Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A.
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
BİRİNCİ LEM’A:
…
Hem meselâ,
اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 1
da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-i İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rüyet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pek çok yerlerde, Kur’ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazf eder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte,
اَلْمُفْلِحُونَ
der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: “Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye nail olursun. Ey âşık, sen rüyete mazhar olursun.” Ve hâkezâ…
İşte, Kur’ân, câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan, herbirisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.
âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-ı evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü Allah bir ism-i câmi’ olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur.
“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Günahın için istiğfar et.” Muhammed Sûresi, 47:19.
Dipnot-3
Yani, Ondan başka Rezzâk yoktur. Ondan başka Hâlık yoktur. Ondan başka Rahmân yoktur.
âmm: genel ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) câmiiyet-i lafziye: sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması (bk. c-m-a) cezbe: çekim cihet: yön Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) felâh: kurtuluş feza: uzay gaye-i emel: emelinin gayesi, arzu edilen hedef gıda-yı mânevî: mânevî gıda (bk. a-n-y) hâkezâ: böylece, bunun gibi hazfetmek: kaldırmak, aradan çıkarmak huruf: harfler ıtlak: genelleştirme, sınırlamama (bk. ṭ-l-ḳ)
ism-i câmi’: bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim (bk. s-m-v; c-m-a) kelâm: kelime, ifade (bk. k-l-m) kıssat: kıssalar maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) mazhar: kavuşma, erişme (bk. ẓ-h-r) meczup: cezbeye kapılan, çekilen merâtib: mertebeler muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) müttakî: Allah’tan korkup emir ve yasaklarını titizlikle dinleyen nail olmak: erişmek nümune: örnek rıza-i İlahî: Allah’ın rızası (bk. e-l-h)
rica etmek: ummak, ümit etmek rüyet: Allah’ın cemâlini görme rüyet-i İlâhî: Allah’ın cemâlini görme (bk. e-l-h) saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n) sükût: sessiz kalma sülûk: mânevî yol alma tabakat-ı evliya: velilerin tabakaları, dereceleri (bk. v-l-y) tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) vücuh: yönler
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. Onun için sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksatları ifade ile beraber, yalnız birisi maksud-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.
Eğer desen: “Geçmiş misallerdeki bütün mânâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irade etmiş ve işaret ediyor?”
Elcevap: Madem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddit mânâları derc edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir.
Evet, İşârâtü’l-İ’câz’da, şuradaki mânâlar misillü kelimât-ı Kur’âniyenin müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâğatin kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usul-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâğatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulü’d-din ve ehl-i usulü’l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehadetiyle, Kur’ân’ın mânâlarındandırlar. O mânâlara, derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lâfziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare, o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler,1 Kur’ân’ın câmiiyet ve harikiyet-i lâfziyesine kat’î bir burhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu Sözde herbir mânâya delâlet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşârâtü’l-İ’câz’a havale ederiz.
Dipnot-1
bk. El-Kevserî, el-Makalât s. 473-474.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) Asâ-yı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu (bk. bilgiler) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar burhan-ı bâhir: açık delil câmiiyet ve harikiyet-i lâfziye: sözün harikalığı ve kapsamlılığı (bk. c-m-a) derc etmek: yerleştirmek delâlet: işaret etme, delil olma düstur: kâide, kural efhâm: anlayışlar ehl-i içtihad: müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d) ehl-i tefsir: müfessirler, Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar (bk. f-s-r) ehl-i usulü’d-din: kelâm âlimleri ehl-i usulü’l-fıkh: fıkıh âlimleri emare: belirti, işaret fenn-i belâğat: belâğat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesini inceleyen ilim (bk. b-l-ğ)
fenn-i maâni: mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim (bk. a-n-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l) icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a) ihtilâf: farklılık, uyuşmazlık ilm-i beyan: belâğat ilminin, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinâye kısımlarından bahseden kısmı (bk. a-l-m; b-y-n) ilm-i sarf ve nahv: Arapçada kelime ve cümle bilgisiirade: dileme, istek, kast etme (bk. r-v-d) kaide: kural, esas kasas-ı Kur’âniye: Kur’ân’daki kıssalar kat’î: kesin kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası küffar: kâfirler (bk. k-f-r) lâfziye: kelimenin söylenişine ve yapısına aitmaâni: mânâlar (bk. a-n-y)
makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d) makbul: kabul gören, geçerli maksud-u bizzat: asıl gaye (bk. ḳ-ṣ-d) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli münasip: uygun (bk. n-s-b) müstahsen: güzel karşılanan, beğenilen (bk. ḥ-s-n) müteaddit: çeşitli sahih: doğru siyak ve sibak-ı kelâm: sözün başıyla sonunun ahenk ve uyum içinde olması (bk. k-l-m) tâbi kalmak: uymak takbih: kötüleme tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-ṣ-r) teskin: sakinleştirme (bk. s-k-n) tevbih: azarlama ulûm-u Arabiye: Arapça ilimler (bk. a-l-m) usul-ü din: dinin esasları vaz etmek: koymak vücuh: vecihler, yönler
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 2.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal
الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ
gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:
Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren
acip: hayret verici âciz: güçsüz (bk. a-c-z) adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r) aksâm: kısımlar, bölümler aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m) arz: dünya âyât: ayetler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a) bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) cünud: askerler emirber nefer: emre hazır asker ezcümle: meselâ faraza: varsayalım ki farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme garâbet: şaşırtıcılık Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler mehmûse: gizli okunan harfler mezkûr: sözü geçen misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler mukni: ikna edici mutî: itaat eden, emre uyan mübareze: karşı koyma mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan nısf-ı ekall: yarıdan az nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r) nısfı: yarısı rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali recmetmek: taşlamak sair: diğer sakîl: ağır ve kalın okunan harfler sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l) şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması tansif etmek: ikiye bölmek tarâvet: tazelik tazammun etmek: içine almak tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y) ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)
bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.
İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.
Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”
İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahvâl: haller ahvâl-i uhreviye: âhiretteki haller (bk. e-ḫ-r) âsâr-ı Rabbâniye: Rabbâni eserler (bk. r-b-b) âyât: âyetler beyan: açıklama (bk. b-y-n) define: hazine ef’âl-i İlâhiye: İlâhî fiiller (bk. f-a-l; e-l-h) ehil: yetkili, bilen erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ) esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait üsluplar, anlatım tarzları esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) fikr-i beşer: insan düşüncesi (bk. f-k-r) hâb-ı rahat: rahat uykusu hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hane: ev haşr: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
huruf: harfler icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d) iktifa etmek: yetinmek ilm-i esrar-ı huruf: harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim (bk. a-l-m) istihraç etmek: çıkarmak izah: açıklama kabil: mümkün kelâm: söz (bk. k-l-m) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lem’a-i i’câziye: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı (bk. a-y-ş) muhakkik: hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler
semâvât: gökler (bk. s-m-v) sevk-i kelâm etmek: söz ileri sürmek (bk. k-l-m) Sûre-i Amme: Amme Sûresi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre (bk. e-l-h) tansif etmek: ikiye bölmek tesadüf: rastlantı ulema: âlimler (bk. a-l-m) umum: bütün; genel, herkes ünsiyet: dostluk, canayakınlık üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı yevm-i fasl: iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün zemin: yeryüzü
başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.
İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.
ilâ âhir. Öyle bir üslûb-u âlide, benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.
Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âli bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:
“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine
Dipnot-1
“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
Dipnot-2
“Gök yarıldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. Yer düm düz edildiğinde, içinde ne varsa atıp boşaldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde—ki ona lâyık olan da budur.” İnşikak Sûresi, 84:1-5.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahz-ı asker: asker alımı âli: yüce, yüksek benî beşer: insanoğlu beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) derece-i inkıyad: boyun eğme derecesi deveran: dönüş ehl-i dikkat: dikkat sahibi insanlar hademe: hizmetçi hadika: bahçe haşir ve neşr-i dünyeviye: dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları (bk. ḥ-ş-r)
icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah’ın icrâatları, fiilleri (bk. r-b-b) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) istimal etmek: kullanmak kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kumandan-ı âzam: çok büyük kumandan (bk. a-ẓ-m) lisan: dil manevra: eğitim ve deneme memat: ölüm (bk. m-v-t) muamele: işlem mücahede: savaş (bk. c-h-d) mühlet: zaman, vakit müteveccih: yönelmiş nutka gelmek: konuşmak sair: diğer
şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları (bk. ş-e-n; e-l-h) tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve tasarrufları (bk. ṣ-r-f; r-b-b) tebdil etmek: değiştirmek tecelliyât-ı İlâhiye: İlâhi tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; e-l-h) teshir etmek: boyun eğdirmek teşkil etmek: oluşturmak teşrif etmek: şeref vermek, şereflendirmek ulvî: yüce, yüksek üslûb-u âli: yüksek ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zemin: yeryüzü
hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”
Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”
İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.
İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden bir katreye işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.
Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.
İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç
Dipnot-1
“Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.
arz: yer, dünya âyine: ayna bahr-i belâğat: belâğat denizi (bk. b-l-ğ) bertaraf etmek: bir tarafa atmak daire-i teklif: sorumluluk ve imtihan yeri emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) esfelü’s-sâfilîn: aşağıların en aşağısı ferman: emir, buyruk hadise-i umumiye: geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harb-i umumî: dünya savaşı haşmet: büyüklük, görkem hiddet: öfke, gazap istihdam etmek: çalıştırmak, kullanmak istilâ etmek: ele geçirmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) katre: damla kavm-i Nuh: Nuh kavmi mahv: yok olma maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) memur-u İlâhî: Allah’ın memuru (bk. e-l-h) muti’: itaat eden münkad: boyun eğen netâic: sonuçlar
Padişah-ı Bîmisal: eşsiz ve benzeriz Padişah Allah (bk. m-s̱-l) semâ: gök (bk. s-m-v) semâvat: gökler (bk. s-m-v) tecrübe: deneme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tufan: büyük su baskını ulviyet: yücelik üslûb: ifade tarzı Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b) zecr: sakındırma zemin: yer
cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ,
kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:
Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.
Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi,
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 3
deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 4
Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş
Dipnot-1
“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-2
“Kurumuş hurma dalının ince yaya benzer şekli gibi.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-3
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.
Dipnot-4
“Güneşi de bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cemâlli: güzel (bk. c-m-l) deveran: dönüş eşya: şeyler, varlıklar güya: sanki Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: İlâhî gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m) hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ) i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde, mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatan, özlü sözlü (bk. v-c-z)
icmalli: özet şekilde (bk. c-m-l) ifham: anlatma, bildirme ihtar: hatırlatma ihzar etmek: hazırlamak ilâm etmek: duyurmak (bk. a-l-m) kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kamer: ay katre: damla lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş) mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menzil: yer, durak (bk. n-z-l) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) mühim: önemli münasip: uygun (bk. n-s-b)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) sahrânişîn: çölde yaşayan sair: diğer Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) semâ: gök (bk. s-m-v) Süreyya: Ülker yıldızı tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; e-l-h) tecrî: “döner, akıp gider” teşbih: benzetme ulvî: yüce, büyük üslûb-u âliye: yüksek ifade tarzı üslûb-u ifade: ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”
Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.
Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.
Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1
kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”
Dipnot-1
“Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.
azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) azamet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b) bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insan câmid: cansız celb etmek: çekmek cereyan-ı tecrî: “döner, akar gider” ifadesi cihet: yön ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) hâdisât: hadiseler, olaylar Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haşmet: görkem hilkat-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; r-b-b) ifham: anlatma, bildirme ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek ihtar: hatırlatma ilâm etmek: duyurmak insicam: uyumluluk, düzgünlük intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kamer: ay kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)
kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kerem: cömertlik (bk. k-r-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mat’ûmat: yiyecekler meftun olmak: tutulmak mekik: dokuma âleti melûf: alışılmış mumdar: ışık veren musahhar: emre uyan mühim: önemli münferid: tek başına (bk. f-r-d) müşrik: Allah’a ortak koşan müzeyyenat: süslü şeyler (bk. z-y-n) Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, ezelî nakşedici olan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l) nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer san’at-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b) Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) sirac: lamba, kandil sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lamba şems: güneş tabir: ifâde (bk. a-b-r) tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar (bk. ṣ-r-f; n-ẓ-m) secde: yere kapanma tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) ulvî: yüce, büyük üslûb-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek olup ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d) vüs’at: genişlik zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“”Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, …”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar. Bakara Sûresi, 23. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, … – Cumartesi Dersleri 25. 1. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
Belâğatindeki i’câz-ı Kur’ânînin hikmetini Beş Noktada beyan edeceğiz.
