Eğitim ve öğretime, bilgi ve bilime farklı bir bakış; MÂNÂ-YI İSMÎ yerine MÂNÂ-YI HARFİ ile bakış. Açık kaynak bir eğitim sitesi. A different perspective on education and teaching, knowledge and science; glance with the LETTER MEANING instead of the NAME MEANING. Open source education site.
Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir –
“Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.”
bölümü yer almaktadır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 11 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var. – Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir – Gençlik Rehberi Okumaları 9
SHORTS
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nur Mizanlarından On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı’nın Hâşiyesidir
Risale-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefahet keyfiyle bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bunlara kıyasen bîçare gençlerin çok vartaları var ki en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar.
Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü âkıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara, zenginlerin mallarını helâl eder ki bütün beşer bu musibete karşı titriyor.
İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri, kahramanane davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini hem mesud hayatını hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve sû-i istimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’aniye ve Nur’un hakikatleriyle kendini muhafaza eylese tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Evet bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse hem hayatına hem istikbaline hem vatanına hem milletine hem akrabasına büyük bir faydası olması gibi o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını başta Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.
Evet o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse hem ziyadeleşir hem bâkileşir hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına hem vatanına hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise farz namazını kılmak şartıyla her bir saati, bir gün ibadet olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevi salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise farzını yapmak ve tövbe etmek şartıyla her bir saatleri yirmişer saat ibadet olup hapis ona bir istirahathane ve merhametkârane ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir kātil, bir müntakim olarak değil, belki tövbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar.
Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktan ise on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar daha ziyade onları ıslah eder.”
Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor, kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’aniye ile gösterilmiş ve ehl-i dalalet ve sefahet hakkında göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedîdir; bütün mahbubatından ve mevcudattan bir firak-ı lâyezalîdir.
Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki en bahtiyar odur ki sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde, imanına ve Kur’an’a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşımda binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki:
Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musibetine düşen bîçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı; çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın, hapisten istifade ediniz. Nasıl bazen ağır şerait altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de sizin bu ağır şerait altında her bir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.
Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere,
Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl başlıklı bu bölümde:
“Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:”
konusu işlenmektedir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere.
Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl – Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi
Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere,
Bediüzzaman’ın Şarktaki aşâirle muhavere ve münazaralarından birkaç misâl
Sual – Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?
Elcevap – İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.
Evet, şu amûd-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema (bâhusus) din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şedittir…
Evet, evet… Eğer sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.
Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle,
âlî: yüce, yüksek amûd-u nuranî: nurlu, parlak sütun, nurlu direk aşâir: aşiretler bîçâre: çaresiz, zavallı demdeme: gürültü, vızıltı din-i hakk-ı fıtrî: insanın yaratılışına en uygun olan hak din; İslâmiyet efkâr-ı âmme-i millet: kamuoyu, milletin fikir ve düşünceleri envâr-ı İlâhî: Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nurlar esrâr: sırlar, gizli hakikatler fenn-i hikmet: hikmet ilmi, pozitif bilim hakaik: hakikatler, esaslar hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti hamiyet-i İslâmiye: İslâmiyet’i koruma, Müslümanlara sahip çıkma gayreti hasıl olan: meydana gelen himaye: koruma himayet: koruma hiss-i dinî: dinî duygu
hissiyat-ı İslâmiye: İslâmî duygu ve hisler içtima’: toplanma, bir araya gelme ihtizâza verme: sevinçten çoşturup neşelendirme imtizaç: birleşip kaynaşma incizab: cezbedilme, çekilme kâinat: evren, yaratılmış bütün varlıklar kubbe-i âsuman: gökyüzü, gök kubbe lemeât: parıltılar lemeât-ı müteferrika: çeşitli parıltılar mağlûp: yenilmiş, yenilgiye uğramış müdahin: menfaat için yüze gülen, yağcılık ve dalkavukluk yapan; dalkavuk muhakeme etmek: değerlendirmek muhavere: karşılıklı konuşma münazara: karşılıklı fikir alışverişi, ilmî tartışma murakabe: gözetme, koruma mûsika-i İlâhiye: İlâhî müzik, Allah’ın kâinata yerleştirdiği, Allah’ın ilhamıyla varlıkların çıkardığı tabii nâmeler ve sesler
mütemadiyen: sürekli, devamlı nâfiz: etkili, nüfuz eden, geçerli nağamat: nağmeler, güzel sesler raksa getirme: neşelendirme, oynatma; neşe ve memnuniyet içinde Allah’ı zikrettirme, ibadet ettirme şark: doğu şedit: çok şiddetli, güçlü şefkat-i imaniye: imandan gelen şefkat şehâmet: izzet, şeref, onur şerârât-ı neyyirâne: aydınlatıcı parlak kıvılcımlar, ışık saçan kıvılcımlar şevk: çok arzu, şiddetli istek seyf-i elmas: elmas kılıç Sultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatı ezelî olan Sultan, Allah takarrur etme: sabit olma, karar kılma tantana: gürültü, ses teessüf etme: üzülme tele’lü: parlama, parıldama umum: bütün, genel zabit: subay
sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?…
S – Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdetâ hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartıyla birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?
C – Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır.
Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın…
Fakat, ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir…
âdâb-ı şeriat: şeriatın edep kuralları, adapları aks-i sadâ: yankı; sesin yankılanması âlûde: karışık, karışmış, dolu biçare: çaresiz, zavallı cevher-i insâniyet: insanlık cevheri, insanı insan yapan hakikat, öz demdeme: gürültü, yüksek ses, vızıltı dimağ: akıl, şuur efradın zerrât-ı hürriyâtı: bireylerin bütün zerrelerinin hürriyetleri, bireylerin bütün varlıklarıyla hür ve özgür olmaları emîr: reis, önder fazilet: güzel ahlâk, erdem fem: ağız fena: kötü gayr: başkası hezeyan etme: saçmalama hulle: güzel giysi, elbise hürriyet: serbestlik, özgürlük hürriyet-i umumî: genel hürriyet ve özgürlük hutebâ: hatipler ihtizaza getiren: coşturan, sevindiren intıba’: damgalanma, mühürlenme; bütün varlıklar üzerinde yansıyıp iz bırakması
istibdad: baskı ve zulüm kanun: bir çeşit telli ve mızraplı çalgı küfv: denk olan, uygun düşen kut-u lâyemût: ölmeyecek kadar alınan gıda kütüb-ü İslâmiye: İslâmî kitaplar, İslâmiyetle ilgili yazılan eserler lâkin: ama, fakat lisan: dilmarifet: ilim, bilgi mâşuka: sevgili, aşık olunan, sevilen meşâyih: şeyhler muhassal: ortaya çıkan, netice, ürün müteeddibe: terbiye edilmiş, terbiye almış mütezeyyine: süslü, süslenmiş (z-y-n) nâzenin: ince, narin, duyarlı nefs: kişinin kendisi nefs-i emmâre: hazır zevke düşkün ve insanı devamlı kötülüğe sevk eden duygu nev’i: çeşit, tür nispeten: oranla rezalet: rezillik, alçaklık saadet—sarây-ı medeniyet: medeniyetin mutluluk sarayı sadâ: ses sadâ-yı semavî ve ruhanî: semavî ve ruhanî ulvî ses
sadef-i kehf-misâl: mağara gibi büyük inci kabuğu (içinde ilim, irfan ve hikmet bulunan büyüklerin akıl, kalb ve ağızları mağara büyüklüğünde bir inci kabuğuna benzetilmiştir) şe’n: bir şeyin gereği sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkünlük seyir ü seyelân etme: devamlı akıp gitme, dolaşma tanbur: klâsik Türk müziğinin başlıca çalgılarından biri olan, yay veya mızrapla çalınan, uzun saplı, telli tahta çalgı tecessüm: cisimleşme, maddî yapıya bürünme tefsir etme: açıklama, yorumlama ulema: âimler umum: bütün vahşî: yabanî vâkıa: gerçek, realite, gerçekte olan
S – Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?
C – Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.
Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…
S – Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
C – Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.
S – Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli ye’se inkılâp ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?
C – Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en feşey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak—Allah etmesin—eğer bizi parça parça edip öldürseler, emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezâil ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavî ve en bâkî hayatı intaç eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.
âlem-i insaniyet: insanlık âlemi âlîm: bilgili, ilim sahibi kimse Asr-ı Saadet: mutluluk asrı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem bâkî: sürekli, kalıcı, sonsuz bîçare: çaresiz, zavallı bizzarure: zorunlu olarak, kaçınılmaz şekildeemel: arzu, istek farz-ı muhal: varsayım fazilet: güzel ahlâk, erdem galebe çalmak: yenmek, üstün gelmek gubar: toz hakikatli: gerçek, doğru, esaslı hakikî: asıl, gerçek hassa: ayırıcı vasıf, özellik hizmetkâr: hizmetçi hukuk: haklar hürriyet: serbestlik, özgürlük ihtilâfat: ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar inkılâp ettirme: dönüştürme, değiştirme
intac etme: netice verme istibdad: baskı ve zulüm izzet: değer, itibar, yücelik kavî: güçlü, kuvvetli kervân-ı benî beşer: insanlık kervanı, kafilesi meziyet: üstün özellik, nitelik millet-i kudsiye: mukaddes millet; İslâm milleti münevver: nurlu, aydın, aydınlanmış müttehid: birleşmiş pîşdârlık etme: önder ve kılavuz olma râbıta-i îman: iman bağı (e-m-n) rezâil: rezillikler, alçaklıklar sabiyy-i müteşeyyih: şeyhlik taslayan çocuk şe’n: durum, hâl, bir şeyin gereği şedit: çok şiddetli şefkat-i imaniye: imandan gelen şefkat şehamet-i imaniye: imandan gelen cesaret, yiğitlik
şey’en feşey’en: azar azar, yavaş yavaş şeyh: tarikat dersi veren mânevî lider, mürşid Sultan-ı Kâinat: kâinatın sultanı olan Allah tahakküm: baskı, zorbalık tecavüz etme: haddi aşma, ileri gitme tekebbür: büyüklenme, gururlanma tenezzül etme: inme, alçalma tevazu ve mahviyet: alçakgönüllülük tezellül: zillet ve alçaklık gösterme, önünde eğilme ulvî: yüce, yüksek velâyet: velilik; mânevî mertebeler aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme veli: Allah dostu ye’s: ümitsizlik
S – Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?
C – Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Selahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. HAŞİYE-1
Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.
(31 Mart Hadisesi Hakkında Bir Cevabı)
Ben 31 Mart Hadisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyetin meşrutiyet perver ve hamiyetli fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila; ve meşrutiyeti, şeriat kuvvetiyle
Haşiye-1
Eski Said, Nur’un parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümit ve tam teselli ile siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kablelvuku ile dehşetli ve lâdini bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir hadis-i şerifin mânâsından anlayıp elli sene evvel haber vermiş. Said’in tesellî haberlerini o istibdad-ı mutlak yirmi beş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz senedenberi
31 Mart Hâdisesi: (bk. bilgiler) âdî: basit, sıradan aktâr-ı âlem: dünyanın her köşesi benî Âdem: İnsanoğlu, insanlar bilfiil: fiilen, gerçekte cevher-i hayat: hayat cevheri; can, ruh ehl-i hükûmet: hükümette olanlar, yöneticiler, idareciler farz etmek: varsaymak fazilet: güzel ahlâk, üstünlük fedâi: fedakâr, kendini bir hizmete adayan gayr-ı müslim: Müslüman olmayan gedâ: köle hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış hâkimiyet-i millet: milletin hakimiyeti, halkın egemenliği hamiyet: din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet
haşiye: dipnot, açıklayıcı not hâsiyet: özellik hiss-i kablelvuku: birşeyi olmadan önce hissetme hizmetkâr: hizmetçi Hıristiyan: (bk. bilgiler – Hıristiyanlık) hukuk: adâlet; haklar hükûmet: idare, yönetim hürriyet: serbestlik, özgürlük i’lâ: yükseltme, yüceltme İmam-ı Ali: [bk. bilgiler – Ali (r.a.)] imtisal: uyma, yerine getirme irşad: doğru yolu gösterme, öğretme istibdad-ı mutlak: tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük kellâ: asla öyle değil lâdini: dinsiz medâr-ı fahr: övünç kaynağı memuriyet: memurluk men etme: yasaklama meşrutiyet: (bk. bilgiler) meşrutiyet-perver: meşrutiyet taraftarı, meşrutiyet sever millet-i İslâmiye: İslâm milleti; Müslümanlar
miskin: fakir muhakeme: mahkeme önüne çıkarılma, yargılanma mukaddes: kutsal, yüce mürafaa: mahkeme duruşması, yargılanma müsavat: eşitlik müsavi: eşit, denk nev: tür, çeşit nimet-i meşrutiyet: meşrutiyet nimeti riyaset: reislik, başkanlık şah: hükümdar Salâhaddin-i Eyyûbî: (bk. bilgiler) şeref: yücelik, büyüklük şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet şerik etme: ortak etme tashih etmek: düzeltmek tâzib: azap, eziyet tekzib: yalanlama Yahudi: (bk. bilgiler – Yahudilik) Yeni Said: Bediüzzaman Said Nursî zayi etmek: kaybetmek
ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler—hâşâ!—şeriatı, istibdada müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz” demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah! HAŞİYE-1
Hakikaten, bence, bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır—lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar…
Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Halbuki edyân-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve burhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar.
Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.
Hem de tarih bize bildiriyor ki, ehl-i İslâmın temeddünü, hakikat-i İslâmiyete ittibaları nispetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenasiptir.
Haşiye-1
Gitme, dikkat et. Âlihimmet olanlar, o hadisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar.
