Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.

Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. - Cumartesi Dersleri 24. 2.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz İkinci Dal.

Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. - Cumartesi Dersleri 24. 2.
Bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz. – Cumartesi Dersleri 24. 2.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Dördüncü Söz

İKİNCİ DAL

Çok esrarın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyan eder.

Birinci sır: Evliya ne için usul-i imaniyede ittifak ettikleri halde meşhudatlarında, keşfiyatlarında çok tehalüf ediyorlar. Şuhud derecesinde olan keşifleri bazan hilâf-ı vaki ve muhalif-i hak çıkıyor. Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat’î bir burhanla hak telâkki ettikleri efkârlarında, birbirine mütenakız bir surette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar; bir hakikat niçin çok renklere giriyor?


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m)
burhan: kesin delil
Cevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r)
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)
ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r)
elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar, gizli gerçekler
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırı
insan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l)
istiâne: yardım isteme
istiâze: Allah’a sığınma
ittifak: birleşme, birlik
kat’î: kesin
kâtib: yazıcı (bk. k-t-b)
keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f)
lisan: dil
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
medâr-ı fahr: övünç vesilesi
medet: yardım
mes’uliyet: sorumluluk
meşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d)
muavenet: yardım
muhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)
mükellef: yükümlü
mülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k)
münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v)
müptelâ: bağımlı, tutulmuş
müracaat: başvurma
mütenakız: birbirine zıt, çelişen
muvaffakiyet: başarı
nam: adnev-i insan: insanlık
nisbet: bağ (bk. n-s-b)
şer: kötülük
şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
talep: isteme (bk. ṭ-l-b)
tazammun eden: içine alan
tehalüf: birbirine zıt olma
telâkki: kabul etme
terakkiyât: ilerlemeler, yükselmeler
usul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n)
zâbit: subay
zikretmek: anmak

İkinci sır: Enbiya-yı sâlife, niçin haşr-i cismanî gibi bir kısım erkân-ı imaniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur’ân gibi tafsilât vermemişler; sonra ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler? Hem niçin hakikî ârif olan evliyanın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler? Hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imaniye onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir surette görünüyor. Hattâ, onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ı imaniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler; hattâ bazıları sapmışlar. Madem bütün erkân-ı imaniyenin inkişafıyla hakikî kemâl bulunur, niçin ehl-i hakikat bazısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyanın serveri olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur’ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imaniyeyi vâzıh bir surette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir.

Evet, çünkü hakikatte hakikî kemâl-i etemm öyledir. İşte, şu esrarın hikmeti şudur ki:

İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f)
asliyet: asıl oluş
berzah: geçit
çendan: gerçi
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
cilve-i esmâ: isimlerin görünmesi (bk. c-l-y; s-m-v)
cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
derece-i hakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme derecesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ; y-ḳ-n)
ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
enbiya-yı sâlife: geçmişteki peygamberler (bk. n-b-e)
erkân: şartlar, esaslar (bk. r-k-n)
erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar
evliya: veliler (bk. v-l-y)
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşr-i cismanî: öldükten sonra bedenlerin ve vücutların dirilişi (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: sır, bilimsel izah (bk. ḥ-k-m)
ihtiyar: irade, dileme, tercih (bk. ḫ-y-r)
iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)
inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
itibarıyla: özelliğiyle
kasdî: bilerek, direkt (bk. ḳ-ṣ-d)
kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâl-i etem: tam mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmel özellikler, üstünlükler (bk. k-m-l)
keşif: açığa çıkarma (bk. k-ş-f)
külliyet: kapsamlılık (bk. k-l-l)
Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
kütüb-ü mukaddese: kutsal kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; ḳ-d-s)
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
medar: dayanak, eksen
menşe: kaynak
mertebe-i âzam: en yüksek derece (bk. a-ẓ-m)
meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül
mücmel: kısa, özet halinde (bk. c-m-l)
muhtelif: çeşitli
müstaid: istidatlı, yetenekli (bk. a-d-d)
mütefavit: farklı
reis-i enver: en nurlu başkan (bk. n-v-r)
Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
server: reis, baş
şuhud: görme, şahid olma (bk. ş-h-d)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tafsil: ayrıntılı olarak açıklama
tafsilât: ayrıntılar
taharrî: araştırma
tebaiyet: tabi olma, uyma
tenevvü: çeşitlenme
tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)
ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minler
vâzıh: açık, âşikâr
zılliyet: gölge tarzında tecellî

başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete, esrarlı, geniş ve hakikatle bir derece karışık bir temsille bazı işaretler ederiz.

Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.

Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. HAŞİYE-1

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:

Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.

Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.


Haşiye-1

Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.


âsâr: eserler
cihazat: organlar, duyular
cismanî: maddi yapısı olan
cüz’iyet: küçüklük, parça olma hali (bk. c-z-e)
ehl-i fikir: düşünce sahipleri (bk. f-k-r)
ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ehl-i nübüvvet: peygamberler (bk. n-b-e)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
enâniyet: benlik, gurur
esrar: sırlar
fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
farz etmek: varsaymak
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)
has: özel
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i ihtilâf: anlaşmazlığın sebebi (bk. ḥ-k-m)
hükümran: hükmü geçen, hükmeden (bk. ḥ-k-m)
icra etmek: yerine getirmek
ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma
işârât: işaretler
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
istidlâl: delil getirme, akıl yürütme
istimâl: kullanma
iştiyak: çok arzu ve istek
kamer: ay
Katre: damla
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)
marifet: bilgi (bk. a-r-f)
misal: örnek (bk. m-s̱-l)
mücahede: cihad etme, mücadele (bk. c-h-d)
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nev’: tür
Reşha: sızıntı
sa’y: çalışma
safvetli: saf, berrak (bk. ṣ-f-y)
seyyare: gezegen
sır: gizem, gizli gerçek
sülûk: yol alma
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)
taife: grup, topluluk
tasfiye: saflaştırma, arındırma (bk. ṣ-f-y)
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
terakkiyât: ilerlemeler
teslimiyet: kendini Allah’ın iradesine bırakma (bk. s-l-m)
tezkiye: temize çıkarma
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
Zühre: çiçek

Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:

Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.

İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde


âsâr: eserler
âyine: ayna
berzah: geçit
bil’asale: bizzat
cevv-i hava: hava boşluğu
cihet: yön
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
cüz’î: ferdî, küçük (bk. c-z-e)
emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)
evvelki: önceki
Fâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)
feyz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
haşmetnümâ: ihtişamlı, görkemli
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)
hicap: perde
hususî: özel
ifade: faydalandırma
ifâza: feyiz verme, bereketlendirme (bk. f-y-ḍ)
in’ikâs: yansıma
istihâle-i in’ikâsiye: yansımanın başkalaşması, farklı bir keyfiyet alması
kamer: ay
Katre: damla
kavl: söz
küllî: geniş, kapsamlı (bk. k-l-l)
mahdut: sınırlı
mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)
mezkûr: sözü geçen
mukabil: karşı
mukayyet: kayıtlı
mutlak: şart ve kayıt altında olmayan, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
nebâtât: bitkiler
neş’et etme: doğma, ortaya çıkma
nev’: tür, çeşit
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha: sızıntı
safî: temiz, katıksız (bk. ṣ-f-y)
şahsiyet: kişilik, yapı
şems: güneş
seyyarat: gezegenler
seyyare: gezegen
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
suret-i cüz’iye: küçük suret (bk. ṣ-v-r; c-z-e)
tahrik: harekete geçirme
tarik: yol
tarz: şekil, biçim
tavassut: vasıta olma, aracılık etme
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
teveccüh: yönelme
timsal: suret, görüntü (bk. m-s̱-l)
umum: bütün
velâyet: velîlik (bk. v-l-y)
zerre: atom
ziya: ışık
Zühre: çiçek

gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet  


âsâr: eserler
âsâr-ı acîbe: hayrette bırakan eserler
ayn-ı mutlak: kayıtlı ve sınırlı olmayanın ta kendisi (bk. ṭ-l-ḳ)
âzâ: organlar
Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)
Eski Said: (bk. bilgiler)
farz etmek: varsaymak
feyiz: bolluk, bereket (bk. f-y-ḍ)
feylesof: filozof, felsefeci
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâlis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
hükm-ü imanî: imanî hüküm (bk. ḥ-k-m; e-m-n)
ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)
inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış
isnad: dayandırma (bk. s-n-d)
istidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
kâfi: yeterli
kamer: ay
Katre: damla
kesafet peyda etmek: katılaşmak
kurbiyet: yakınlık
maddiyât: maddi şeyler
mukayyed: kayıtlı
müsademe: çarpışma
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
perestiş: taparcasına sevme
Reşha: sızıntı
safvet: arılık, berraklık (bk. ṣ-f-y)
şems: güneş
şuhud-u kalbî: kalbin görmesi (bk. ş-h-d)
şuhud-u kevniye: kâinatta görünüp yaşanan şeyler, gözlemler (bk. ş-h-d; k-v-n)
şuhudî: görürcesine, açıkça (bk. ş-h-d)
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)
şuurlu: bilinçli (bk. ş-a-r)
telâkki: kabul etme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
terbiye: besleme, yetiştirme (bk. r-b-b)
tevaggul: dalma, derinliğine girme
teveccüh: yönelme
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)
timsal: nümune, örnek (bk. m-s̱-l)
Zât-ı Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah (bk. k-r-m)
ziya: ışık
ziya-yı şems: güneşin ışığı
ziynetli: süslü (bk. z-y-n)
zıll: gölge
Zühre: çiçek

ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.


aks: yansıma
âyine: ayna
âyinedarlık: aynalık
berzah: geçit
beyhude: boşuna
cazibe: çekim gücü
celb-i rızık: rızık elde etme (bk. r-z-ḳ)
dehşet: korku, ürkme
ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ)
feylesof: filozof, felsefeci
firak: ayrılık (bk. f-r-k)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakîm: hikmetli, hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m)
hazine-i rahmet: rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)
hususiyet: özellik
iftihar: övünme
inhilâl: çözülüp açılmış, dağılmış
inkisar: kırılma
istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)
iz’âcât: rahatsız etmeler
kalb-i insanî: insan kalbi
kamer: ay
Katre: damla
Katre-i fikr: düşünce damlası (bk. f-k-r)
Katre-misal: damla gibi (bk. m-s̱-l)
kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kesafet: yoğunluk, katılık
kesif: yoğun, katı
lâkin: ama, fakat
lem’a: parıltı
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mertebe-i külliye: büyük ve kapsamlı mertebe (bk. k-l-l)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)
muvaffak: başarılı
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)
nefsülemir: işin gerçeği, aslı (bk. n-f-s)
neş’et etmek: doğmak
Nur: bütün varlıkları aydınlatan ve her çeşit nuru yaratan Allah (bk. n-v-r)
sa’y: çalışma
şems: güneş
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)
sülûk etmek: yol almak
suret: şekil, biçim; görüntü (bk. ṣ-v-r)
tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)
talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)
telezzüz: lezzetlenme
terakki: yükselme, ilerleme
teveccüh: yönelme
vahşet: ürküntü, korku
yakînen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)
ye’s: ümitsizlik
zât: kendi, öz
ziya: ışık
Zühre-misal: çiçek gibi (bk. m-s̱-l)
zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)

Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,


akis: yansıma
âsâr: işler
âsâr-ı acîbe: şaşırtıcı işler
âsâr-ı haşmet: haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri
âyine: ayna
âyinedar: ayna olma
ayn-ı şems: güneşin kendisi
aynelyakin: gözle görür kesinlikte (bk. y-ḳ-n)
berzah: geçit
cazibe: çekim gücü
çendan: gerçi
cilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)
enâniyet: benlik
evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
half: arka
hâlis: içten, katıksız (bk. ḫ-l-ṣ)
hararet: sıcaklık, ısı
haşmet: ihtişam, görkem
hicap: örtü, perde
hikmet: yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m)
hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırılık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
iz’an: kesin şekilde inanma
Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)
kamer: ay
kemâl: mükemmellik, olgunluk (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)
madde-i kesife: yoğun, katı madde
mahsus: özel, has
mazhar: ayna, görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mertebe-i şuhud: görme derecesi (bk. ş-h-d)
mertebe-i uzmâ: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)
mezâyâ: meziyetler, üstün özellikler
Muhyî: bütün canlılara hayat veren Allah (bk. ḥ-y-y)
müşahede olunmak: görünmek (bk. ş-h-d)
müşkilât: zorluk
nâr-ı aşk: aşk ateşi
nesc etmek: dokumak
nevi: tür, çeşit
nur: aydınlık (bk. n-v-r)
Reşha-misal: sızıntı misali (bk. m-s̱-l)
safi: temiz, duru; halis (bk. ṣ-f-y)
saltanat-ı zâtiye: bizzat Kendisinin hükmettiği saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
şems: güneş
şua: ışık, parıltı
tafsilât: ayrıntı
tarik: yol (bk. ṭ-r-ḳ)
tasdik: onaylama, doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ)
tebahhur: buharlaşma
temsil: kıyaslama tarzında benzetme (bk. m-s̱-l)
tereddütsüz: şüphede kalmayacak şekilde
ülfet: alışkanlık
ünsiyet: alışkanlık, âşinalık
veraset-i Ahmediye: Peygamberimize varis olma, onun izinden gitme (bk. ḥ-m-d)ziya: ışık

haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.

Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.


a’mâl: ameller, işler
âhir: son (bk. e-ḫ-r)
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r)
alâmet: işaret
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)
âzam: en büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)
derecât-ı ârifîn: ariflerin dereceleri (bk. a-r-f)
derece-i âzam: en büyük derece (bk. a-ẓ-m)
ehâdis-i şerife: Peygamberimizin yüce sözleri (bk. ḥ-d-s̱)
ehl-i ilim: ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m)
ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
enâniyet: benlik, gurur
erkân-ı imaniye: imanın esasları (bk. r-k-n; e-m-n)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)
esrar: sırlar
fazilet: erdem, üstünlük (bk. f-ḍ-l)
fevkinde: üstünde
hadd: yetki
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat-ı haşir ve kıyamet: kıyamet ve haşir gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-ş-r; ḳ-v-m)
haşr-i âzam/haşir: en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r; a-ẓ-m)
hikmet-i irşad: olması gereken keyfiyette doğru yolu gösterme ve yaşatmanın gayesi (bk. ḥ-k-m; r-ş-d)
icmâl: özet, kısaltılmış (bk. c-m-l)
ihsas: hissettirme
iktifa: yetinme
iktiza: bir şeyin gereği
inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
inkişaf: açığa çıkma (bk. k-ş-f)
iptidaî: ilkel
İsm-i Âzam: Cenâb-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı (bk. s-m-v; a-ẓ-m)
itminan-ı kalb: kalben tam kanaatle inanma
kavî: kuvvetli
kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
kıyamet-i kübrâ: büyük kıyâmet, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m; k-b-r)
marifetullah: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. r-k-n; a-r-f)
mazhar: görünme yeri (bk. ẓ-h-r)
mertebe: derece
mertebe-i uzma: en büyük mertebe (bk. a-ẓ-m)
mevzu: uydurma hadis
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)
tafsil: ayrıntı
tafsilât: ayrıntılar
takat: güç, kuvvet
tefavüt etmek: farklılık göstermek
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
vukuat: olaylar
zikretmek: bildirmek, hatırlatmak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, İkinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.449

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-dorduncu-soz/450


CUMARTESİ DERSLERİ

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. - Cumartesi Dersleri 24. 1.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. - Cumartesi Dersleri 24. 1.