BİRİNCİ NOKTA:
Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey’âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebâtındaki intizamı öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’câz’da âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâküllihal: ister istemez, her halde (bk. k-l-l) âmi: câhil Arabî: Arapça battal: bâtıl, hükümsüz belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insanlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) celb etmek: çekmek cezalet: güzel ve güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i harika: hayranlık verici güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i nazmiye: Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık (bk. c-z-l) çendan: gerçi fevkinde: üstünde fıkra: kısa yazı, bent hadsiz: sonsuz hey’ât: kısımlar, parçalar
hezeyan: saçmalama hırs-ı muâraza: karşı koymak için aşırı istek hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü cemâl: maddî manevî güzellik (bk. ḥ-s-n; c-m-l) i’câz: mu’cizelik (bk. a-c-z) i’câz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) iştihar bulmak: meşhur olmak ittifak: birleşme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) kesretli: çok, fazla (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mâlik: sahip (bk. m-l-k) metanet: sağlamlık mevcut: var (bk. v-c-d)
muannit: inatçı muâraza: sözle mücadele muarız: karşı gelen muhal: imkansız münasebât: münasebetler, bağlantılar (bk. n-s-b) Müseylime-i Kezzâb: (bk. bilgiler) nazar-ı istiğrab: garip ve hayretli bakış (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nisbet etmek: kıyaslamak (bk. n-s-b) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) sâik-i şedid: şiddetli sevk edici gerekçe suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şenî: fena, kötü şevk-i taklidi: benzerini yapma arzusu ve isteği tanzir: benzerini yapma (bk. n-ẓ-r) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) teşebbüs etmek: başvurmak, girişmek umum: bütün vukuat: vâkıalar, olaylar
ve bu nazımdaki cezalet-i harikayı bu surette görebilir. Yalnız bir iki misal, bir cümlenin hey’âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. مِنْ lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder. عَذَابِ lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle
kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafız ve maksada bakar.
İkinci misal:
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 2
Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder.
Birinci şart:
Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lâfzındaki مِنْ i teb’îz ile o şartı ifade eder.
Dipnot-1
“And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa…” Enbiyâ Sûresi, 21:46.
Dipnot-2
“Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3.
Cebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına dilediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r) cezalet-i harika: hayranlık verici düzgün ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l) dehşetli: korkunç, ürkütücü delâlet: işaret etme, delil olma hey’ât: parçalar, kısımlar heyet: kısım, parça ihsas etmek: hissettirmek ikab: âhiret azabı ikab-ı İlâhî: Allah’ın azabı (bk. e-l-h) Kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve boyun eğdiren Allah (bk. ḳ-h-r)
kıllet: azlık lâfız: ifade, kelime lisan: dil maksad: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) maksad-ı küllî: bütünündeki maksat (bk. ḳ-ṣ-d; k-l-l) masdar-ı merre: fiilin bir defa yapıldığını belirten masdar Müntakim: suç işleyene cezasını veren Allah nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nekâl: şiddetli azap nevi: tür, çeşit nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) sadaka: Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım sîga: kip suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şek: şüphe, tereddüt şerâit-i kabul: kabul şartları tabir-i sarfiye: gramerle ilgili ifade (bk. a-b-r) taklîl: az gösterme, azaltma takviye etmek: kuvvetlendirmek teb’îz: parçalara bölme, ayırma tenvin-i tenkirî: kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz (“el” takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime teşkik: şüphede bırakma zikretmek: belirtmek, anmak
İkinci şart:
Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.
Üçüncü şart:
Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lâfzı işaret eder. Yani, “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”
Dördüncü şart:
Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.
Beşinci şart:
Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”
Şu şartlarla beraber, tevsî de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّا lâfzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.
İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şartla beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor, heyetiyle ihsas ediyor.
İşte, heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi, birbirine karşı aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ
قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ 1
‘de altı cümle var: üçü müsbet, üçü menfi. Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı envâını reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek, Sûre-i İhlâsta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep sûreler vardır. Meselâ,
De ki: O Allah’tır. Çünkü O birdir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü Ona denk olacak hiçbir şey yoktur.
abd: kul (bk. a-b-d) aksâm: kısımlar, bölümler daire-i nazmiye: nazım, diziliş dairesi (bk. n-ẓ-m) envâ: çeşitler heyet: kısım, parça ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek kavl: söz kelâm: söz (bk. k-l-m) kelimât: kelimeler (bk. k-l-m) lâfz: ifade, kelime
makbul: kabul olunma menfi: olumsuz mertebe-i tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu anlatan mertebe, seviye (bk. v-ḥ-d) minnet: başa kakma muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) mürekkep: oluşmuş
müsbet: olumlu nafaka: geçim vasıtası nam: ad nasihat: öğüt nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) netice: sonuç sarf etmek: harcamak sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, budalalık şirk: Allah’a ortak koşma tevsî: genişletme umum: genel
Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir; diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i’câzî hasıl olur. İşârâtü’l-İ’câz’da öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i’câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı i’câzî nescediyor. İşte, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.
Dipnot-1
Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü O doğurmaktan münezzehtir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah’tır.
Dipnot-2
O Allah’tır. Öyle ise O birdir. Öyle ise O Sameddir. Öyle ise O doğurmamıştır. Öyle ise O doğurulmamıştır. Öyle ise Onun hiçbir dengi yoktur.
Dipnot-3
“Elif lâm mim. Şu kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir.” Bakara Sûresi, 2:1.
evvel: öncefarz etmek: varsaymakhasıl olmak: meydana gelmekhutut-u mâneviye: manevi hatlar, çizgiler (bk. a-n-y)mânâ: anlam (bk. a-n-y)münasebât: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)nakş-ı i’câzî: mu’cizelik nakşı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z)nakş-ı nazmî-i i’câzî: bir mu’cize olan tertip ve dizilişindeki örgü (bk. n-ḳ-ş; n-ẓ-m; a-c-z)
nâzır: bakan (bk. n-ẓ-r)nescetmek: dokumaknetice: sonuçnur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru (bk. n-v-r)sahrâ-yı bedeviyet: bedevîlik çölüşerh etmek: açıklamaktarz: şekil, biçimteşkil etmek: oluşturmakzulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve gaflet karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Bakara Sûresi, 223. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 3.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.
Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.
Bilgi – Bilim – Teknoloji: Peygamberler ve Mucizeleri ve Eğitim – Öğretim – 2
Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.
Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.
Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül İcaz, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerin tefsiri
Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”
Mukaddeme
Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.
Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden
“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun arz: yeryüzü, dünya âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah gayb: görünmeyen âlem Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)] hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama ihsan: bağış, ikram, lütuf ikrar: kabul etme, doğrulama irfan: bilme, anlayış izhar: gösterme, açığa çıkarma Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim lisan: dil liyakat: lâyık olma melâike: melekler mevcut: var olan mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş nekais: eksiklikler, kusurlar nev-i beşer: insanlar, insanlık sadık: bağlı, doğru semavat: gökler sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi tasrih etme: açık şekilde bildirme tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma vakta ki: ne zaman ki
Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.
Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:
1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.
2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.
Haşiye-1
Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:
(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.
Dipnot-1
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
bâtınen: içyüzünde beşer: insan, insanlık beyan: açıklama binaen: -dayanarak delâlet: delil olma, işaret etme emsal: benzerler, örnekler enbiya: nebiler, peygamberler fehmetme: anlama fünun: fenler, bilimler Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme hassa: nitelik, özellik Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] hikmet: amaç, fayda İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler) ihtar: hatırlatma, ikaz ihtivâ: içine alma, kapsama ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ işârât: işaretler, belirtiler istikbal: gelecek kâinat: evren, yaratılmış herşey Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme mâzi: geçmiş mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey müellif: telif eden, yazan nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis nazm: diziliş, tertip ve vezin nev-i beşer: insan, insanlar nevi: çeşit, tür nübüvvet: peygamberlik, elçilik nümune: örnek, misal remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler teşcî: cesaretlendirme teşvik: şevklendirme, gayretlendirme vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma vücuda gelme: meydana gelme zahiren: dış görünüş itibariyle
3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,
وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.
4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer
غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 2
âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.
5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,
اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 3
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.
6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.
Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.
Ve keza,
يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 4
âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.
7.
لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 5
âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-2
“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
Dipnot-3
“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-4
“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.
asâ: baston, değnek âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi beşer: insanlık beyan: açıklama, anlatma bilâtereddüt: tereddütsüz burudet: soğukluk delâlet: delil olma, işaret etme Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)] Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)] Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)] Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)] Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme icad: var etme, yapma ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar inkılâp: dönüşme keza: bunun gibi kıraç: çorak, verimsiz mazhar: ayna; nail olan me’haz: kaynak medar: kaynak, dayanak mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi mikyas: ölçek mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi muvafakat: uygunluk nev-i beşer: insan türü, insanlar nev-i insan: insan türü, insanlık nümune: örnek, misal santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet sür’at: hız tayyare: uçak telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler
gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un
اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 1
yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden
âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.
8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında
عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 3
olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.
Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.
· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:
1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.
2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.
3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.
4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle
Dipnot-1
Yûsuf Sûresi, 12:94.
Dipnot-2
“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.
Dipnot-3
“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
âlât: aletler arz: yeryüzü, dünya avam: tahsil görmemiş sıradan halk avdet: dönüş, dönme Belkıs: (bk. bilgiler) beşer: insanlık celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası emsal: benzerler, örnekler fehm: anlama ve kavrama hâkezâ: böylece, bunun gibi havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)] Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)] hilâfet: halifelik hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik hilkat: yaratılış icâdât: buluşlar, keşifler ifrit: korkunç ve zararlı cin illet: asıl sebep istikbal: gelecek Kenan: (bk. bilgiler) kervan: yolculuk kafilesi keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar mazhar: ayna; nail olma me’haz: kaynak melâike: melekler Mısır: (bk. bilgiler) mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme nazm: diziliş, tertip ve vezin nev-i beşer: insan türü, insanlık nümûne: örnek tafsilâtlı: ayrıntılı tasrih: açık şekilde bildirme tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma timsal: görüntü; akis umumî: genel, herkese ait vecih: şekil, tarz, yön, yüz vesaire: ve diğer Züleyha: (bk. bilgiler)
delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.
· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
cümlesi,
اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 2
cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.
Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.
Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,
evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları
Dipnot-1
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-2
“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29
Dipnot-3
“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.
acz: acizlik, güçsüzlük Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] arz: yeryüzü, dünya bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular beşer: insanlık bilhassa: özellikle Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah delâlet: delil olma, işaret etme enaniyet: benlik esmâ: isimler halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan halk etme: yaratma havas: duygular hikmet: amaç, gaye hilâfet: halifelik ibham: belirsiz, kapalı bırakma İblis: şeytan icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme ihata: içine alma, kapsama ikrar: kabul etme, doğrulama iktiza: bir şeyin gereği ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi irtibat: ilişki, alâka istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri istifade: faydalanma, yararlanma istihkak: lâyık olma, hak etme kabiliyet: yetenek kâinat: evren, yaratılmış herşey kelâm: kelime, ifade keza: bunun gibi mâlik: sahip mazhar: ayna, nail olma mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ melâike: melekler muâraza: sözle mücadele, karşı gelme mümtaz: seçkin, üstün mütevakkıf: –e bağlı namzet: aday nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha rüçhan: üstünlük sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tahkik: kesinleştirme takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme talim: öğretme tatbik: uygulama tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi tefsir: açıklama, yorum terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme tesviye: düzeltme vaktâ: ne zaman vecih: şekil, tarz, yön, yüz zahir (duygu): görünen dış duyular
Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,
قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 2
hitabıyla Âdem’e ferman etti.
Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,
Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:
﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿
Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-2
“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.’” Bakara Sûresi, 2:33.
Dipnot-3
“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.’” Bakara Sûresi, 2:33.
Dipnot-4
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
acz: acizlik, güçsüzlük Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama âlî: yüce, yüksek beyan: açıklama, anlatım binaen: -dayanarak Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah cevab-ı icmâlî: kısa cevap enaniyet: benlik ferman: buyruk, emir fıtrat: mizaç, karakter halk etme: yaratma heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı hikmet: amaç, gaye hitab: konuşma
İblis: şeytan icap etmek: gerektirmek ihata: içine alma, kapsama iktidar: kudret, güç iktiza: gerektirme istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma kemâlât: mükemmellikler, faziletler ketmetme: gizleme örtme kibir: büyüklenme, kendini büyük görme maâlî: şerefler, yükseklikler mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler meziyet: üstün özellik mezraa: tarla muâraza: sözle mücadele mükâleme: karşılıklı konuşma mukavele: sözleşme nükte: ince ve derin mânâ sirayet etme: geçme, bulaşma tafsilât: ayrıntılar taife: grup, topluluk tasvir: anlatım, ifade etme tazammun: içerme, içine alma tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma teçhiz: cihazlandırma, donatma ulvî: yüksek, yüce vaktâ: ne zaman vecih: şekil, tarz, yön, yüz zahir: açık
sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki
وَ
şu mukadder olan üç cümleye işarettir.
عَلَّمَ 1
Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.
Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.
Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.
اٰدَمُ
hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.
اَلْاَسْمَۤاءَ 2
isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.
عَرَضَهُمْ 3
Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.
كُلَّهَا 4
Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep
Dipnot-1
Öğretti.
Dipnot-2
İsimler.
Dipnot-3
Onlara arzetti, sundu.