âlihimmet: himmeti yüksek, büyük gayret sahibi; din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti taşıyan burhan-ı kat’î: güçlü ve sağlam kesin delil câ-yı ibret: ibret edilecek nokta, ibret verici ceride: gazete daire-i İslâmiyet: İslâmiyet dairesi ebleh: ahmak, akılsız edyân-ı saire: diğer dinler ehl-i İslâm: İslâma tabi olan, Müslümanlar fevc fevc: dalga dalga, akın akın fıtrat: mizaç, karakter, yaratılış garazkâr: kötü niyet sahibi, art niyetli hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyetin hakikatleri, esasları hakikaten: gerçekten hakikî: asıl, gerçek hamiyet: din, millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti; millî onur ve haysiyet
hâşâ: kesinlikle öyle değil haşiye: dipnot, açıklayıcı not hürriyet: serbestlik, özgürlük ibka: devam ettirme, kalıcı hale getirme ilka: atmak, bırakmak ism-i mukaddes: kutsal yüce isim; şeriat ismi istibdad: baskı ve zulüm istikamet: doğru yolda olma, doğruluk ittiba: tabi olma, uyma lâsiyyema: özellikle, bilhassa mâkûsen mütenasip: ters orantılı Meşrutiyet: (bk. bilgiler) mevcudiyet: varlık muhakeme-i akliye: akıl yürütüp düşünme, değerlendirme muhalefet-i şeriat: şeriata muhalefet etme, aykırı olma münhasır: belli bir grup ve şeyle sınırlı, bir şeye mahsus ve ait müntesip: intisap eden, bağlı olan nesil: soy, zürriyet nispet: oran
nokta-i siyah: siyah nokta; dikkat edilmesi gereken bir nokta sadâ: ses sedd-i rasîn-i istinad: sağlam dayanak seddi sefih: bunak, ahmak şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi, İslâmiyet seyyiat-ı sabıka: geçmişteki günahlar, önceki kusur ve hatalar sükût etme: sessiz kalma, susma tatbikat: yerine getirme, uygulama tecavüz: haddi aşıp hücum etme, saldırma, sataşma tecerrüt etmek: soyutlanmak, sıyrılmak teferruat: ayrıntılar telkinat: telkinler, fikir aşılamalar temeddün: medenileşme tûti kuşu: dudu kuşu, papağan zaman-ı saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem
Hem de hakikat bize bildiriyor ki, mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema, uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline (amellerine) neşvünemâ verecek ve istimdatgâhı olacak noktayı, yani din-i hak olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki, herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharrî uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlâl vardır.
Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan hakikat-i İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz? Hem de, umum kemâlâtı câmi, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhît olan o kasr-ı nurânî-yi İslâmiyeti, ne cür’etle mâtem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşâhedatına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.
S – İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak.
C – Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:
Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, ve saireler!
âhirzaman: dünya hayatının kıyamete yakın son devresi âmâl: emeller, arzular, istekler bedevî: köylü, göçebe beraatü’l-istihlâl: güzel bir alâmet, başlangıç beşer: insan, insanlar câmi: kendinde toplayan cür’et: cesaret dâne-i hakikat: hakikat tanesi, meyvesi, gıdası din-i fıtrî: insanın yaratılışına uygun olan din; İslâmiyet din-i hak: hak din, İslâm ebed: sonsuz, sonsuzluk fukara: fakirler, yoksullar gayr-ı mahdud: sınırsız hakikat: doğru, gerçek hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyetin hakikatleri, esasları has: özel, ait hiss-i kablelvuku: bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu hissiyat-ı âliye: yüksek hisler, yüce duygular
ifrat: aşırılık, ileri gitme, haddi aşma istidat: potansiyet kabiliyet, yetenek istikbal: gelecek istimdatgâh: medet isteme, yardım dileme yeri istinad: dayanma, dayanak kasr-ı nurânî-yi İslâmiyet: İslâmiyetin nurlu ve aydınlık sarayı kemâlât: olgunluklar, faziletler, mükemmellikler lâsiyyema: özellikle, bilhassa mâtem: yas mevad: maddeler, malzemeler meyl-i taharrî: araştırma, inceleme meyli, isteği, eğilimi muhît: kapsamlı, kuşatıcı mürteci: geriye gitmek isteyen; gerici müşâhedat: gözlemler, görülen şeyler müstakbel: gelecek zaman mutaassıp: körü körüne bağlı, tutucu mütenebbih: uyanmış, birşeyden ders alıp aklını başına toplayan
namzet: aday nazar-ı hafî-i gaybî: görünmeyeni, ileride olacakları görecek şekilde gizli bakış neşet etme: kaynaklanma, doğma neşv ü nemâ: büyüme ve gelişme nev-i beşer: insanlık, insanlar sair: diğer başka sâkitâne: susarak, suskun tâbi: izleme, uyma tahayyül etmek: hayal etmek tahkir etmek: aşağılamak, hakaret etmek tahsis etme: ait, mahsus kılma, ayırma teçhil etmek: cahillikle suçlamak tedennî: alçalma, gerileme tehacüm: hücum, saldırı temâşâ eden: gözleyen, seyreden terakki: ilerleme, yükselme, gelişme ziyalandırmak: aydınlatmak
Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin HAŞİYE-1 mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan
هَنِۤيئًا لَكُمْ 1
sadâsını işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabın HAŞİYE-2 hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.
Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!
S – Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler.
C –Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültü-hâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:
Haşiye-1
Medresetü’z-Zehra’nın Van’daki nümunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesinin mezartaşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.
Dipnot-1
Size âfiyet olsun!
Haşiye-2
İstikbalde telif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku ile haber veriyor.
âlâ: üstün, kıymetli asr-ı hâzır: şimdiki asır asr-ı sâlis-i aşr: on üçüncü asır bedbaht: kötü bahtlı, talihsiz cennet-âsâ: cennet gibi ecdad: cedler, atalar, dedeler fena: kötü fikren: düşünce olarak hakaik: gerçekler, esaslar hakikat: asıl, gerçek, doğru hakikat-i İslâmiye: İslâmın hakikati, esası haşiye: dipnot, açıklayıcı not hayal tevehhüm etmek: hayal sanmak, hayal zannetmek
hiss-i kablelvuku: bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu hitap etmek: konuşmak, seslenmek Horhor Medresesi: (bk. bilgiler) istikbal: gelecek lâkayt: kayıtsız, ilgisiz, duyarsız mazi: geçmiş medrese: okul, mektep Medresetü’z-Zehrâ: (bk. bilgiler) mesâil: meseleler, konular mezar-ı müteharrik: hareketli mezar; yaşayan ölü muâsır: çağdaş, aynı dönemde yaşayan
muhatap: kendisine konuşulan nesl-i cedid: yeni nesil nümune: örnek sadâ: ses sadakte: doğrudur, doğru söyledin sureten: şeklen, görünüşte tahakkuk etme: gerçekleşme tasavvurat: düşünceler, tasavvurlar telif: yazma, kaleme alma temevvüc-sâz: dalgalandıran tenbih etme: ikaz etme, uyarma Van: (bk. bilgiler) Van Kalesi: (bk. bilgiler) zemin: ortam, yer
“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhât! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız.”