Cumartesi Derslerinde bu hafta:

“Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.”

konusu işlenmektedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Dördüncü Söz Birinci Dal.

Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. - Cumartesi Dersleri 24. 1.
Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. – Cumartesi Dersleri 24. 1.

KISA VİDEO

UZUN VİDEO

SHORTS

Yirmi Dördüncü Söz

Şu Söz Beş Daldır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış, çık, meyvelerini kopar, al.

 اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى     1

ŞU ÂYET-İ CELÎLENİN şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz.

BİRİNCİ DAL

Nasıl ki bir sultanın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil; ve mülkiyede sultan; ve askeriyede kumandan-ı âzam; ve ilmiyede halife—daha buna kıyasen sair isim ve ünvanlarını bilsen anlarsın ki, birtek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle meşhud ve nâzırdır; görünür, görür. Ve herbir mertebede, perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrıf ve basîrdir; idare eder, bakar.

Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları; ve ulûhiyetinin


Dipnot-1

“O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur.” Tâhâ Sûresi, 20:8.


alâmet: işaretâyet-ı celîle: yüce âyet (bk. c-l-l)basîr: gören (bk. b-ṣ-r)Ezel-Ebed Sultanı: hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah (bk. e-z-l; e-b-d; s-l-ṭ)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim: hükmeden, hükümdâr (bk. ḥ-k-m)hâkim-i âdil: adaletli hâkim (bk. ḥ-k-m; a-d-l)halife: Müslümanların dini reisi (bk. ḫ-l-f)haysiyetiyle: özelliğiylehükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)kumandan-ı âzam: en büyük kumandan (bk. a-ẓ-m)mertebe: derecemeşhud: görünen, bilinen (bk. ş-h-d)mevcut: var olma (bk. v-c-d)mülkiye: yönetim daireleri ve kadroları (bk. m-l-k)mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)mutasarrıf: dilediği gibi idare eden (bk. ṣ-r-f)nâzır: bakan, gözlemci (bk. n-ẓ-r)nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m)Rabbü’l-Âlemîn: âlemlerin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; a-l-m)raiyet: halkrububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)şahsiyet-i mâneviye: mânevî kişilik (bk. a-n-y)saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ)şe’n/şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)şecere-i nuraniye: nurlu ağaç (bk. n-v-r)sultan: hükümdâr, yönetici (bk. s-l-ṭ)tabaka: kat, sınıftabaka-i hükûmet: yönetim tabakası (bk. ḥ-k-m)ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)vasıf: özellik, sıfat (bk. v-ṣ-f)

dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk san’atında ve mütenevvi masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyâtı vardır.

Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlûkatın herbir tabakasında, az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm, herbirisinde has bir tecellî, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhit ve âmm olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle birşeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nuranî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık isminin, mahlûkıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvan-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek, bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuûnât birbirine bakar. Ve temessülât birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder. Ve rububiyetin mütenevvi terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder. Elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri


âlem: dünya (bk. a-l-m)âmm: genelcilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)cüz’î: küçük (bk. c-z-e)daire-i sıfât: sıfat dairesi (bk. v-ṣ-f)ef’âl: fiiller, işler (bk. f-a-l)Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)hâkezâ: böylece, bunun gibihâkim: hüküm sahibi, hükmeden, galip (bk. ḥ-k-m)Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve şeref sahibi yaratıcı, Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)has: özelhaşmet: heybet, görkemhaşmetnümâ: ihtişamlı, görkemlihikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)ihsas: hissettirme, hatırlatmaikmal etme: tamamlama (bk. k-m-l)imdat: yardıma yetişmeitmam: tamamlamakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kast: amaç, hedef (bk. ḳ-ṣ-d)kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)mahlûkıyet: yaratılmışlık (bk. ḫ-l-ḳ)masnuât: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)mertebe-i kübrâ: en büyük mertebe (bk. k-b-r)muavenet: yardımmuhit: kuşatan, kapsayıcımukaddes: kutsal, her türlü kusur ve eksiklikten yüce (bk. ḳ-d-s)müntehâ: en son noktamütenevvi: çeşitlinuranî: nurlu (bk. n-v-r)rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)şe’n/şuûnat: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler (bk. ş-e-n)tâbi: uyantaife: topluluk, gruptasarrufât: tasarruflar, dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f)tecellî: yansıma (bk. c-l-y)tecelliyât: tecellîler, yansımalar (bk. c-l-y)temâşâ etmek: bakmak, seyretmektemessül: görüntünün belirmesi (bk. m-s̱-l)temessülât: görüntülerin belirmesi (bk. m-s̱-l)terbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma (bk. r-b-b)teveccüh: yönelmeünvan-ı âzam: en büyük ünvan (bk. a-ẓ-m)zımn: iç tarafzuhurât: görünümler, meydana çıkmalar (bk. ẓ-h-r)

içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki lâzım gelir ki, onun nazarı, daima karşısında Hüve, Hüvallah okusun, görsün. Onun kulağı herşeyden

 قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ 

dinlesin, işitsin. Onun lisanı Lâ ilâhe illâhû beraber mîzened âlem desin, ilân etsin.

İşte, Kur’ân-ı Mübîn,

 اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنٰى 

fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git, fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr” dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. “Ne diyorsunuz?” de. Elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyecekler. HAŞİYE-1


Dipnot-1

“De ki: O Allah birdir.” İhlâs Sûresi, 112:1.

Dipnot-2

“O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur.” Tâhâ Sûresi, 20:8.

Haşiye-1

Hattâ birgün kedilere baktım. Yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: “Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?”

Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi, sarih bir surette “Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyerek, güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı.

Aklıma geldi: “Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?”

Sonra, sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih değil; fakat mütefavit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hırhırları arkasında “Yâ Rahîm” fark edilir. Git gide hırhırları, mırmırları aynı “Yâ Rahîm” olur; mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Ağzını kapar, güzel “Yâ Rahîm” çeker.

Yanıma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, “Bir derece işitiyoruz” dediler. Sonra kalbime geldi: “Acaba şu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve niçin insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisanıyla etmiyorlar?”

Kalbime geldi: Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit, hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak esbabı bırakıp, yalnız kendi Hâlık-ı Rahîminin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve “Yâ Rahîm” nidâsıyla, kimden medet gelir ve kimden rahmet beklenir, esbap-perestlere ihtar ediyorlar.


Alîm: herşeyi sonsuz ilmiyle bilen Allah (bk. a-l-m)âmm: genelAzîz: izzet, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. a-z-z)bidâyet: başlangıçCebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına istediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r)Celîl: sonsuz derecede haşmet, yücelik ve azamet sahibi Allah (bk. c-l-l)Cemîl: sonsuz güzellik sahibi olan Allah (bk. c-m-l)çendan: gerçicilve: görünme, yansıma (bk. c-l-y)dalâlet: inançsızlık, hak yoldan sapkınlık (bk. ḍ-l-l)esmâ: isimler (bk. s-m-v)fasih: güzel, açık ve düzgün konuşan (bk. f-s-ḥ)ferman: buyrukgaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız davranma hali (bk. ğ-f-l)güya: sankihakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Hâlık: herşeyi var eden, yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ)haşiye: dipnot, açıklayıcı nothayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-yHüvallah: “O Allah’tır”Hüve: O, Allahihvan: kardeşlerinkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)intikal: geçme, farkına varmaKadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)Kur’ân-ı Mübîn: hak ve hakikati açıklayan Kur’ân (bk. b-y-n)Lâ ilâhe illâ Hû beraber mîzened âlem: bütün âlem hep beraber “Allah’tan başka ilâh yoktur” der (bk. e-l-h)mahreçsiz: harfleri doğru çıkarmadanmahsus: özel, hasmübarek: bereketli, hayırlı (bk. b-r-k)münhasır: ait, sınırlımütefavit: farklı farklımuteriz: itiraz edennazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)sair: diğersarih: açıkşefkat: karşılıksız sevgi ve merhamet (bk. ş-f-ḳ)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)tahkir: hor görmetaife: kavim, gruptemâşâ etmek: seyretmekvech-i tahsis: tahsis yönü, has kılma sebebizelzele: deprem, sarsıntızemin: yeryüzüzikir: Allah’ı anmazikr-i hazîn: içli zikir, mânevî hüzün veren zikirzikretmek: bildirmek, anmak