Dipnot-4
Hepsini, tamamını.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret arz: sunma ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri eşya: şeyler, varlıklar felâsife: felsefeciler, filozoflar hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri hâsiyet: özellik, hususiyet hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak keza: bunun gibi küre-i arz: yer küre, dünya lügat: konuşulan dil melâike: melekler mezhep: dinde tutulan yol mihver: eksen mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket muâraza: muhalefet etme, itiraz etme mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış müsemmeyat: isimlendirilenler remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme rücû: dönme, geri dönme şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah tasrih: açık şekilde bildirme tayin: belirleme, belirli kılma temyiz: ayırma, ayırd etme teşhir: ilân etme, duyurma tesmiye edilme: isimlendirilme teşrif: şereflendirme tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f
ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.
terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.
هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ
Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”
عَرَضَهُمْ
Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.
هُمْ 3
müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,
هُمْ
kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,
عَرَضَ 4
kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.
Dipnot-1
“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-2
Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).
Dipnot-3
Onlar.
Dipnot-4
Arzetti, sundu.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] ahzetme: alma âkıl: akıl sahibi âlim: ilim sahibi arz: sunma bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı cemaat: topluluk, grup cihet: tarz, yön envâ: çeşitler, türler envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri esbab: sebepler esmâ: Allah’ın isimleri eşya: şeyler, varlıklar gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma ircâ: döndürme itibar: özellik kerîm: cömertlik ve ikram sahibi kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı kısm-ı âzam: büyük bir kısmı mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı melâike: melekler mevcudat: varlıklar, var edilenler müdrik: idrak eden, anlayan müennes: (Ar. gr.) dişi kip müstahak: hak etmiş, lâyık müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme temellük: sahiplenme temessül: görünme, yansıma terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma teşmil: içine alma, genelleme
Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.
عَلٰى
arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.
Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.
Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi
Abdülmecid
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Haşiye-1
İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )
( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).
Dipnot-2
“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.’” Yûnus Sûresi, 10:10.
Abdülmecid: (bk. bilgiler) âhir: son âkil: akıl sahibi, akıllı arz edilen: sunulan avn ü inayet: yardım ve ikram bahr: deniz beyan: açıklama, anlatım fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma fevkinde: üstünde haşiye: dipnot, açıklayıcı not hasıl olmak: meydana gelmek himmet: ciddi yardım ve gayret hitam: son hitam bulma: son bulma, sona erme i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması ihtiyar: irade, tercih, seçme ikmâl: tamamlama intihab: seçme, irade ıslah: düzeltme, iyileştirme levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı malûm: bilinen, belli mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma müzekker: erkek nakşedilen: işlenen nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi nihayet: son tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi tefsir: açıklama, yorum veciz: kısa, özlü söz
Bu çalışmalarda “Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretim” ile ilgili ne verilmeye çalışıldı?
Bu çalışmalarda Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31 – 33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.
Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.
Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknolojinin öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlatan çok güzel birkaç özeti paylaşmak istiyoruz.
Aslında bu eser ve çalışmada sadece bu eğitim ve öğretiminin başında değil, belki her eğitim ve öğretim dönemi başında, hatta tüm eğitim ve öğretim dönemi boyunca bilgi, bilim ve teknoloji ne için, hangi amaca yönelik olarak ve nasıl öğrenmek ve öğretmek gerektiğini göz önünde bulundurmamız gereken önemli açıklamalara ve hedeflere yer verilmektedir.
Bu çalışmanın ilk bölümünde verilen eser; Üstad (Alim, Profesör, Usta, Hoca, Öğretmen vd.) Bediüzzaman (Zamanın Bedîi, Garibi, İlginci, Harikası, Güzeli, vd.) olan Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı olarak yayınlanmıştır.
Ayrıca ikinci bölümde verilen metinde yine Üstad Bediüzzaman Said Nusi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsirinde; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.
Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamber, Mucize, Eğitim ve ÖğretimKavramlarına Yakından Bakalım:
Bilgi
1. isim İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
2. isim Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf: “Babası önce ona Mazlume ve ailesi hakkında birçok bilgi vermişti.” – Halide Edip Adıvar
3. isim İnsan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü, malumat, vukuf.
4. isim, felsefe Genel olarak ve ilk sezi durumunda zihnin kavradığı temel düşünceler.
5. isim Bilim: Doğa bilgisi.
6. isim, bilişim Kurallardan yararlanarak kişinin veriye yönelttiği anlam.
Bilim
1. isim Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim: “Benim sizden istediğim Türkçe yardım, bazı eski yazılı bilim ve tarih gibi ciddi eserleri bana okumanızdır.” – Halide Edip Adıvar
2. isim Genelgeçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.
3. isim Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.
Teknoloji
1. isim Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri, bunların kullanım biçimlerini kapsayan uygulama bilgisi, uygulayım bilimi: “Aslına yönelerek meseleyi kavramaya çalıştığımızda insan ve teknoloji arasındaki ilişki son çağların bir olayı değildir.” – İsmet Özel
2. isim İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü.
Peygamber
İnsanlara Tanrı’nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, yalavaç, elçi.
Mucize
1. isim, din bilgisi Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah’ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylar, hâller, tansık.
2. isim İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.
3. isim İnsan aklının alamayacağı olay: “Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.” – Reşat Nuri Güntekin
4. sıfat, mecaz Olağanüstü, şaşırtıcı: “Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi?” – Tarık Buğra
Eğitim
1. isim Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye: “Sadece kolejinizde değil eğitim işlerinin tümünde güvenilir bir danışman olabilirim.” – Nazım Hikmet
2. isim, eğitim bilimi Eğitim bilimi.
Öğretim
1. isim Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim.
2. isim Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.
Bu çalışmada anlamı bozulmasın diye alınan metinler bir bütün halinde orijinal olarak verilmiş olup, anlamı bilinmeyen kelimeleri için her sayfanın altında o sayfayla ilgili sözlük verilmiştir.
Ayrıca istenirse bu bölümün alındığı http://www.erisale.com/#content.tr.1.342 adresine giderek anlamı bilinmeyen kelimelerin üzerine gelip daha hızlı, düşünerek, teemmül ederek daha derin okumalar da yapabilirsiniz.
Ayrıca diğer yazılar için MAKALALER sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.
İstifadeye medar olması, faydalanmaya sebep olması dileğiyle,
Yirminci Sözün İkinci Makamı
Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân
ON DÖRT SENE EVVEL (şimdi otuz seneden geçti)2, şu âyetin bir sırrına dair, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirimde, Arabiyyü’l-ibâre bir bahis yazmıştım. Şimdi, arzuları bence ehemmiyetli olan iki kardeşim, o bahse dair Türkçe olarak bir parça izah istediler. Ben de Cenâb-ı Hakkın tevfikine itimaden ve Kur’ân’ın feyzine istinaden diyorum ki:
Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ân’a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor. Ezcümle:
Beşerin san’at ve fen cihetindeki terakkiyatlarının neticesi olan havârık-ı san’at ve garâib-i fen olarak tayyare, elektrik, şimendifer, telgraf gibi şeyler vücuda gelmiş ve beşerin hayat-ı maddiyesinde en büyük mevki almışlar. Elbette, umum nev-i beşere hitap eden Kur’ân-ı Hakîm, şunları mühmel bırakmaz. Evet, bırakmamış, iki cihetle onlara da işaret etmiştir.
Birinci cihet: Mu’cizât-ı enbiya suretiyle.
İkinci kısım şudur ki: Bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde işaret eder. Ezcümle:
Dipnot-1
“Ne yaş, ne de kuru hiçbir şey yoktur ki, ap açık bir kitapta yazılmış olmasın.” En’âm Sûresi, 6:59.
Dipnot-2
Bu ifade 1957 senesine aittir.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâmet: işaret Arabiyyü’l-ibâre: Arapça yazılmış yazı beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) düstur: prensip, kural ezcümle: özetle, böylece fen: bilim dalı feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ) garâib-i fen: ilimdeki şaşırtıcı ve hayret verici şeyler hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hayat-ı maddiye: maddî hayat ibhâmen: üstü kapalı olarak icmal: kısaca, özet olarak (bk. c-m-l)
ihtar: hatırlatma iktizâ-yı makam: makamın gereği istinaden: dayanarak (bk. ṣ-n-d) itimaden: güvenerek izah: açıklama kavl: söz Kitab-ı Mübîn: herşeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap (bk. k-t-b; b-y-n) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lem’a-i i’câz-ı Kur’ân: Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksad-ı Kur’ân: Kur’ân’ın maksadı (bk. ḳ-ṣ-d) mu’cizât-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mühmel bırakmak: ihmal etmek muhtelif: çeşitli münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b) münasip: uygun (bk. n-s-b) nev-i beşer: insanlık nüve: çekirdek remzen: işareten sarahaten: açıkça şimendifer: tren sır: gizem, gizli gerçek suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tayyare: uçak tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından açıklaması, yorumu (bk. f-s-r) terakkiyat: ilerlemeler tevfik: yardımumum: bütün vücuda gelme: var olma (bk. v-c-d)
âyeti, pek çok envâra, esrâra işaretle beraber, elektriğe dahi remzediyor.
Şu ikinci kısım, hem çok zatlar onlarla uğraştığından, hem çok dikkat ve izaha muhtaç olduğundan ve hem çok olduğundan, şimdilik şimendifer ve elektriğe işaret eden şu âyetlerle iktifâ edip o kapıyı açmayacağım.
Birinci kısım ise, mu’cizât-ı enbiya suretinde işaret ediyor. Biz dahi o kısımdan bazı nümuneleri misal olarak zikredeceğiz.
Mukaddime
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyât-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi, yine insanların terakkiyât-ı maddiye
Dipnot-1
“Uhdud Ashabına lânet olundu. Onlar tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü’minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden intikam almalarının sebebi ise, kudreti herşeye galip olan ve her türlü övgüye lâyık bulunan Allah’a iman etmiş olmalarından başka birşey değildi.” Burûc Sûresi, 85:4-8.
Dipnot-2
“Onlar için bir delil de, insan neslini, dolu gemilerde taşımamız ve bunun gibi daha nice binekleri onlar için yaratmış olmamızdır.” Yâsin Sûresi, 36:41-42.
Haşiye-1
Şu cümle işaret ediyor ki, şimendiferdir; âlem-i İslâmı esaret altına almıştır. Kâfirler onunla İslâmı mağlûp etmiştir.
(Nur Sûresi, 24:35) cümlesi, o remzi ışıklandırıyor.
Dipnot-3
“Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, bir lâmba yuvası gibidir ki, onda bir kandil vardır. Kandil de cam fanus içindedir. Cam fanus ise, inci gibi parlayan bir yıldıza benzer ki, ne doğuya, ne de batıya ait olmayan mübarek bir ağacın yakıtından tutuşturulur. Onun yakıtı, kendisine ateş dokunmasa bile ışık verecek kabiliyettedir. O nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur.” Nur Sûresi, 24:35.
pişdar: öncü remz: işaret şimendifer: tren terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler terakkiyat-ı mâneviye: mânevî ilerlemeler (bk. a-n-y) zikretmek: bildirmek, belirtmek
suretinde dahi, o enbiyanın herbirisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir; onlara mutlak olarak ittibâa emrediyor.
İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu’cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf’u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (aleyhisselâm)…
Evet, madem Kur’ân’ın herbir âyeti çok vücuh-u irşadî ve müteaddit cihât-ı hidayeti olduğunu ehl-i tahkik ve ilm-i belâğat ittifak etmişler. Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu’cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu’cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san’at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor. Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnâtının âyinesi olduğu gibi; müstakbel dahi, mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir. Şimdi, misal olarak, o çok vâsi menbadan yalnız birkaç nümunelerini beyan edeceğiz.
Meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın bir mu’cizesi olarak teshir-i havayı beyan eden
âyeti, “Hazret-i Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat’ etmiştir” der.
Dipnot-1
“Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
ahval: durumlar Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âyine: ayna beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cihât-ı hidayet: doğru yola götüren yönler (bk. h-d-y) dest-i mu’cize: mu’cize eli (bk. a-c-z) dest-i teşvik: teşvik eli ehl-i tahkik: gerçeği araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ekser: çoğunluk (bk. k-s̱-r) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evvel: önce fen ve san’at-ı beşeriye: insanlara ait bilim ve sanat (bk. ṣ-n-a) gayât: gayeler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hazret-i İdris: (bk. bilgiler) Hazret-i Nuh: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler)
Hazret-i Yusuf: (bk. bilgiler) hikâye-i tarihiye: tarihî hikâye hudut: sınır ilm-i belâğat: belâğat ilmi (bk. a-l-m; b-l-ğ) işmam: koklatma, hissettirme ittibâ: uymak ittifak etmek: birleşmek ittihaz etmek: edinmek kat’ etmek: aşmak kemâlât: üstünlükler (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lâtif: ince, hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) maânî-yi irşâdiye: doğru yolu gösteren ifadeler (bk. a-n-y; r-ş-d) mahzen: depo mazi: geçmiş menba: kaynak mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cizat-ı enbiya: peygamberlerin mu’cizeleri (bk. a-c-z; n-b-e)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müstakbel: gelecek müteaddit: çeşitli mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ) nazire: benzer (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nihayet: son pîr: önder sefine: gemi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şuûnat: haller, hadiseler (bk. ş-e-n) tayeran: uçma tazammun etmek: içine almak teshir-i hava: havaya hükmetme vâsi: geniş vücuh-u irşadî: doğru yolu gösterici yönler (bk. r-ş-d) zaman-ı mazi: geçmiş zaman zaman-ı müstakbel: gelecek zaman zikretmek: anmak, belirtmek
İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat’ etsin. Öyle ise, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: “Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz.”
