Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
“Kayan yıldıza yemin olsun ki, arkadaşınız (Peygamberiniz) ne şaştı, ne de bâtıla inandı. O kendi keyfine göre de konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” Necm Sûresi, 53:1-4.
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BEŞİNCİ LEM’A – BEŞİNCİ IŞIK.
“Kayan yıldıza yemin olsun ki, arkadaşınız (Peygamberiniz) ne şaştı, ne de bâtıla inandı. O kendi keyfine göre de konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” Necm Sûresi, 53:1-4. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 8,
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
…
BEŞİNCİ LEM’A:
Kur’ân’ın üslûp ve îcâzındaki câmiiyet-i harikadır. Bunda Beş Işık var.
…
BEŞİNCİ IŞIK:
Kur’ân’ın makàsıd ve mesâil, maânî ve esâlib ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i harikasıdır. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın sûrelerine ve âyetlerine ve hususan sûrelerin fâtihalarına, âyetlerin mebde’ ve maktalarına dikkat edilse görünüyor ki, belâğatlerin bütün envâını, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksâmını, ulvî üslûpların bütün esnâfını, mehâsin-i ahlâkiyenin bütün efradını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlâhiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nâfi düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nuranî kanunlarını cem etmekle beraber, hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizam-ı i’câzînin işi olabilir.
Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizamla beraber, geçmiş yirmi dört adet Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi, cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyat perdelerini keskin beyanatıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan harikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalâletin menbaı olan tabiat tâğutunu burhanın elmas kılıcıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra’d-misal sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlâkını ve hilkat-i âlemin muammâ-yı acibesini fetih ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-âşinâ ve hidayet-bahş ve haknümâ olan Kur’ân gibi bir mu’cizekârın harikulâde işleridir.
Evet, Kur’ân’ın âyetlerine insafla dikkat edilse görünüyor ki, sair kitaplar gibi bir iki maksadı takip eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def’î ve âni bir tavrı var. Ve ilka olunuyor bir gidişatı var. Ve beraber gelen herbir taifesi, müstakil olarak uzak bir yerden ve gayet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa kısa bir surette geldiğinin nişanı var. Evet, kâinatın Hâlıkından
âdet: alışkanlık âdiyat: alışılmış şeyler aksâm: kısımlar belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) burhan: güçlü delil câmiiyet: kapsayıcılık (bk. c-m-a) câmiiyet-i harika: harika kapsamlılık (bk. c-m-a) cehl-i mürekkeb: bilmediği halde kendini bilmiş sayma cem etmek: toplamak (bk. c-m-a) cihet: yön dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) def’î: birden bire, âni ecnâs-ı muhtelife: çeşitli cinsler efrad: fertler (bk. f-r-d) elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) envâ: türler, çeşitler esâlib: üsluplar esnâf: sınıflar fâtiha: başlangıç, açılış kısmı felsefe-i beşeriye: insanların geliştirdiği fikir, felsefe fetih: açmak fezâil-i kelâmiye: sözün üstünlükleri (bk. f-ḍ-l; k-l-m) fezleke: hülasa, öz gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) gayb-âşinâ: gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan (bk. ğ-y-b)
hakikat-bîn: hakikatı gören (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haknümâ: hakkı ve doğruyu gösteren (bk. ḥ-ḳ-ḳ) Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hayat-ı şahsiye: şahsî hayat (bk. ḥ-y-y) hidayet-bahş: hidâyet veren (bk. h-d-y) hikmet-i âliye-i kâinat: evren ile ilgili yüksek bilgi (bk. ḥ-k-m; k-v-n) hikmet-i insaniye: insanların ortaya koyduğu ilim (bk. ḥ-k-m) hilkat-i âlem: âlemin yaratılışı (bk. ḫ-l-ḳ; a-l-m) içtimaiye-i beşeriye: insanlığın toplum hayatı (bk. c-m-a) ilka: vahiyle indirilme, kalbe bırakılma insaf: merhamet ve adalet dairesinde hareket intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) izah: açıklama kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten (bk. ḳ-h-r) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) keşfetmek: gizli birşeyi ortaya çıkarmak (bk. k-ş-f) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) letâif: güzellikler, hoşluklar (bk. l-ṭ-f) maânî: mânâlar (bk. a-n-y)
maarif-i İlâhiye: İlâhî bilgiler (bk. a-r-f; e-l-h) makàsıd: maksatlar (bk. ḳ-ṣ-d) maksad: gaye, amaç (bk. ḳ-ṣ-d) makta: durak yeri mebde’: başlangıç mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mehâsin-i ahlâkiye: ahlâk güzellikleri (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ) menba: kaynak menşe: kaynak, esas mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l) mu’cizekâr: mu’cize gösteren (bk. a-c-z) muammâ-i acibe: hayret verici, bilinmeyen sır muhabere: haberleşme müstakil: bağımsız, başlıbaşına müşevveşiyet: karışıklık nâfî: faydalı, yararlı nizam-ı i’câzî: mu’cize olan düzen (bk. n-ẓ-m; a-c-z) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) ra’d-misal: şimşek gibi (bk. m-s̱-l) sayha: sesleniş, kükreyiş silsile: zincir suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tabiat tâğutu: tabiat putu (bk. ṭ-b-a) tedricî: yavaş yavaş, derece derece tılsım-ı muğlâk: anlaşılması zor sır ulûm-u kevniye: kâinat ve dünya ile ilgili ilimler (bk. a-l-m; k-v-n) ulvî: yüce üslûp: ifade tarzı
başka kim var ki, bu derece kâinat ve Hâlık-ı Kâinatla ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâli kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun?
Evet, Kur’ân’da Kâinat Sâniinin pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor; taklidi ima edecek hiçbir emare bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhal olarak, Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklitkârâne o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlini kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa, elbette binler taklit emareleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. Çünkü en pest bir halinde en yüksek tavrı takınanların her hâleti taklitçiliğini gösterir.
“Kayan yıldıza yemin olsun ki, arkadaşınız (Peygamberiniz) ne şaştı, ne de bâtıla inandı. O kendi keyfine göre de konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” Necm Sûresi, 53:1-4.
alâmet: iz, işaret Asr-ı Saadet: Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı bil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle ceberut: büyüklük ve haşmet (bk. c-b-r) cilve: yansıma, görünüm (bk. c-l-y) emâre: işaret, iz emin: güvenilir (bk. e-m-n) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) farz-ı muhal: olmayacak şeyi olacakmış gibi düşünme hadsiz: sınırsız hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hâlât: haller, durumlar hâlet: durum, hal Hâlık-ı Kâinat: kâinatın yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n) Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve şeref sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
hasıl olmak: ortaya çıkmak i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z) ihbârât-ı gaybiye: gaybdan verilen haberler (bk. ğ-y-b) İncil: Hz. İsâ’ya indirilen kitap izzet: şeref, yücelik (bk. a-z-z) kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kasem: yemin Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n) lisan: dil mazi: geçmiş zaman muhabere: haberleşme
muvafık: uygun Müseylime: (bk. bilgiler) pest: aşağı Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) şavk: ışık, parıltı şebâbiyet: tazelik, gençlik şua: parıltı taklitkârâne: taklik ederek tasdik: doğruluğunu kabul etme (bk. ṣ-d-ḳ) Tevrat: Hz. Musa’ya indirilen kitap ulvî: yüce ümmî: okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş vukuat: olaylar zaman-ı Âdem: Hz. Âdem’in zamanı zikretmek: anmak, belirtmek
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA – BEŞİNCİ LEM’A – BEŞİNCİ IŞIK, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Kur’an, gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” (Yunus Sûresi, 10:92) ünvanıyla, … şu asr-ı âhirde, o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne bir işaret-i gaybiyyeyi bir lem’a-i İ’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 7.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’an, gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” (Yunus Sûresi, 10:92) ünvanıyla, … şu asr-ı âhirde, o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne bir işaret-i gaybiyyeyi bir lem’a-i İ’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BEŞİNCİ LEM’A – DÖRDÜNCÜ IŞIK.
Kur’an, gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” (Yunus Sûresi, 10:92) ünvanıyla, … şu asr-ı âhirde, o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne bir işaret-i gaybiyyeyi bir lem’a-i İ’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 7.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
…
BEŞİNCİ LEM’A:
Kur’ân’ın üslûp ve îcâzındaki câmiiyet-i harikadır. Bunda Beş Işık var.
…
DÖRDÜNCÜ IŞIK:
Îcâz-ı Kur’ânî o derece câmi’ ve hârıktır, dikkat edilse görünüyor ki, bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumî kanunları, basit ve âmi fehimlere merhameten, basit bir cüz’üyle, hususî bir hadise ile gösteriyor. Binler misallerinden yalnız iki misaline işaret ederiz.