Semâyı dinle. Nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl”diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Yâ Rahmân, yâ Rezzâk” diyorlar. Bahardan sor. Bak, nasıl “Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Lâtif, yâ Atûf, ya Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin” gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.

Fakat, çendan insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intaç eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyanın ayrı ayrı şeriatleri, evliyanın başka başka tarikatleri, asfiyanın çeşit çeşit meşrepleri şu sırdan neş’et etmiştir. Meselâ, İsâ aleyhisselâm, sair esmâ ile beraber, Kadîr ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir.


âlem: dünya (bk. a-l-m)Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)arz: yer, dünyaasfiya: Hz. Peygamber yolundan giden yüksek ilim ve velâyet sahibi hâlis kullar (bk. ṣ-f-y)Atûf: çok şefkatli, pek merhametli olan Allah (bk. a-ṭ-f)azîm: çok büyük (bk. a-ẓ-m)Celîl-i Zülcemâl: sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah (bk. c-l-l; ẕü; c-m-l)Cemîl-i Zülcelâl: sınırsız yücelik ve haşmetiyle beraber, sonsuz güzel-lik sahibi Allah (bk. c-m-l; ẕü; c-l-l)çendan: gerçiehl-i aşk: kalpleri Allah sevgisiyle dolu olanlarehl-i tefekkür: varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler (bk. f-k-r)enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)esbab: sebepler (bk. s-b-b)esbap-perest: Allah’ı unutup sebeplere haddinden fazla değer veren (bk. s-b-b)esmâ: isimler (bk. s-m-v)Esmâ-yi Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n)evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)hâkezâ: bunun gibiHakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)hâkim: hüküm sahibi, hükmeden, galip (bk. ḥ-k-m)Hâlık-ı Rahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan yaratıcı, Allah (bk. ḫ-l-ḳ; r-ḥ-m)hamd: şükür, övgü (bk. ḥ-m-d)Hannân: rahmetlerinin en hoş cilvesini gösteren Allah (bk. ḥ-n-n)haşmetli: görkemli, heybetlihilâf: ters, aksiihtar: hatırlatma, uyarma, ikazihtilâf-ı ibâdât: ibadetlerin farklı farklı olması (bk. a-b-d)intaç eden: sonuç verenİsâ: (bk. bilgiler)Kadîr: sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kelb: köpekKerîm: cömertlik ve ikram sahibi olan Allah (bk. k-r-m)Lâtif: çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah (bk. l-ṭ-f)letâfet: hoşluk, güzellik (bk. l-ṭ-f)mazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)medet: yardımmelâike: melekler (bk. m-l-k)meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usülMuhsin: yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah (bk. ḥ-s-n)Münevvir: herşeyi maddî ve manevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah (bk. n-v-r)Musavvir: herşeyi istediği sıfat ve surette yaratan Allah (bk. ṣ-v-r)musika-i zikriye: zikir musikîsiMüzeyyin: herşeyi eşsiz sanatıyla süsleyen, güzelleştiren Allah (bk. z-y-n)nağamat: nağmeler, güzel seslernağme: ahenk, güzel sesnazdar: nazlınazik: ince, zarifneş’et: doğma, ortaya çıkmanevm-i gaflet: gaflet uykusu (bk. ğ-f-l)nidâ: seslenişRahîm: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)Râhman: çok merhamet sahibi ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah (bk. r-ḥ-m)rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)Rezzak: bütün canlıların rızkını veren Allah (bk. r-z-ḳ)sair: diğerşefkat: karşılıksız sevgi ve merhamet (bk. ş-f-ḳ)semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)şeriat: yol, İlâhî kanun (bk. ş-r-a)sır: gizem, gizli gerçektaltif: lütuf ve ihsanda bulunma (bk. l-ṭ-f)tarikat: mânevî yol (bk. ṭ-r-ḳ)tenevvü: çeşitliliktenevvü-ü esmâ: isimlerin çeşitliliği (bk. s-m-v)Vedûd: kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah (bk. v-d-d)ziyade: fazla

İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mes’uliyeti, birer terakkiyâtı; ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor. Ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan medet ister ve âmirinin çok ünvanlarına müracaat eder. Ve düşmanların şerrinden kurtulmak için, muavenetini çok suretlerle talep eder.

Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten istiâze ediyor.

İşte, şu sırdandır ki, Sûre-i

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ     مَلِكِ النَّاسِ     اِلٰهِ النَّاسِ     مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ     1

de üç ünvan ile istiâzeyi emrediyor ve Bismillâhirrahmânirrahîm’de üç ismiyle istiâneyi gösteriyor.


Dipnot-1

“De ki: Sığınırım insanların Rabbine, insanların Mâlikine, insanların İlâhına. Sinsice vesvese verenlerin şerrinden…” Nâs Sûresi, 114:1-4.


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)beyan: açıklama (bk. b-y-n)Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (bk. s-m-v; r-ḥ-m)burhan: kesin delilCevşenü’l-Kebir: Peygamberimize Cebrâil’in (a.s.) getirdiği ve “Zırhı çıkar, bu duâyı oku” dediği meşhur duâ (bk. k-b-r)efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)ehl-i fikir ve nazar: fikir ve dikkat sahipleri (bk. f-k-r; n-ẓ-r)elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ)esmâ: isimler (bk. s-m-v)esrar: sırlar, gizli gerçeklerevliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hilâf-ı vaki: gerçeğe aykırıinsan-ı kâmil: mükemmel insan (bk. k-m-l)istiâne: yardım istemeistiâze: Allah’a sığınmaittifak: birleşme, birlikkat’î: kesinkâtib: yazıcı (bk. k-t-b)keşfiyat: keşifler, mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görme (bk. k-ş-f)lisan: dilmazhar: görünme ve yansıma yeri (bk. ẓ-h-r)medâr-ı fahr: övünç vesilesimedet: yardımmes’uliyet: sorumlulukmeşhudat: kalb gözüyle görülen şeyler (bk. ş-h-d)muavenet: yardımmuhalif-i hak: gerçeğe zıt (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)mükellef: yükümlümülkiye müfettişi: devletin idarî işlerini ve heyetlerini denetleyen müfettiş, denetçi (bk. m-l-k)münâcât: Allah’a yalvarış, dua (bk. n-c-v)müptelâ: bağımlı, tutulmuşmüracaat: başvurmamütenakız: birbirine zıt, çelişenmuvaffakiyet: başarınam: adnev-i insan: insanlıknisbet: bağ (bk. n-s-b)şer: kötülükşuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)talep: isteme (bk. ṭ-l-b)tazammun eden: içine alantehalüf: birbirine zıt olmatelâkki: kabul etmeterakkiyât: ilerlemeler, yükselmelerusul-i imaniye: iman esasları (bk. e-m-n)zâbit: subayzikretmek: anmak

KAYNAKLAR

Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.

http://www.erisale.com/#content.tr.1.445

https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-dorduncu-soz/444


CUMARTESİ DERSLERİ

Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. - Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.
Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate bak, sen de gör. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.

Ayrıca; http://www.erisale.com/#home adresinde ve https://sorularlarisale.com/ adresinde yer alan Risalelerin ekran kaydı yapılmakta ve sitemizde ilgili dersin bulunduğu sayfaya metinler ve sözlük konulmaktadır.

Dersler en son yapılan derslere göre sıralanmaktadır.

CUMARTESİ DERSLERİ