Hem de sol safında duran ve şehristân-ı istikbâlden gelen evlâtlarınız, sağdaki ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:
“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!”1
İşte, ey bedevî göçerler ve ey inkılâp softaları!2 Manzara-i hayal Haşiye 1 üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingte iki taraf da sizi protesto ettiler.
Dipnot-1
Bu cümlelelirn mânâsı için bakınız Kavramlar Sözlüğü: ḳ-ḍ-y kökü.
Dipnot-2
Sonradan ilâve edilmiştir.
Haşiye 1
Hayal dahi bir simotoğraftır.
(Cevaplardan Bir Kısım)
Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine HAŞİYE-1, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.
Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.
Haşiye-1
Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve îmandır.
ahlâk-ı âliye: yüksek, üstün ahlâk akim bir kıyas: neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas bedevî: çölde yaşayan, göçebe cehalet: bilgisizlik, cahillik cüz’î: az, küçük, ferdî ecdad: dedeler, atalar, cedler gayr-ı Müslim: Müslüman olmayan hadd-i evsat: kıyası meydana getiren önermelerde ortak olarak tekrarlanan sonuç için gerekli bağlantıyı kuran ve kıyasın hükmünün illeti olan terim harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici haşiye: dipnot, açıklayıcı not haysiyet: itibar, özellik heyhât: eyvah, yazık içtimaî: sosyal, toplumsal inkılâp: değişiklik, karışıklık isti’zam: büyük gösterme, büyütme, yüceltme istidad: kabiliyet, yetenek istihfaf: hafife alma, küçümseme
istihfaf-ı hayat: hayatı küçümseme, hafife alma itibarî: varsayılan kübrâ: büyük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin yüklemi olan büyük terim bu büyük önermede bulunur maatteessüf: maalesef, ne yazık ki manzara-i hayal: hayal manzarası, insanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı manzara menfaat: fayda, yarar, çıkar müşağabe: karışık, aldatıcı, kötü, şerli netice-i hayat: hayatın neticesi, hayatın meyvesi, ürünü peder: baba rabıta: bağ, ilişki rapt eden: bağlayan revaç: kıymet, değer rezâil: rezillikler, ahlâka aykırı çirkin ve alçak şeyler şecaat: yiğitlik, cesaret, kahramanlık şehristân-ı istikbâl: geleceğin büyük şehri, istikbal memleketi
simotoğraf: sinema, sinema makinesi Siz misiniz hayatımızın suğrâsı ve kübrâsı?: Siz misiniz hayatımızın neseb bağı olan babalarımız ve bizi dedelerimize bağlayan bağlarımız? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?: Siz misiniz şu şanlı dedelerimizle bizim aramızdaki ortak bağ ve ortak nitelik softa: bir inanışa körü körüne bağlanan kimse suğrâ: küçük önerme; kıyası oluşturan önermelerden birisidir. Kıyasın sonuç önermesinin öznesi olan küçük terim bu küçük önermede bulunur uhuvvet: kardeşlik
Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut
وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ 1
olan kelime-i hamka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır:
Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki:
“Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem beni yaşattırır; âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder.
وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا 2″
deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.
S – Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C – Doğruluk.
S – Daha?
C – Yalan söylememek.
S – Sonra?
C – Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüd.
S – Neden?
C – Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekàsı imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?
…….
S – En evvel rüesâmız ıslah olunmalı.
C – Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da
Dipnot-1
Ben susuzluktan ölürsem, artık bir tek damla bile yağmasın!
Dipnot-2
Ölüm, Nevruz günümüzdür, baharımızdır.
ahbap: dostlar, sevilenler âlem-i ulvî: yüce âlem; âhiret âlemi bâkî: devamlı, kalıcı bekà: devamlılık, kalıcılık burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil, kanıt din-i hak: hak din, İslâm fedâi: fedakâr, kendini bir hizmete adayan gayr-ı Müslim: Müslüman olmayan hamiyet: din gibi mukaddes değerleri ve aile ve vatanı koruma duygusu ve gayreti haslet: huy, karakter haslet-i hamrâ: haya hasleti, utanma ve ar duygusu hay: sağ, canlı hayat-ı mâneviye: maddî olmayan, mânevî hayat
himmet: ciddi gayret, yardım ihlâs: ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme; samimiyet ilelebed: sonsuza kadar ıslah: düzelme, iyileşme kâfi: yeterli kelime-i avra: kör söz, basiretsizce söylenilen söz kelime-i beyza: parlak, kıymetli söz kelime-i hamka: ahmakça söz küfür: inanmama, inkâr etme mahiyet: asıl esas, temel nitelik muktezâ: bir şeyin gereği mütelezziz: lezzet alan, lezzetlenen reis: başkan; idareci, yönetici rüesâ: reisler, başkanlar; idareciler ve yöneticiler
sadakat: bağlılık, doğruluk şahsiyat: kişisellik, bencillik sebat: kararlı olma seciye-i avra: tek gözlü, âhireti görmeme ve sadece dünyaya dalma; dünyaperestlik, dünyaya düşkünlük karakteri, hâli sefalet: perişanlık, yoksulluk sevâb-ı uhrevî: âhiret mükâfatı, sevabı sıdk: doğruluk taaccüp: hayret etme, şaşkınlık terakkiyat-ı hâzıra: şimdiki gelişmeler, ilerlemeler tesanüd: dayanışma tûfan: büyük sel felâketi üssü’l-esas: temel unsur
sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:
Eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesâkini istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.
Elhasıl: İslâm uyandı ve uyanıyor. HAŞİYE-1 Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesb etmektedir. Lâkin, sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsî milliyetine daha yakınsınız.
C – İki madde var, mezc ettiriyorum. Birinden tiryak-ı şâfi, birinden elektrik-i muzî tevellüd eder.
S – Bunlar nerede bulunur?
C – Medeniyet ve fazilet çarşısında, cephesinde insan yazılı ve iki ayak üstünde gezen sandık içindeki, üstüne kalb yazılan ya siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.
S – İsimleri nedir?
C – İman, muhabbet, sadakat, hamiyet.
Ceride-i Seyyare, Ebu Lâşey, İbnüzzaman, Ehu’l-Acâib, İbn-u Ammil-Garâib Said Nursî
Dipnot-1
Vakit geçmiş değil, eskiden kaybettiklerinizi şimdi tedârik edin. (Yazın kaybettiklerinizi şimdi hazırlamaya ve bulmaya bakın.)
Haşiye-1
Evet, kırk beş sene evvel söylenen bu sözü Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandıklarından, Eski Said’i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler.