Birinci misal:
Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsilen beyan olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem’e talim-i esmâ ünvanıyla, nev-i benî Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder.1 Ve Âdem’e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hadisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudat musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.2
Hem kavm-i Mûsâ (a.s.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestli-ğinden alınan ve “icl” hadisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûre-sinin Mûsâ aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor.3
Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla, tabaka-i türabiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.4
İkinci misal:
Kur’ân’da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ aleyhisselâmın cümleleri ve cüzleridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.5
Meselâ,
يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا 6
Firavun vezirine emreder ki, “Bana yüksek bir kule yap; semâvâtın halini rasat edip bakacağım: Semânın gidişatından, acaba Mûsâ’nın dâvâ ettiği gibi semâda tasarruf eden bir ilâh var mıdır?” İşte, صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüz’î hadiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest olup rububiyet dâvâ eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibkà-yı nam eden, şöhretperest olup dağ-misal
bk. “Ey Hâmân, bana bir kule yap.” Mü’min Sûresi, 40:36.
Âdem: (bk. bilgiler) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) âmi: cahil âsâr-ı ceberrut: zulüm ve zorbalık eserleri (bk. c-b-r) bakara: inek bakarperest: ineğe tapan beyan: açıklama (bk. b-y-n) câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a) cüz: kısım, parça (bk. c-z-e) cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) dağ-misal: dağ gibi (bk. m-s̱-l) düstur: kural, prensip düstur-u küllî: büyük ve kapsamlı prensip (bk. k-l-l) ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) fehim: anlayış Firavun: (bk. bilgiler) fünun: fenler, bilimler Hâlık: herşeyin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ) hârık: harika
hususî: özel ibkà-yı nam: namını sürdürme (bk. b-ḳ-y) îcâz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar anlatması (bk. v-c-z) icl: sığır yavrusu, buzağı ilham: Allah tarafından insanın kalbine indirilen mânâ kavm-i Mûsâ: Hz. Musa’nın kavmi kıssa-i Mûsâ: Hz. Musa’nın kıssası küllî: büyük, kapsamlı (bk. k-l-l) mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ) mefkûre: düşünce (bk. f-k-r) melâike: melekler (bk. m-l-k) mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d) Mısır: (bk. bilgiler) Mûsâ: (bk. bilgiler) musahhar: boyun eğmiş muzır: zararlı nev-i benî Âdem: Âdemoğulları, insanlık nev-i insan: insanlık
rasat etmek: gözetlemek rububiyet: rablık (bk. r-b-b) semâ: gök (bk. s-m-v) semâvat: gökler (bk. s-m-v) semek: balık şahs-ı Âdem: Hz. Âdem’in şahsı şöhretperest: şöhret düşkünü tabaka-i türabiye: toprak katmanı tabiatperest: tabiata tapan (bk. ṭ-b-a) tafsilen: ayrıntılı olarak talim: öğretme, eğitme (bk. a-l-m) talim-i esmâ: isimlerin öğretilmesi (bk. a-l-m; s-m-v) tasarruf: dilediği gibi kullanma ve yönetme (bk. ṣ-r-f) ulûm: ilimler (bk. a-l-m)
meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasuha kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır Firavunlarının an’anesinde hükümfermâ bir düstur-u acibi ifade eder.
Meselâ,
فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ 1
gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” ünvanıyla, umum Firavunların, tenasuh fikrine binaen, cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde, o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne bir işaret-i gaybiyyeyi bir lem’a-i İ’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder.
Benî İsrail’in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihânede oynadık-ları rolü ifade eder.
“Kızlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı kesiyorlardı.” Bakara Sûresi, 2:49.
Dipnot-3
“Sen onları, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun.” Bakara Sûresi, 2:96.
Dipnot-4
“Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü birşeydir o yaptıkları!” Mâide Sûresi, 5:62.
Dipnot-5
“Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” Mâide Sûresi, 5:64.
Dipnot-6
“İsrailoğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik: Siz yeryüzünde iki kere fesat çıkaracaksınız.” İsrâ Sûresi, 17:4.
Dipnot-7
“Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.” Bakara Sûresi, 2:60.
an’ane: gelenek asr-ı âhir: son asır (bk. e-ḫ-r) Benî İsrail: İsrailoğulları binaen: -dayanarak düstur-u acib: hayret verici düstur düstur-u hayatiye: hayat prensibi (bk. ḥ-y-y) ehram: Mısır’daki Firavunların piramit şeklindeki mezarları ekser: pekçok (bk. k-s̱-r) ensâl-i âtiye: gelecek nesiller Firavun: (bk. bilgiler) gark olmak: boğulmak hayat-ı beşeriye-i sefihâne: insanların haram ve yasak eğlence hayatı (bk. ḥ-y-y)
hükümfermâ: hüküm süren (bk. ḥ-k-m) ibretnümâ: ibretli işaret-i gaybiye: gelecekte olacak bir hadiseye yapılan işaret (bk. ğ-y-b) kail olmak: inanmak keşfolunmak: meydana çıkarılmak lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahall-i gark: boğulma yeri maruz olmak: tesiri altında kalmak mazi: geçmiş zaman mevc: dalga mevt-âlûd: ölümlü (bk. m-v-t)
misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mu’cizâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z) mu’cize: yaratma noktasında bütün sebepleri âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) müstakbel: gelecek zaman müteaddit: birçok, çeşitli necat: kurtuluş (bk. n-c-v) temâşâgâh: seyir yeri tenasuh: reenkarnasyon
Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’ânî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y-u ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.
Meselâ,
فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ 1
“Eğer doğru iseniz mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.” İşte, meclis-i Nebevîde, küçük bir cemaatin, cüz’î bir hadise ünvanıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehudun tâ kıyamete kadar lisan-ı hâlleri mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.
şu ünvanla, o milletin mukadderât-ı istikbaliyesini umumî bir surette ifade eder. İşte, şu milletin seciyelerinde ve mukadderatında münderiç olan şöyle müthiş desatir içindir ki, Kur’ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor, dehşetli sille-i tedip vuruyor.
İşte, şu misallerden, kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm ve Benî İsrail’in sair cüzlerini ve sair kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi şu Dördüncü Işıktaki i’câzî lem’a-i îcaz gibi, Kur’ân’ın basit kelimatlarının ve cüz’î mebhaslarının arkalarında pek çok lemeât-ı i’câziye vardır. Ârife işaret yeter.
Dipnot-1
bk. Bakara Sûresi, 2:94.
Dipnot-2
“Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.” Bakara Sûresi, 2:61.
Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) Benî İsrail: İsrailoğulları câmiiyet-i harika: harika kapsamlılık (bk. c-m-a) cem-i mal: mal biriktirme (bk. c-m-a) cihet: yön cüz: kısım, parça (bk. c-z-e) cüz’î: küçük, ferdî (bk. c-z-e) desatir: prensipler, kurallar düstur-u umumî: genel prensip esâlib: üsluplar fesat komitesi: bozgunculuk ve fenalık yapan cemiyet havf-ı memat: ölüm korkusu (bk. m-v-t) hayat-ı içtimaiye-i insaniye/beşeriye: insanlığın sosyal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hırs-ı hayat: hayat hırsı (bk. ḥ-y-y) hud’a: hile, aldatma hükm-ü Kur’ânî: Kur’ân’ın hükmü (bk. ḥ-k-m)
mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n) mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l) mevt: ölüm (bk. m-v-t) milel-i insaniye: insan milletleri millet-i Yehud: Yahudi milleti mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylar (bk. ḳ-d-r) mukadderât-ı istikbaliye: gelecekle ilgili takdir olunan şeyler (bk. ḳ-d-r) muzaaf: kat kat mübareze: karşı koyma münderiç: yerleştirilmiş müteveccih: yönelik nevi: tür, çeşit ribâ: faiz sa’y-u amel: iş ve iş gücü sair: diğer seciye: karakter, huy sermaye: servet sille-i tedip: edeplendirme tokadı suret: şekil (bk. ṣ-v-r) tazammun etmek: içine almak umumî: genel
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– İKİNCİ ŞUA – BEŞİNCİ LEM’A – DÖRDÜNCÜ IŞIK, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” Rum Sûresi, 30:22. “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” Rum Sûresi, 30:22. “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BEŞİNCİ LEM’A – ÜÇÜNCÜ IŞIK.
“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” Rum Sûresi, 30:22. “Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 6.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
…
BEŞİNCİ LEM’A:
Kur’ân’ın üslûp ve îcâzındaki câmiiyet-i harikadır. Bunda Beş Işık var.
…
ÜÇÜNCÜ IŞIK:
Kur’ân’ın i’cazkârâne îcâzıdır. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imâen bir dâvânın çok burhanlarını derc eder.
de, âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın mebde’ ve müntehâsını zikirle o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor.