Hem Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesini beyan eden
ilh.; bu âyet işaret ediyor ki, zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit aletlerle istifade edilebilir. Hattâ taş gibi bir sert yerde, bir asâ ile âb-ı hayat celb edilebilir. İşte, şu âyet, bu mânâ ile beşere der ki: Rahmetin en lâtif feyzi olan âb-ı hayatı, bir asâ ile bulabilirsiniz. Öyle ise haydi, çalış, bul.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Madem Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen, şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!”
İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir. Nasıl ki evvelki âyet, şimdiki halihazır tayyareden çok ileri nihayetlerinin noktalarını tayin etmiştir.
Hem meselâ, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mu’cizesine dair:
Kur’ân, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen tergib ediyor. İşte, şu âyet işaret ediyor ki, en müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Meyus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.
Dipnot-1
“Mûsâ’ya ‘Vur asânı taşa’ buyurduk. Asâsını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-2
“Allah’ın izniyle, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:49.
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) abd: kul (bk. a-b-d) ahlâk-ı ulviye: yüksek ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n celb etmek: çekmek ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evvelki: önceki feyz: bereket, nimet (bk. f-y-ḍ) gâyât-ı hudud: en son sınırlar halihazır: halen var olan Hazret-i İsâ: (bk. bilgiler) Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler)
hevâ-i nefs: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y; n-f-s) icad: yapma, meydana getirme (bk. v-c-d) istinat: dayanma (bk. s-n-d) ittibâ: uyma kat etmek: aşmak, kesmek kavânin-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kavânin-i rahmet: rahmet kanunları (bk. ḳ-n-n; r-ḥ-m) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lisan: dil lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
meyus: ümitsiz musibetzede: felâkete uğramış muvakkat: geçici müzmin: iyice yerleşmiş, kronik nihâyât: sonlar nihayet: son rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) remzen: işareten san’at-ı âliye: yüksek san’at (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde tayyare: uçak terakkiyat: ilerlemeler tergib etmek: rağbet uyandırmak tıbb-ı Rabbânî: Allah’ın Rablığına ait olan tıb ilmi (bk. r-b-b) zemin tahtı: yer altı
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: biri mânevî dertlerin dermanı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de Benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul. Elbette ararsan bulursun.”
İşte, beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.
Hem meselâ Hazret-i Dâvud aleyhisselâm hakkında
وَاَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1
وَاٰتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ 2
Hazret-i Süleyman aleyhisselâm hakkında
وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ 3
âyetleri işaret ediyorlar ki, telyîn-i hadid en büyük bir nimet-i İlâhiyedir ki, büyük bir peygamberinin fazlını onunla gösteriyor.
Evet, telyîn-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nuhâsı eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak, bütün maddî sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir. İşte şu âyet işaret ediyor ki, büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine, büyük bir mu’cize suretinde, büyük bir nimet olarak, telyîn-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. Madem bir resule, hem halife, yani hem mânevî hem maddî bir hâkime, lisanına hikmet ve eline san’at vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki san’ata dahi terğib işareti var.
Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Evâmir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki, herşeyi kemâl-i vuzuhla fasledip hakikatini gösteriyor. Ve eline de öyle bir san’at verdim ki, elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir, halifelik ve padişahlığına mühim kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içtimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-2
“Ona ilim ve hikmet ile, hakkı ve bâtılı açıkça ayırd eden bir ifade gücü verdik.” Sâd Sûresi, 38:20.
Dipnot-3
“Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) eczahane-i hikmet: fayda ve şifa eczahanesi (bk. ḥ-k-m) ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) evâmir-i teklifiye: Allah’ın kullarını uymakla yükümlü tuttuğu emirler fasletmek: ayırmak fazl: fazilet, üstünlük, erdem (bk. f-ḍ-l) hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâkim: idareci, hükümdâr (bk. ḥ-k-m) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f) hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) kemâl-i vuzuh: tam bir açıklık (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimeti (bk. n-a-m; e-l-h) nuhâs: bakır nur-u hidayet: doğru ve hak yolu gösterme nuru (bk. n-v-r; h-d-y) resul: peygamber (bk. r-s-l) sanayi-i beşeriye: insanlığa ait san’atlar, endüstri (bk. ṣ-n-a) sanayi-i umumiye: genel sanayi, endüstri (bk. ṣ-n-a) sarihan: açık şekilde telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması terakkiyat: ilerlemeler tergib: rağbet uyandırma
evâmir-i tekvîniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o san’at size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişir ve yanaşabilirsiniz.”
İşte, beşerin san’at cihetinde en ileri gitmesi ve maddî kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi, telyîn-i hadid iledir ve izâbe-i nuhas iledir. Âyette nuhas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler, umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatin ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tembellerine şiddetle ihtar ediyor.
Hem meselâ, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm taht-ı Belkıs’ı yanına celb etmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celp dedi, “Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim” olan hadise-i harikaya delâlet eden şu âyet:
ilh., işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki, risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktâr-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu’cize suretinde Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir.
Demek Cenâb-ı Hakka itimat edip Süleyman aleyhisselâmın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenâb-ı Haktan istese ve kavânîn-i âdetine ve inâyetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.
İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tamme yapmak isterseniz, Süleymanvâri,
Dipnot-1
“Semâvî kitapların esrarına vakıf bir âlim, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm’ dedi.” Neml Sûresi, 27:40.
adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahvâl: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âlim-i ilm-i celp: eşyayı çekip yanına getirme ilmine sahip âlim (bk. a-l-m) beşer: insan celb etmek: çekmek celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olma ehl-i saltanat: sultanlar, idareciler (bk. s-l-ṭ) evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait kurallar (bk. k-v-n)
hadise-i harika: harika olay hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşmet: görkem, heybet Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihtar: uyarma, ikaz ihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r) inâyet: yardım (bk. a-n-y) izâbe-i nuhas: bakırın eritilmesi kavânîn-i âdet: Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları (bk. ḳ-n-n) kıtr: erimiş bakır lisan-ı ismet: günahsızlık dili lisan-ı istidat: kabiliyet dili (bk. a-d-d) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
medar: sebep, vesile mürur-u zaman: zamanın geçmesi müşerref olmak: şereflenmek muttali olmak: haberdar olmak nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nev-i beşer: insanlık nuhas: bakır raiyet: halk risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) Süleymanvâri: Hz. Süleymân gibi suret: şekil (bk. ṣ-v-r) taht-ı Belkıs: Belkıs’ın tahtı (bk. bilgiler – Belkıs) telyîn-i hadid: demirin yumuşatılması tevfik-i hareket etmek: uygun davranmak umum: bütün, genel vaki: olmuş Yemen: (bk. bilgiler)
rû-yi zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünkü, bir hâkim-i adaletpîşe, bir padişah-ı raiyetperver, aktâr-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir.
Cenâb-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: “Ey benî Âdem! Madem bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tamme yapmak için ahval ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette, o kabiliyete göre rû-yi zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini hikmetim iktiza ettiğinden, vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de nev’en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillü, mânen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi, göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rû-yi zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.
İşte, beşerin nazik san’atlarından olan celb-i suret ve savtların çok ilerisindeki nihayât hududunu, şu âyet remzen gösteriyor ve teşviki işmam ediyor.
Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade eden şu âyetler,
مُقَرَّنِينَ فِى اْلاَصْفَادِ 2
Dipnot-1
“Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.” Mülk Sûresi, 67:15.
Dipnot-2
“Âsi şeytanları zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirdik.” Sâd Sûresi, 38:38.
abd: kul (bk. a-b-d) adalet-i tamme: tam ve eksiksiz adalet (bk. a-d-l) ahval: haller, durumlar aktâr-ı memleket: ülkenin her yanı (bk. m-l-k) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar beşer: insan celb-i suret ve savt: görüntü ve sesi nakletmek (bk. ṣ-v-r) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) ervâh-ı habise: kötü ruhlar ferman-ı Rahmânî: Rahmân olan Allah’ın buyruğu (bk. r-ḥ-m)
fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r) hâkim-i adaletpîşe: adaletli hükümdar (bk. ḥ-k-m; a-d-l) halife: yeryüzünde Allah namına hareket eden insan (bk. ḫ-l-f) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hudut: sınır iktiza: gerektirme işmam: hissettirme istidad: kabiliyet (bk. a-d-d) istihdam: çalıştırma ıttıla: haberi olma lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) men: yasaklama mes’uliyet-i mâneviye: mânevî sorumluluk (bk. a-n-y)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k) muttali olmak: haberdar olmak nazik: zarif, ince nev’en: tür olarak nihayet: son padişah-ı raiyetperver: halkını düşünen padişah remzen: işareten rû-yi zemin: yeryüzü şer: kötülük teshir: boyun eğdirme umur-u nâfia: faydalı işler vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d) vukuat-ı zemin: yeryüzündeki olaylar zemin: yeryüzü
ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin, insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir abdine onları musahhar etmiştir.
Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar olabilirler.”
İşte, beşerin, san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faideli suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur’âniye ile onları teshir etmektir, şerlerinden kurtulmaktır.
Hem temessül-ü ervâha işaret eden, Hazret-i Süleyman aleyhisselâmın ifritleri celp ve teshirine dair âyetler, hem
misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, celb-i ervâha dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan celb-i ervâh-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celb etmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksat için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velâyet misillü onlara müncelip olup münasebet peyda etmek ve
Dipnot-1
“Denize dalarak onun için cevherler çıkaran ve başka işler de gören şeytanları yine onun emrine verdik.” Enbiyâ Sûresi, 21:82.
Dipnot-2
“Meryem’e Cebrail’i gönderdik; o da aynen bir beşer suretinde ona görünüverdi.” Meryem Sûresi, 19:17.
abd: kul (bk. a-b-d) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) beşer: insan celb: çekme celb-i ervah: ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ) celb-i ervâh-ı tayyibe: iyi ruhları çağırma (bk. r-v-ḥ) ehl-i velâyet: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) emvat: ölüler (bk. m-v-t) ervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı habise: kötü ruhlar (bk. r-v-ḥ) evâmir: emirler fen: ilim fevkalâde: olağanüstü Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hezeliyat: ciddi olmayan sözler, saçmalamalar
hizmetkâr: hizmetçi ifrit: korkunç ve zararlı cin ilh.: (ilâ âhir) sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) imtizac: bileşim, karışım ispritizma: ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler lisan-ı remz: işaret dili mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) maskara: gülünç mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muhabere: haberleşme Muhyiddin-i Arabî: (bk. bilgiler) münasebet peyda etmek: ilgi kurmak (bk. n-s-b)
müncelip olmak: celb edilmek, çekilmek musahhar: boyun eğen nihayet: son ruhanî: maddî yapısı olmayan manevî varlık (bk. r-v-ḥ) sekene: sâkinler (bk. s-k-n) şer: kötülük şerir: şerliler, kötüler temessül: suret olarak görünme (bk. m-s̱-l) temessül-ü ervâh: ruhların görünmesi (bk. m-s̱-l; r-v-ḥ) teshir: boyun eğdirme tezahür: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r) tılsımât-ı Kur’âniye: Kur’ân’da bulunan sırlar, gizli gerçekler zîşuur: şuurlu, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden mânevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.
Hem meselâ, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın mu’cizelerine dair
âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?
Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen “Elhamdülillâh” de; dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillâh” diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.
İşte, Hazret-i Dâvud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakirt, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlık-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Dâvud aleyhisselâm ne söylese onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesâit-i muhabere ve vesâil-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir
Dipnot-1
“Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih ederlerdi.” Sâd Sûresi, 38:18.
Dipnot-2
“Ey dağlar ve kuşlar, Dâvud’la beraber tesbih edin’ dedik. Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-3
“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
aksisada: yankı Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) delâlet: işaret etme, delil olmaeda: üslup, ifade Elhamdülillah: hamd ve şükür yalnızca Allah’a mahsustur (bk. ḥ-m-d) fonoğraf: Gramofonun ilk şekli, ses cihazı fünun-u hafiye: gizli ilimler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) haşmet: heybet, görkem
Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) hilâfet-i rû-yi zemin: yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde insana verilen görev (bk. ḫ-l-f) ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek iktida: uyma inkişaf ettirmek: geliştirmek (bk. k-ş-f) kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) muazzam: büyük (bk. a-ẓ-m) mürid: bir mürşidin talebesi (bk. r-v-d)
müstesna: seçkin nefer: asker nevi: çeşit, tür risalet: peygamberlik (bk. r-s-l) ruhaniyet: ruh özelliği (bk. r-v-ḥ) şakirt: talebe saltanat: egemenlik (bk. s-l-ṭ) serzâkir: zikredenlerin başı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) takarrüp etmek: yaklaşmak tekemmül: mükemmelleşme (bk. k-m-l) tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) ufkî: daire şeklinde vecd: coşku vesâil-i irtibat: iletişim araçları vesâit-i muhabere: haberleşme araçları
kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur. Elbette Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakikî olarak konuşturur, tesbihat yaptırır.
Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözlerde beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aksisada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlık-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.
cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.
Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır; insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki en küçüklerinden balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok taifeleri var ki, kardeşleri, hayvânât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.
Dipnot-1
“Bize kuşların dilleri öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
Dipnot-2
“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” Sâd Sûresi, 38:19.
aksisada: yankı Aleyhimesselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) Allahu ekber: Allah en büyüktür (bk. k-b-r) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) beyan: açıklama (bk. b-y-n) câmidât: cansız varlıklar cebel: dağ elsine-i mahsusa: özel lisanlar envâ: çeşitler, türler fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) harekât: hareketler haşmet: heybet, görkem
hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) hayvânât-ı ehliye: evcil hayvanlar Hazret-i Dâvud: (bk. bilgiler) Hazret-i Süleyman: (bk. bilgiler) hizmetkâr: hizmetçi ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ilham-ı İlâhî: Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu (bk. e-l-h) istidat: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d) istihdam etmek: çalıştırmak lisan: dil mecazî: gerçek anlamı dışında, başka bir mânâda (bk. c-v-z) medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) münasip: uygun (bk. n-s-b)
müntehâ: son musahhar: boyun eğmiş nevi: tür, çeşit rû-yi zemin: yeryüzü şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y) sair: diğer sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n) sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m) taife: topluluk tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) tesbih: Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ) tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) teshir: boyun eğdirme tuyur: kuşlar velvele: gürültü
İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetlerin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrâyı1 tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elindeyse, Ona râm olmanız lâzımdır—tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız.
“Madem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvâri birer muazzam fonoğraf olabilsin; ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin; ve dağ, binler dilleriyle tesbihat yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin; ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.”
Hem meselâ, Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın bir mu’cizesi hakkında olan
Birincisi: Ateş dahi, sair esbâb-ı tabiiye gibi, kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki, Hazret-i İbrahim’i (aleyhisselâm) yakmadı; ve ona “yakma!” emrediliyor.
Dipnot-1
bk. Ahzâb Sûresi, 33:72.
Dipnot-2
“Ey ateş,’ dedik, ‘İbrahim için serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.
abd: kul (bk. a-b-d) acâibü’l-mahlûkat: yaratılmışların şaşırtıcı, hayret verici halleri (bk. ḫ-l-ḳ) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) belki: aslında, gerçekte Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) cünûd: askerler Dâvudvâri: Hz. Dâvud gibi eğlence-i mâsumâne: mâsumca, günahsız eğlence ekser: pek çok (bk. k-s̱-r) emanet-i kübrâ: en büyük emanet, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r) emir tahtında: emir altında esbâb-ı tabiiye: doğal sebepler (bk. s-b-b; ṭ-b-a) eşcar: ağaçlar fonoğraf: Gromofonun ilk şekli, ses cihazı hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halife-i zemin: yeryüzü halifesi (bk. ḫ-l-f)
haml: yüklenme hava-i nesimî: hoş ve hafif rüzgar havası hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler) hizmetkâr: hizmetçi hüdhüd-ü Süleymânî: Hz. Süleyman’ın haberleşme vasıtası olarak kullandığı kuş iktiza etmek: gerektirmek işaret-i lâtife: güzel, hoş işaret ismet: günahsızlık, masumluk istidat: kabiliyet (bk. a-d-d) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) lehviyat: eğlenceler, oyunlar lisan-ı remz: işaret dili mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) medar: sebep, vesile mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m) mülk: hükmedilen yer, sahip olunan şey (bk. m-l-k) mûnis: dost, canayakın musahhar etmek: boyun eğdirmek müstaid: istidatlı, kabiliyetli (bk. a-d-d) mutî: itaat eden nağamât-ı zikriye: zikir nağmeleri nebatat: bitkiler nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e) râm olmak: boyun eğmek sair: diğer saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ) şevk: şiddetli arzu ve istek suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabiat: doğallık, yaratılış (bk. ṭ-b-a) tel-i musikî: musiki teli tesbihat: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ) tevdi etmek: emanet etmek ulvî: yüce
İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, burûdetiyle ihrak eder, yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenâb-ı Hak, HAŞİYE-1
سَلاَمًا
lâfzıyla, burûdete diyor ki: “Sen de hararet gibi burûdetinle ihrak etme.” Demek o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki, harareti etrafına neşretmiyor; ve etrafındaki harareti kendine celb ettiği için, şu tarz burûdetle, etrafındaki su gibi mâyi şeyleri incimad ettirip, mânen burûdetiyle ihrak eder. İşte Zemherir, burûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecâtına ve umum envâına cami’ olan Cehennem içinde, elbette Zemheririn bulunması zarurîdir.
Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i mâneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü, dünyevî ateşinin dahi tesirini men edecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, ism-i Hakîm iktizasıyla, bu dünya dârü’l-hikmet olmak hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise, Hazret-i İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahim’i yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor.
İşte bu işaretin remziyle, mânen şu âyet diyor ki: “Ey millet-i İbrahim! İbrahimvâri olunuz, tâ maddî ve mânevî gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var; onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.”
İşte, beşerin mühim terakkiyâtından ve keşfiyâtındandır ki, bir maddeyi bulmuş, ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil, bak, ne kadar ulvî, lâtif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak, Hanîfen Müslimen1 destgâhında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.
berd: soğuk beşer: insan burûdet: soğukluk cami’ olan: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a) celb etmek: çekmek dârü’l-hikmet: hikmet yeri; işlerin bir sebep ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya (bk. ḥ-k-m) derecât: dereceler ebed: sonsuzluk (bk. e-b-d) eman: eminlik, korkusuzluk (bk. e-m-n) envâ: çeşitler, türler esbab: sebepler (bk. s-b-b) Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m) halet: hal, vaziyet Hanîfen Müslimen: Allah’ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir Müslüman (Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim için söylenen bir ibare) (bk. s-l-m)
hararet: sıcaklık haşiye: dipnot; açıklayıcı not Hazret-i İbrahim: (bk. bilgiler) hikmet-i tabiiye: tabiat bilgisi (bk. ḥ-k-m; ṭ-b-a) hulle: elbise İbrahimvâri: Hz. İbrahim gibi ihrak etmek: yakmak ihzar etmek: hazırlamak iktiza: gerektirme incimad ettirmek: dondurmak keşfiyât: keşifler (bk. k-ş-f) lâfz: söz lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) madde-i maddiye: maddî madde madde-i mâneviye: mânevî madde (bk. a-n-y) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mâyi: sıvı men etmek: yasaklamak millet-i İbrahim: İbrahim milleti, tevhid inancını benimseyenler
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukabil: karşılık mukavemet: karşı gelme, direnç nâr-ı beyzâ: akkor, beyaz ateş neşretmek: yaymak remz: işaret selâmen: “selâmetli ol” (bk. s-l-m) şer: kötülük tefsir: Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından izah eden, yorumlayan kitap (bk. f-s-r) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler ulvî: yüce umum: bütün zarurî: zorunlu, gerekli zemherir: şiddetli, yakıcı soğuk zemin: yeryüzü
Hem meselâ
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
“Hazret-i Âdem aleyhisselâmın dâvâ-yı hilâfet-i kübrâda mu’cize-i kübrâsı, tâlim-i esmâdır” diyor. İşte, sair enbiyanın mu’cizeleri birer hususî harika-i beşeriyeye remzettiği gibi, bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi, umum kemâlât ve terakkiyât-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.
Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) mânen şu âyetin lisan-ı işaretiyle diyor ki: “Ey benî Âdem! Sizin pederinize, melâikelere karşı hilâfet dâvâsında rüçhaniyetine hüccet olarak, bütün esmâyı tâlim ettiğimden; siz dahi, madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız, bütün esmâyı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrâda, bütün mahlûkata karşı rüçhaniyetinize liyakatinizi göstermek gerektir. Zira kâinat içinde, bütün mahlûkat üstünde, en yüksek makamâta gitmek ve zemin gibi büyük mahlûkatlar size musahhar olmak gibi mertebe-i âliyeye size yol açıktır. Haydi, ileri atılınız ve birer ismime yapışınız, çıkınız.
“Fakat sizin pederiniz bir defa Şeytana aldandı, Cennet gibi bir makamdan rû-yi zemine muvakkaten sukut etti. Sakın siz de terakkiyâtınızda Şeytana uyup hikmet-i İlâhiyenin semâvâtından tabiat dalâletine sukuta vasıta yapmayınız. Vakit be vakit başınızı kaldırıp Esmâ-i Hüsnâma dikkat ederek, o semâvâta uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyâtınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemâlâtınızın menbaları ve hakikatleri olan esmâ-i Rabbâniyeme çıkasınız ve o esmânın dürbünüyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.”
Dipnot-1
“Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) dâvâ-yı hilâfet-i kübrâ: büyük halifelik dâvâsı (bk. ḫ-l-f; k-b-r) divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanı (bk. n-b-e) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esmâ: isimler (bk. s-m-v) Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) esmâ-i Rabbâniye: Rabbânî isimler (bk. s-m-v; r-b-b) fâtiha: başlangıç fünun: fenler, ilimler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) harika-i beşeriye: insanlık harikası Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) hikmet-i ilâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması (bk. ḥ-k-m; e-l-h)
hilâfet: halifelik (bk. ḫ-l-f) hüccet: delil hususî: özel kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, faziletler (bk. k-m-l) lisan-ı işaret: işaret dili liyakat: layık olma mahlûkat: yaratılmışlar (bk. ḫ-l-ḳ) makamât: makamlar mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) melâike: melekler (bk. m-l-k) menba: kaynak mertebe-i âliye: yüce mertebe mertebe-i emanet-i kübrâ: en büyük emanet mertebesi, halifelik (bk. e-m-n; k-b-r) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) musahhar olmak: boyun eğmek muvakkaten: geçici olarak nihayet: son Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)
remzetmek: işaret etmek rû-yi zemin: yeryüzü rüçhaniyet: üstünlük sair: diğer sarahat: açıklık semâvât: yücelikler (bk. s-m-v) sukut etmek: düşmek taallüm: öğrenme (bk. a-l-m) tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a) talim: öğretme (bk. a-l-m) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler umum: bütün uruc etmek: yükselmek (bk. a-r-c) vakit be vakit: zaman zaman vâris-i istidad: kabiliyetin mirasçısı (bk. a-d-d) zemin: yeryüzü
Bir nükte-i mühimme ve bir sırr-ı ehem
Şu âyet-i acîbe, insanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemâlât-ı ilmiye ve terakkiyât-ı fenniye ve havârık-ı sun’iyeyi “tâlim-i esmâ” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle lâtif bir remz-i ulvî var ki:
Herbir kemâlin, herbir ilmin, herbir terakkiyâtın, herbir fennin bir hakikat-i âliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlâhîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyâtı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemâlât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nâkıs bir gölgedir.
Meselâ, hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehâsı, Cenâb-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmâne cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Meselâ, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i Mutlakın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrâsı olan rû-yi zeminde Rahîmâne cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemâlâtını bulur, hakikat olur.
Meselâ, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenâb-ı Hakkın (celle celâlühü) ism-i Hakîm’inin tecelliyât-ı kübrâsını müdebbirâne, mürebbiyâne eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafâta inkılâb eder ve mâlâyâniyât olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalâlete yol açar.
