kamer: ay
kesb etmek: kazanmak
levâzımât: gerekli olan şeyler
makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer
misbah: lâmba
müesses olmak: kurulmak
mükellef: yükümlü
nazenin: ince, duyarlı
nazik: ince, zarif
nisbet: oran (bk. n-s-b)
nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r)
şahap: meteor, göktaşı
seyyârât: gezegenler
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahtelbahir: denizaltı
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tayyare: uçak
tedarik etmek: elde etmek
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l)
zemin: yer, dünya
ziynet: süs (bk. z-y-n)

“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”

İkinci suale cevap:

Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”

Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.

Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.


Haşiye-1

Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…


bedâhet: açıklık
beşer: insan
cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler
dâr-ı imtihan: imtihan yeri
dünyevî: dünyaya ait
Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler)
Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler)
ekalliyet: azınlık
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ)
ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ)
fevt: kaybolma
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)
hüccet: delil
iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri
istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı
kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f)
kıymettar: değerli
Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h)
medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti
menâfi-i umumiye: genel yararlar
menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d)
mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)
muannit: inatçı, dikkafalı
muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
mülhem: ilham olunmuş
müsabaka: yarış
müsavi: eşit
nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
nisbet: oran (bk. n-s-b)
remiz: işaret
sa’y: çalışma
saadet-i beşer: insanın mutluluğu
sair: diğer
sarahat: açıklık
sarahaten: açıkça
sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ)
tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h)
teşkil: oluşturma
uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r)
umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b)
vâfi: yeterli
vâzıhan: açıkça
zâyi olmak: kaybolmak
zikretmek: bildirmek

Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.

İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…

اَللّٰهُمَّ فَهِّمْنَۤا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ وَوَفِّقْنَۤا لِخِذْمَتِهِ فِى كُلِّ اٰنٍ وَزَمَانٍ     1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     2

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ وَكَرِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَمَوْلٰينَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَرَسُولِكَ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّاتِهِ وَعَلَى النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُقَرَّبِينَ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ     اَفْضَلَ صَلاَةٍ وَاَزْكٰى سَلاَمٍ وَاَنْمٰى بَرَكَاتٍ بِعَدَدِ سُوَرِ الْقُرْاٰنِ وَاٰيَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَمَعَانِيهِ وَاِشَارَاتِهِ وَرُمُوزِهِ وَدَلاَلاَتِهِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَالْطُفْ بِنَا يَۤا اِلٰهَنَا يَا خَالِقَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ     وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اٰمِينَ     4


Dipnot-1

Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.

Dipnot-2

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-3

“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.

Dipnot-4

Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.


elhasıl: özetle, sonuç olarak
eşya: şeyler, varlıklar
gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)
hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
istikbal: gelecek
kelâm: söz (bk. k-l-m)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z)
mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
müstetir: gizli, örtülü
nisbet: oran (bk. n-s-b)
semerat: meyveler, neticeler
terakkiyât-ı insaniye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri

﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هَۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ     قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ فَلَمَّۤا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ 1 ﴾

Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

 Mukaddeme

Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden

 وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 

âyet-i kerimesinin hükmüne göre;


Dipnot-1

Bakara Sûresi, 2:31-33.

Dipnot-2

“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun
arz: yeryüzü, dünya
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
gayb: görünmeyen âlem
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)]
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama
ihsan: bağış, ikram, lütuf
ikrar: kabul etme, doğrulama
irfan: bilme, anlayış
izhar: gösterme, açığa çıkarma
Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim
lisan: dil
liyakat: lâyık olma
melâike: melekler
mevcut: var olan
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş
nekais: eksiklikler, kusurlar
nev-i beşer: insanlar, insanlık
sadık: bağlı, doğru
semavat: gökler
sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları
tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi
tasrih etme: açık şekilde bildirme
tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma
vakta ki: ne zaman ki

Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.

Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:

1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.

2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.


Haşiye-1

Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:

كَأَنَّ الْكِرَامَ الْكٰاتِب۪ـينﭯ تَنَـزَّلُوا ﱬ قَلْبِه۪ وَحْيًا بِمَا ﯺﰍ صَح۪يفَةٍ

(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.

Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


bâtınen: içyüzünde
beşer: insan, insanlık
beyan: açıklama
binaen: -dayanarak
delâlet: delil olma, işaret etme
emsal: benzerler, örnekler
enbiya: nebiler, peygamberler
fehmetme: anlama
fünun: fenler, bilimler
Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme
hassa: nitelik, özellik
Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
hikmet: amaç, fayda
İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler)
ihtar: hatırlatma, ikaz
ihtivâ: içine alma, kapsama
ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ
işârât: işaretler, belirtiler
istikbal: gelecek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar
mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme
mâzi: geçmiş
mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
müellif: telif eden, yazan
nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan, insanlar
nevi: çeşit, tür
nübüvvet: peygamberlik, elçilik
nümune: örnek, misal
remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek
sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama
tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor
terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler
terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler
terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler
teşcî: cesaretlendirme
teşvik: şevklendirme, gayretlendirme
vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma
vücuda gelme: meydana gelme
zahiren: dış görünüş itibariyle

3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,

 وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.

4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer

 غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 

âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.

5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,

 اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 

âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.

6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.

Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.

Ve keza,

 يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 

âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.

7.

 لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 

âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği


Dipnot-1

“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.

Dipnot-2

“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.

Dipnot-3

“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.

Dipnot-4

“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.

Dipnot-5

“Eğer Rabbinin delilini görmeseydi.” Yûsuf Sûresi, 12:24.


asâ: baston, değnek
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
beşer: insanlık
beyan: açıklama, anlatma
bilâtereddüt: tereddütsüz
burudet: soğukluk
delâlet: delil olma, işaret etme
Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)]
Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)]
Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)]
Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)]
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme
icad: var etme, yapma
ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar
inkılâp: dönüşme
keza: bunun gibi
kıraç: çorak, verimsiz
mazhar: ayna; nail olan
me’haz: kaynak
medar: kaynak, dayanak
mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi
mikyas: ölçek
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi
muvafakat: uygunluk
nev-i beşer: insan türü, insanlar
nev-i insan: insan türü, insanlık
nümune: örnek, misal
santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet
sür’at: hız
tayyare: uçak
telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi
terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar
terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler
terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler

gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un

 اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 

yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden

 أَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ 

âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.

8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında

 عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 

olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.

Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.

· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:

1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.

2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.

3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.

4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle


Dipnot-1

Yûsuf Sûresi, 12:94.

Dipnot-2

“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.

Dipnot-3

“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.


âlât: aletler
arz: yeryüzü, dünya
avam: tahsil görmemiş sıradan halk
avdet: dönüş, dönme
Belkıs: (bk. bilgiler)
beşer: insanlık
celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme
dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası
emsal: benzerler, örnekler
fehm: anlama ve kavrama
hâkezâ: böylece, bunun gibi
havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı
Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)]
hilâfet: halifelik
hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik
hilkat: yaratılış
icâdât: buluşlar, keşifler
ifrit: korkunç ve zararlı cin
illet: asıl sebep
istikbal: gelecek
Kenan: (bk. bilgiler)
kervan: yolculuk kafilesi
keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar
mazhar: ayna; nail olma
me’haz: kaynak
melâike: melekler
Mısır: (bk. bilgiler)
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme
nazm: diziliş, tertip ve vezin
nev-i beşer: insan türü, insanlık
nümûne: örnek
tafsilâtlı: ayrıntılı
tasrih: açık şekilde bildirme
tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma
timsal: görüntü; akis
umumî: genel, herkese ait
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
vesaire: ve diğer
Züleyha: (bk. bilgiler)

delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.

· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 

cümlesi,

 اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 

cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.

Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.

Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ     3

dedikten sonra,

 قَالُوا 

evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları


Dipnot-1

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29

Dipnot-3

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
arz: yeryüzü, dünya
bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular
beşer: insanlık
bilhassa: özellikle
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
delâlet: delil olma, işaret etme
enaniyet: benlik
esmâ: isimler
halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan
halk etme: yaratma
havas: duygular
hikmet: amaç, gaye
hilâfet: halifelik
ibham: belirsiz, kapalı bırakma
İblis: şeytan
icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme
ihata: içine alma, kapsama
ikrar: kabul etme, doğrulama
iktiza: bir şeyin gereği
ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi
irtibat: ilişki, alâka
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri
istifade: faydalanma, yararlanma
istihkak: lâyık olma, hak etme
kabiliyet: yetenek
kâinat: evren, yaratılmış herşey
kelâm: kelime, ifade
keza: bunun gibi
mâlik: sahip
mazhar: ayna, nail olma
mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ
melâike: melekler
muâraza: sözle mücadele, karşı gelme
mümtaz: seçkin, üstün
mütevakkıf: –e bağlı
namzet: aday
nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son
nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha
rüçhan: üstünlük
sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tahkik: kesinleştirme
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme
talim: öğretme
tatbik: uygulama
tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi
tefsir: açıklama, yorum
terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme
tesviye: düzeltme
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir (duygu): görünen dış duyular

istifsardan pişman olarak

 سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

dediler.

Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,

 قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 

hitabıyla Âdem’e ferman etti.

Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,

قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّىۤ اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ     3

Yani, “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”

Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.

· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:

﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿ 

Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Dipnot-2

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.'” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-3

“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.'” Bakara Sûresi, 2:33.

Dipnot-4

“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.


acz: acizlik, güçsüzlük
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama
âlî: yüce, yüksek
beyan: açıklama, anlatım
binaen: -dayanarak
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah
cevab-ı icmâlî: kısa cevap
enaniyet: benlik
ferman: buyruk, emir
fıtrat: mizaç, karakter
halk etme: yaratma
heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı
hikmet: amaç, gaye
hitab: konuşma
İblis: şeytan
icap etmek: gerektirmek
ihata: içine alma, kapsama
iktidar: kudret, güç
iktiza: gerektirme
istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet
istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma
kemâlât: mükemmellikler, faziletler
ketmetme: gizleme örtme
kibir: büyüklenme, kendini büyük görme
maâlî: şerefler, yükseklikler
mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
meziyet: üstün özellik
mezraa: tarla
muâraza: sözle mücadele
mükâleme: karşılıklı konuşma
mukavele: sözleşme
nükte: ince ve derin mânâ
sirayet etme: geçme, bulaşma
tafsilât: ayrıntılar
taife: grup, topluluk
tasvir: anlatım, ifade etme
tazammun: içerme, içine alma
tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma
teçhiz: cihazlandırma, donatma
ulvî: yüksek, yüce
vaktâ: ne zaman
vecih: şekil, tarz, yön, yüz
zahir: açık

 sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki

 وَ 

şu mukadder olan üç cümleye işarettir.

عَلَّمَ 

Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.

Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.

Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.

اٰدَمُ 

hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.

اَلْاَسْمَۤاءَ 

isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.

عَرَضَهُمْ 

Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.

كُلَّهَا 

Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep


Dipnot-1

Öğretti.

Dipnot-2

İsimler.

Dipnot-3

Onlara arzetti, sundu.

Dipnot-4

Hepsini, tamamını.


Âdem: [bk.
bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret
arz: sunma
ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi
cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı
Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat)
ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar
esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
felâsife: felsefeciler, filozoflar
hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri
hâsiyet: özellik, hususiyet
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği
ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme
kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak
keza: bunun gibi
küre-i arz: yer küre, dünya
lügat: konuşulan dil
melâike: melekler
mezhep: dinde tutulan yol
mihver: eksen
mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket
muâraza: muhalefet etme, itiraz etme
mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz
münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış
müsemmeyat: isimlendirilenler
remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme
rücû: dönme, geri dönme
şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs
Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah
tasrih: açık şekilde bildirme
tayin: belirleme, belirli kılma
temyiz: ayırma, ayırd etme
teşhir: ilân etme, duyurma
tesmiye edilme: isimlendirilme
teşrif: şereflendirme
tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm
teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f

ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.

﴾ ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿ 1

ثُمَّ 

terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.

 هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ 

Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”

عَرَضَهُمْ 

Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.

  هُمْ 3

müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,

 هُمْ 

kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,

عَرَضَ 4

kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.


Dipnot-1

“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.

Dipnot-2

Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).

Dipnot-3

Onlar.

Dipnot-4

Arzetti, sundu.


Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]
ahzetme: alma
âkıl: akıl sahibi
âlim: ilim sahibi
arz: sunma
bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek
bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı
cemaat: topluluk, grup
cihet: tarz, yön
envâ: çeşitler, türler
envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri
enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri
esbab: sebepler
esmâ: Allah’ın isimleri
eşya: şeyler, varlıklar
gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan
heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı
hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma
ircâ: döndürme
itibar: özellik
kerîm: cömertlik ve ikram sahibi
kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı
kısm-ı âzam: büyük bir kısmı
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı
melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler
müdrik: idrak eden, anlayan
müennes: (Ar. gr.) dişi kip
müstahak: hak etmiş, lâyık
müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme
temellük: sahiplenme
temessül: görünme, yansıma
terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma
teşmil: içine alma, genelleme

Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

عَلٰى

 arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 

HAŞİYE-1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ     2


Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.

 Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

 Abdülmecid


Dipnot-1

“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.

Haşiye-1

İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَٓا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).

Dipnot-2

“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.'” Yûnus Sûresi, 10:10.


Abdülmecid: (bk. bilgiler)
âhir: son
âkil: akıl sahibi, akıllı
arz edilen: sunulan
avn ü inayet: yardım ve ikram
bahr: deniz
beyan: açıklama, anlatım
fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma
fevkinde: üstünde
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hasıl olmak: meydana gelmek
himmet: ciddi yardım ve gayret
hitam: son
hitam bulma: son bulma, sona erme
i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması
ihtiyar: irade, tercih, seçme
ikmâl: tamamlama
intihab: seçme, irade
ıslah: düzeltme, iyileştirme
levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı
malûm: bilinen, belli
mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz
müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma
müzekker: erkek
nakşedilen: işlenen
nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi
nihayet: son
tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi
tefsir: açıklama, yorum
veciz: kısa, özlü söz

KAYNAK:

https://sozluk.gov.tr/

Sözler – Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, Ankara.

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirminci Söz, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.342

İşaratül İcaz Fi Mezannil İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.,

Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri, Bediüzzaman Said Nursi, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.6.352


Bu çalışmadaBilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretimile ilgili ne verilmeye çalışıldı?

Bu çalışmada Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.

Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.

13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı – Cumartesi Dersleri 13. 2.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatı'ndan On Üçüncü Sözün İkinci Makamı bu haftaki Cumartesi Dersinin konusunu oluşturuyor.
13. 2. On Üçüncü Sözün İkinci Makamı – Cumartesi Dersleri 13. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO


Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan On Üçüncü Sözün İkinci Makamı bu haftaki Cumartesi Dersinin konusunu oluşturuyor.

On Üçüncü Sözün İkinci Makamı

 Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.

BİR KISIM GENÇLER tarafından, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi namına onlara dedim ki:

Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

Birinci yol:

O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.1

İkinci yol: 

Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır.2 Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: 

Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.

Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak


Dipnot-1

bk. Buharî, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Tirmizî, Cenâiz 70, Kıyâmet 26; Nesâî, Cenâiz 110; Müsned 3:3; 4:287.

Dipnot-2

bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392.


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âlem: dünya (bk. a-l-m)
âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y)
bedihî: ap açık, âşikar
biçare: çaresiz
cazibedar: cazibeli, çekici
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
darağacı: idam sehpası
dehşetli: korkunç
ecel: ölüm vakti
ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n)
ehl-i inkâr ve dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. n-k-r; ḍ-l-l)
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma
haps-i ebedî: sonsuz bir hapis, Cehennem (bk. e-b-d)
haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d)
hevesat: nefsin hoşuna giden yasak istek ve arzular
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d)
inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r)
itikad etme: inanma
lehviyat: haram eğlenceler, oyunlar
medet: yardım
muamele: davranış; karşılık
muhavere: karşılıklı konuşma
nihayetsiz: sonsuz
şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tarz: şekil
tasdik etmek: kabul etmek, doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ)
tecrit: yalnız başına bırakma

ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık,1 ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar; ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri; ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat’î delilleriyle, o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn derecesinde HAŞİYE-1 ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î ile, “İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir” diye, ittifakan haber veriyorlar.

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimalle, dalâlet ve sefahet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebep olduğunu ve “İman, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor” diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını gösterdikleri halde, bu acip ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus Müslüman, eğer iman ve ubûdiyeti


Dipnot-1

Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652: İbni Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ 1:32, 54.