Arabistan: (bk. bilgiler) aşâir: aşîretler; kabileler bedevî: çölde yaşayan, göçebe Ceride-i Seyyare: hareketli gazete, yürüyen gazete dimağ: beyin Ebu Lâ-şey: hiçbir şeyin babası; kimsesiz, kimsesi olmayan Ehu’l-Acâib: tuhaflıkların kardeşi elektrik-i muzî: parlak ışık veren, aydınlatan lamba elhasıl: kısaca, özetle Eski Said: Bediüzzaman Said Nursî eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ: ey başlar ve başkanlar, ey yönetici ve idareciler
fazilet: değer ve üstünlük fıtrat-ı asliye: esas yaratılış gayesi hamiyet: din ve vatan gibi mukaddes değerleri ve kendi aile ve yakınlarını koruma duygusu ve gayreti haşiye: dipnot, açıklayıcı not havale: bırakma, gönderme İbn-u Ammil-Garâib: garipliklerin amca oğlu ibnü’z-zaman: bu zamanın evladı, çocuğu istidad: kabiliyet, yetenek istihdam: çalıştırma, kullanma istiklâl: bağımsızlık kesb etmek: kazanmak
mesâkin: miskinler, zavallı fakir kimseler mezc etme: kaynaştırma muhabbet: sevgi Pakistan: (bk. bilgiler) tâcir: tüccar tekâsülî: tembellikle ilgili, tembellikten gelen tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen tevekkül etmek: Allah’a dayanmak ve güvenmek tevellüd etme: meydana gelme, üreme tiryak-ı şâfi: şifalı, şifa verici güçlü ilâç
KAYNAK
Risale-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman’ın İlk Hayatı, Şarktaki Aşâirle Muhavere, Söz Basım Yayın Ltd. Şti., Mart 2012, İstanbul.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste:
Risale-i Nur Talebeleri Tarafından Sorulan Bir Suale Cevap –
“Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddi alâkadar olan bu Cihan Harbi’nin dehşetli zamanlarında, iki sene –şimdi on sene kadar oldu– ne bizden ve ne de her gün hizmetinizde bulunan Emin’den bir defacık olsun sormadınız, ehemmiyet vermediniz. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki bunu ehemmiyetten ıskat ediyor; yahut onun ile meşgul olmanın bir zararı mı var?”
bölümü yer almaktadır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 11 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Risale-i Nur Talebeleri Tarafından Sorulan Bir Suale Cevap – “Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddi alâkadar olan bu Cihan Harbi’nin dehşetli zamanlarında, iki sene –şimdi on sene kadar oldu– ne bizden ve ne de her gün hizmetinizde bulunan Emin’den bir defacık olsun sormadınız, ehemmiyet vermediniz. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki bunu ehemmiyetten ıskat ediyor; yahut onun ile meşgul olmanın bir zararı mı var” – Gençlik Rehberi Okumaları 8
Risale-i Nur Talebeleri Tarafından Sorulan Bir Suale Cevap
“Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddi alâkadar olan bu Cihan Harbi’nin dehşetli zamanlarında, iki sene –şimdi on sene kadar oldu– ne bizden ve ne de her gün hizmetinizde bulunan Emin’den bir defacık olsun sormadınız, ehemmiyet vermediniz. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki bunu ehemmiyetten ıskat ediyor; yahut onun ile meşgul olmanın bir zararı mı var?” diye Üstadımızdan sorduk.
O da elcevap diyor ki: Evet, bu Cihan Harbi’nden daha büyük bir hakikat, daha azîm bir hâdise hükmettiği için Cihan Harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. Çünkü bu Cihan Harbi’nde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme davasında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalaha ve sulh mahkemesine barışmak davaları açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinler ile mücadele-i azîmesi başladığı hengâmda, nev-i beşerin sosyalist tabakası ile burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübralarında açılan büyük davalarından çok mühim öyle bir dava açılmış ve öyle muazzam bir hakikat meydana çıkmış ki o davanın tek bir adama isabet eden miktarı bu Cihan Harbi’nden daha büyüktür. İşte o dava da budur ki:
Şu zamanda her mü’min için belki herkes için küre-i arz kadar bir bâki tarla ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla müzeyyen ebedî bir mülk almak ve o mülkü kazanmak veya kaybetmek davası açılmış. Demek, her bir tek adamın başına öyle bir dava açılmış ki eğer İngiliz ve Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o davayı kazanmak için bütününü sarf edecek. Elbette o davayı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dava o derece tehlikeye düşmüş ki bir ehl-i keşfin müşahedesiyle, bir yerde ecel elinden terhis tezkeresi alan kırk adamdan bir adam kazanabilmiş, otuz dokuzu kaybetmiş.
İşte bu ehemmiyetli, azîm davayı kazandıracak ve yirmi senedir tecrübelerle onda sekizine o davayı kazandıran bir dava vekili bulunsa elbette aklı başında her adam, o davayı kazandıracak öyle bir dava vekilini vazifeye sevk edecek bir hizmete her hâdisenin fevkinde ehemmiyet vermeye mükelleftir. İşte o dava vekilinin birisi belki birincisi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur olduğuna, binler onunla o davayı kazananlar şahittir.
Evet, bu küre-i arza memuriyetle gönderilen her insan, burada misafir ve fâni olduğu ve mahiyeti bir hayat-ı bâkiyeye müteveccih bulunduğu kat’iyen tahakkuk etmiştir. O her bir insan, bu zamanda hayat-ı ebediyesini kurtaracak olan istinad kaleleri sarsıldığından bu dünyasını ve içindeki bütün alâkadar ahbabını ebedî terk etmekle beraber, bu dünyadan binler derece daha mükemmel bâki bir mülkü de kaybetmek veya kazanmak davası başına açılmış. Eğer iman vesikası olmazsa ve beratı ve senedi olan itikadı sağlam bir surette elde etmezse o davayı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?
İşte bu hakikate binaen, benim ve kardeşlerimin her birimizin yüz derece aklımız ve fikrimiz ziyadeleşse de bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair mesaile bakmak, bize fuzulî ve malayani olur. Yalnız bu kadar var ki Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı öteki davalar içinde bulunduğu ve lüzumsuz, sebepsiz bazen bize akılsızların tecavüzleri ve taarruzları zamanlarında zaruret derecesinde, istemeyerek bakmışız. (*[3])
Hem de bu hakiki ve pek büyük dava haricindeki davalara ve boğuşmalara alâkadarane fikren, kalben karışmak zararlıdır. Çünkü böyle geniş, siyasî ve heyecan veren dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir adam, kısa bir daire içinde vazifedar olduğu ehemmiyetli hizmetlerden geri kalır veya şevki kırılır.
Hem de o geniş, cazibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat eden bazen kapılır, vazifesini yapamadığı gibi selâmet-i kalbini ve hüsn-ü niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetteki ihlasını kaybetmese de o ittiham altında kalabilir. Hattâ bu noktada bana mahkemede hücum ettikleri zaman dedim:
Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye, yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki hâdisata, belki kâinata da âlet edemez, diye onları susturdum.
İşte Üstadımızın cevabı bitti, biz de bütün kuvvetimizle tasdik ettik.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste “Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.’ – Birkaç Bîçare Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders, Bir İhtardır” bölümü yer almaktadır.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 11 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
“Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.” – Birkaç Bîçare Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders, Bir İhtardır – Gençlik Rehberi Okumaları 7
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
GENÇLİK REHBERİ
Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî
SHORTS
Birkaç Bîçare Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders, Bir İhtardır
Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi dedim ki:
Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem hem lezzet alabilir. Hayvan ise fikri olmadığı için hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.
Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı belki vücudu belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalaleti noktasında ma’dumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise itikadsızlığı cihetiyle yine ma’dumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar.
Eğer iman, hayata hayat olsa o vakit hem geçmiş hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur. Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvi ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin İhtiyar Risalesi’nde Yedinci Rica’da izahı var, ona bakmalısınız.
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Her gün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise size –başka gençlere söylediğim gibi– bir temsil ile beyan ediyorum:
Mesela, burada gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango –fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren– dairesi var. Biz buradaki on kişi alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından her dakika, ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık!” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış gel, al!” demelerini beklerken birden kapıya iki adam geldi.
Biri yarı çıplak güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor.
Diğer biri de aldatmaz ve aldanmaz ciddi bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okusanız o helvayı yemezseniz o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsım ile o emsalsiz ikramiye biletinizi alırsınız. İşte bu darağacında zaten gözünüzle görüyorsunuz ki bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar, yüksek sesle ilan ediyorlar ve haber veriyorlar ki o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüz ile gördüğünüz gibi bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz.” dedi.
İşte bu temsil gibi zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârane zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar fark etmeyerek her vakit ecel celladı, başını kesmek için gelebilir.
Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip tılsım-ı Kur’anî olan iman ve feraizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayet ve ehl-i hakikat, müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz.
Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfat ve sû-i istimalden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta –ehl-i keşfe’l-kuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle– ekser azaplar, gençlik sû-i istimalatının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile “Eyvah gençliğimizi bâd-i heva, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde
اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ
sırrıyla hiç acınmaya müstahak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.
Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmin!
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste “Birden İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme – Her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez ” bölümü yer almaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Birden İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme – Her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez – Gençlik Rehberi Okumaları 6
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
GENÇLİK REHBERİ
Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî
Birden İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme
Âhir zamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.
Evet, nasıl ki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silahşör kadınlardan mürekkeb bir taife-i askeriye olarak hârika harpler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyet’e karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin planıyla, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuşhane yolunu genişlettirmeye çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.
Birkaç sene nâmahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar cehennemin odunları olup en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakati kaybettiği için hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasip kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur. Hattâ bu halin neticesi olarak o âhir zamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahipsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.
Madem hakikat budur. Ve madem her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez. Ve madem güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse manen ziyadeleşir. Şükredilmezse değişir, çirkinleşir. Elbette aklı varsa hüsün ve cemalini, günahları kazanmak ve kazandırmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti küfran ile medar-ı azap bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak. Ve o fâni, beş on senelik cemali bâkileştirmek için meşru bir tarzda istimal ile o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz kalıp meyusane ağlayacak.
Eğer terbiye-i İslâmiye dairesinde, âdab-ı Kur’aniye ziynetiyle o cemal güzelleştirilse o fâni hüsün, manen bâki kalacağı ve cennette hurilerin cemalinden daha şirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadîste kat’iyetle sabittir. Eğer o güzelin zerre miktar aklı varsa bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak…
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste “Gençlik Rehberi’ne İlâve Edilmesi Lâzım Gelen Üstadımızın Bir Fıkrasıdır” bölümü yer almaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Gençlik Rehberi’ne İlâve Edilmesi Lâzım Gelen Üstadımızın Bir Fıkrasıdır – Gençlik Rehberi Okumaları 5
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
GENÇLİK REHBERİ
Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî
Gençlik Rehberi’ne İlâve Edilmesi Lâzım Gelen Üstadımızın Bir Fıkrasıdır
Mersin’den gelen Rehber’in baş taraflarındaki “Mesele-i Mühimme” namındaki yirmi üç ve yirmi dördüncü sahifeyi çıkarmak münasiptir. Çünkü Nur’un mühim mesleği şefkat olmasından –erkeklerden ziyade– hem samimi hem ihlas ile kadınlar, Nurlar ile ciddi alâkadar oluyorlar. Bu iki sahifedeki şiddet; şefkat kahramanları olan o mübarek hemşirelerimiz, onunla meşgul olup müteessir olmasınlar. Çünkü bu mesele; İstanbul gibi yerlerde, açık saçık, yarım çıplak Rum, Ermeni kızlarına benzemeye çalışan bir kısım İslâm kızlarını ikaz etmek için yazılmıştır.
Halbuki İstanbul’daki, Rehber aleyhindeki münafıklar ve masonlar hem bu âhirde aleyhimizde bazı gazeteler bu noktaya yanlış mana vererek, bir kısım kadınların Risale-i Nur’a karşı olan alâkalarını zayıflatmak için iftiralarına medar olmuş. Şimdilik o iki sahife çıkarılsın. Yerine “Kadınlarla Muhavere” namındaki Kadınlar Rehberi konulsun.
Said Nursî
***
Hâşiye:
Nasıl ki bir zaman terbiye-i İslâmiyeye muhalif gizli komiteler, gençleri ifsad etmeye çalıştıkları gibi; şimdi de bîçare kadınları yoldan çıkarmak için bazı dinsiz ve gizli komiteler çalışıyorlar.
Bu ifsad komitelerinin iftiralarına medar olmamak için ellerinde “Gençlik Rehberi” olanlara yukarıdaki fıkradan birer tane verilsin.
Kadınlar da çıkarılan o iki sahifenin yerine “Kadınlarla Muhavere” namındaki İhtiyar ve Genç Hanımlar Rehberi’ni okusunlar. Ve çıkarılan iki sahifenin yerine, Üstadımızın yukarıdaki fıkrası konulsun.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste “Bir Zaman Eskişehir Hapishanesinin Penceresinde Oturmuştum” bölümü yer almaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Bir Zaman Eskişehir Hapishanesinin Penceresinde Oturmuştum – Gençlik Rehberi Okumaları 4
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
GENÇLİK REHBERİ
Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî
Bir Zaman Eskişehir Hapishanesinin Penceresinde Oturmuştum
Karşısında bulunan lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ederken onları, o dünya cennetinde cehennem hurileri hükmünde gördüm. Fakat birden elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Onların gülmeleri elîm ağlamaları suretini aldı. Ondan bu gelen hakikat inkişaf etti. Yani, elli sene sonraki hallerini manevî ve hayalî bir sinema ile gördüm ki o gülen altmış kızdan ellisi; kabirde azap çekiyorlar, toprak olmuşlar. Ve on tanesi, yetmiş yaşında çirkinleşmiş, herkesin nazar-ı nefretini celbediyorlar. Ben de onlara ağladım.
Fitne-i âhir zamanın mahiyeti bana göründü ki o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor. İhtiyarı selbedip pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi, senelerle hayat-ı bâkiyeye tercih ettiriyor.