İşte sana üç misal. Sair kemâlât ve fünunu bu üç misale kıyas et.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, şu âyetle beşeri, şimdiki terakkiyâtında pek çok geri
âyet-i acîbe: hayret ve şaşkınlık uyandırıcı âyet âyine: ayna beşer: insan câmiiyet-i istidad: kabiliyetin kapsamlılığı (bk. c-m-a; a-d-d) celle celâlühü: Allah’ın şanı yücedir cihet: yön cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y) dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) eczahane-i kübrâ: en büyük eczane (bk. k-b-r) edviye: devâlar, ilaçlar eşya: şeyler, varlıklar felsefe-i tabiiye: her şeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a) fen: bilim dalı fünun: fenler, ilimler hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i âliye: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat-i mevcudat: varlıkların hakikati, gerçek mahiyeti, içyüzü (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d) Hakîm-i Mutlak: herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ) hakîmâne: hikmetli bir şekilde (bk. ḥ-k-m) haşmet: heybet, görkem
havârık-ı sun’iye: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hendese: geometri hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hikmetü’l-eşya: varlıklara ait ilimler; fizik, kimya, botanik gibi (bk. ḥ-k-m) hurafât: hurafeler, batıl inanışlar inkılâb etmek: dönüşmek ism-i Adl: Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi (bk. s-m-v; a-d-l) ism-i Hakîm: Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi (bk. ḥ-k-m) ism-i İlâhî: Allah’ın ismi (bk. s-m-v; e-l-h) kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l) kemâlât-ı ilmiye: ilmî mükemmellikler (bk. k-m-l; a-l-m) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) mâlâyâniyât: anlamsız şeyler maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) mazhar olmak: sahip olmak (bk. ẓ-h-r)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) müdebbirâne: tedbirli bir şekilde (bk. d-b-r) muhtelif: çeşitli Mukaddir: herşeyi tam bir ölçü ile takdir edip yaratan Allah (bk. ḳ-d-r) mürebbiyâne: eğiterek (bk. r-b-b) müşahede: gözlem (bk. ş-h-d) mütenevvi: çeşitli nâkıs: eksik nihayet: son nokta-i müntehâ: son nokta nükte-i mühimme: önemli ince nokta, derin mânâ Rahîmâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m) remz-i ulvî: yüce işaret rû-yi zemin: yeryüzü Şâfî: şifa veren Allah (bk. ş-f-e) sair: diğer sırr-ı ehem: çok önemli sır tabir etmek: ifade etmek (bk. a-b-r) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) tecelliyât: tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y) tecelliyât-ı kübrâ: en büyük tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; k-b-r) terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler terakkiyât-ı fenniye: bilimsel ilerlemeler
kaldığı en yüksek noktalara, en ileri hududa, en nihayet mertebelere, arkasına dest-i teşviki vurup parmağıyla o mertebeleri göstererek “Haydi, arş, ileri!” diyor. Bu âyetin hazine-i uzmâsından şimdilik bu cevherle iktifa ederek o kapıyı kapıyoruz.
Hem meselâ, hâtem-i divan-ı nübüvvet; ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dâvâ-yı risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri; ve şu kâinatın mâbihi’l-iftiharı; ve Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmâlen talim olunan bütün esmânın bütün merâtibiyle tafsilen mazharı; yukarıya celâl ile parmağını kaldırmakla şakk-ı kamer eden;1 ve aşağıya cemâl ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan;2 ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın mu’cize-i kübrâsı olan Kur’ân-ı Hakîmin vücuh-u i’câzının en parlaklarından olan hak ve hakikate dair beyanatındaki cezâlet, ifadesindeki belâğat, maânîsindeki câmiiyet, üslûplarındaki ulviyet ve halâveti ifade eden,
gibi çok âyât-ı beyyinatla ins ve cinnin enzârını şu mu’cize-i ebediyenin vücuh-u i’câzından en zahir ve en parlak vechine çeviriyor. Bütün ins ve cinnin damarlarına dokunduruyor. Dostlarının şevklerini, düşmanlarının inadını tahrik edip, azîm bir teşvikle, şiddetli bir terğible dost ve düşmanları onu tanzire ve taklide, yani nazîrini yapmak ve kelâmını ona benzetmek için sevk ediyor. Hem
“De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” İsrâ Sûresi, 17:88.
Aleyhissalâtü vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) arş: haydi! âyât-ı beyyinat: ap açık âyetler (bk. b-y-n) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) belâğat: maksada ve hâle uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) câmiiyet: genişlik, kapsayıcılık (bk. c-m-a) celâl: heybet, haşmet, görkem (bk. c-l-l) cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cevher: değerli şey cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dâvâ-yı risalet: peygamberlik dâvâsı (bk. r-s-l) dest-i teşvik: teşvik eli enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
esmâ: isimler (bk. s-m-v) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halâvet: tatlılık, hoşluk hâtem-i divan-ı nübüvvet: peygamberlik divanının mührü, sonu (bk. n-b-e) hazine-i uzmâ: büyük hazine (bk. a-ẓ-m) Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) icmâlen: kısaca, özetle (bk. c-m-l) iktifa: yetinme ins: insanlar kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kelâm: söz (bk. k-l-m) kevser: Cennette bulunan bir havuz Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m) maânî: mânâlar (bk. a-n-y) mâbihi’l-iftihar: kendisiyle övünülen mazhar: ayna, yansıma yeri (bk. ẓ-h-r) merâtib: mertebeler, dereceler mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i ebediye: sonsuz mu’cize (bk. a-c-z; e-b-d) mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r) müeyyed: teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış musaddak: tasdik edilmiş, doğrulanmış (bk. ṣ-d-ḳ) nazîr: benzer (bk. n-ẓ-r) nihayet: son şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi server: reis, baş şevk: şiddetli arzu ve istek tafsilen: ayrıntılı olarak tahrik: harekete geçirme talim: öğretme (bk. a-l-m) tanzir: benzetme (bk. n-ẓ-r) terğib: rağbet uyandırma ulviyet: yücelik vech: yön vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z) zahir: açık (bk. ẓ-h-r)
öyle bir surette o mu’cizeyi nazargâh-ı enâma koyuyor, güya insanın bu dünyaya gelişinden gaye-i yegânesi o mu’cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip ona bakarak netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.
Elhasıl: Sair enbiya aleyhimüsselâmın mu’cizatları, birer havârık-ı san’ata işaret ediyor. Ve Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi ise, esâsât-ı san’at ile beraber, ulûm ve fünunun havârık ve kemâlâtının fihristesini bir suret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor.
Amma, mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ise, tâlim-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünunun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla beşeri onlara sevk ediyor.
Hem öyle bir tarzda sevk eder, teşvik eder ki, o tarzla şöyle anlattırıyor: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubûdiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir.”
Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder: “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.”
Hem o Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâğat-i Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden, remzen anlattırıyor ki: “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.”
Elhasıl, Kur’ân’ın ekser âyetleri, herbiri birer hazine-i kemâlâtın anahtarı ve
âhir vakit: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi (bk. e-ḫ-r) aleyhimüsselâm: Allah’ın selâmı onların üzerine olsun (bk. s-l-m) azîm: büyük (bk. a-ẓ-m) belâğat: maksada ve hale uygun düzgün ve güzel söz söyleme (bk. b-l-ğ) belâğat-i edâ: üslup ve ifadedeki belâğat (bk. b-l-ğ) belâğat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine has belâğati (bk. b-l-ğ) beşer: insan cezâlet: güzel ve akıcı ifade (bk. c-z-l) cezâlet-i beyan: anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik (bk. c-z-l; b-y-n) dünyevî: dünyaya ait ekser: çok (bk. k-s̱-r) elhasıl: özetle, sonuç olarak enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) envâ: çeşitler, türler esâsât-ı san’at: san’at esasları (bk. ṣ-n-a) fünûn: fenler, ilimler gaye-i aksâ: en son gaye gaye-i yegâne: tek gaye hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) havârık: harikalar havârık-ı san’at: san’at harikaları (bk. ṣ-n-a) hazine-i kemâlât: mükemmellikler hazinesi (bk. k-m-l) Hazret-i Âdem: (bk. bilgiler) icra ettirmek: yaptırmak ittihaz etmek: edinmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk k-v-n) kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) maksad-ı âlâ: büyük maksat (bk. ḳ-ṣ-d) mazhariyet: nail olma, ayna olma (bk. ẓ-h-r) merğub: rağbet edilen mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi (bk. a-c-z; k-b-r; ḥ-m-d) mufassalan: ayrıntılı olarak
mukavemetsûz: karşı konulmaz, direnilmez mükerreren: tekrarla, defalarca nazargâh-ı enâm: insanların gözü önüne (bk. n-ẓ-r) netice-i hilkat-i insaniye: insanın yaratılış neticesi (bk. ḫ-l-ḳ) nev-i beşer: insanlık remzen: işareten saâdât: mutluluklar sair: diğer suret: şekil (bk. ṣ-v-r) suret-i icmâlî: kısa ve özlü bir şekil (bk. ṣ-v-r; c-m-l) tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) teşvikat: teşvikler tezahür-ü Rububiyet: Rububiyetin görünmesi (bk. ẓ-h-r; r-b-b) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) ubûdiyet-i külliye-i insaniye: insanın geniş ve kapsamlı kulluğu (bk. a-b-d; k-l-l) uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) ulûm: ilimler (bk. a-l-m) vâzıhan: açıkça
birer define-i ilmin miftahıdır. Eğer istersen Kur’ân’ın semâvâtına ve âyâtının nücumlarına yetişesin; geçmiş olan yirmi adet Sözleri, yirmi basamaklı HAŞİYE-1 bir merdiven yaparak çık. Onunla gör ki, Kur’ân ne kadar parlak bir güneştir; hakaik-ı İlâhiyeye ve hakaik-ı mümkinat üstüne nasıl sâfi bir nur serpiyor ve parlak bir ziya neşrediyor, bak.
Netice: Madem enbiyaya dair olan âyetler, şimdiki terakkiyât-ı beşeriyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var. Ve madem herbir âyetin müteaddit mânâlara delâleti muhakkaktır, belki müttefekun aleyhtir. Ve madem enbiyaya ittibâ etmek ve iktidâ etmeye dair evâmir-i mutlaka var. Öyle ise, şu geçmiş âyetlerin maânî-i sarihalarına delâletle beraber, san’at ve fünun-u beşeriyenin mühimlerine işarî bir tarzda delâlet, hem teşvik ediliyor denilebilir.
İki mühim suale karşı iki mühim cevap
Birincisi:
Eğer desen: “Madem Kur’ân beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor; yalnız gizli bir remizle, hafî bir ima ile, hafif bir işaretle, zayıf bir ihtarla iktifâ ediyor?”
Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları, bahs-i Kur’ânîde o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. Öyle ise, şu havârık-ı beşeriyenin o iki dairede hakları, yalnız bir zayıf remiz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünkü onlar daire-i Rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.
Belki otuz üç adet Sözleri, otuz üç adet Mektupları, otuz bir Lem’aları, on üç Şuâları, yüz yirmi basamaklı bir merdivendir.
Haşiye-2
Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyarsız olarak, kalemim üslûbunu şu lâtif lâtifeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun lâtifeliği meselenin ciddiyetine halel vermesin.
ahvâl: haller, durumlar âyât: âyetler bahs-i Kur’ânî: Kur’ân’ın bahsi belki: aslında, gerçekte beşer: insan daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) define-i ilim: ilim hazinesi (bk. a-l-m) delâlet: delil olma, işaret etme enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) evâmir-i mutlaka: kesin emirler (bk. ṭ-l-ḳ) hafî: gizli hakaik-i mümkinat: yaratılanlara ait gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n) hakaik-ı İlâhiye: Allah’a ait olan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; e-l-h) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) halel: zarar, eksiklik haşiye: dipnot, açıklayıcı not
havârık-ı beşeriye: insanlık harikaları ihtar: hatırlatma ihtiyarsız: irade dışı (bk. ḫ-y-r) iktidâ etmek: uymak iktifâ etmek: yetinmek ima: işaret işarî: işaret yoluyla ittibâ etmek: uymak kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l) lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f) lâtife: güzel ve ince mânâ (bk. l-ṭ-f) maânî-i sariha: açık mânâlar (bk. a-n-y) medeniyet-i beşeriye: insanlık medeniyeti miftah: anahtar muhakkak: kesin (bk. ḥ-ḳ-ḳ) müteaddit: bir çok, çeşitli müttefekun aleyh: üzerinde birleşilmiş nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l)
neşretmek: yaymak netice: sonuç nevi: çeşit nücum: yıldızlar nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) remiz: işaret sâfi: duru, katıksız (bk. ṣ-f-y) san’at ve fünun-u beşeriye: insanlığa ait san’at ve ilimler (bk. ṣ-n-a) semâvât: yücelikler (bk. s-m-v) şuûnât: işler, fiiller, haller (bk. ş-e-n) talim etmek: öğretmek (bk. a-l-m) tarz-ı ifade: ifade tarzı tasrih: açık şekilde bildirme tayyare-i beşer: uçak terakkiyât-ı beşeriye: insanlığa ait terakkiler, ilerlemeler üslub: ifade tarzı vazife-i asliyesi: esas vazifesi vezâif: görevler ziya: ışık
âyâtında bir mevki ver.” Elbette, o daire-i Rububiyetin tayyareleri olan seyyârât, arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.”
Eğer beşerin tahtelbahirleri âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahtel-bahirleri, yani, bahr-i muhit-i havâîde ve esir denizinde yüzen zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede azdır.”
Eğer elektriğin parlak, yıldız-misal lâmbaları hakk-ı kelâm isteyerek âyetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”
Eğer havârık-ı medeniyet, dekaik-ı san’at cihetinde haklarını isterlerse ve âyetlerden makam talep ederlerse, o vakit birtek sinek onlara “Susunuz,” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-ü ihtiyarıyla kesb edilen bütün ince san’atlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince san’at ve nazenin cihazlar kadar acip olamaz.
Eğer o harikalar, daire-i ubûdiyete gidip o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:
“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Halbuki siz, ekseriyet itibarıyla, şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubûdiyetten hisseniz pek azdır.