Haşiye-1

Onlardan birisi Risale-i Nur’dur. Meydandadır.


acip: hayret verici, şaşırtıcı
âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y)
âlem-i nur: nur âlemi (bk. a-l-m; n-v-r)
âsar: eserler
azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)
bahusus: özellikle
biçare: çaresiz
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
darağacı: idam sehpası
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)
elem-i mânevî: mânevî acı, vicdan azabı (bk. a-n-y)
emare: işaret, belirti
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
endişe-i helâket: yok olma endişesi
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
hadd ü hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d)
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)
ihbar eden: haber veren
ihtimal-i helâket: yok olma ihtimali
ihtimal-i kat’î: kesin ihtimal, olabilirlik
ilmelyakin: kesin bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n)
itaat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma
ittifakan: birlik halinde, birleşerek
kat’î: kesin
keşif: Allah tarafından ilham olunmasıyla gizli bir şeyin meydana çıkarılması (bk. k-ş-f)
mezkûr: sözü geçen
mu’cize: peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan ve imana gelmelerine sebep olan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z)
muhakkik: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhbir: haber veren
muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygamber (bk. ṣ-d-ḳ)
musaddak: doğrulanan, onaylanan (bk. ṣ-d-ḳ)
nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)
nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alamet (bk. ṣ-d-ḳ)
saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ)
saray-ı saadet: mutluluk sarayı
sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizce davranış, budalalık
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
zevk: mânevî âlemlerde iman hakikatlerinin hazzına erişme
zindan-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d)

olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağırılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.

Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.

Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış; her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik saikasıyla, o hadsiz elemlerle âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihâne ve heveskârâne, muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin


âhiri: sonuncusu (bk. e-ḫ-r)
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
âlûde: bulaşmış, karışmış
ecnebî: yabancı
ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler (bk. ḍ-l-l)
ehl-i iman ve taat: iman eden ve dinin emirlerine uyanlar (bk. e-m-n)
elem: acı, sıkıntı
elîm: elemli, acı verici
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esasat: esaslar, prensipler
ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)
faik: üstün
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)
hadsiz: sınırsız
hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haslet: huy, özellik
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)
heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde
ihtar: hatırlatma
ihtiyar: seçme, tercih etme, irade (bk. ḫ-y-r)
inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r)
kemâlât: faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri (bk. k-m-l)
lezzet ve zevk-i mânevî: mânevî lezzet ve zevk (bk. a-n-y)
lezzet-i gayr-ı meşrua: dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet (bk. ş-r-a)
medar: sebep, vesile
mu’cizatça: mu’cizeler açısından (bk. a-c-z)
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)
mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar, kader (bk. ḳ-d-r)
musibet: belâ, felaket
muvakkat: geçici
muvakkaten: geçici olarak
nev-i beşer: insanlık, insan türü
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
saadet-i lâyezâlî: hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet
saika: sevk etme
saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ)
sefihâne: yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tecessüm: cisimleşme, cisim halinde belirme
umum: bütün, genel
üstad: hoca, öğretmen
vefiyat: vefatlar, ölümler
vesika: belge
zevk ve lezzet-i azîme: büyük zevk ve lezzet (bk. a-ẓ-m)

medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.

Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.


âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r)
ahval: haller, vaziyetler
bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)
biçare: çaresiz, zavallı
cihet: yön
daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a)
ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)
ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler
elem: acı, keder, üzüntü
endişe-i istikbal: gelecek endişesi
gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)
hadisat: hadiseler, olaylar
halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)
hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular
iffet: namus
ihtar: hatırlatma
iktifa: yetinme
istikbal: gelecek
kâfi: yeterli
kat’iyen: kesinlikle
kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l)
mazi: geçmiş
medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı
medet: yardım
meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)
müptelâ: düşkün, tutulmuş
nefrin/nefret etmek: tiksinmek
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
saadet: mutluluk
sabık: geçen
sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ)
sürur: sevinç, mutluluk
taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma
tenbih: ikaz, uyarı
terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b)
terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m)
terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d)
usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri
zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)
zayi: kaybolup gitme
ziyade: çok, fazla

KAYNAK:

http://www.erisale.com/#content.tr.1.207

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, On Üçüncü Söz, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.