Ben bir gün sokağa bakarken o fitnenin tesirli bir numunesini hissettim. Gençlere çok acıdım. Dedim: “Bu bîçareler kendilerini, bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar.” diye düşünürken birden, o fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidadkâr bir şahs-ı manevî önümde tecessüm etti. Ben de ona ve ondan ders alan mülhidlere dedim:
Ey cehennem hurileri ile zevklenmek yolunda dinini feda eden ve sefihane dalaleti severek irtikâb eden ve hevesat-ı nefsiye lezzeti yolunda dinsizliği ve ilhadı kabul eden ve hayatı perestiş edip ölümden şiddetli korkan ve kabri hatırına getirmek istemeyen ve irtidada yüz tutan bedbaht! Kat’iyen bil ki dinsizlik cihetiyle senin bu koca dünyan; bu saatten evvel ve bu dakikadan sonra, bilumum senin bu kâinatın ve mazi ve müstakbelin ve geçmiş nev’in ve cinsin ve gelecek mahluklar ve nesiller ve gitmiş dünyalar ve milletler ve gelen insanlar ve taifeler tamamen ma’dum ve ölüdürler. İşte insaniyet ve akıl cihetiyle alâkadar olduğun bütün o seyyar dünyalar ve seyyal kâinatlar, mütemadiyen senin dalaletin suretiyle, senin başına dünya dolusu dehşetli ve hadsiz ölümlerin şiddetli elemlerini yağdırıyor. Senin şuurun varsa kalbini yakıyor. Ruhun varsa yandırıyor. Aklın sönmemiş ise gamlar içinde boğuyor.
Eğer bir saatçik sarhoşça sefahetin ve pis lezzetin bu nihayetsiz gamlara, hüzünlere, elemlere mukabil gelebilirse o sefahette kal. Yoksa aklını başına al! O manevî cehennemden kurtulmak ve imanın bu dünyada dahi temin ettiği bir manevî cennete girmek ve saadet-i hayatiyeyi tatmak için Kur’an’ın dersini dinle. Cüz’î, fâni bir dakika lezzeti; küllî, bâki, daimî, imanî (*[2]) lezzetler ile mübadele et.
Hem deme ki: “Ben hayvan gibi hayatımı geçireceğim.” Çünkü hayvana nisbeten mazi, müstakbel, gayb hükmündedir. Cenab-ı Hakîm-i Rahîm o gaybı onlara bildirmemekle, onları hadsiz elemlerden kurtarmış. Hattâ kesilmek için yatırılan bir tavuk, hiçbir elem ve hüzün hissetmez. Bıçak kestiği vakit hissetmek ister fakat his gider, o elemden de kurtulur. Demek, Cenab-ı Hakk’ın gayet büyük ve mükemmel bir rahmeti, re’feti ve şefkati, gaybı bildirmemektedir. Bilhassa masum hayvanlar hakkında daha tamdır. Demek, sefihane lezzette sen hayvanlara yetişemezsin. Binler derece aşağı düşersin. Çünkü hayvana nisbeten gaybî olan şeyleri senin aklın görüyor, elemini alıyor. Setr-i gaybda bulunan istirahat-i tammeden bi’l-külliye mahrumsun.
Hem senin medar-ı fahrin olan uhuvvet ve hürmet ve hamiyet gibi güzel hasletlerin; incecik bir zamana, büyük bir sahradan bir parmak kadar yere inhisar ve hadsiz zamanda yalnız hazır saate mahsus olduğundan, sun’î ve muvakkat ve sahtekâr ve asılsız ve gayet cüz’î olup senin insaniyetin ve kemalâtın o nisbette küçülür, hiçe iner. Fakat iman ehlinin uhuvveti ve hürmeti ve muhabbeti ve hamiyeti, iman cihetiyle mevcud bulunan mazi ve müstakbeli ihata ettiğinden, insaniyeti ve kemalâtı o nisbette teali eder.
Hem senin dünyaca muvaffakıyetin, elmasçı ve divane olmuş bir Yahudi’nin cam parçalarını elmas fiyatıyla aldığı gibi; sen de küçücük, kısacık bir zamana, bir hayata, uzun ve daimî ve geniş bir hayatın fiyatını verdiğin için elbette o had dairesinde galebe edersin. Bir dakikaya bir sene kadar şiddetli hırs, muhabbet, intikam gibi hissiyatla müteveccih olduğun için ehl-i diyanete muvakkaten tefevvuk edersin.
Hem senin aklın, ruhun, kalbin, duyguların ulvi vazifelerini bırakıp süflî nefsin ve pis hevesin rezil işlerine iştirak ve yardım ettiklerinden, ehl-i imana dünyada galebe edersin. Ve zahirde daha sevimli görünürsün. Çünkü senin akıl ve kalp ve ruhun gayet derecede tedenni ve tereddi ve sukut edip pis heves ve rezil nefse inkılab etmişler, mesholmuşlar. Elbette bu cihette, sana cehennemi ve mazlum ehl-i imana cenneti kazandıran bir muvakkat galeben olacak.
***
[2] * Evet iman, bu dünyada dahi cennet lezaizini manen verebilir. Yüzer lezzetli ışıklarından bu tek faydasına bak:
Nasıl ki senin gayet sevdiğin bir zatı bir tehlikede ölüyorken gördüğün dakikasında, Hekim-i Lokman ve Hızır gibi bir doktor geldi. Birden dirildi. Ne kadar sevinç hissediyorsun…
Öyle de sen, sevdiğin ve alâkadar olduğun ölmüşlerin adedince sevinçleri, sürurları iman veriyor. Çünkü mazi mezaristanında milyonlarla sence mahbub zatlar; mahvdan ve ölümden, birden iman nuruyla senin karşında diriliyorlar. “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz.” deyip hayat buluyorlar. O hadsiz firaklardan gelen hadsiz elemler yerine, visal ve hayat bulmalarından nihayetsiz lezzetler ve sevinçler, iman noktasından bu dünyada dahi geldiğini gösteriyor ki: İman öyle bir çekirdektir ki ehl-i imana cenneti, bütün lezaiz ve mehasiniyle sümbül veriyor ve verecektir.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi okumalarında bu derste On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı “Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.” konusu yer almaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir. – On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı – GENÇLİK REHBERİ OKUMALARI 3
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
GENÇLİK REHBERİ
Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
On Üçüncü Söz’ün İkinci Makamı
(Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.)
Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye Risale-i Nur’dan meded istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına onlara dedim ki:
Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok.
Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
İkinci yol: Âhireti tasdik eden fakat sefahet ve dalalette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.
Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir idam-ı ebedî kapısı yani hem kendisini hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.
Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mesele karşısında bîçare insan; o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.
Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık, ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri, keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin kat’î delilleriyle o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn derecesinde (*[1]) ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î ile “İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir.” diye ittifaken haber veriyorlar.
Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i manevî, onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile dalalet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebep olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp o haps-i münferidi kapatıp şu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emarelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acib ve garib ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan bîçare insan ve bâhusus Müslüman eğer iman ve ubudiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti bir tek insana verilse; acaba o göz önündeki, her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.
Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalalet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da yine o manevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.
Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezalîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış. Her vakit “Gel biletini al!” diye beklemesinden derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk-i manevî öyle bir lezzettir ki eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa o adama hususi bir cennet hükmüne geçtiği halde; o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip gençlik sâikasıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihane ve heveskârane muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer.
Ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar, peygamberi inkâr etseler diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemalâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman hem enbiyayı hem Rabb’ini hem bütün kemalâtı Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan daha hiçbir peygamberi (as) tanımaz ve Allah’ı da tanımaz. Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mu’cizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usûl-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.
İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyanatta elbette anladınız.
Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi istikbaldeki ahval dahi mesela elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.
Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir.
***
[1] * Onlardan birisi Risale-i Nur’dur, meydandadır.
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r) âlem: dünya (bk. a-l-m) âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) bedihî: ap açık, âşikar biçare: çaresiz cazibedar: cazibeli, çekici dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası dehşetli: korkunç ecel: ölüm vakti ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n) ehl-i inkâr ve dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. n-k-r; ḍ-l-l)
fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma haps-i ebedî: sonsuz bir hapis, Cehennem (bk. e-b-d) haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d) hevesat: nefsin hoşuna giden yasak istek ve arzular idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d) inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r) itikad etme: inanma lehviyat: haram eğlenceler, oyunlar
medet: yardım muamele: davranış; karşılık muhavere: karşılıklı konuşma nihayetsiz: sonsuz şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y) sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tarz: şekil tasdik etmek: kabul etmek, doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ)tecrit: yalnız başına bırakma
acip: hayret verici, şaşırtıcı âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) âlem-i nur: nur âlemi (bk. a-l-m; n-v-r) âsar: eserler azametli: büyük (bk. a-ẓ-m) bahusus: özellikle biçare: çaresiz dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l) darağacı: idam sehpası ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d) elem-i mânevî: mânevî acı, vicdan azabı (bk. a-n-y) emare: işaret, belirti enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) endişe-i helâket: yok olma endişesi evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y) hadd ü hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d) haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) ihbar eden: haber veren ihtimal-i helâket: yok olma ihtimali ihtimal-i kat’î: kesin ihtimal, olabilirlik ilmelyakin: kesin bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n) itaat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma ittifakan: birlik halinde, birleşerek kat’î: kesin keşif: Allah tarafından ilham olunmasıyla gizli bir şeyin meydana çıkarılması (bk. k-ş-f) mezkûr: sözü geçen mu’cize: peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan ve imana gelmelerine sebep olan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z) muhakkik: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
muhbir: haber veren muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygamber (bk. ṣ-d-ḳ) musaddak: doğrulanan, onaylanan (bk. ṣ-d-ḳ) nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r) nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alamet (bk. ṣ-d-ḳ) saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d) sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ) saray-ı saadet: mutluluk sarayı sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizce davranış, budalalık şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d) şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d) ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d) zevk: mânevî âlemlerde iman hakikatlerinin hazzına erişme zindan-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d)
âhiri: sonuncusu (bk. e-ḫ-r) Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m) âlûde: bulaşmış, karışmış ecnebî: yabancı ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler (bk. ḍ-l-l) ehl-i iman ve taat: iman eden ve dinin emirlerine uyanlar (bk. e-m-n) elem: acı, sıkıntı elîm: elemli, acı verici enbiya: peygamberler (bk. n-b-e) esasat: esaslar, prensiplerezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)faik: üstüngaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) hadsiz: sınırsız hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ) hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ) haslet: huy, özellik
hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d) heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde ihtar: hatırlatma ihtiyar: seçme, tercih etme, irade (bk. ḫ-y-r) inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r) kemâlât: faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri (bk. k-m-l) lezzet ve zevk-i mânevî: mânevî lezzet ve zevk (bk. a-n-y) lezzet-i gayr-ı meşrua: dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet (bk. ş-r-a) medar: sebep, vesile mu’cizatça: mu’cizeler açısından (bk. a-c-z) muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ) Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d) mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar, kader (bk. ḳ-d-r)
musibet: belâ, felaket muvakkat: geçici muvakkaten: geçici olarak nev-i beşer: insanlık, insan türü Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b) saadet-i lâyezâlî: hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet saika: sevk etme saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ) sefihâne: yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r) tecessüm: cisimleşme, cisim halinde belirme umum: bütün, genel üstad: hoca, öğretmen vefiyat: vefatlar, ölümler vesika: belge zevk ve lezzet-i azîme: büyük zevk ve lezzet (bk. a-ẓ-m)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r) ahval: haller, vaziyetler bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y) beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n) biçare: çaresiz, zavallı cihet: yön daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a) ebedî: sonsuz (bk. e-b-d) ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler elem: acı, keder, üzüntü endişe-i istikbal: gelecek endişesi gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a) hadisat: hadiseler, olaylar halihazırda: şimdi, şu anda
haricinde: dışında hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y) hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular iffet: namus ihtar: hatırlatma iktifa: yetinme istikbal: gelecek kâfi: yeterli kat’iyen: kesinlikle kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l) mazi: geçmiş medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı medet: yardım meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a) müptelâ: düşkün, tutulmuş nefrin/nefret etmek: tiksinmek nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r) saadet: mutluluk sabık: geçen sarf etmek: harcamak, kullanmak
sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ)sürur: sevinç, mutluluk taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma tenbih: ikaz, uyarı terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b) terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m) terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d) usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r) zayi: kaybolup gitme ziyade: çok, fazla
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
https://dersdunyasi.net/ olarak düzenlediğimiz Gençlik Rehberi Okumalarında bu derste Birinci Söz “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” konusu yer almaktadır. Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ında Gençlik Rehberinde yer alan bölümler 10 yaşındaki Hüma kızımız tarafından okunmaktadır.
Birinci Söz – Gençlik Rehberi Okumaları 2 – Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan
GENÇLİK REHBERİ
Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
Birinci Söz
Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır.
Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:
Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.
İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı. Alanı, her yerde selâmetle gezdi. Bir kātıu’t-tarîke rast gelse der: “Ben, filan reisin ismiyle gezerim.” Şakî def’olur, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil hem rezil oldu.
İşte ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.
Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki askere kaydolur, devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.
Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi?
Evet, nasıl ki görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o, bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.
Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar.
Demek her bir ağaç, Bismillah der. Hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.
Her bir bostan, Bismillah der. Matbaha-i kudretten bir kazan olur ki çeşit çeşit, pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.
Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar.
Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, Bismillah der. Sert olan taş ve toprağı deler, geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona musahhar olur. Evet, havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i suhuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki:
En güvendiğin salabet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (as) gibi
فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ
“Asânı taşa vur!” demiştik. (Bakara Sûresi 2/60)
emrine imtisal ederek taşları şakkeder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (as) gibi ateş saçan hararete karşı
يَا نَارُ كُونٖى بَرْدًا وَ سَلَامًا
«Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!» dedik. (Enbiyâ Sûresi 21/69)
âyetini okuyorlar.
Madem her şey manen Bismillah der. Allah namına Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.
Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiyat istiyor?
Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakiki, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.
Başta Bismillah zikirdir.
Âhirde Elhamdülillah şükürdür.
Ortada, bu kıymettar hârika-i sanat olan nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir. Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise öyle de zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakiki’yi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.
Ey nefis, böyle ebleh olmamak istersen Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle. Vesselâm.