Evet, bir Sâni-i Hakîme şehadet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvât ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deveranı içindeki silsile-i şuûnâttır. Daha gele gele, tâ kesretin en ziyade intişar ettiği mahal olan simaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar… Madem ki en ziyade intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan fertlerin simalarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizam-ı hakîmâne bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zahir olan sair sahifeler kendi kendine anlaşılır, Nakkâşını gösterir. Hem madem koca semâvât ve
Dipnot-1
“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” Rum Sûresi, 30:22.
arz: yer, dünya asl-ı hilkat: yaratılış başlangıcı (bk. ḫ-l-ḳ) âyât: âyetler âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleri burhan: güçlü delil câmiiyet: kapsamlılık (bk. c-m-a) delâil-i vahdâniyet: Allah’ın birliğinin delilleri (bk. v-ḥ-d) derc etmek: yerleştirmek deveran: dönüş durub-u emsal: atasözleri (bk. m-s̱-l) ehl-i hakikat: gerçeği ve doğruyu bulan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) elzem: çok lüzumlu hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) Hakîm: herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m) hâsiyet: özellik hususiyet: özellik i’cazkârâne: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z) îcâz: az sözle çok mânâlar anlatma (bk. v-c-z) ihtilâf: farklılık
imâen: imâ ederek imtiyaz: farklılık intişar etmek: yayılmak intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı hakîmâne: hikmetli bir düzen (bk. n-ẓ-m; ḥ-k-m) kâh: bazen kat’-ı merâtip etmek: mertebeler katetmek, aşmak kesret: çokluk (bk. k-s̱-r) mabeyn: ara mahal: yer makbul: kabul görmüş mâlik: sahip (bk. m-l-k) mebde’: başlangıç müntehâ: son Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah (bk. n-ḳ-ş) rehber-i mutlak: her bakımdan rehber (bk. ṭ-l-ḳ)remzen: işareten sahaîf-i âlem: âlem sahifeleri (bk. a-l-m) sair: diğer Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atla yapan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ -k-m)
sarihan: açıkça semâvat: gökler (bk. s-m-v) silsile: zincir silsile-i hilkat-i kâinat: kâinatın yaratılış devreleri (bk. ḫ-l-ḳ; k -v-n) silsile-i şuûnat: işler zinciri (bk. ş-e-n) şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) tabakat-ı ehl-i kemâl: kemâl sahibi insanların tabakaları, grupları (bk. k-m-l) terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler teshir: boyun eğdirme teşahhus: şahıslanma, belirlenme teşahhusat: şahıslanmalar, belirlenmeler teşkil etmek: meydana getirmek tezyin: süsleme (bk. z-y-n) zahir: görünen (bk. ẓ-h-r) zemin: yeryüzü zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y) zikretmek: anmak, belirtmek ziyade: fazla
arzın asl-ı hilkatinde eser-i san’at ve hikmet görünüyor. Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin, sair eczalarında eser-i san’atı, nakş-ı hikmeti pek çok zahirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, zahirîyi ihfâ ederek gayet güzel bir îcaz yapmış.
ile başlayan silsile-i berâhin, bir silsile-i cevahirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i’cazdır, bir silsile-i îcâz-ı i’câzîdir. Kalb istiyor ki, şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat, ne yapayım, makam kaldırmıyor. Başka vakte talik edip o kapıyı şimdi açmıyorum.
Hem meselâ,
فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَاالصِّدِّيقُ 4
فَاَرْسِلُونِ kelâmıyla يُوسُفُ kelimesi ortalarında şunlar var:
insan-ı âsi “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur’ân der: “Kim bidâyeten yaratmışsa O diriltecek. O yaratan Zât ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir.”
Dipnot-1
“Akşama erdiğinizde Allah’ı tesbih edin.” Rum Sûresi, 30:17.
Dipnot-2
“Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; Onun hikmeti herşeyi kuşatır.” Rum Sûresi, 30:27.
Dipnot-3
“Yine Onun âyetlerindendir ki…”
Dipnot-4
“Beni gönderin. Ey Yusuf, ey doğru sözlü kişi.” Yusuf Sûresi, 12:45-46.
Dipnot-5
Yusuf’a, rüyayı ona tabir ettirmek için gönderin. Onu gönderdiler. O da zindana gitti ve dedi ki:
Dipnot-6
“Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.
arz: yer, dünya asl-ı hilkat: yaratılışın aslı, esası (bk. ḫ-l-ḳ) bidâyeten: başlangıçta ecza: kısımlar, bölümler (bk. c-z-e) elhak: gerçekten (bk. ḥ-ḳ-ḳ) eser-i san’at ve hikmet: hikmet ve san’at eseri (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m) fehm: anlayış hafî: gizli hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) îcaz: az sözle çok manalar anlatma (bk. v-c-z)
İşte şu kelâm, diriltmek dâvâsına müteaddit cihetlerle bakar, ispat eder.
Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsânâtı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir. Başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu ve topraktan hububâtı ve nebâtâtı verdiği gibi, zemini size hoş, herbir erzakınız içinde konulmuş bir beşik ve âlemi güzel ve bütün levâzımâtınız içinde bulunur bir saray yapan bir Zâttan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup, kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.
Sonra, o dâvânın bir deliline işaret eder.
اَلشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا 1
kelimesiyle remzen der: Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak. Kışta ölmüş kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir Zâta karşı inkâr ile, istib’âd ile kudretine meydan okunmaz.
Sonra bir delile daha işaret eder, der: Size ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi lâtif, hafif, nuranî bir maddeyi çıkaran bir Zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib’âd ediyorsunuz?
Sonra bir delile daha tasrih eder, der ki: Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşilken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıt tabiatı cem edip onu buna menşe etmekle herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye ve tabâyi-i esasiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istib’âd edilmez. İsyan ile Ona meydan okunmaz.
Sonra, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle, “Şu dâvâ-yı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dahi dâvâsıdır,” enbiyanın ittifakına hafî bir ima edip şu kelimenin îcâzına bir letafet daha katar.
Dipnot-1
“Yem yeşil ağaçtan ateş çıkarır.” Yâsin Sûresi, 36:80.
adem: hiçlik, yokluk âlem: dünya (bk. a-l-m) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) anâsır-ı asliye: temel unsurlar, ana maddeler bedevî: göçebe hayatı yaşayan câmi’: kapsamlı (bk. c-m-a) cem etmek: toplamak (bk. c-m-a) cihet: yön dâvâ-yı Ahmediye: Hz. Muhammed’in dâvâsı (bk. ḥ-m-d) enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ) hadsiz: sayısız hafî: gizli hararet: sıcaklık hârık: harika
haşr: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) Hazret-i Mûsâ: (bk. bilgiler) hubub: tohumlar, tâneler hububât: taneli bitkiler, tahıl îcâz: az sözle çok mânâ ifade etme (bk. v-c-z) îcâz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar anlatması (bk. v-c-z) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) istib’ad: inkâr, akıldan uzak görme ittifak: birleşme, birlik kelâm: kelime, ifade (bk. k-l-m) kesif: katı kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)
letafet: güzellik, hoşluk (bk. l-ṭ-f)l evâzımât: gerekli olan şeyler menşe: kaynak, kök müteaddit: çeşitli nebâtât: bitkiler nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) nümune: örnek remzen: işareten sakil: ağır silsile-i ihsanât: iyilikler zinciri (bk. ḥ-s-n) şecere-i meşhure: meşhur ağaç şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r) tabâyi-i esasiye: esas unsurların özellikleri tabiat: mizaç (bk. ṭ-b-a) tafsil: ayrıntılı olarak açıklama tahrik etmek: harekete geçirmek tasrih etmek: açıklamak zemin: yeryüzü
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– İKİNCİ ŞUA – BEŞİNCİ LEM’A – ÜÇÜNCÜ IŞIK, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BEŞİNCİ LEM’A – BİRİNCİ VE İKİNCİ IŞIK.
Herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 5.
KISA VIDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
…
BEŞİNCİ LEM’A:
Kur’ân’ın üslûp ve îcâzındaki câmiiyet-i harikadır. Bunda Beş Işık var.
BİRİNCİ IŞIK:
Üslûb-u Kur’ân’ın o kadar acip bir cem’iyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur’ânîyi içine alır. Birtek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır.
İşte şu i’cazkârâne îcazdan, büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmelede münderiç olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate burhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.