Dipnot-1
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.
acip: hayret verici, şaşırtıcı arz: dünya âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri bahr-i muhit-i havâî: hava denizi beşer: insan beyan: açıklama (bk. b-y-n) cirm: büyüklük cüz-ü ihtiyar: insandaki çok az seçim gücü, irade (bk. c-z-e; ḫ-y-r) daire-i Rububiyet: Rablık dairesi (bk. r-b-b) daire-i ubûdiyet: kulluk dairesi (bk. a-b-d) dekaik-i san’at: san’at incelikleri (bk. ṣ-n-a) dünyaperestlik: dünyaya tutkunluk ehem: en önemli ekseriyet: çoğunluk (bk. k-s̱-r) elzem: en lüzumlu
esir: kâinatı kapladığına inanılan ince madde fâni: gelip geçici (bk. f-n-y) gaflet: umursamazlık; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma hali (bk. ğ-f-l) hakk-ı kelâm: söz hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-l-m) hakperestlik: yalnız Allah’a kulluk etmek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) havârık-ı medeniyet: medeniyet harikaları hayat-ı ebediye: sonsuz hayat (bk. ḥ-y-y; e-b-d) kamer: ay kesb etmek: kazanmak levâzımât: gerekli olan şeyler makarr-ı ebedî: sonsuza kadar kalınacak yer (bk. e-b-d)
mevki: yer misbah: lâmba müesses olmak: kurulmak mükellef: yükümlü nazenin: ince, duyarlı nazik: ince, zarif nisbet: oran (bk. n-s-b) nokta-i nazar: bakış açısı (bk. n-ẓ-r) şahap: meteor, göktaşı seyyârât: gezegenler suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahtelbahir: denizaltı talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b) tayyare: uçak tedarik etmek: elde etmek ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) yıldız-misal: yıldız gibi (bk. m-s̱-l) zemin: yer, dünya ziynet: süs (bk. z-y-n)
“Lâkin, eğer kıymettar bir ibadet olan, sırf menfaat-i ibâdullah için ve menâfi-i umumiye ve istirahat-i âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için, elhak kâfi ve vâfidir.”
İkinci suale cevap:
Eğer desen: “Şimdi, şu tahkikattan sonra şüphem kalmadı ve tasdik ettim ki, Kur’ân’da, sair hakaikle beraber, medeniyet-i hazıranın harikalarına ve belki daha ilerisine işaret ve remiz vardır. Dünyevî ve uhrevî saadet-i beşere lâzım olan herşey, değeri nisbetinde içinde bulunur. Fakat niçin Kur’ân onları sarahatle zikretmiyor-tâ muannit kâfirler dahi tasdike mecbur olsunlar, kalbimiz de rahat olsun?”
Elcevap: Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.
Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihanda, bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misillü bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihan fevt olur. Kömür gibi bir ruhla elmas gibi bir ruh HAŞİYE-1 beraber kalacaklar.
Haşiye-1
Ebû Cehil-i Lâin ile Ebû Bekir-i Sıddık, müsavi görünecek. Sırr-ı teklif zâyi olacak…
bedâhet: açıklık beşer: insan cevâhir-i âliye: yüksek ve kıymetli cevherler dâr-ı imtihan: imtihan yeri dünyevî: dünyaya ait Ebû Bekir-i Sıddık: çok doğru ve sadık Ebû Bekir (bk. bilgiler) Ebû Cehil-i Lâin: lanetlenmiş Ebû Cehil (bk. bilgiler) ekalliyet: azınlık elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ervâh-ı âliye: yüce ruhlar (bk. r-v-ḥ) ervâh-ı sâfile: alçak ruhlar (bk. r-v-ḥ) fevt: kaybolma hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hüccet: delil iptilâ: insanın kemâl derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri istidad-ı beşer: insandaki potansiyel kabiliyet (bk. a-d-d)
istirahat-i âmme: toplumun rahatı kemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l) keşşaf: kâşifler (bk. k-ş-f) kıymettar: değerli Lâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur (bk. e-l-h) medeniyet-i hazıra: günümüz medeniyeti menâfi-i umumiye: genel yararlar menfaat-i ibâdullah: Allah’ın kullarının yararı (bk. a-b-d) mevadd-ı süfliye: alçak ve basit maddeler misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muannit: inatçı, dikkafalı muhterem: hürmete layık, saygıdeğer (bk. ḥ-r-m) mülhem: ilham olunmuş müsabaka: yarış müsavi: eşit nâzil olmak: inmek (bk. n-z-l) nisbet: oran (bk. n-s-b) remiz: işaret sa’y: çalışma saadet-i beşer: insanın mutluluğu sair: diğer
sarahat: açıklık sarahaten: açıkça sırr-ı teklif: vazifelendirilme, imtihan sırrı suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ) tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ) tefrik edilmek: ayrılmak (bk. f-r-ḳ) tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l) teklif-i İlâhî: Allah’ın kullarına yüklediği vazife, sorumluluk (bk. e-l-h) teşkil: oluşturma uhrevî: âhirete ait (bk. e-ḫ-r) umur-u gaybiye-i istikbaliye: gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler (bk. ğ-y-b) vâfi: yeterli vâzıhan: açıkça zâyi olmak: kaybolmak zikretmek: bildirmek
Elhasıl: Kur’ân-ı Hakîm, hakîmdir; herşeye kıymeti nisbetinde bir makam verir. İşte Kur’ân, bin üç yüz sene evvel, istikbalin zulümatında müstetir ve gaybî olan semerat ve terakkiyât-ı insaniyeyi görüyor; ve gördüğümüzden ve göreceğimizden daha güzel bir surette gösterir. Demek Kur’ân öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.
İşte, mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân…
Allahım! Bize Kur’ân’ın esrarını öğret ve her an ve zamanda ona hizmet etmekte bizi muvaffak et.
Dipnot-2
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-3
“Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesaba çekme.” Bakara Sûresi, 2:286.
Dipnot-4
Allahım! Seyyidimiz, mevlâmız, kulun, nebîn ve resulün olan ümmî peygamber Muhammed’e, âline, ashâbına, zevcelerine, mübarek nesline, sair enbiya ve mürselîne, mukarreb meleklere, evliya ve salih kullarına salâvâtın en üstünü, selâmetin en temizi, bereketlerin en bereketlisiyle, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince salât ve selâm et, bereket ihsan et, ikramda bulun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, bütün bu salâvatlardan herbiri için bizi bağışla, bize merhamet et, bize iltifat et. Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.
elhasıl: özetle, sonuç olarak eşya: şeyler, varlıklar gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b) hakîm: hikmet sahibi (bk. ḥ-k-m) istikbal: gelecek kelâm: söz (bk. k-l-m) Kur’ân-ı Hakîm: sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Cenâb-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemâliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenâb-ı Hak dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”
Mukaddeme
Bu tâlim-i esmâ meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahut melâikenin, hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.
Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcut olduğunu tasrih eden
“Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır.” En’âm Sûresi, 6:59.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun arz: yeryüzü, dünya âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah gayb: görünmeyen âlem Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Adem (a.s.)] hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbâr etme: mecbur etme, zorlama ihsan: bağış, ikram, lütuf ikrar: kabul etme, doğrulama irfan: bilme, anlayış izhar: gösterme, açığa çıkarma Kitâb-ı Mübîn: herşeyi açıkça beyan eden kitap, Kur’ân-ı Kerim lisan: dil liyakat: lâyık olma melâike: melekler mevcut: var olan mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey mukaddeme: başlangıç, giriş
muttasıf: vasıflanmış, nitelenmiş nekais: eksiklikler, kusurlar nev-i beşer: insanlar, insanlık sadık: bağlı, doğru semavat: gökler sıfât-ı kemâliye: Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten uzak olduğunu ve mükemmelliğini bildiren sıfatları tâlim-i esmâ: Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi tasrih etme: açık şekilde bildirme tenzih: eksik ve çirkinliklerden arındırma, uzak tutma vakta ki: ne zaman ki
Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından fehmettiğime göre, HAŞİYE-1 mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.
Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:
1. İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.
2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telâhuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde,
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.
Haşiye-1
Eğer Müellifin, tenzilin nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa, ben derim ki, İbnü’l-Fârıd’ın kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:
(Sanki Kirâmen Kâtibîn yazılı bir sayfayı onun kalbine ilhâm ediyordu.) Habib.
Dipnot-1
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
bâtınen: içyüzünde beşer: insan, insanlık beyan: açıklama binaen: -dayanarak delâlet: delil olma, işaret etme emsal: benzerler, örnekler enbiya: nebiler, peygamberler fehmetme: anlama fünun: fenler, bilimler Habib: (bk. bilgiler – Molla Habib) haşiye: dipnot, açıklayıcı not hasıl olma: ortaya çıkma, meydana gelme hassa: nitelik, özellik Hazret-i Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] hikmet: amaç, fayda İbnü’l-Fârıd: (bk. bilgiler) ihtar: hatırlatma, ikaz ihtivâ: içine alma, kapsama ilhâm: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ işârât: işaretler, belirtiler istikbal: gelecek kâinat: evren, yaratılmış herşey Kirâmen Kâtibîn: sağ ve sol yanımızdaki sevap ve günah yazan melekler
letâif: incelikler, sırlar mazhar olma: ayna olma, nail olma, erişme mâzi: geçmiş mu’cizat-ı enbiya: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gösterdiği mu’cizeler mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey müellif: telif eden, yazan nass: metin; te’vil ve yorum kabul etmeyen ve açık ve kesin hüküm ifade eden âyet veya hadis nazm: diziliş, tertip ve vezin nev-i beşer: insan, insanlar nevi: çeşit, tür nübüvvet: peygamberlik, elçilik nümune: örnek, misal remzen: gizli bir mânâyı ince bir işaretle göstererek sefine: gemi
tasdik: doğrulama, onaylama tefe’ül: bir kitabı rastgele açarak çıkan yeri kendisine yazılmış gibi okumak telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi tenzil: indirme; burada isim olarak Kur’ân kastediliyor terakkiyat: ilerlemeler, yükselmeler terakkiyât-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilim ve fen alanındaki ilerlemeler terakkiyat-ı maddiye: maddî ilerlemeler teşcî: cesaretlendirme teşvik: şevklendirme, gayretlendirme vecize: geniş bir mânâyı kısa ve özlü ifadelerle anlatma vücuda gelme: meydana gelme zahiren: dış görünüş itibariyle
3. Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan,
وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.
4. Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer
غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 2
âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.
5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti,
اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 3
âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.
6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır.
Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.
Ve keza,
يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 4
âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâp etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır.
7.
لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 5
âyet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği
Dipnot-1
“Demiri de onun için yumuşattık.” Sebe’ Sûresi, 34:10.
Dipnot-2
“Süleyman’a da, sabah gidişi bir aylık, akşam gidişi de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik, ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” Sebe’ Sûresi, 34:12.
Dipnot-3
“Mûsâ’ya ‘Âsânı taşa vur’ dedik. Derhal (taştan) on iki pınar su aktı.” Bakara Sûresi, 2:60.
Dipnot-4
“Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” Enbiyâ Sûresi, 21:69.
asâ: baston, değnek âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi beşer: insanlık beyan: açıklama, anlatma bilâtereddüt: tereddütsüz burudet: soğukluk delâlet: delil olma, işaret etme Hazret-i Davud: [bk. bilgiler – Dâvûd (a.s.)] Hazret-i İbrahim: [bk. bilgiler – İbrahim (a.s.)] Hazret-i İsa: [bk. bilgiler – Îsâ (a.s.)] Hazret-i Mûsa: [bk. bilgiler – Mûsâ (a.s.)] Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)]
husule gelme: meydana gelme icad: var etme, yapma ilhamat: ilhamlar, Allah tarafından kalbe gelen mânâlar inkılâp: dönüşme keza: bunun gibi kıraç: çorak, verimsiz mazhar: ayna; nail olan me’haz: kaynak medar: kaynak, dayanak mertebe-i nâriye: yakıcılık, sıcaklık derecesi mikyas: ölçek mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
münasebet: alâka, ilgi muvafakat: uygunluk nev-i beşer: insan türü, insanlar nev-i insan: insan türü, insanlık nümune: örnek, misal santrifüj âleti: su çıkarmaya yarayan pompalı alet sür’at: hız tayyare: uçak telâhuk-u efkâr: fikirlerin birikimi terakkiyat: ilerlemeler, kalkınmalar terakkiyat-ı havaiye: hava ile ilgili ilerlemeler, uzayla ilgili gelişmeler terakkiyat-ı tıbbiye: tıp alanında ilerlemeler, gelişmeler
gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Yakub’un
اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 1
yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden
âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar.
8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında
عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 3
olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır.
Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında dahi emsâli gibi üç vecih vardır.
· Birinci vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:
1. İnsanın hilkati hakkında melâikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna eden tafsilâtlı bir cevap verilmiştir.
2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.
3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.
4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya mazhar olmasına evvelki âyetle
Dipnot-1
Yûsuf Sûresi, 12:94.
Dipnot-2
“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Neml Sûresi, 27:40.
Dipnot-3
“Bize kuşların dili öğretildi.” Neml Sûresi, 27:16.