İKİNCİ IŞIK:
Âyât-ı Kur’âniye, emir ve nehiy, vaad ve vaîd, tergib ve terhib, zecir ve irşad, kasas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlâhiye ve ulûm-u kevniye ve kavânin ve şerâit-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delâlâtıyla, işârâtıyla câmi’ olmakla beraber
خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ
yani, “İstediğin herşey için, Kur’ân’dan her ne istersen al” ifade ettiği mânâ, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur’âniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, daima terakkiyatta kat’-ı merâtip eden bütün tabakat-ı ehl-i kemâlin rehber-i mutlakı, elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.
acip: şaşırtıcı, hayret verici ahkâm: hükümler (bk. ḥ-k-m) âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın âyetleri bahr-i muhit-i Kur’ânî: büyük Kur’ân denizi binaen: -dayanarak burhan: mantıkî, güçlü delil câmi’: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a) câmiiyet: kapsamlılık (bk. c-m-a) câmiiyet-i harika: şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık (bk. c-m-a) cem’iyet: kapsamlılık, genişlik (bk. c-m-a) delâlât: deliller durub-u emsal: atasözleri (bk. m-s̱-l) ehl-i hakikat: gerçeği ve doğruyu bulan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) ehl-i keşif: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f) ehl-i tahkik: hakikatleri delilleriyle bilen araştırmacı alimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) elzem: çok lüzumlu emsal: misaller (bk. m-s̱-l) esbab: sebepler (bk. s-b-b) gabavet: ahmaklık, anlayışsızlık hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c) hâcât-ı beşeriye: insanın ihtiyaçları (bk. ḥ-v-c) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hâsiyet: özellik hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a) hayat-ı kalbiye: kalbî, manevî hayat (bk. ḥ-y-y) hayat-ı mâneviye: mânevî hayat (bk. ḥ-y-y; a-n-y) hayat-ı uhreviye: âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; e-ḫ-r) i’cazkârane: mu’cizeli bir şekilde (bk. a-c-z) îcâz: az sözle çok mânâlar anlatma, özlü söz (bk. v-c-z) icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) istihsan etmek: beğenmek, güzel bulmak (bk. ḥ-s-n) işârât: işaretler kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) kasas: kıssalar kat’-ı merâtip etmek: mertebeler katetmek, aşmak kavânin: kanunlar (bk. ḳ-n-n) kelâm: söz (bk. k-l-m) lâkayt: kayıtsız, ilgisiz lütf-u irşad: doğru yola eriştirme nimeti (bk. l-ṭ-f; r-ş-d) maarif-i hakikiye: gerçek bilgiler (bk. a-r-f; ḥ-ḳ-ḳ) maarif-i İlâhiye: İlâhî bilgiler (bk. a-r-f; e-l-h) mabeyn: ara makbul: kabul görmüş mâlik: sahip (bk. m-l-k)
Mâlikü’l-Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi Allah (bk. m-l-k) muhal: imkânsız mülk: sahip olunan ve hükmedilen şey (bk. m-l-k) münderic: yerleştirilmiş müttefik: birleşmiş nehiy: yasaklama rehber-i mutlak: her bakımdan rehber (bk. ṭ-l-ḳ) şerâit-i hayat-ı şahsiye: şahsî hayat şartları (bk. ḥ-y-y) tabakat-ı ehl-i kemâl: kemâl sahibi insanların tabakaları, grupları (bk. k-m-l) tabakat-ı kelâmiye: söz tabakaları, alanları (bk. k-l-m) tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m) terakkiyat: terakkiler, ilerlemeler tergib: isteklendirme, şevklendirme terhib: korkutma teshil: kolaylaştırma ulûm-u kevniye: kâinat ve dünya ile ilgili ilimler (bk. a-l-m; k-v-n) umum: bütün üslub-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı üslûp: ifade tarzı vaad: söz verme (bk. v-a-d) vaîd: tehdit etme (bk. v-a-d) velvele: coşku zecir: sakındırma ziynetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– İKİNCİ ŞUA – BEŞİNCİ LEM’A – BİRİNCİ VE İKİNCİ IŞIK, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin, onun taklidini yapsın? – Cumartesi Dersleri 25. 2. 4.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A.
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 3.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
İKİNCİ ŞUA
Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. Şu Şuanın Beş Lem’ası var.
BİRİNCİ LEM’A:
…
Hem meselâ,
اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 1
da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-i İlâhîyi rica eder. Bir kısım, rüyet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pek çok yerlerde, Kur’ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazf eder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte,
اَلْمُفْلِحُونَ
der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: “Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye nail olursun. Ey âşık, sen rüyete mazhar olursun.” Ve hâkezâ…
İşte, Kur’ân, câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan, herbirisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.
âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-ı evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü Allah bir ism-i câmi’ olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur.
“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Günahın için istiğfar et.” Muhammed Sûresi, 47:19.
Dipnot-3
Yani, Ondan başka Rezzâk yoktur. Ondan başka Hâlık yoktur. Ondan başka Rahmân yoktur.
âmm: genel ârif: bilgide ileri olan (bk. a-r-f) câmiiyet-i lafziye: sözün kapsamlılığı, çok geniş ve genel mânâları içine alması (bk. c-m-a) cezbe: çekim cihet: yön Esmâ-i Hüsnâ: Allah’ın en güzel isimleri (bk. s-m-v; ḥ-s-n) felâh: kurtuluş feza: uzay gaye-i emel: emelinin gayesi, arzu edilen hedef gıda-yı mânevî: mânevî gıda (bk. a-n-y) hâkezâ: böylece, bunun gibi hazfetmek: kaldırmak, aradan çıkarmak huruf: harfler ıtlak: genelleştirme, sınırlamama (bk. ṭ-l-ḳ)
ism-i câmi’: bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan isim (bk. s-m-v; c-m-a) kelâm: kelime, ifade (bk. k-l-m) kıssat: kıssalar maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) mazhar: kavuşma, erişme (bk. ẓ-h-r) meczup: cezbeye kapılan, çekilen merâtib: mertebeler muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) müttakî: Allah’tan korkup emir ve yasaklarını titizlikle dinleyen nail olmak: erişmek nümune: örnek rıza-i İlahî: Allah’ın rızası (bk. e-l-h)
rica etmek: ummak, ümit etmek rüyet: Allah’ın cemâlini görme rüyet-i İlâhî: Allah’ın cemâlini görme (bk. e-l-h) saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sükûnet: durgunluk, hareketsizlik (bk. s-k-n) sükût: sessiz kalma sülûk: mânevî yol alma tabakat-ı evliya: velilerin tabakaları, dereceleri (bk. v-l-y) tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d) vücuh: yönler
Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden kıssa-i Mûsâ aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. Onun için sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksatları ifade ile beraber, yalnız birisi maksud-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.
Eğer desen: “Geçmiş misallerdeki bütün mânâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irade etmiş ve işaret ediyor?”
Elcevap: Madem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddit mânâları derc edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir.
Evet, İşârâtü’l-İ’câz’da, şuradaki mânâlar misillü kelimât-ı Kur’âniyenin müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâğatin kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usul-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâğatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulü’d-din ve ehl-i usulü’l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehadetiyle, Kur’ân’ın mânâlarındandırlar. O mânâlara, derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lâfziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare, o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler,1 Kur’ân’ın câmiiyet ve harikiyet-i lâfziyesine kat’î bir burhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu Sözde herbir mânâya delâlet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşârâtü’l-İ’câz’a havale ederiz.
Dipnot-1
bk. El-Kevserî, el-Makalât s. 473-474.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) Asâ-yı Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu (bk. bilgiler) benî Âdem: Âdemoğulları, insanlar burhan-ı bâhir: açık delil câmiiyet ve harikiyet-i lâfziye: sözün harikalığı ve kapsamlılığı (bk. c-m-a) derc etmek: yerleştirmek delâlet: işaret etme, delil olma düstur: kâide, kural efhâm: anlayışlar ehl-i içtihad: müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri (bk. c-h-d) ehl-i tefsir: müfessirler, Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar (bk. f-s-r) ehl-i usulü’d-din: kelâm âlimleri ehl-i usulü’l-fıkh: fıkıh âlimleri emare: belirti, işaret fenn-i belâğat: belâğat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesini inceleyen ilim (bk. b-l-ğ)
fenn-i maâni: mânâ ilmi, anlam bilim; sözün maksada, duruma ve yerine uygunluğundan bahseden ve hâlin gerekliliğine yakışması yollarını gösteren ilim (bk. a-n-y) hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hutbe-i ezeliye: ezelî hutbe (bk. ḫ-ṭ-b; e-z-l) icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a) ihtilâf: farklılık, uyuşmazlık ilm-i beyan: belâğat ilminin, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinâye kısımlarından bahseden kısmı (bk. a-l-m; b-y-n) ilm-i sarf ve nahv: Arapçada kelime ve cümle bilgisiirade: dileme, istek, kast etme (bk. r-v-d) kaide: kural, esas kasas-ı Kur’âniye: Kur’ân’daki kıssalar kat’î: kesin kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın kıssası küffar: kâfirler (bk. k-f-r) lâfziye: kelimenin söylenişine ve yapısına aitmaâni: mânâlar (bk. a-n-y)
makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d) makbul: kabul gören, geçerli maksud-u bizzat: asıl gaye (bk. ḳ-ṣ-d) misillü: gibi (bk. m-s̱-l) muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli münasip: uygun (bk. n-s-b) müstahsen: güzel karşılanan, beğenilen (bk. ḥ-s-n) müteaddit: çeşitli sahih: doğru siyak ve sibak-ı kelâm: sözün başıyla sonunun ahenk ve uyum içinde olması (bk. k-l-m) tâbi kalmak: uymak takbih: kötüleme tefsir: Kur’ân’ın mânâ bakımından izahı, yorumu (bk. f-ṣ-r) teskin: sakinleştirme (bk. s-k-n) tevbih: azarlama ulûm-u Arabiye: Arapça ilimler (bk. a-l-m) usul-ü din: dinin esasları vaz etmek: koymak vücuh: vecihler, yönler
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – İKİNCİ ŞUA– BİRİNCİ LEM’A, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları. – Cumartesi Dersleri 25. 2. 2.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 10.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
BEŞİNCİ NOKTA:
…
Makam-ı ifham ve ilzamda binler misallerinden yalnız şu iki misale bak.
Yani, “Eğer bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazire yapınız.” İşârâtü’l-İ’câz’da izah ve ispat edildiği için, burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan diyor:
Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin2 dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.
Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edip, bir âlim olsun.
Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ân’a bir nazire yapınız.
Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit olmayan hakaik-i Kur’âniyeden ve mânevî çok mu’cizâtından kat’-ı nazar, yalnız nazmındaki belâğatine nazire olarak bir eser yapınız.
فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ 3
ilzamıyla der: Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur’ân kadar olmasın, yalnız
بِعَشْرِ سُوَرٍ
on sûresine nazire getiriniz.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire getiriniz.
Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire ibraz ediniz.
bâtıl: yalan, gerçek dışı belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) beşer: insan bülega: belâğatçiler, edebiyatçılar (bk. b-l-ğ) edip: edebiyatçı hakaik-i Kur’âniye: Kur’ân hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ) himmet: yardım hutebâ: hatipler (bk. ḫ-ṭ-b)
ibraz etmek: ortaya koymak, göstermek icmâl: özet (bk. c-m-l) ilzam: susturma, mağlup etme ins: insan izah: açıklama kabil-i taklit: taklidi mümkün kat-ı nazar: dikkate almama (bk. n-ẓ-r) kelâm: söz (bk. k-l-m) kelâm-ı İlâhî: Allah kelâmı (bk. k-l-m; e-l-h) kıraat: okuma kitabet: yazma (bk. k-t-b) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı meşhur: tanınmış mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) Muhammedü’l-Emin: güvenilir Muhammed (bk. ḥ-m-d; e-m-n) müftereyat: uydurmalar nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d) tevehhüm etmek: zannetmek, sanmak ümmî: tahsil görmemiş, okuma yazma bilmeyen
Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde—çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette
işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.
Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’ân dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de:
لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَياَنٌ
Evet, beyan-ı Kur’ân’dan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.
Dipnot-1
“Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden sakının.” Bakara Sûresi, 2:24.
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) asabiyet: ırkçılık, kendi akraba ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti beyan: açıklama (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) hacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
haps-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d) haysiyet: itibar, şeref, değer helâket: yok oluş ilzam: susturma, mağlup etme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
makam-ı ifham: delille susturma makamı mertebe: kat, derece misal: örnek (bk. m-s̱-l) mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z) nazire: benzeri, misli (bk. n-ẓ-r) sanem: put zillet: alçaklık, aşağılık
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Yâsin Sûresi, 36:78-79.
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA.
İnsan der Çürümüş kemikleri kim diriltecek Sen de Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek. Yâsin Sûresi, 3678-79. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 9.
“Hikmetli Kur’ân’a kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kur’ân var. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’câz var.”
Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’câzlı misallerinden, şu:
Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten
Dipnot-5
Yâsin Sûresi, 36:1-3.
Dipnot-6
Yâsin Sûresi, 36:78-79.
acip: hayret verici, şaşırtıcı beyan: açıklama (bk. b-y-n) bidayeten: başlangıçta ferman etmek: buyurmak Hak: doğru, gerçek; her şeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakkaniyet: doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haşir: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r) hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüccet: delil i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatarak, özlü sözlü (bk. v-c-z) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkar: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) kasem: yemin kat’î: kesin kelâm: söz (bk. k-l-m) keyfe: “nasıl?” keyfiyet: nitelik, özellik kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lâfz: ifade, kelime
inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvânat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemâl-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i
كُنْ فَيَكُونُ 1
ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.
Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’âniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu
ilâ âhir. Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasinde ispat ve izah edildiği gibi, Benî İsrail’e der: “Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ aleyhisselâmın bütün mu’cizâtına karşı lâkayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mânâ-yı irşadî izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.
Dipnot-1
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.” Yâsin Sûresi, 36:82.
Dipnot-2
“Sonra, bütün bunların ardından, kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı.” Bakara Sûresi, 2:74.
Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m) asâ: baston Benî İsrail: İsrailoğulları beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) divane: akılsız, deli eblehçe: ahmakça ecza-yı asliye: asıl parçalar (bk. c-z-e) efrad: fertler (bk. f-r-d) envâ: türler, çeşitler hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hayvânat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y) icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r) inşa etmek: yaratmak, vücuda getirmek (bk. n-ş-e) istib’âd: inkâr, akıldan uzak görme istirahat: dinlenme izah: açıklama
karn: asır, çağ, devir kemâl-i intizam: tam bir düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m) lâkayt: ilgisiz letaif: latifeler, duyular (bk. l-ṭ-f) makam-ı ifham ve ilzam: karşı tarafı susturma, âciz bırakma makamı makam-ı irşad: doğru yolu gösterme makamı (bk. r-ş-d) mânâ-yı irşadî: doğru yolu gösterici mânâ (bk. r-ş-d) mebhas: bahis, kısım mizan-ı hikmet: hikmet terazisi (bk. v-z-n; ḥ-k-m) mu’cizât: mu’cizeler (bk. a-c-z) mûnis: sevimli, dost Mûsâ: (bk. bilgiler) müessir: tesirli, etkili nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) ordu-misal: ordu gibi (bk. m-s̱-l) rakik: ince, nazik rû-yi zemin: yeryüzü sair: diğer
sayha: sesleniş Sûr-u İsrâfil: Allah’ın emri ile Hz. İsrafil’in kıyamet kopacağı zaman üfleyeceği boru (bk. bilgiler-İsrafil) suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şefik: çok şefkatli (bk. ş-f-ḳ) tabur-misal: tabur gibi (bk. m-s̱-l) taife: topluluk tasvir etmek: anlatmak, ifade etmek (bk. ṣ-v-r) temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) teşkil etmek: meydana getirmek Zât-ı Kadîr-i Alîm: herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah (bk. ḳ-d-r; a-l-m) zerrât: zerreler zerrât-ı esasiya: temel zerreler zevilhayat: canlılar (bk. ḥ-y-y) zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET – BEŞİNCİ NOKTA, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifhâm gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 8.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 7.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
DÖRDÜNCÜ NOKTA:
Lâfzındaki fesahat-i harikasıdır. Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kat’î vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maânînin dâhi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bâhirdir.
Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınâ ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kur’ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kur’ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir
bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen (bk. b-l-ğ) burhan-ı bâhir: çok açık, güçlü delil cihet: yön devâ: şifa, ilâç dimağ: beyin esbap: sebepler (bk. s-b-b) etbâ: halk, yönetilenler fenn-i beyan ve maânî: beyan ve mânâ ilimleri; belâğat ilminin üç ana dalından ikisi (bk. b-y-n; a-n-y) fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ) fesahat-i harika: sözün hayranlık verici şekildeki düzgünlük, açıklık ve akıcılığı (bk. f-ṣ-ḥ)
fevkalâde: olağanüstü gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y) hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ) halâvet: tatlılık hıfz etmek: ezberlemek (bk. ḥ-f-ẓ) hidayet: doğru yolu gösterme (bk. h-d-y) izah: açıklama kâhin: gelecekten haber veren kimse kat’î: kesin kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m) kelâm-ı beşer: insan sözü (bk. k-l-m) kulûb: kalpler Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) Kureyş: (bk. bilgiler) kut: gıda lâfz: ifade, kelime leziz: lezzetli, tatlı mâ: su mâ-i zemzem: zemzem suyu muannid: inatçı
muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ) müdakkik: dikkatli müşrik: Allah’a ortak koşan müteezzî: incinen nâhoş: hoşa gitmeyen nüfus: nefisler (bk. n-f-s)nümune: örnek rüesa: reisler, önde gelenler secde: yere kapanma sekerat: ölüm ânı selis: düzgün ve akıcı (bk. s-l-s) sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ) sırr-ı hikmet: hikmetin sırrı (bk. ḥ-k-m) taravet: tazelik ukûl: akıllar ulema: âlimler (bk. a-l-m) üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vücud: varlık (bk. v-c-d) zemzeme-i Kur’ân: Kur’ân sesi ziya: ışık
âyetteki huruf-u hecâiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selâset ve fesahat-i lâfziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’câzı göstereceğiz. İşte,
ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde selâsetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, huruf-u hecâdan ى ile ا en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. م ile ن HAŞİYE-1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için, herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ص , س, ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç def’a ع , غ kardeş oldukları halde, ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط , ظ, ذ, ز mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ل ve ا ile beraber ikisi لا suretinde ittihad ettikleri ve ا لا , suretinde hissesi ل ‘ın yarısıdır; onun için ل kırk iki defa, ا onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ﻫ , ء ile mahreççe kardeş oldukları için ء HAŞİYE-2 on üç, ﻫ bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ق , ف, ك kardeş oldukları için, ق ‘ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت on iki— ت ‘nin derecesi üç olduğu için on iki—defa zikredilmiştir. ل , ر ‘ın kardeşidir; fakat ebced hesabıyla ر iki yüz, ل otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telâffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ , ح, ث, ض sıkletleri ve bazı cihât-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. ح , و ‘dan ve ء ‘den daha hafif ve ى ‘den ve ا ‘ten daha sakil olduğu için on yedi defa, sakil ء ‘den dört derece yukarı, hafif ا ‘ten dört derece aşağı zikredilmiştir.
Dipnot-1
“Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden bir topluluğu o uyku sarıverdi.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:154.
Haşiye-1
Tenvin dahi nun’dur.
Haşiye-2
Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve hemze’nin sakin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür.
aksâm-ı huruf: harflerin kısımları cihât-ı münasebet: münasebet yönleri (bk. n-s-b) ebced hesabı: eski Sami alfabesindeki sıralanışa göre Arapça harflere sayı değeri vererek tarih düşürme fesahat-ı lâfziye: sözün lâfız yönünden sağlam ve akıcı olması (bk. f-ṣ-ḥ) gayr-ı melfuze: okunmayan hareke: Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler hasıl olmak: meydana gelmek haşiye: dipnot, açıklayıcı not huruf-u hecâiye: alfabedeki harflerin hepsi
ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) ittihad etmek: birleşmek kalb olmak: dönüşmek lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahreç: harflerin ağızdaki çıkış yerleri melfuze: okunan mevcut: var olma (bk. v-c-d) muhtelif: çeşitli mütenasip: birbirine uygun (bk. n-s-b) mütesanit: birbirini destekleyen nağme-i fesahat: kusursuz derecede düzgün, açık ve akıcı nağme (bk. f-ṣ-ḥ) revnak: süs, güzellik sakil: okunuşu ağır
sakin: harekesiz savt: ses selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) sıfat: özellik (bk. v-ṣ-f) sıklet: ağırlık suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tekerrür: tekrarlanma telâffuz: söyleyiş tenvin: kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret (iki üstün, iki esre, iki ötre) vaziyet: durum zikredilmek: anılmak, belirtilmek
İşte şu hurufun bu zikrinde harikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazım ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acip ve nizam-ı garip, selâset ve fesahat-i lâfziyeye medar olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse “Maşaallah,” akıl anlasa “Bârekâllah” diyecek.
âb-ı kevser: Cennetteki Kevser Irmağının suyu aksâm-ı kelâmiye: sözün kısımları (bk. k-l-m) bârekallah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k) bedâat: benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik (bk. b-d-a )belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) beraat: üstünlük, harika güzellik beşer: insan beyan: açıklama, anlatım (bk. b-y-n) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) beyânât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n) cezalet: güçlü ve akıcı ifade (bk. c-z-l) dakik: ince ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l) envar: nurlar (bk. n-v-r) esrar: sırlar, gizemler faik: üstün fesâhat: dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması (bk. f-ṣ-ḥ)
fesahat-ı lâfziye: sözün doğruluk, düzgünlük, açıklık ve akıcılık yönlerinden kusursuz olması (bk. f-ṣ-ḥ) hadsiz: sınırsız, sayısız harikulâde: olağanüstü haşiye: dipnot, açıklayıcı not haşmet: büyüklük, görkem hikmet: sır, bilinmeyen gizli nokta (bk. ḥ-k-m) huri: Cennet kızı huruf/hurufat: harfler ifham: (he ile) anlatma ifhâm: (ha ile) delille susturma insicam: düzgünlük, uyumluluk intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) intizam-ı acip: hayrette bırakan düzenlilik (bk. n-ẓ-m) irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d) lâfz: ifade, kelime libas: elbise makam-ı tergib ve teşvik: isteklendirme ve şevklendirme makamı makam-ı terhib ve tehdit: korkutma ve tehdit makamı maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yapmış meâl: mânâ, açıklama
medar: dayanak, eksen medih: övgü mertebe: derece metanet: sağlamlık muhal: imkânsız münasebet-i hafiye: gizli münasebet, ilişki (bk. n-s-b) nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nizam-ı garip: şaşırtıcı düzen (bk. n-ẓ-m) selâset: sözün akıcı olma hali; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık (bk. s-l-s) selsebil: Cennette tatlı suyu olan bir çeşme tabakat-ı hitabiye: hitap tabakaları (bk. ḫ-t-b) tefevvuk: üstünlük tergib: isteklendirme, teşvik terhib: korkutma tesadüf: rastlantı üslûb: ifade tarzı üslûb-u beyan: açıklama tarzı (bk. b-y-n) vaziyet-i huruf: harflerdeki vaziyet vaziyet-i muntazama: intizamlı, düzenli vaziyet (bk. n-ẓ-m) zem: kınama, kötüleme
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. – Cumartesi Dersleri 25. 1. 6.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal
الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ
gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:
Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren
acip: hayret verici âciz: güçsüz (bk. a-c-z) adüvv-ü kâfir: kâfir düşman (bk. k-f-r) aksâm: kısımlar, bölümler aksâm-ı kesire: çok kısımlar (bk. k-s̱-r) aksâm-ı malûme: bilinen kısımlar (bk. a-l-m) arz: dünya âyât: ayetler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bedâat-i harika: harika, olağanüstü güzellik (bk. b-d-a) bedî: eşsiz derecede güzel, benzersiz (bk. b-d-a) belâğat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, halin ve makamın icabına göre söylenmesi (bk. b-l-ğ) cünud: askerler emirber nefer: emre hazır asker ezcümle: meselâ faraza: varsayalım ki farz-ı muhal: olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme garâbet: şaşırtıcılık Hâkim-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l) huruf/hurufât: harfler
kabil-i taksim: bölünebilen kalkale: harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma küfran: nankörlük, inkar (bk. k-f-r) lem’a-i i’câz: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyin mâliki Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l) mânâ: anlam (bk. a-n-y) mechûre: harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler mehmûse: gizli okunan harfler mezkûr: sözü geçen misillü: gibi (bk. m-s̱-l) mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler mukni: ikna edici mutî: itaat eden, emre uyan mübareze: karşı koyma mütedahil: iç içe, birbiri içinde
mütereddit: tereddütte kalan, her bir ihtimale eşit mesafede olan nısf-ı ekall: yarıdan az nısf-ı ekser: yarıdan çok (bk. k-s̱-r) nısfı: yarısı rahve: harf cezimli söylenirken sesin akması hali recmetmek: taşlamak sair: diğer sakîl: ağır ve kalın okunan harfler sifre-misal: şifre gibi (bk. m-s̱-l) şedîde: harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması tansif etmek: ikiye bölmek tarâvet: tazelik tazammun etmek: içine almak tuğyan: azgınlık, taşkınlık (bk. ṭ-ğ-y) ulviyet-i ifade: ifadedeki yücelik üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı zelâka: tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)
bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.
İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.
Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı maişet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”
İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahvâl: haller ahvâl-i uhreviye: âhiretteki haller (bk. e-ḫ-r) âsâr-ı Rabbâniye: Rabbâni eserler (bk. r-b-b) âyât: âyetler beyan: açıklama (bk. b-y-n) define: hazine ef’âl-i İlâhiye: İlâhî fiiller (bk. f-a-l; e-l-h) ehil: yetkili, bilen erzak: rızıklar (bk. r-z-ḳ) esâlib-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait üsluplar, anlatım tarzları esrar: sırlar evliya: veliler (bk. v-l-y) fikr-i beşer: insan düşüncesi (bk. f-k-r) hâb-ı rahat: rahat uykusu hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hane: ev haşr: öldükten sonra âhirette yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
huruf: harfler icad: vücut verme, yoktan yaratma (bk. v-c-d) iktifa etmek: yetinmek ilm-i esrar-ı huruf: harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim (bk. a-l-m) istihraç etmek: çıkarmak izah: açıklama kabil: mümkün kelâm: söz (bk. k-l-m) kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) lem’a-i i’câziye: mu’cizelik parıltısı (bk. a-c-z) maksat: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) meydan-ı maişet: geçimi temin etme meydanı (bk. a-y-ş) muhakkik: hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) muhtelif: çeşitli mukattaat: bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler
semâvât: gökler (bk. s-m-v) sevk-i kelâm etmek: söz ileri sürmek (bk. k-l-m) Sûre-i Amme: Amme Sûresi suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şifre-i İlâhiye: İlâhî şifre (bk. e-l-h) tansif etmek: ikiye bölmek tesadüf: rastlantı ulema: âlimler (bk. a-l-m) umum: bütün; genel, herkes ünsiyet: dostluk, canayakınlık üslûb-u bedî: eşsiz güzellikteki ifade tarzı (bk. b-d-a) üslûp: ifade tarzı yevm-i fasl: iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün zemin: yeryüzü
başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar.
İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.
ilâ âhir. Öyle bir üslûb-u âlide, benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.
Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âli bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:
“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine
Dipnot-1
“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
Dipnot-2
“Gök yarıldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. Yer düm düz edildiğinde, içinde ne varsa atıp boşaldığında, Rabbinin emrine boyun eğdiğinde—ki ona lâyık olan da budur.” İnşikak Sûresi, 84:1-5.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) ahz-ı asker: asker alımı âli: yüce, yüksek benî beşer: insanoğlu beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ) derece-i inkıyad: boyun eğme derecesi deveran: dönüş ehl-i dikkat: dikkat sahibi insanlar hademe: hizmetçi hadika: bahçe haşir ve neşr-i dünyeviye: dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları (bk. ḥ-ş-r)
icraat-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında tutan Allah’ın icrâatları, fiilleri (bk. r-b-b) ilâ âhir: sonuna kadar (bk. e-ḫ-r) istimal etmek: kullanmak kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m) kumandan-ı âzam: çok büyük kumandan (bk. a-ẓ-m) lisan: dil manevra: eğitim ve deneme memat: ölüm (bk. m-v-t) muamele: işlem mücahede: savaş (bk. c-h-d) mühlet: zaman, vakit müteveccih: yönelmiş nutka gelmek: konuşmak sair: diğer
şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları (bk. ş-e-n; e-l-h) tasarrufât-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve tasarrufları (bk. ṣ-r-f; r-b-b) tebdil etmek: değiştirmek tecelliyât-ı İlâhiye: İlâhi tecelliler, yansımalar (bk. c-l-y; e-l-h) teshir etmek: boyun eğdirmek teşkil etmek: oluşturmak teşrif etmek: şeref vermek, şereflendirmek ulvî: yüce, yüksek üslûb-u âli: yüksek ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zemin: yeryüzü
hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”
Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”
İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.
İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden bir katreye işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.
Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.
İşte şu üslûbun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikiyle, birkaç
Dipnot-1
“Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’ denildi.” Hûd Sûresi, 11:44.
arz: yer, dünya âyine: ayna bahr-i belâğat: belâğat denizi (bk. b-l-ğ) bertaraf etmek: bir tarafa atmak daire-i teklif: sorumluluk ve imtihan yeri emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h) esfelü’s-sâfilîn: aşağıların en aşağısı ferman: emir, buyruk hadise-i umumiye: geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay hak: doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harb-i umumî: dünya savaşı haşmet: büyüklük, görkem hiddet: öfke, gazap istihdam etmek: çalıştırmak, kullanmak istilâ etmek: ele geçirmek kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n) katre: damla kavm-i Nuh: Nuh kavmi mahv: yok olma maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ) memur-u İlâhî: Allah’ın memuru (bk. e-l-h) muti’: itaat eden münkad: boyun eğen netâic: sonuçlar
Padişah-ı Bîmisal: eşsiz ve benzeriz Padişah Allah (bk. m-s̱-l) semâ: gök (bk. s-m-v) semâvat: gökler (bk. s-m-v) tecrübe: deneme temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l) tufan: büyük su baskını ulviyet: yücelik üslûb: ifade tarzı Yâ Rabbenâ: ey Rabbimiz (bk. r-b-b) zecr: sakındırma zemin: yer
cümlede, îcazlı, i’câzlı, cemâlli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ,
kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:
Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.
Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi,
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 3
deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 4
Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş
Dipnot-1
“Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-2
“Kurumuş hurma dalının ince yaya benzer şekli gibi.” Yâsin Sûresi, 36:39.
Dipnot-3
“Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.” Yâsin Sûresi, 36:38.
Dipnot-4
“Güneşi de bir kandil yaptı.” Nuh Sûresi, 71:16.
âhir: son (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m) beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) cemâlli: güzel (bk. c-m-l) deveran: dönüş eşya: şeyler, varlıklar güya: sanki Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l) hikmet: İlâhî gaye ve fayda (bk. ḥ-k-m) hilâl: yay şeklinde görülen yeni ay hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ) i’câzlı: bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakacak şekilde, mucizeli (bk. a-c-z) îcazlı: az sözle çok mânâlar anlatan, özlü sözlü (bk. v-c-z)
icmalli: özet şekilde (bk. c-m-l) ifham: anlatma, bildirme ihtar: hatırlatma ihzar etmek: hazırlamak ilâm etmek: duyurmak (bk. a-l-m) kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r) kamer: ay katre: damla lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) medar-ı maişet: geçim kaynağı (bk. a-y-ş) mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d) menzil: yer, durak (bk. n-z-l) muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m) mühim: önemli münasip: uygun (bk. n-s-b)
münevver: nurlanmış, aydınlanmış (bk. n-v-r) nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r) nuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r) sahrânişîn: çölde yaşayan sair: diğer Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) semâ: gök (bk. s-m-v) Süreyya: Ülker yıldızı tasarrufât-ı kudret-i İlâhiye: Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler (bk. ṣ-r-f; ḳ-d-r; e-l-h) tecrî: “döner, akıp gider” teşbih: benzetme ulvî: yüce, büyük üslûb-u âliye: yüksek ifade tarzı üslûb-u ifade: ifade tarzı üslûp: ifade tarzı zîhayat: canlı (bk. ẕî; h-y-y)
müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”
Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.
Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.
Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1
kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”
Dipnot-1
“Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr Sûresi, 15:94.
azamet-i kudret: kudretin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; ḳ-d-r) azamet-i rububiyet: Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü (bk. a-ẓ-m; r-b-b) bedevî: çölde yaşayan belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin, makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insan câmid: cansız celb etmek: çekmek cereyan-ı tecrî: “döner, akar gider” ifadesi cihet: yön ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r) hâdisât: hadiseler, olaylar Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ) haşmet: görkem hilkat-i Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı (bk. ḫ-l-ḳ; r-b-b) ifham: anlatma, bildirme ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek ihtar: hatırlatma ilâm etmek: duyurmak insicam: uyumluluk, düzgünlük intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) kamer: ay kelâm: kelime, söz (bk. k-l-m)
kelimât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın kelimeleri (bk. k-l-m) kerem: cömertlik (bk. k-r-m) lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f) levazımat: gerekli şeyler mâbud: kendisine ibadet edilen (bk. a-b-d) mahiyet: özellik, nitelik mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ) mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y) mat’ûmat: yiyecekler meftun olmak: tutulmak mekik: dokuma âleti melûf: alışılmış mumdar: ışık veren musahhar: emre uyan mühim: önemli münferid: tek başına (bk. f-r-d) müşrik: Allah’a ortak koşan müzeyyenat: süslü şeyler (bk. z-y-n) Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan, ezelî nakşedici olan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l) nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m) rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
sair: diğer san’at-ı Rabbâniye: herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın san’atı (bk. ṣ-n-a; r-b-b) Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a) sirac: lamba, kandil sirâc-ı musahhar: emre boyun eğen lamba şems: güneş tabir: ifâde (bk. a-b-r) tasarrufât-ı muntazama-i acibe: hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar (bk. ṣ-r-f; n-ẓ-m) secde: yere kapanma tevhid: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d) ulvî: yüce, büyük üslûb-u Kur’ân: Kur’ân’ın ifade tarzı vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek olup ortağının olmayışı (bk. v-ḥ-d) vüs’at: genişlik zemberek: hareketi sağlayan güç kaynağı
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
“Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, …” – Cumartesi Dersleri 25. 1. 5.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.