âlât: aletler arz: yeryüzü, dünya avam: tahsil görmemiş sıradan halk avdet: dönüş, dönme Belkıs: (bk. bilgiler) beşer: insanlık celb-i savt ve sûret: sesleri ve resimleri bir yerden bir yere çekme, nakletme dâvâ-yı hilâfet: halifelik iddiası emsal: benzerler, örnekler fehm: anlama ve kavrama hâkezâ: böylece, bunun gibi havas: ilim sahibi âlimler, aydınlar sınıfı Hazret-i Süleyman: [bk. bilgiler – Süleyman (a.s.)] Hazret-i Yakub: [bk. bilgiler – Yâkûb (a.s.)]
Hazret-i Yusuf: [bk. bilgiler – Yûsuf (a.s.)] hilâfet: halifelik hilâfet-i kübrâ: en büyük halifelik hilkat: yaratılış icâdât: buluşlar, keşifler ifrit: korkunç ve zararlı cin illet: asıl sebep istikbal: gelecek Kenan: (bk. bilgiler) kervan: yolculuk kafilesi keşfiyat: keşifler; icatlar, buluşlar mazhar: ayna; nail olma me’haz: kaynak melâike: melekler Mısır: (bk. bilgiler) mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şey
muvaffak olma: başarılı olma, erişme nazm: diziliş, tertip ve vezin nev-i beşer: insan türü, insanlık nümûne: örnek tafsilâtlı: ayrıntılı tasrih: açık şekilde bildirme tereccuh etme: üstün gelme, ağır basma timsal: görüntü; akis umumî: genel, herkese ait vecih: şekil, tarz, yön, yüz vesaire: ve diğer Züleyha: (bk. bilgiler)
delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.
· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1
cümlesi,
اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 2
cümlesinin mazmununu tahkik ve icmâlini tafsil ve ibhamını tefsirdir.
Ve keza, Cenâb-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.
Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra vaktâ ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,
evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları
Dipnot-1
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-2
“Şüphesiz ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Bakara Sûresi, 2:29
Dipnot-3
“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.
acz: acizlik, güçsüzlük Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] arz: yeryüzü, dünya bâtın (duygu): görünmeyen, kalb, vicdan ve lâtifeler gibi iç duygular beşer: insanlık bilhassa: özellikle Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah delâlet: delil olma, işaret etme enaniyet: benlik esmâ: isimler halife: yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan halk etme: yaratma havas: duygular hikmet: amaç, gaye hilâfet: halifelik ibham: belirsiz, kapalı bırakma İblis: şeytan icmâl: özet, kısaltılmış
icra: yerine getirme, yürütme ihata: içine alma, kapsama ikrar: kabul etme, doğrulama iktiza: bir şeyin gereği ilm-i esmâ: isimleri bilme, isimlerin bilgisi irtibat: ilişki, alâka istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri istifade: faydalanma, yararlanma istihkak: lâyık olma, hak etme kabiliyet: yetenek kâinat: evren, yaratılmış herşey kelâm: kelime, ifade keza: bunun gibi mâlik: sahip mazhar: ayna, nail olma mazmun: kapsam, içerik, anlam, mânâ melâike: melekler muâraza: sözle mücadele, karşı gelme mümtaz: seçkin, üstün mütevakkıf: –e bağlı namzet: aday nefh-i ruh: ruh üfürme, ruh verme
nihayet: son nüsha-i câmia: çok geniş ve kapsamlı nüsha rüçhan: üstünlük sevkiyât: sevkler, bir yere göndermeler tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tahkik: kesinleştirme takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü belirleme talim: öğretme tatbik: uygulama tecelliyât: yansımalar, İlâhî isimlerin varlıklar üzerinde eserini göstermesi tefsir: açıklama, yorum terbiye etme: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, yetiştirme tesviye: düzeltme vaktâ: ne zaman vecih: şekil, tarz, yön, yüz zahir (duygu): görünen dış duyular
Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için,
قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 2
hitabıyla Âdem’e ferman etti.
Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,
Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:
﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿
Yani, Cenâb-ı Hak, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Dipnot-2
“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.'” Bakara Sûresi, 2:33.
Dipnot-3
“Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin izhar ettiğinizi ve gizlediğinizi bilirim.'” Bakara Sûresi, 2:33.
Dipnot-4
“Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Bakara Sûresi, 2:31.
acz: acizlik, güçsüzlük Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] adem-i câmiiyet: kapsamlı olmama âlî: yüce, yüksek beyan: açıklama, anlatım binaen: -dayanarak Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah cevab-ı icmâlî: kısa cevap enaniyet: benlik ferman: buyruk, emir fıtrat: mizaç, karakter halk etme: yaratma heyet: bileşenler; cümlenin parçalarından, bölümlerinden oluşan genel yapı hikmet: amaç, gaye hitab: konuşma
İblis: şeytan icap etmek: gerektirmek ihata: içine alma, kapsama iktidar: kudret, güç iktiza: gerektirme istidat: aşçılık, yazarlık gibi ruha konulan sayısız beceri ve meziyetlerin her biri, kabiliyet istifsâr: açıklamasını isteyerek soru sorma kemâlât: mükemmellikler, faziletler ketmetme: gizleme örtme kibir: büyüklenme, kendini büyük görme maâlî: şerefler, yükseklikler mebâdi: başlangıçlar, çekirdekler, prensipler, ilkeler melâike: melekler
mevcudat: varlıklar, var edilenler meziyet: üstün özellik mezraa: tarla muâraza: sözle mücadele mükâleme: karşılıklı konuşma mukavele: sözleşme nükte: ince ve derin mânâ sirayet etme: geçme, bulaşma tafsilât: ayrıntılar taife: grup, topluluk tasvir: anlatım, ifade etme tazammun: içerme, içine alma tebeyyün: açıklığa kavuşma, açıklanma teçhiz: cihazlandırma, donatma ulvî: yüksek, yüce vaktâ: ne zaman vecih: şekil, tarz, yön, yüz zahir: açık
sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki
وَ
şu mukadder olan üç cümleye işarettir.
عَلَّمَ 1
Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver olduğuna işarettir.
Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.
Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.
اٰدَمُ
hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.
اَلْاَسْمَۤاءَ 2
isim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.
عَرَضَهُمْ 3
Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.
كُلَّهَا 4
Âdem’in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebep
Dipnot-1
Öğretti.
Dipnot-2
İsimler.
Dipnot-3
Onlara arzetti, sundu.
Dipnot-4
Hepsini, tamamını.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)]alâmet: belirti, işaret arz: sunma ayn-ı müsemmâ: isimlendirilenin tâ kendisi cihet-i imtiyaz: üstünlük yönü, üstünlük tarafı Ehl-i Sünnet: (bk. bilgiler – Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) ervah-ı harika: harika ruhlar, üstün ruhlar esmâ: isimler; Allah’ın veya eşyanın isimleri eşya: şeyler, varlıklar felâsife: felsefeciler, filozoflar hakaik-i eşya: varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri hâsiyet: özellik, hususiyet hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev ihtiyar etme: seçme, tercih etme
ilmin ulüvv-ü kadri: ilmin değer ve kıymetinin yüksekliği ima: gizli ve ince bir mânâyı işaret etme, gösterme kail olmak: inanmak, görüş sahibi olmak keza: bunun gibi küre-i arz: yer küre, dünya lügat: konuşulan dil melâike: melekler mezhep: dinde tutulan yol mihver: eksen mu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hal ve hareket muâraza: muhalefet etme, itiraz etme mukadder: gr. lâfız olarak zikredilmediği halde gizli olarak kastedilen mânâ, söz münasebât-ı vaz’iye: eşyaya verilen isimlerin, veriliş münasebetleri, alâkaları
münkasım: kısımlara ayrılmış müsemmeyat: isimlendirilenler remiz: gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme rücû: dönme, geri dönme şahs-ı mâhud: bilinen ve bahsi geçen şahıs Şâri: kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah tasrih: açık şekilde bildirme tayin: belirleme, belirli kılma temyiz: ayırma, ayırd etme teşhir: ilân etme, duyurma tesmiye edilme: isimlendirilme teşrif: şereflendirme tevkîfî: Şeriatın sahibi Cenab-ı Hakkın vahyetmesi, bildirmesi; tartışmasız hüküm teyid: destekleme, kuvvetlendirmeوَ: (bk. ḥ-r-f
ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını melekler de bilirler.
terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir.
هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ
Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”
عَرَضَهُمْ
Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.
هُمْ 3
müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ edilmiştir. Bu itibarla,
هُمْ
kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab,
عَرَضَ 4
kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.
Dipnot-1
“Sonra Allah bütün varlıkları melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.'” Bakara Sûresi, 2:31.
Dipnot-2
Sonra (bk. Harf/Atıf harfleri).
Dipnot-3
Onlar.
Dipnot-4
Arzetti, sundu.
Âdem: [bk. bilgiler – Âdem (a.s.)] ahzetme: alma âkıl: akıl sahibi âlim: ilim sahibi arz: sunma bast etmek: yaymak, sermek, sergilemek bu’d-u mesâfe: mesafe uzaklığı cemaat: topluluk, grup cihet: tarz, yön envâ: çeşitler, türler envâ-ı eşya: eşyanın türleri, çeşitleri enzâr-ı melâike: meleklerin nazarları ve görüşleri esbab: sebepler esmâ: Allah’ın isimleri eşya: şeyler, varlıklar gayr-ı âkıl: akıl sahibi olmayan heyet-i mecmua: bireylerinin hepsi; İlâhî isimlerin tamamı hilâfet: halifelik; yeryüzünde Allah’ın izni dairesinde ve Onun adına icraatta bulunma şeklinde, insana verilen görev
icbar: zorlama, mecbur kılma ircâ: döndürme itibar: özellik kerîm: cömertlik ve ikram sahibi kinaye: bir sözü gerçek mânâsına da gelebilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san’atı kısm-ı âzam: büyük bir kısmı mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz medâr-ı acz: acizlik, güçsüzlük sebebi, kaynağı melâike: melekler mevcudat: varlıklar, var edilenler müdrik: idrak eden, anlayan müennes: (Ar. gr.) dişi kip müstahak: hak etmiş, lâyık müzekker: (Ar. gr.) erkek kipi
tabir: ifade tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi takdir: lâfız olarak zikredilmediği halde, görünen lâfzın altında kapalı olarak bulunan sözü, mânâyı gösterme temellük: sahiplenme temessül: görünme, yansıma terâhî: gecikme, sonraya bırakma, sonraya kalma teşmil: içine alma, genelleme
Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.
عَلٰى
arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.
Allah’ın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân’daki îcazlı olan i’câzı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmâline muvaffak oldum.
Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi
Abdülmecid
Dipnot-1
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.
Haşiye-1
İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet )
( Bakara Sûresi, 2:32.) bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki, tefsirim de, şu âyetle hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek, o zamandan beri, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım. (Said Nursî).
Dipnot-2
“Onların duaları ise şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.'” Yûnus Sûresi, 10:10.
Abdülmecid: (bk. bilgiler) âhir: son âkil: akıl sahibi, akıllı arz edilen: sunulan avn ü inayet: yardım ve ikram bahr: deniz beyan: açıklama, anlatım fart-ı şefkat: aşırı şefkat ve acıma fevkinde: üstünde haşiye: dipnot, açıklayıcı not hasıl olmak: meydana gelmek himmet: ciddi yardım ve gayret hitam: son hitam bulma: son bulma, sona erme i’câz: mu’cizelik, bir benzerini yapma konusunda başkalarını acze düşürecek derecede olağanüstü olma
îcaz: Kur’ân’ın vecizliği, geniş bir mânâyı az sözle anlatması ihtiyar: irade, tercih, seçme ikmâl: tamamlama intihab: seçme, irade ıslah: düzeltme, iyileştirme levh-i a’lâ: Levh-i Mahfûz; herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı malûm: bilinen, belli mecaz: bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz müellif: telif eden, yazan
muvaffak: başarılı olma müzekker: erkek nakşedilen: işlenen nazm-ı Kur’ân: Kur’ân nazmı, Kur’ân’ın kelime ve âyetlerinin dizilişi nihayet: son tağlib: bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir mânâyı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya ebeveyn denilmesi gibi tefsir: açıklama, yorum veciz: kısa, özlü söz
Bu çalışmada “Bilgi, Bilim, Teknoloji, Peygamberler, Mucizeler, Eğitim ve Öğretim” ile ilgili ne verilmeye çalışıldı?
Bu çalışmada Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserinden Yirminci Sözün İkinci Makamı ile İşaratül İcaz eserinden, Bakara Sûresi 31-33. âyetlerinin tefsiri; bilgi, bilim, teknoloji ve peygamberler ve mucizeleri arasındaki ilişki ile eğitim – öğretim arasındaki bağlantı verilmiştir.
Yeni eğitim – öğretim dönemine girdiğimiz şu günlerde bilgi, bilim ve teknoloji ile bunların öğrenilmesi ve öğretilmesinde peygamberler ve mucizelerinin ne gibi etkisi olduğunu anlamak eğitim ve öğretim açısından özellikle vizyon, misyon, amaçlar ve hedefler konusunda son derece önemlidir.