“”Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, …”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Sözler Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET.
Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar. Bakara Sûresi, 23. Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder. Birinci şart Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, … – Cumartesi Dersleri 25. 1. 4.
KISA VİDEO
UZUN VİDEO
SHORTS
Yirmi Beşinci Söz
Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi
Birinci Şule
BİRİNCİ ŞUA
İKİNCİ SURET:
Belâğatindeki i’câz-ı Kur’ânînin hikmetini Beş Noktada beyan edeceğiz.
BİRİNCİ NOKTA:
Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey’âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebâtındaki intizamı öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’câz’da âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir
âhir: son (bk. e-ḫ-r) alâküllihal: ister istemez, her halde (bk. k-l-l) âmi: câhil Arabî: Arapça battal: bâtıl, hükümsüz belâğat: sözün düzgün, kusursuz, halin ve makamın icabına göre yerinde söylenmesi (bk. b-l-ğ) beşer: insanlar beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n) beyan-ı Kur’ân: Kur’ân’ın açıklaması (bk. b-y-n) celb etmek: çekmek cezalet: güzel ve güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i harika: hayranlık verici güçlü ifade (bk. c-z-l) cezalet-i nazmiye: Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık (bk. c-z-l) çendan: gerçi fevkinde: üstünde fıkra: kısa yazı, bent hadsiz: sonsuz hey’ât: kısımlar, parçalar
hezeyan: saçmalama hırs-ı muâraza: karşı koymak için aşırı istek hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m) hüsn-ü cemâl: maddî manevî güzellik (bk. ḥ-s-n; c-m-l) i’câz: mu’cizelik (bk. a-c-z) i’câz-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın mu’cizeliği (bk. a-c-z) intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m) iştihar bulmak: meşhur olmak ittifak: birleşme izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z) kesretli: çok, fazla (bk. k-s̱-r) Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m) mâlik: sahip (bk. m-l-k) metanet: sağlamlık mevcut: var (bk. v-c-d)
muannit: inatçı muâraza: sözle mücadele muarız: karşı gelen muhal: imkansız münasebât: münasebetler, bağlantılar (bk. n-s-b) Müseylime-i Kezzâb: (bk. bilgiler) nazar-ı istiğrab: garip ve hayretli bakış (bk. n-ẓ-r) nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nisbet etmek: kıyaslamak (bk. n-s-b) nizam: düzen (bk. n-ẓ-m) sâik-i şedid: şiddetli sevk edici gerekçe suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) şenî: fena, kötü şevk-i taklidi: benzerini yapma arzusu ve isteği tanzir: benzerini yapma (bk. n-ẓ-r) tekmil: tamamlama (bk. k-m-l) teşebbüs etmek: başvurmak, girişmek umum: bütün vukuat: vâkıalar, olaylar
ve bu nazımdaki cezalet-i harikayı bu surette görebilir. Yalnız bir iki misal, bir cümlenin hey’âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. مِنْ lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder. عَذَابِ lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle
kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafız ve maksada bakar.
İkinci misal:
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 2
Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i kabulünün beşine işaret eder.
Birinci şart:
Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lâfzındaki مِنْ i teb’îz ile o şartı ifade eder.
Dipnot-1
“And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa…” Enbiyâ Sûresi, 21:46.
Dipnot-2
“Onlara rızık olarak verdiğimizden bağışta bulunurlar.” Bakara Sûresi, 2:3.
Cebbâr: azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına dilediğini yaptıran Allah (bk. c-b-r) cezalet-i harika: hayranlık verici düzgün ifade, güzel anlatım (bk. c-z-l) dehşetli: korkunç, ürkütücü delâlet: işaret etme, delil olma hey’ât: parçalar, kısımlar heyet: kısım, parça ihsas etmek: hissettirmek ikab: âhiret azabı ikab-ı İlâhî: Allah’ın azabı (bk. e-l-h) Kahhar: herşeye her zaman mutlak galip gelen ve boyun eğdiren Allah (bk. ḳ-h-r)
kıllet: azlık lâfız: ifade, kelime lisan: dil maksad: gaye (bk. ḳ-ṣ-d) maksad-ı küllî: bütünündeki maksat (bk. ḳ-ṣ-d; k-l-l) masdar-ı merre: fiilin bir defa yapıldığını belirten masdar Müntakim: suç işleyene cezasını veren Allah nazm: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) nekâl: şiddetli azap nevi: tür, çeşit nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b) sadaka: Allah rızası için ihtiyaç sahibi kişilere yapılan yardım sîga: kip suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
şek: şüphe, tereddüt şerâit-i kabul: kabul şartları tabir-i sarfiye: gramerle ilgili ifade (bk. a-b-r) taklîl: az gösterme, azaltma takviye etmek: kuvvetlendirmek teb’îz: parçalara bölme, ayırma tenvin-i tenkirî: kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz (“el” takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime teşkik: şüphede bırakma zikretmek: belirtmek, anmak
İkinci şart:
Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.
Üçüncü şart:
Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lâfzı işaret eder. Yani, “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”
Dördüncü şart:
Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.
Beşinci şart:
Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”
Şu şartlarla beraber, tevsî de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّا lâfzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.
İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şartla beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor, heyetiyle ihsas ediyor.
İşte, heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimâtın dahi, birbirine karşı aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ
قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ 1
‘de altı cümle var: üçü müsbet, üçü menfi. Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı envâını reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek, Sûre-i İhlâsta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep sûreler vardır. Meselâ,
De ki: O Allah’tır. Çünkü O birdir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü Ona denk olacak hiçbir şey yoktur.
abd: kul (bk. a-b-d) aksâm: kısımlar, bölümler daire-i nazmiye: nazım, diziliş dairesi (bk. n-ẓ-m) envâ: çeşitler heyet: kısım, parça ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n) ihsas etmek: hissettirmek kavl: söz kelâm: söz (bk. k-l-m) kelimât: kelimeler (bk. k-l-m) lâfz: ifade, kelime
makbul: kabul olunma menfi: olumsuz mertebe-i tevhid: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu anlatan mertebe, seviye (bk. v-ḥ-d) minnet: başa kakma muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m) mutlak: serbest bırakılmış, sınırı belirtilmemiş (bk. ṭ-l-ḳ) mürekkep: oluşmuş
müsbet: olumlu nafaka: geçim vasıtası nam: ad nasihat: öğüt nazım: diziliş, tertip ve vezin (bk. n-ẓ-m) netice: sonuç sarf etmek: harcamak sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, budalalık şirk: Allah’a ortak koşma tevsî: genişletme umum: genel
Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir; diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i’câzî hasıl olur. İşârâtü’l-İ’câz’da öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i’câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı i’câzî nescediyor. İşte, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.
Dipnot-1
Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü O doğurmaktan münezzehtir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah’tır.
Dipnot-2
O Allah’tır. Öyle ise O birdir. Öyle ise O Sameddir. Öyle ise O doğurmamıştır. Öyle ise O doğurulmamıştır. Öyle ise Onun hiçbir dengi yoktur.
Dipnot-3
“Elif lâm mim. Şu kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir.” Bakara Sûresi, 2:1.
evvel: öncefarz etmek: varsaymakhasıl olmak: meydana gelmekhutut-u mâneviye: manevi hatlar, çizgiler (bk. a-n-y)mânâ: anlam (bk. a-n-y)münasebât: ilişkiler, bağlantılar (bk. n-s-b)münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)nakş-ı i’câzî: mu’cizelik nakşı (bk. n-ḳ-ş; a-c-z)nakş-ı nazmî-i i’câzî: bir mu’cize olan tertip ve dizilişindeki örgü (bk. n-ḳ-ş; n-ẓ-m; a-c-z)
nâzır: bakan (bk. n-ẓ-r)nescetmek: dokumaknetice: sonuçnur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru (bk. n-v-r)sahrâ-yı bedeviyet: bedevîlik çölüşerh etmek: açıklamaktarz: şekil, biçimteşkil etmek: oluşturmakzulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve gaflet karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)
KAYNAKLAR
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz – Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi– Birinci Şule – BİRİNCİ ŞUA– İKİNCİ SURET, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Bakara Sûresi, 223. – Cumartesi Dersleri – 25. 1. 3.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ından; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar gibi kitaplarından alınarak her hafta Cumartesi günü Cumartesi Dersleri adı altında yapılan ve YouTube’da yüklenen dersler yer almaktadır.